Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültürkırım ve Ötekinin Trajik Direnme Halleri

Sakıp Hazman

Nazilerin yönetim kademesinde yer almış etkili ve yetkili bir kişi olan Eichmann’ın Kudüs’teki yargılaması meşhurdur. Eichmann’ın dava vekili olan Dr. Servatius, bu davanın savunma stratejisini, tek cümlede şöyle özetler: “Eichmann’ın yaptıkları, kazanırsa ona nişan verilecek, kaybederse onu darağacına gönderecek işlerdi.”[1]

Dr. Servatius bu ifadesiyle, esasta modern devletin varlığını mümkün kılan soykırım kuralının, küresel ölçekte tüm devletli yapılarca meşru görülen siyaset tarzını dile getiriyordu. Zira soykırım, bir toplum mühendislik biçimi olarak kurgulanan ulus-devletin temel varlık ilkesini oluşturur. Esasta soykırım, ulus-devlet paradigmasıyla gündeme gelen bir uygulama değil. Çünkü Babil, Asur, Mısır ve Roma imparatorluklarının tümünde de, bu politikaların acımasız izlerini görmek mümkündür. Modern devlet ile soykırım ilişkisine özgünlük katan şey; modern devletin temel kurgusunun, soykırımın merkezli oluşturulmuş olmasıdır.

Tarihin bir cilvesi olsa gerek, aynı politika Ermeni halkına karşı uygulandığında, dünya sessiz kalmış ve failler ödüllendirilmiştir. Dönemin İçişler Bakanı Talat, bu durumu şöyle açıklıyordu: “Kanaatim odur ki, bir ulus kendi çıkarı için en iyisini yaptıkça ve başarılı oldukça, dünya ona hayran olur ve onu ahlâklı bulur.”[2] Sonraki gelişmeler, Talat’ı haklı çıkarmıştır. Zira Talat, tıpkı Dr. Servatius gibi, modern devlet paradigmasının siyaset tarzını dile getiriyordu. Uygulanan siyaset tarzı, verili paradigmanın ve modern aklın temel bir ilkesi olunca, onun eylemsel sonuçlarının tekerrürden ibaret olması da kaçınılmazdır. Zira aynı uygulama, 1988 yılında Saddam Hüseyin iktidarı tarafından “Halepçe Katliamı”yla gündeme gelmişti. Halepçe’de uygulanan soykırım, basın-yayın kuruluşlarının canlı yayın eşliğinde gerçekleştirilmiş gibiydi. Yani fail de, fiil de açık ve ispatlıydı. Ama Saddam’ın kaybetmesi istenmemişti, dolayısıyla kimse bu soykırımın ne failini ne de eyleminin hesabını sorma ihtiyacı duymadı. Fakat aynı soykırımın failleri; 2002’deki ABD ve koalisyon güçlerinin Irak’a müdahale süreciyle birlikte, hızla darağacına yollandılar. Üstelik bu failleri darağacına götüren gerekçeler arasında “Halepçe Katliamı”, temel bir suçlama olarak bile yer almadı. Bu örnekleri çokça sıralamak mümkündür. Fakat Dr. Servatius’un söylemindeki hakikat payını anlamak açısından yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Hem ulus-devlet olmak ve hem de çoklu soykırım siyasetini benimsememek, eşyanın tabiatına modern devletin ontolojik yapısına aykırıdır. Çünkü modern devlet kültürü, farklılıkların elimine edilmesi üzerinden inşa edilmiş bir soykırım kültürüdür. Bu durum, sadece ideolojik bir yargının ötesinde, modern devletin özü, varoluş biçimi ve onun siyaset mekaniğiyle ilgili bir durumdur. Çünkü ulus-devlet toplumsal ihtiyaç ve zorunlulukların oluşturduğu bir yapı değil, aksine modern bilimin mabetlerinde kurgulanmış, rasyonel aklın bir ürünü ve onun topluma giydirilmiş bir deli gömleğidir. Zygmunt Bauman, modern devletin ulusu inşa etme tarzını, bahçıvanın, bahçe düzenleme sanatına benzetir. Zira modern estetik görünümlü bir bahçe ancak, belirlenen sınırlar içindeki her türlü “ayrıksı”, “zararlı” ve “fazlalık” diye addedilen otların ve ağaçların, ayıklanarak budanmasıyla mümkün hâle getirilebilir. Modern devlette bu durum, sosyal, siyasal, dinsel, kültürel, etnik ve bazen de sınıfsal yapıların tasfiyesiyle mümkün kılınır. Dolayısıyla soykırım politikalarının çoklu uygulama biçimleri istisna değil kuraldır. Bu noktada, politik uygulamalarda bir özgünlükten bahsedilecekse o da, verili iktidarların zaman ve mekâna bağlı olarak “öncelikli sorun” olarak telakki ettiği olgunun, tehdit oluşturma kapasitesiyle ilgilidir. Bu durum, kimi ulus-devletlerde dinsel, kiminde sınıfsal, kiminde de etnik veya kültürel homojenizmi öncellemiştir.

 

Jenosid ve Asimilasyonun Etimolojisine Dair

1900’lerin başında Polonya’da doğan Raphael Lemkin, Avrupa’da filoloji okurken, Ermeni halkının yaşadığı jenosid gerçeğinden haberdar olur. Bunun üzerine filoloji okumayı bırakıp hukuk bölümüne geçiş yapar. Hukuk okuma gerekçesini ise; Ermeni halkının yaşadıklarını hem doğru tanımlamak ve hem de bunu uluslararası bir hukuk kuralına dönüştürerek, benzer uygulamalara teşebbüs edecek faillerin yargılanmalarını sağlamaktır. Dolayısıyla bu yaşananları ilk kez “jenosid” olarak kavramlaştıran ve dile getiren de Lemkin olmuştur.

Jenosid nosyonu, etimolojik olarak, Grekçe “genos” (ırk, kabile) ve Latince “cide” (öldürmek) terimlerinin ortak kombinasyonundan türetilmiştir. Genocide / jenosid kavramını ise Lemkin “… bir ulusun ya da grubun yok edilmesi” olarak tanıma kavuşturur. Daha sonra da yazdığı “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Yönetimi” adlı eseriyle kavramı, kuramsal bir çerçeveye kavuşturur. Lemkin, çerçevesini oluşturduğu bu tezini şöyle tanımlıyor: “Genelde soykırım, kitlesel katliamların gerçekleşmediği sürece, bir ulusun dolayımsız yok edilmesi anlamına gelmez. Daha çok, ulusal grupların, bizatihi onları yok etmek amacıyla, asli yaşam temellerini tahrip etmeye yönelik çeşitli eylemlerin eşgüdümlü planına işaret eder. Böylesi bir planın hedefleri, siyasal ve toplumsal kurumların -kültür, dil, ulusal duygular, din ve ulusların iktisadi varoluşu- dağılmaya uğratılması ve kişisel güvenliklerinin, özgürlüklerinin, sağlıklarının, gruba mensup bireyle rin yaşamlarının yok edilmesidir. Soykırım, bir bütün olarak, yani bireysel niteliklerine değil, ulusal grubun üyeleri olarak ulusal gruba yönelmiştir.[3]Raphael Lemkin’in soykırım tezi, “fiziki soykırım” ve “kültürkırım” olmak üzere iki temel esas üzerinden hazırlanmıştır. Tez, bu bütünlüklü hâliyle Birleşmiş Milletler’e sunulur. BM, tezin “fiziki soykırım”la ilgili bölümünü kabul edip sözleşmesine dâhil eder. Ancak “kültürkırım”la ilgili bölümün kabulü uzun yıllar ilgi görmez. Jenosid’e dair tasarı 1946’da kabul edilir ve BM’nin 1998 tarihli “Roma Statüsü”nde, kurulan “uluslararası ceza mahkemesi”yle birlikte “insanlığa karşı suç” olarak, hukuk literatürüne geçer. Ayrıca “kültürkırım”ın da, yakın bir zamanda (2010 sonrası) kabul edildiğini biliyoruz.

Lemkin’in, tüm bu insani, ahlâki ve vicdani çabalarından kuşku duyulamaz elbet. Fakat tüm soykırım faillerinin toplamından oluşan BM’nin, jenosidi “insanlığa karşı suç” olarak telakki etmesi ve bunu kendi sözleşmesine dâhil etmesi, tarihin en büyük ironisi olsa gerek! Lemkin’in tüm iyi niyetli çabalarına rağmen, sorunun bu biçimde sonuçlanması, entelektüel anlamda insanlığa bir katkı sağlamış olsa da, işin negatif yönüne dair, gözden kaçırılmaması gereken bir yönü de açığa çıkarmıştır. Zira varoluşlarını bir biçimde “insanlığa karşı suç” işleyerek mümkün kılanların; bu fiili “suç” olarak tanımlamaları ve suçun faillerini yargılama yetkisini de kendilerinde tekelleştirmeleri, sadece halkların aklıyla alay etmek anlamını taşır! Yaşadığımız gezegenin dört bir yanında, aynı faillerce çoklu kırım türleri sürüyor; BM’nin bugüne kadar bu faillerden bir tanesini bile ele almamış olması, esas hakikati görmemizi sağlayan, anlaşılır bir husustur.

Holokaust’u özel bir inceleme konusu yapmış ve irdelemiş biri olan Leo Kuper, “Çağdaş ‘uygar’ toplumun birçok özelliği, Holokaust türü soykırımlara başvurmayı cesaretlendiriyor” der ve devamla, “Belli bir toprak üzerindeki egemen devlet, yönetimindeki halka soykırım uygulamaya ya da kitlesel katliamlar yapma hakkını, egemenliğinin ayrılmaz bir parçası olarak savunuyor”[4] diyor. Ama BM’nin de, sırf pratik amaçları için, bu hakkı koruduğunu belirtiyor. Kuper’in belki de en temel yanılgısı, BM’nin varlık sebeplerini, devletli paradigmanın algısıyla okumuş olmasıdır. Oysa, BM, “devletin egemenlik hakkı” ilkesi etrafında şekillenmiş; varlığını benzer soykırımlar üzerinden inşa etmiş devletlerin ortak kulübüdür. BM sözleşmesinde “devletin egemenlik hakkı” ilkesinin varlığı, bu devletlerden herhangi birine müdahale etmeyi engellemediği gibi, bu ilkenin olmayışı da soykırımların oluş zeminini ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla bir fiilin “soykırım” olduğunu tespit etmek de, onun faillerini yargılamak da, sadece hegemonik iktidarların dönemsel çıkarlarına göre belirlenen bir durumdur. Yoksa BM’nin veya başka bir uluslararası kurumun, kurumsal çıkarlarıyla ilgili bir durum değildir.

Jenosid, genel soykırım politikasının ilk safhasını oluşturur. Fakat istisnalar dışında, hiçbir devlet, iktidar veya kolonyal fetihçiler, ötekileştirdiklerinin tümünü demografik açıdan da yok etmez/etmek istemezler. Jenosid, ötekileştirilenlerin, homojenleştirme karşısındaki direncini kırmak ve geride kalanları maddi ve manevi açıdan teslim almayı koşullar. Modern devlet sömürgeciliği bu anlamda salt ekonomik bir istilayı değil, aynı zamanda “yeni ulus”un inşasında gerekli kültürel materyali elde etmeyi de amaçlar. Zira suni olarak kurgulanmış ve “devletin kurucu, asli unsuru” olarak tanıma kavuşturulmuş tekçi ulusun, tarihsel bir geçmişi ve kültürel değerler örgüsü yoktur. Tüm bunlar, dıştan soğrularak, eklektik bir biçimde yeni baştan inşa edilir. İşte asimilasyon veya kültürkırım, tam da bu gayeyi gerçekleştirmenin temel aracı hâline gelir.

Asimilasyon, esasta biyoloji biliminde kullanılan bir kavramdır. 16. yüzyılda biyoloji literatürüne dâhil olan asimilasyon nosyonu, anlam olarak, “özümleme” (absorption) ve “içine alma” (incorporation) eylemini tarif eder: “Biyolojik anlatının bir parçası olarak ‘asimilasyon’, çevresindekileri kendi gereksinimlerine tabi kılan, bunu da, onları dönüştürerek, yani onları kendi ‘sıvı ve dokularıyla’ bir kılarak gerçekleştiren yağmacı organizmanın eylemini ifade eder.”[1]

Kavramın sadece biyolojik açıdan taşıdığı anlam bile, insanı dehşete düşürecek düzeydedir. Burada karşılıklı bir simbiyotik ilişkiden çok, tek yanlı, bir organizmanın, dışındaki organizmaları kendi varlığının kaynağı konumuna sokma yönelimi söz konusudur. Ötekini içine alma, onu özümleyerek kendi içinde eritmek; ötekinin varoluş koşullarını da ortadan kaldırır. Bunun insan toplumundaki karşılığı, kendisi olmaktan çıkarılmış insanın, değersizleştirilmiş hâlidir.

Asimilasyonun biyolojiden devşirilerek metaforik kullanımı 19. yüzyıla tekabül eder. Bu aynı zamanda modern devletin yeni dini olarak şekillenen milliyetçilik eğiliminin gelişmeye başladığı dönemdir. Yanı sıra, bireycilik üzerine bolca teorik tartışmaların ve sapkın kuramsal çalışmaların tavan yaptığı bir süreçtir. Herbert Spencer tarafından dile gelen “Sosyal Darwinizm” fikriyatı, bu tartışmaların bir tür zirvesini oluşturur. Böylece asimilasyon mefhumu, yeni anlam yüklenimleriyle, modern devletin elinde, köklü bir kültürkırım aracına dönüşmüş oluyordu. George Orwell’ın “1984” adlı (karşı-ütopya) romanının kahramanı “Büyük Birader”in ağzından, asimilasyonun en çarpıcı ve dehşet uyandıran metaforik anlamı dile gelir: “Sıkıp içinizi boşaltacağız, sonra da kendimizle dolduracağız.” Modernist düşünce ve onun tüm devletli formlarının kendisi, özünde birer karşı-ütopya olarak inşa edilmiş sistemlerdir. Dolayısıyla inşa edilen bu sistemlere hâkim olan ideolojik formun liberalizm, din veya “bilimsel sosyalizm” olması, hakikatin özünü değiştirmez / değiştirmemiştir.

Homojenleştirme, devlet eliyle inşa edilen yeni egemen ulusta, tektipleştirici bir rol oynar. Ancak sömürgeci iktidarın, yerliye yönelik uygulamalarında, egemen ulus ile yerli halklardan oluşacak kombine bir homojenleştirme gayesi yoktur. Aksine egemen ulusta tektipleştirme başat uygulamayken, yerli halka yönelik asimilasyon; maddi ve manevi değerlerinden arındırma ve onu savunmasız, her türden yoksulluk ve yoksunluk içinde tutarak, egemen olana eklemlemeyi amaçlar. Zira asimilasyonun belli bir safhasından sonra, ötekileştirilenin artık kendinden, kendi kültürel varlığından boşaldığı, uzaklaşıp kendinden utanmaya başladığı süreçlerde bile, O’na sürekli (iktidar ve egemen ulusça) had bildiren ve “utanç kaynağı” olarak bellenen kökleri hatırlatılır. Dolayısıyla, öteki olanın, egemen ulusun inşasında (maddi ve manevi) bir materyal olarak kullanılması, demografik açıdan değil; sistemin tüm tortu ve gayri-meşru işlerinde kullanılacak lümpen bir topluluk ve onun ucuz işgücü olarak tasarlanır. Lümpenleştirilmiş sömürge insanının, içinde bulunduğu yoksunluk hâli; aynı zamanda egemen ulusun pozitif motive edici ve içinde bulunduğu “üstün olma” duygusunu koruyan bir işleme sahiptir.

Kendisini sistemin temel öznesi olarak tanımlayan ve bu patolojiyle konumlandıran sömürgecilik, sömürgeleştirdiği toplumun zihnini, duygu dünyasını, inançlarını, dil, sanat ve tüm kültürel varlığını da nesneleştirerek, işgal ve istila operasyonunun zemini hâline getirir. Bunun için siyaset kurumu, hukuk, eğitim, din, askerlik ve diğer tüm kurum ve kuruluşlarını, ötekine ait olanın gayri-meşruluğuna göre öz ve biçime kavuşturur. Oluşturulan yeni meşruiyet sınırları içinde, ötekinin, beklentilere uygun bir biçimde yeni kalıba dökülmesi için de, özgün ve özel bir dil oluşturur. Bu dil, esasta sömürge halklarının değerler sistemini aşağılayan, ilkel, geri, çirkin ve utanç duyulması gerektiği algısını-duygusunu psikolojik düzlemde hâkim kılmayı amaçlar.

1927 yılında Amerikan yerlilerinin Büyük Konsey Ateşi, Şikago belediye başkanına, eğitim müfredatlarındaki bu aşağılayıcı dili şöyle hatırlatır: “Okullarınızda okutulan tarihin, halkımızın yaşamına haksızlık ettiğini biliyoruz… tüm beyaz zaferlerine çarpışma, tüm yerli zaferlerine katliam deniyor… kendi mülklerini korumak için ayağa kalkan beyaz insanlara yurtsever deniliyor, aynı şeyi yapan yerlilere ise katil!”[5] Kuzey Amerika’nın hemen berisinde Meksika vardır. Mayalar’ın ülkesidir. Bugün Zapatista halkı olarak var olma mücadelesi yürütüyorlar. Kendi özerk bölgelerinin, eğitim komisyonundan Mauricio, özerk ve yerli dillerle vermeye çalıştıklarını eğitimlerinin amacını şöyle izah ediyor: “Devlet eğitim sisteminde sadece İspanyolca kullanılır, bizse kendi dilimizde eğitim görmek istiyoruz… Resmi eğitim sisteminde bizim kültürümüz yok sayılıyor. Yerli çocuklar kendi kültürlerine yabancılaşıyor ve yerli olmaktan utanç duymaya başlıyorlar.”[6] Değerleri gayri-meşru hâle sokulan ve o değerlerin ifade kaynağı olarak dilleri yasaklanan yerli, esasta kayıt dışıdır. Her yerli çocuk, resmi okullarda, dayak ve her türlü psikolojik aşağılama seanslarıyla, önce yabancısı olduğu bir dili öğrenir ve sonra da bu dilin kendine münhasır düşünüş tarzını kavrar; bu düşünme biçimiyle her yerli çocuğun ilk “keşfettiği” şey, kendi değerler sisteminden utanmasıdır! Bu utanma / utandırma hâli, Amerikan yerlilerine has bir durum değil, evrensel ölçekte ve tüm sömürgelere dayatılmış ortak bir uygulamadır. Franz Fanon, bu politikanın Afrika ayağını deşifre eder! Fransız sömürgeciliğinin, Cezayir halkına yönelik uygulamalarını serimleyen Fanon, asimilasyon laboratuvarı olarak resmi okullardaki yerli çocukların durumunu: “Martınikli çocuklar okulda önce kendi lehçelerini hor görmeyi öğrendiler.”[7] diye izah eder.

Sömürgeleştirilen her halk ve kıtadan örnekleri sıralamak mümkündür, fakat tüm örneklerin özü ve biçimi de aynıdır. Dil, aynı dildir: Sömürgeciler, “asker, kahraman, vatanperver”dir, yerliler “şaki, eşkıya, katil, bölücü, hain ve terörist”tir; onlar “kentli uygar, medeni ve kültürlü”dür, yerliler “köylü, ilkel, cahil ve barbar”dırlar; onlar “devletin resmi dinine” sahiptirler, yerliler “putperest, zerdüşti”dirler. Bu kıyaslamalar hayatın hemen her alanını kapsayacak biçimde yapılır ve modern devletin tüm organlarının dili olarak sürekli ifadelendirilir.

Dolayısıyla ulus-devlet projesi, nasıl ki kapitalist modernitenin küresel ölçekte hayata geçirdiği bir iktidar biçimi ise, onun tüm inşa süreçleri de aynı paradigmanın ortak parametreleri olarak uygulanmış ve deneyimler ortak bir politikaya dönüştürülmüştür.

Franz Fanon, “Siyah Deri Beyaz Maske” adlı eserinde, David Diop’un ilginç bir şiirini paylaşır. Şiiri, konumuz açısından ilginç kılan şey, fiziki soykırım ile kültürkırım uygulama safhalarının bir şiirde dile getirilmesidir. Şiirin ilk bölümü fiziki soykırımın amacını tanımlar gibidir; ikinci bölümde ise, soykırımdan arta kalanların kültürkırım süreciyle birlikte, hangi ihtiyaç ve beklentileri karşılayacaklarını anlatır:

Beyaz adam babamı öldürdü
Çünkü onurlu bir adamdı babam
Annemi kirletti Beyaz adam
Annem güzeldi çünkü
Beyaz adam belini kırdı kardeşimin
Güpegündüz, yol ortasında Çünkü güçlüydü kardeşim!
Ve sonunda bana döndü Beyaz adam
Elleri kan içinde
Önce nefretini tükürdü yüzüme
Sonra ‘Hey velet’ diye buyurdu
‘Hey velet bir leğen getir bana
Bir havlu
Ve su dök ellerime…’”[8]

 

Kayıt Dışı Olanın “Kültürel Direniş” Hâlleri

Akıllı köylü, büyük efendinin karşısında yerlere kadar eğilir; ama sessizce osurur!
Etiyopya Atasözü

Vaclav Havel, “Toplum birçok yüzü ve gizli potansiyelleri olan çok gizemli bir hayvandır…[9] der. Devletli yapının, topluma karşı uyguladığı baskı, şiddet ve tahakküm tarzları; genellikle karşı direniş ve isyan biçimlerini yaratır. Her isyan, bir kültürün kendi varlığını koruma mücadelesi olarak açığa çıkar. Fakat toplumların kültürel direnişleri her zaman açık, örgütlü isyan hâli olarak yansımaz. Özellikle de kayıt dışı olarak tanımlanan halklar (devlet dışı toplumlar) ve devletli yapının ötekileştirdiği sınıf, din veya cemaatlerin, örgütsüz ve öncüsüz oldukları zaman ve mekânlarda, direniş de müphemleşir ve bazen trajik, trajikomik bir hâl alır. Yukarıda dile gelen Etiyopya atasözü, bu trajikomik direniş hâlini tarif eder. Bu tutumda köylüyü “akıllı” yapan şey (köylünün en saf algısıyla) egemene boyun eğerek, fiziki varlığını korumuş olması, ama aynı zamanda “sessizce osurarak” da, bu egemenliği içselleştirmediğini ve hâlen kendisi olmanın direnişini sürdürdüğünün gizli mesajıdır.

Peki bu “direnme” tarzı, köylüyü özgürleştirir mi? Elbette ki hayır! Fakat bu tutum, tarihsel toplumun, her şart altında varlığını koruma itkisinin sönümlenmediğini ifade eder. Bu, sadece tekil bir direnme tarzı değil elbet. Aksine tarihte Yahudi halkında “dönmecilik”, islamik yapılarda “takkiyecilik” ve otoriter iktidar bi çimlerinde de “yalanla yaşama” olarak tanımlayabileceğimiz, benzer “direniş” tarzlarına rastlıyoruz. Genel anlamda, kültürel varlığın direniş ve kendini koruma mücadelesinde belirgin bir katkı sunmasa da; mekanik tarih anlatılarının kuytuluklarında es geçilen olgular olduğundan, kültürel direnişi bir de bu açıdan ele almak istedik!

 

1.Dönmecilik:

Yahudi toplumu, tarihte maruz kaldığı acılar bağlamında, tüm bu yönelimlere karşı, varlığını koruma tarzıyla da, özgün bir halktır. A. Fırat, Yahudi halkının, tarih boyunca anlam ve sermaye biriktirmeyi bir özsavunma stratejisi olarak tanımlar. Batı’da Hıristiyanlık, Doğu’da da İslam’ın dogmatik ve baskıcı yapısının, Yahudiler’de üçüncü bir strateji olarak da “dönmeciliğin” geliştirilmesine neden olduğunu belirtir ve Yahudiler için, “Dönmecilik bir yaşam stratejisi olarak kavranmalıdır.”[10] der. Yahudi toplumu gibi, dünyanın dört bir yanına savrulmuş ve gittiği her coğrafyada baskı ve şiddete maruz kalmış bir halkın, kültürel direniş tarzı da, bir o kadar kendine özgüdür ve olmak zorundadır. Fakat dönmeciliğin, Yahudi halkı açısından hayatiyet arz eden yönü kadar, bu direnme tarzının birey ve topluluklarda yarattığı aşınma, değer yitimi ve yozlaşmayı da görmek ve irdelemek gerekiyor.

Bu strateji, Yahudi halkının varlığını korumasında önemli bir rol oynamıştır; ama aynı strateji baskı karşısında korkuyu derinleştirmiş ve bu da birey ve grupların “can derdine” düşmelerine, dolayısıyla da ahlâki ve vicdani tutumdan uzak tutumların uygulayıcısı olmalarına yol açmıştır. Örneğin, Sabatay Sevi, Osmanlı Dönemi’nde cemaatiyle birlikte İzmir’de yaşarken aynı yöntemi uygulamıştır. Kamusal alanda bir Müslüman gibi giyinmiş, yaşamış ve camilerde ibadet etmişlerdir. Ancak kendi ev-aile içi yaşamlarında, bir Yahudi gibi, kendi dil, kültür ve ibadetlerini esas almışlardır. Buna rağmen, Osmanlılar durumu fark etmiş ve hem cemaati dağıtmış ve hem de Sabatay Sevi’yi Selanik’e sürgün etmişlerdir. Fakat bu cemaatin bir kısmı, bir zaman sonra aynı yöntemle devletin önemli makamlarına kadar yükselmişlerdir.

Aynı şeyi Endülüs Yahudileri için söylemek mümkün görünmemektedir. Hıristiyanlık, İspanya’da yeniden hakimiyet kurunca, orada yaşayan Yahudi ve Müslümanların bir kısmı göç etmek zorunda kalmıştır. Zira, yeni İspanya’da Hıristiyanlık inancı ve onun yaşam tarzı dışında, farklı bir seçeneğe izin verilmez. Engizisyon mahkemeleri kurulur ve “işte kapı işte sapı” dercesine; tüm ötekilerin ya vaftiz olup Hıristiyan inancı ve yaşam tarzlarına geçmeleri ya da oradan göç etmeleri istenir. Bu noktadan itibaren, İspanya’daki Yahudiler ikiye bölünür. Bir bölümü İspanya’da kendi inanç ve kültürel değerlerine uygun yaşama kararlılığını gösterir; dolayısıyla da giyotini göze alırlar; diğer kesim ise Marunilik diye bilinen “gizli Yahudiliği” tercih ederler. Maruniler, vaftiz olur ve Hıristiyan görünümü altında yaşayacağını düşünür. Ancak kilise, kısa süre sonra bu tutumun ayırdına varır ve Marunilik, Engizisyonun hedefi hâline gelir. Dönmeciliği kabul etmiş bu Yahudi kesimi, öteki Yahudilerle her türlü bağlarını koparmış olmalarına rağmen, sadakatlerini ispatlayamazlar. Bu noktadan itibaren “dönmecilik”, kendi inanç ve kültürel değerlerini koruma gayesi olmaktan çıkıp, fiziki varlığını koruma refleksine dönüşür. Maruniler, bir Yahudi gibi yaşamakta kararlı olan Musevilere yönelerek, onların katlinde bizzat yer almaya başlarlar. “Din değiştirmiş olanlar, daha da ileri giderek, dinsel gereklerini yerine getiren Yahudilere yapılan baskılara katılmışlardı. Engizisyon mahkemesinin ilk iki baş yargıcının Yahudi kökenli olması bu açıdan anlamlıdır.[11]

Dönmecilik, sadece baskı zamanlarında kimliğini gizleyerek; kamusal alanda egemen olana benzeşmek ama özel alanda da, kendi dinsel ibadet ve kültürel değerlerine uygun yaşamayı ifade eder. Bu geçici durum, iktidar baskısı kalkınca, yerini normal bir yaşam tarzına bırakır. Yahuda Leip Gordon’a izafe edilen deyimle, geçici olarak, “Evde Yahudi, sokakta insan ol.”[12] uyarısının anlamı, aynı zamanda Yahudi dönmeciliğinin içeriğini, işlemini ve tutumunun dini meşruiyetini tanımlar.

 

2.Takkiyecilik:

Yahudilerdeki “dönmecilik”, İslam’da “takkiyecilik olarak dile gelir. İslamiyet Ermeni hanedanlığının eline geçince, karşı-islam olarak kurumlaşır ve despotik bir karakter kazanır. Devletli İslam’ın bu despotik yapısı, doğal olarak diğer mezhep ve inançlara karşı bir baskı ve şiddet aygıtı olarak yansır. 7. yüzyılın sonu ve 8. yüzyılın başlarında Şiiliğin farklı bir mezhep olarak belirmesi, Ermeniler için bir tehdit olarak algılanır. Dolayısıyla Şiilere yönelik baskılar da artmaya başlar. Şiiler bu baskılardan kurtulmanın yolunu takkiyecilikte bulur. Fakat buna rağmen iktidarı inandırmaları mümkün olmaz ve Şiilerin sadakati sınanmaya tabi tutulur. Ermeni hanedanlığı Şiilerdeki bu “değişim”in bir takkiye olup-olmadığını sınamak için, Şiiliğin kurucu önderlerine hakaret etmelerini şart koşarlar. Bu bir sınavdı ve Şiiler, bu sınavdan geçmedikleri taktirde, sonlarının ne olacağını bilerek, kendi önderlerine hakaret etmeyi tercihe ettiler. İnançlı insanlar için bu durum, ciddi bir travmadır. Zaten tüm inançlar da bunu bildiklerinden, tahliye veya dönmeciliğin dinsel meşruiyetini kendi izah tarzlarıyla oluşturmuşlardır. Takkiye öğretisi de, böylesi koşullarda, fikir ve inancına sadık kalmak koşuluyla, geçici olarak dayatılanı kabul etmeyi öngörüyordu. Şiiler bunu, Kuran’daki, “Gizleseniz de açsanız da Allah gönlünüzde yatanı bilir” ayetine dayandırıyorlardı. Her ne kadar birçok dini önder ve alim tarafından takkiyeciliğin, esasta zalimin zulmüne meşruiyet sağladığını ve aynı zamanda inanç sahiplerinde uzun vadede bir aşınmaya ve yozlaşmaya yol açtığını belirtmiş olsalar da; takkiyecilik, devletli islamın baskıcı ortamında, giderek kalıcı bir davranış ve yaşam tarzına dönüşmüştür. Bilinir, İran İslam Devrimi’nin arifesinde Ayetullah Humeyni, “Takkiye dönemi bitmiştir. Artık ayağa kalkıp inançlarımızı ilan etme zamanıdır.” demiştir. Böylece, inancını korumak için, yıllarca takkiye yapmak zorunda kalanlar, devrimle iktidarı ele geçirip devletli dine dönüşünce; başta sol-sosyalistler olmak üzere, diğer tüm kültürel farklılıklara karşı, acımasız soykırım yöntemlerini uygulamaktan kaçınmamışlardır.

İslam dini, elbette ki devletli-iktidarcı dinle sınırlı bir inanç da değildir. Dolayısıyla her dönem zalimin zulmü karşısında ölüm pahasına direnmiş ve yeni direnişlere esin kaynağı olmuş birey ve hareketler de vardır. Bu nedenle, takkiyeciliği tercih edenler kadar, bu takkiye tavrına isyan eden tarihsel kişilikler de vardır. Ortadoğu’nun kadın direniş geleneğinden bir sufi olarak Rabia’nın, karşı-islama dönük tavrı ve takkiyeciliğe olan isyanı çarpıcıdır.

Rivayete göre Rabia, bir gün kalabalığın meraklı bakışları arasında; bir elinde yanan meşale, öteki elinde ise su dolu testi ile yürümektedir. Bu esnada kalabalığın içinden biri, cesaret edip ona, “ne yapacaksın o elindekilerle!” diye sorar. Rabia alaycı bir gülümseme ile “sizleri kurtarmaya ve ruhlarınızı özgür kılmaya geldim” der ve elindeki su testisini göstererek, “bununla cehenneminizi söndüreceğim” der, sonra da meşaleyi kastederek, “ işte bununla da cenneti yakıp kül edeceğim ki, artık ne cehennem korkusu ve ne de cennet sevdası sizlere acı çektirmesin ve kendiniz olabilesiniz ve sadece inandığınız eylemlerin eylemcisi olabilesiniz” yanıtını verir. Çünkü takkiyecilik, sadece dünyevi iktidarların zulmü karşısında yüzlere takılan bir maske değildir. Aynı zamanda hem cehennem korkusu ve hem de cennet sevdasıyla ibadet etmenin, toplumca da takılan maskeye dönüşmüştür. İslamiyet ve Ortadoğu tarihinde böyle örnekler de çoktur. İslam’da gerçek manada bir kültürel direniş tavrından bahsedilecekse, bunu İslam’ın özünü temsil eden hakikat savaşçıları olarak Ebuzer Gıffar-i, Salman-ı Farısi, Sühreverdi, Hallac-ı Mansur, Rabia ve binlerce kahramanın fikir, zikir ve eylemdeki tutarlı hayat hikayelerine bakmak gerekir.

 

3.“Yalanla Yaşama”:

Bir korkak gibi davrandım! Yalan söyledim. Tutuklanabileceğimi, ailemin de başına başına felaketler gelebileceğini biliyordum. Çizmelerimiz içinde korkudan tir tir titriyordum. Evet, ben de komünizme olan inancım yenilenmiş gibi göründüm.[13]
Sovyet şairi Alexander Watt

İnanmadığınız ve doğru bulmadığınız bir düşünceyi ve onun yaşam tarzını reddetmek, sadece imana has bir tutum değil, tüm canlılarda başat bir özsavunma sistemidir. İnsanın tutumunu diğer canlılardan farklı kılan şey, itirazına yüklediği etik ve estetik değerlerdir. Bu değerleri algılama biçimi, her ideolojik ve paradigmatik bakışa göre değişebilir elbet. Ancak bura da sorun, bireyin ideolojik formasyonunu doğruluğu veya yanlışlığından önce; özbenliğine ve sahip olduğu ahlaki örgüye dayanarak, zorla dayatılana karşı özgür tavrıdır. Bu noktada “aydın” kimliğiyle bilinen Alexander Watt gibi bir tutumun tercihinde bulunmanın (genel anlamda) savunulacak bir yanı yoktur elbet! Fakat söz konusu reel sosyalizmin uygulama ve sistemin yarattığı tahribatlar olunca, elbette ki demokratik uygarlık paradigması açısından sorunu, “sistem ve birey” veya “sistem ve toplum” bağlamında ele almak ve irdelemek kaçınılmazdır. Reel sosyalizm deneyimini salt lider kültü üzerinden tarif etmenin sakıncaları kadar, hakikati ıskalama olasılığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Liderin varlığı, sistemin pratik-politik uygulamalarında önemli etkide bulunur. Ama sistemi inşa eden paradigma ve bu paradigmanın kavuştuğu ideolojik formasyon, liderin de fikir, zikir ve eyleyişinde belirleyici rol oynar. Bilimsel sosyalizm olarak telaki edilen kavramın kendisi de, Aydınlanmacı düşünceye dayanır ve siyasal olarak da ulus-devletin üniter yapısını savunur. Dolayısıyla, bir anlamda ulus-devlet projesiyle, topluma özgür, eşitlikçi ve adil bir düzen vaat edilmiştir. Fakat ulus-devlet’e bu vaatlerin neden gerçekleştirilemeyeceğini, giriş bölümünde detaylı izah etmiştik.

Bilimsel sosyalizmle, ezilen sınıf ve halklara özgürlük, eşitlik, adalet ve refah içinde bir yaşam vaat edenler, iktidara gelir gelmez, aynı iktidar mekaniğinin öğütücü çarkları arasında, bu önceliklerini unutmak zorunda kalmışlardır. Çünkü iktidar, tanrısal bir kudrettir ve ona sahip olan herkesi kısa sürede sarhoş ederek kendisine bağımlı kılar. Ona sahipseniz, sosyalizmin her türünü inşa edebileceğinize inanırsınız. Zira kendinizi ve sahip olduğunuz ideolojik formasyonu, iktidarın temel yönlendirici öznesi olarak görür ve buna inanırsınız. Oysa iktidar mekaniğinin işleyen hakikat yasası farklıdır; ne başına geçene ne de onun zihniyetine göre işler. O nedenle de, iktidara gelenler sadece onun ruhuna tabi olurlar.

İktidara sahip olmuşsanız, öncelikle onu korumak, güvenceye almak ve sonra da onu sınırsız büyütüp güçlendirmeye çalışırsınız. Bunun için hem dünyaya ve hem de içteki sınıf dışı (işçi sınıfı dışındaki tüm yapılar) kesimlere bu gücün mahiyetini göstermek zorunda kalırsınız. Bunu Stalin olduğunuz için değil iktidar mekaniği böyle işlediği için yapar / yapmak durumundasınız. Sosyalizme bir de ulus-devlet gömleğini giydirmiş ve yeni sistemin kurucu öznesi olarak da “proletarya” sınıfını addetmişseniz; en hafif deyimle otoriter, totaliter bir rejimin temellerini atmışsınız demektir. Sonrası baskı, sansür, bürokratizm ve yaygın polisiye-istihbari tedbirlerin yaygınlığı ve derinliğidir… Tüm toplumu proleterleştirmek için ise, sosyal, siyasal, kültürel, dinsel vb. alanlara dönük kırım biçimlerini uygulamak kaçınılmaz hâle gelir.

Sovyetler Birliği ve diğer reel sosyalist ülkelerde görüldüğü gibi, baskı, şiddet ve polisiye tedbirlerin sınırsızlığı; hem devletin üst kademesinde, hem de aşağıya kadar toplumun iç yapısında korku, kaygı ve güvensizliklere yol açmıştır. Korku, insanlarda can güvenliği itkisini öncellemiş ve bu da yaygın bir riyakarlığa başvurmayı beraberinde getirmiştir. Kendini gizleme, verili olana uyuyormuş gibi yapma, zamanla “yalanla yaşama”yı içselleştirmiş ve aldatma, bir yaşam tarzına dönüşmüştür. Sistemin iktidar çarkı kendisini bu düzeyde hakim kıldıktan sonra bürokrasi tam bir toplumların canavarına dönüşür. Bireyin, sistemi benimsiyormuş gibi davranması ona yaşam güvencesi sağlamaya yetmeyince; gayri ahlaki ve gayri vicdani arayışlarla devlet-bürokrasi nezdinde “güven” ve “güvence” oluşturmak zorunda kalmıştır: “Babamı komşumuz ihbar etmişti… Yura Amca!.. Bir hiç uğruna yaptı diyordu annem. Yedi yaşındaydım, Yura Amca beni çocuklarıyla balığa götürür, ata bindirirdi. Bizim çitimizi tamir etmişti. Anlıyor musunuz, işte celladın bambaşka bir portresi -sıradan bir insan, hatta iyi bir insan… Üç ay sonra da babamın kardeşini aldılar. Yeltsin zamanında bize onun dava dosyasını verdiler: onu da Olya Teyzem ihbar etmiş![14] diyor bir Sovyet vatandaşı. Bu örnekler istisna olsa, elbette ki koca bir sistemi tarif etmek için önemsiz sayılabilir. Ama reel sosyalizmin dağılmasının ardından; geçmiş dönemin yaşanmışlıklarını açığa çıkarmak için kurulan “Toplumsal Hafıza Merkezi”nin elde ettiği belge ve tanıklıklar, insanın kanını donduracak, devasa bir külliyat oluşturmuştur.

Dolayısıyla Sovyet vatandaşının yukarıda dile getirdikleri önemlidir: “Yura Amca”, komşusunu yok yere ihbar ederek kendisini ve ailesini devlet-bürokrasi nezdinde “güvenilir” kılmıştır. Öte yandan, hem haksız yere yaptığı ihbar ve hem de bunun sonucunda komşusunda yaratılan mağduriyet karşısında vicdan azabı çekmiştir. Komşusunun aile ve çocuklarına ilgi ve destek de bu sebeple gelişir. Ancak, ihbara maruz kalmış ailenin de artık yaşam güvencesi tehlikeye düşmüştür. “Olya Teyze”nin ihbarı da, bu tehlikeyi ortadan kaldırma girişimidir.

Toplumun alt katında bunlar yaşanırken, “proleterleşmeme”de ısrar eden aydın, yazar ve sanatçıların durumu da farklı değildir. Anna Ahmatova, dini inancı olan ve aynı zamanda modernist düşünceye sahip bir şairdir. Doğal olarak yazdığı şiirler de, bu düşüncelerin bir yansıması olacaktır. Ahmatova bu tutumunda ısrar edince, şiirleri yasaklanır, kitaplarının basımı engellenir. Daha sonra da oğlu gözaltına alınarak, maruz kaldığı işkencelerin sonucunda “annesinin, kendisine bir devlet görevlisini öldürmesini emrettiğini itiraf etmek zorunda bırakılmıştır.[15] Ahmatova, tüm bu baskılara daha fazla dayanamaz ve yazdığı şiirlerin içeriğini bir anda değiştiriverir: “Stalin neredeyse orada özgürlük / barış ve dünyanın görkemi…[16] Milyonlarca insanın ve sayısız aydın, yazar ve siyasetçinin öldürüldüğü veya çalışma kamplarına, hapishaneye yollandığı bir dönemde, Ahmatova’nın yargılanmama karşılığında, şiirlerinin basılmaması ve içeriğinin değişmesi, halk arasında, ironik olarak “vejetaryen yıllar” diye bir deyime dönüşür.

Bireyde içsel bir değişimin koşullarını oluşturmak yerine, dıştan dayatmayla, baskı ve korkuyu hakim kılmak; öncelikle bireyde bir “benlik yarılması”na yol açar. İki farklı benlik, iki farklı kişilik, yaşam, ilişki, dil ve düşünüş tarzını bir arada yaşamak zorunda bırakılmak; herhalde insana yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu acıyı yaşatanların, yıllarca benzer acılara benzer acılara maruz kalarak bu noktaya gelmiş olmaları ise, acıyı daha bir katmerleştirir. Leszek Kolakowski, bu ortamın yarattığı kişilik tipinin, hayatta kalmak için yalan, dedikodu ve iftirayı yaşam tarzına dönüştürdüğünü belirtir ve devamında, “insanlar, rahat bırakılma ve ayrıcalıklı yönetici sınıfa katılma hakkını, komşularını, dostlarını ve çalışma arkadaşlarını ihbar edip onların yaşamlarını cehenneme döndürerek kazanıyordu. Böylece bir yığın insan, kişisel ilerleme uğruna birer suç aletine dönüşmüştü.[17] diyor. Aslında ayrıcalıklı sınıflar da dahil, insanlar potansiyel olarak mevcut sistemin hem kurbanları ve hem de varlık nedenine dönüşmüşlerdir. Zira devletin-partini tepesinde yaşananlar farklı bir içeriğe sahip değildir.

Bilinir Kruşçev, yıllarca Stalin ile çalışmış, O’nun her fikir ve eyleyişini desteklemiş biridir. Bu nedenle de halefi olarak, Stalin’in ölümünden sonra devlet ve partinin başına geçmiştir. Ama aynı Kruşçev’in, iktidarın başına geçtikten sonraki ilk konuşmasında, “Stalin kültünü yıkacağız!” diye esip gürlediği rivayet edilir. Kalabalıklar arasından biri, bu sarf ettiği söze binaen, “Bunu Stalin sağken niye söylemedin?” diye bağırır. Kruşçev, “Kimdi o konuşan?” diye ısrarla sorar ama konuşan kişi yüzünü göstermez. Ve Kruşçev, “Çünkü, Stalin sağken ben de senin şu an yaptığını yapmıştım.” der. Dolayısıyla bu ruh haliyle yaşamak zorunda kalan bireyin, hangi sınıfa dahil olduğunun bir önemi kalmıyor.

Reel sosyalizm deneyimi, elbette ki bu negatif örneklerden ibaret değildir. Konumuz bağlamında, sadece işleyen iktidar mekaniği ve onun ürettiği totaliter baskı ile bu baskı karşısında kültürel varlıkların var olma arayışlarının trajik örneklerini ele aldık. Ancak şunun altını ısrarla çizmek lazım; bir devletli yapının uygulayacağı homojenleştirme politikası, ister etnik, dinsel, isterse politik olsun; bu bir kültürkırımdır. Reel sosyalizm deneyimi bizlere “ne yapmalı?” sorusundan çok, “ne yapmamalı?” sorularının yığınca yanıtlarını sunmuştur. Kesinlikle bunu da bir kazanım olarak görmek ve geleceği demokratik sosyalist temelde inşa etmek gerekiyor. Demokrasiye stratejik anlam yüklemenin en temel nedeni; öncelikle tüm kültürel varlıkların yaşama güvencesine kavuşmaları içindir. Bu güvencenin ve bağlı olarak özgür, eşit ve adil bir düzen sunamadığınız sürece; toplumsal birimler, bu güvenceyi farklı zeminlerde aramak zo runda kalacaklardır. Zaten özgür, demokratik ve adil bir yaşam sunamayan bir sistemin sosyalist olması bile tartışmalıdır.

 

Sonuç olarak,

Kültürkırımın esas faili olarak kapitalist modernite, kendi iktidar mücadelesini küresel ölçekte ve son derece örgütlü bir tarzda yürütüyor. Ama demokratik uygarlık güçleri, son derece dağınık, örgütsüz ve en fazla kendi coğrafyalarıyla veya ülke sınırlarıyla ilgilidirler. Oysa evrensel ölçekte örgütlenemeyen ve örgütsel birliğin parçası olamayan hiçbir mücadelenin başarma şansı (tek başına) yoktur. Zira tekil topluluklar düzeyinde kültürkırım uygulamaları engellenemez. Bunun için failler kadar, mağdurların da evrensel düzeyde el ele verme, birbirine dokunma ve bu dünyanın gerçek sahipleri olduklarını, küresel ölçekte ama hep birlikte haykırmaya ihtiyaç vardır. Halen etkili bir uluslararası oluşumun olmayışı ciddi bir eksiklik değil mi?

 

[1] Aktaran Zygmunt Bauman, Modernite ve Holokaust, Alfa Yayınları, s. 46.
[2] Aktaran Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, Ayrıntı Yayınları, s.50.
[3] Aktaran Dipnot Dergisi, Sayı 4, 2011, s. 152.
[4] Aktaran Zygmunt Bauman, Modernite ve Holokaust, Alfa Yayınları, s. 137.
[5] Aktaran Ronald Wright, Çalıntı Kıtalar, Versus Yayınları, s.3.
[6] Aktaran Hilary Klein, Companeras: Zapatista Kadınlarının Hikâyesi, Güdünya Yayınları, s. 253.
[7] Franz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Yayınları, s.15.
[8] Aktaran F. Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Yayınları, s. 154.
[9] Aktaran J. C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları, Ayrıntı Yayınları, s. 4.
[10] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi
[11]  Timur Kuran, Yalanla Yaşamak, YKY, s. 90
[12] Aktaran Z. Bauman, Modernlik ve Müphemlik, Ayrıntı Yayınları, s. 213.
[13] Aktaran Timur Kuran, Yalanla Yaşamak, YKY, s. 158.
[14] Aktaran Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman, Kafka Yayınları, s. 38.
[15] Aktaran Timur Kuran, Yalanla Yaşamak, YKY, s. 158.
[16] A.g.e.
[17] Aktaran Timur Kuran, Yalanla Yaşamak, YKY, s. 158.
[1] Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, Ayrıntı Yayınları, s. 150.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.