Düşünce ve Kuram Dergisi

İnşa Sürecinin Öncelikleri ve Paradigmal Gereklilikler

Ramazan Çeper

Her inşa ideolojik bir bakışı aksettirir. İnşa, paradigmal bir oluşumdur ve bir ütopyayı ifade eder. Oluşum, inşa nesnesine paradigmal bir kimlik kazandırma sürecidir de. Birey, grup, sınıf veya toplumlar tahayyül ettiklerini yapar ve o doğrultuda yaşamaya çalışırlar. Doğal haliyle bir şey herhangi bir fikriyata tekabül etmez ve bir ütopyayı bildirmez. Ama o şeye biçim vermek, onu bir yöne, bir doğrultuya sokmak, bir hüviyet kazandırmak anlamına gelir ki, bu verilen doğrultu bir ideale tekabül eder. Örneğin ilk çağlarda bir taşı yontan, kulübeyi inşa eden veya mağara duvarlarına resim yapan insan yaptığı şeye kendi inancını, idealini, karakterini katarak yapar. O insanların hayata bakış açılarını, beklentilerini, ideallerini o yaptıkları şeylerin biçimlerine bakarak anlıyoruz.

Marksist terminolojiyle ifade etmek gerekirse, üretim araçları olmasa bile üretim biçimi ideolojiktir. Emek-değer ilişkisinde üretim ilişkileri paradigmal bir doğrultu olarak ortaya çıkan “değer”e çehre katar, form kazandırır. Burada Karl Polanyi’nin “hayali metalar” yorumunu anımsatarak, emeği ve toprağı meta kategorisinden çıkarmasını, örneğin emeğin, soyut yapısından ve insanın varoluşundan kaynaklanmasından, bir başka deyişle sosyal bir bileşen olmasından ötürü farklı bir kategoride ele alınması gerektiğini ifade eder. Bu yönüyle emek ekonomi değil, toplumsal bir kategoridir. Toprak da pazar metası değildir. Ama toprağın işlenmesi, ona biçim verilmesi onu pekâlâ bir metaya dönüştürebilir. Üretilen meta onu pazar aracına dönüştürdüğü gibi, kapitalist paradigmanın bileşeni haline de getirebilir.

İdeolojik inşa toplumsal fikriyatı kapsarken, paradigmal inşa sistemiktir ve bütün alanları kapsar. İdeoloji, paradigma içinde hayat bulur ve onun toplumsal zihniyetini oluşturur. Örneğin mimari alan ideolojik bir alan değildir, fakat paradigmaldır ve paradigmal inşa için bu alanda da alternatif bir model olmak zorundadır. Belki de bu yüzen Henri Lefebvre “mekânın üretimi” adlı kitabında sosyalist idealin kendi mimarisini üretmediği sürece kapitalist paradigma karşısında akamete uğramaktan kurtulamayacağını söyler.[1] Lefebvre bu paradoksal durumu ayrıntılı örneklerle açar. Ona göre komünal-sosyalist bir toplum ideolojik inşasını tamamlasa bile, mevcut mekânların kapitalizmin kültür, yaşam biçimi, üretim ve tüketim yapısına göre yapılması sebebiyle, sosyalist ütopyanın kendi mekânını üretmemesi, kapitalizmin faşist dairesi içine çekilmekten kurtulamaması anlamına gelir.

İdeoloji paradigmanın rotatifidir, onu düzenler, rotasyon verir. İdeoloji olmadan paradigmal bir inşa çabası rotasız, yönsüz bir çoğullaşma anlamına gelir. Kapitalist sistemde çokça popüler olan alternatif tıp, alternatif teknoloji, alternatif gıda gibi sisteme gerçek anlamda “alternatif” olan değil, bu alanları revize eden ve yine kapitalist modernite içinde kendini konumlandıran Lutheryan modeller gibi sistemi dönüştüren değil, restore eden inşalar olur. İdeolojiden yoksun model inşaları bu yönüyle sisteme alternatif değil, ancak “muhalif” olarak tanımlanabilir. Muhalefetin sistem karşıtı bir mahiyeti yoktur ve sistemi revize edip daha sağlam temeller üzerine inşa etme amacı muhaliflerin asli motivasyonlarıdır.

Toplumsal öncelikler hangi alanlarda öne çıkıyorsa, inşa o alanlardan başlar. Örneğin Sovyetler Birliği yaşadığı iç savaş, kuşatılmışlık ve ağır ekonomik krizler nedeniyle tarım alanıyla ve üretime aşırı yüklenerek başlar. 1928’lerden başlayarak devreye konulan ve Stehanovculuk olarak da adlandırılan “birinci beş yıllık, ikinci beş yıllık, üçüncü beş yıllık plan” tarımda çığır açıcı gelişmelere yol açar. “Çimkent” gibi sadece tarımla uğraşan kentler oluşturulur, “agronomi” ve “poli-teknik okulları” açılır, “kolhoz” ve “sovhoz”larda tüm örgütlenme bu alan üzerinden geliştirilir. O dönemi anlatan Mihail Şolohov’un “Don Kıyısında Hasat”, “Durgun Don”, Galina Nikolayeva’nın “Alyoşa’nın Bayırı” gibi Sovyet klasikleri bu dönemi coşkuyla anlatan akıcı edebi ürünlerdir. Sanat ve edebiyat bile toplumsal inşa ve zihni dönüşümün altyapısını örgütlemek için seferber edilmiştir. Sonuç çığır açıcıdır. Tüm o kuşatılmışlık, ekonomik ambargo ve yoksulluk, bu tarım ve gıda bolluğuyla boşa çıkarılmış, Sovyetlere bağlı tüm bölgelerin ihtiyaçlarını karşılamakla da kalmayıp, komünist yardımlaşma-dayanışma adına etraftaki pek çok ülkeye de gıda desteği sunulmuştur. Bugün hala en kritik savaş ve kuşatılmışlık durumuna rağmen, Rusya tüm dünyanın tahıl talebini karşılayabiliyorsa, hala dünyanın tahıl deposu olarak önemini koruyorsa bu Sovyetler sürecinde bu alanda sağlanan yenilik ve başarı sayesindedir.

Çin’de Mao büyük kooperatifler üzerinden bu süreci örgütler. Çin’deki ağır yoksulluk, nüfus yoğunluğu, neredeyse tüm ekonomik rezervlerinin sömürgeci güçlerce tüketilmesi ve nüfusun yüzde 70’inin kırsal bölgelerde yaşıyor olması nedeniyle kırsal alanlarda tarım politikası örgütlenir. Mao’nun başarılarından biri de geleneksel ve modern yöntemleri iç içe kullanmasıdır. Tarım alanlarının yetersiz görülmesi nedeniyle geleneksel yöntemlerden yararlanarak, bugün “teras tarımı” diye bilinen tepelerden aşağıya doğru tarlalar yaptırmış, buraları pirinç üretimine açmıştır. Kupkuru tepeleri, dikey yamaçları bile en verimli alanlara dönüştürerek, Çin’in her türlü gıda ihtiyacını karşılayacak duruma getirmiştir. Geleneksel ve modern yöntemleri Mao sadece tarım ve üretim alanında değil, tıpta da kullanmış ve her tıp öğrencisinin modern tıp eğitiminin yanı sıra bir yıl geleneksel tıp eğitiminin olmasını da zorunlu hale getirmiştir. Bugün dünyada Çin’in tıp alanındaki geleneksel yöntemleri bu kadar rağbet görüyorsa, bu o dönemin başarısının ürünüdür.

Mao inşa sürecini tıp, tarım ve teknoloji alanındaki yeniliklerle sınırlı tutmayıp, ekolojik bilinç ve doğa sevgisini de Çin komünizminin yurtseverlik kriterleri içerisine yerleştirmeye çalışmıştır. Mao Zedong döneminde 1956’da karara bağlanan “Büyük Yeşil Set” projesi bu örneklerden biridir. Bu proje bütün zamanların en büyük ağaçlandırma projesidir. 1970’lerde de aynı gelenek sürdürülmüş ve “Dört etraf” şiarı doğrultusunda evlerin, köylerin, yolların ve kanalların etrafını ağaçlandırma kampanyaları başlatılmıştır.[2]

Küba modeli de vurgulanması gereken diğer örneklerdendir. Küba, Sovyetlerle yaptığı anlaşma gereği ürettiği şeker pancarını Sovyetlere satarak, karşılığında temel ihtiyaçlarını oradan temin edip, bu şekilde ekonomik ambargoyu boşa çıkarıyordu. Ancak Sovyetlerin ABD ile yaptığı Yalta Anlaşması sonucu pek çok ülkeyle komünist dayanışma ve ilişkilerini nötralize etmiş, 1960’lar sonrasında ise Küba ile yaptığı ekonomik anlaşmaları tek taraflı olarak feshetmiş ve Küba’nın ciddi bir gıda krizine girmesine neden olmuştur. Küba, toplumun temel gıda gereksinimleri karşılamak için “Kent Tarımı” modelini geliştirmiş ve şehirlerde bütün evlerin bahçelerini, hatta balkonları bile tarım için kullanmıştır. Bugün dünyada yaygın olarak kullanılan (yaklaşık 800 milyon insanın kent tarımıyla uğraştığı ifade edilmektedir) “Kent Bahçeciliği”, Küba modelinin bir mirasıdır. Isabelle Anguelovski, bu kent tarımının toplumsal etkilerini aktarırken, bahçe ile uğraşan ve üretime katılan mahalleler arasında ilişkinin gelişip güçlenmesine neden olduğunu, mahalle kavramının komünal bir dönüşüme uğradığını, insanların mahallelerinden gurur duymasını sağlayarak, yurttaşların katılımını teşvik ettiğini, bahçeciliğin toplumsal sağlığa da ciddi faydalarının olduğunu söyler. Rahatlatıcı, iyileştirici etkilerinin ve travma sonrası iyileşmeye olan faydasının yanı sıra bahçelerin, evlerinde izole bir yaşam sürmeye eğilimli insanlar için de dinlenme ve serbest zamanı değerlendirme alanı yarattığını aktarır.[3]

 

Dikey Bahçeler ve Kent Tarımı

Şüphesiz Rojava tarihsel, sosyolojik ve konjoktürel durum itibariyle bu örneklerden ayrışır. Fakat analojik mukayese bağlamında sormak gerekirse, Rusya ve Ukrayna soğuk iklime rağmen dünyanın gıda deposu olabiliyorsa, Rojava dünyanın ilk tarım kültürünün geliştiği merkez olarak (Tel Halaf kültürü) neden bunu yapmasın? Rusya’ya ekonomik ambargo uygulamaya çalışan dünyanın devasa ekonomilerine sahip güçler bile Türkiye üzerinden tahıl koridoru açmak mecburiyetinde kalırken, neden Rojava dünyanın en eski ve en kaliteli tahılına sahip bir bölge olarak, bütün ambargoları kıracak bir tahıl üretim merkezi haline gelmesin?

Amerikalı diplomat Henry Kissinger, “Enerjiye hükmeden devletlere hükmeder, gıdaya hükmeden ise insanlığa hükmeder” demektir.[4] Zira gıda tüm insanlığın zaruri gereksinimidir. Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ne atıfla, beslenmenin tüm diğer ihtiyaçlardan önce geldiğini ve daima birinci sırada yer aldığını söyleyebiliriz. Bugün üretim ve mallar konusunda kullanılan “Meta Zincirleri”, “Ara Mallar” , “Meta Hiyerarşileri” gibi kavramlar yerine “küresel değer zincirleri” kavramı dünya ekonomisinin omurgasını oluşturan, sosyal inşa ve ekonomik örgütlenmenin girift halini, iç içe geçmişliğini ifade eder. Fakat Rojava’nın salt üretim alanında seferber olması değil, özgün modelini paradigmal bir tahayyül içerisinde yapılandırmasına gereksinimi vardır. Örneğin yeni bir kent tarımı modeliyle hem eko-kent projesi geliştirilebilir hem de bu sayede kapitalist mimari de değiştirilebilir. Elbette ne Küba modeli olarak bilinen “Kent Bahçeciliği” modeli, ne de günümüzün “Hobi Bahçeleri” modelleri Rojava özgünlüğüne uyar. Zira Küba’da evlerin önlerinde bulunan bahçeler kullanıma açılırken, günümüz kentlerinde ise artık evlerin, binaların kendine özgü bahçeleri yok. Yine “Hobi Bahçeleri” olarak bilinen balkonlarda yapılan üretim de zaten toplumsal bir ihtiyacı karşılamaktan fazlasıyla uzaktır.

Bunlar yerine, evlerin dış duvar cephelerine dikey bahçeler inşa edilebilir. Kapitalist sistemin mevcut kent yapısı ve inşa edilen evler kare tipi ve dikdörtgen mimarisiyle inşa edildiğinden, evlerin bir cephesi hariç, diğer üç cephesi güneş almaktadır. Ön cephe evin giriş yeri olduğundan, geriye kalan güneş alan iki cephe bu dikey bahçeler için kullanılabilir. Dikey bahçelerde, üzerine saksıların yerleştirileceği iskeleler duvara monte edilir. Her kat için bir iskele gelecek şekilde (örneğin üç katlı bir evde, her cephede üst üste yükseltilmiş üç iskele inşası) duvara monte edilir. Raylı yapılabilecek bu sistemde su tasarrufu sağlamak için damlatma yöntemiyle sulama yapılabilir. Bu model, son yıllarda rezidans vb. binaların piyasa değerini artırmak için “yeşil” görünüm kazandıran peyzaj mimari örnekleriyle mukayese edilemeyecek bir model olup, tamamen dikey tarım ve kent bahçeciliği modeli olarak maliyetsiz bir uygulamadır. Tek maliyeti demir iskelelerin tasarlanıp binaların güneş alan cephelerine monte edilmesinden ibaret olup, en ucuz maliyetle en kolay şekilde uygulanabilecek bir modeldir. Teras katlarda ise, terasın üzerini çardak biçiminde sarabilecek üzüm asmaları pekâlâ ekilebilir. Terasın doğal çardak ve kamelya görünümü kazandığı, üzüm üretimi ve bağcılığın kentle bütünleştiği ve neredeyse sıfır maliyetli bir yöntemdir.

Bu modelle iki temel alanın inşa gereksinimi karşılanabilir. Birincisi eko-kent ve gıda üretimi, ikincisi de kapitalist mimarinin bu sayede değişime uğratılması. Sıfırdan yatay mimariye dayalı kentler inşa etmek mümkün olmadığı gibi (ne eski kentler yıkılıp yerine yenileri inşa edilebilir ne de sıfırdan bir kentin üzerinde inşa edecek boş alanlar bulmak mümkün), böylesi bir şeye kalkışmak bile astronomik rakamlarda bir kaynak ve bütçe gerektirir ki, bu da bir halk modelinden ziyade burjuva modeline dönüşür. Fakat dikey bahçecilik ve gıda üretimiyle binaların yeşillenmesi dikey mimariyi ortadan kaldırdığı gibi yüksek maliyetli eko-kent tasarımlarına da alternatif, uygulanabilir bir model olur. Bu dönüşüm kendisiyle birlikte klasik kentin kanserojen etkilerini nötralize edeceği gibi ekosisteme de ciddi katkı sağlayacaktır. Örneğin bu tür bir kent tarımı yerel, çevreye etkisi düşük olan taze gıdaya teşvik ederek, sera gazı salınımın azalmasına neden olur.

Bu tür dikey bahçeler kentteki mahallelerin eko kalitesini artırır ve devasa ormanların sağlayacağı oksijeni bu bahçeler günlük olarak üretir hale gelir, oksijen ve temiz hava toplumsal sağlığı etkiler. Yine yağmur sularının betona birikmesi yerine, bu dikey tarım alanları tarafından emilmesini sağlayarak, havayı ve yağmur suyunu filtreleyerek, kentsel ısı adalarının etkisini düşürerek, merkezi olmayan kompost sistemleri sayesinde kentsel atıkları bu bahçe toprağına gömerek, kenti atık ve çöp üreten mekânlar olmaktan çıkarır. Bu dikey bahçelerde sadece gıda ürünleri ve sebze ekimi değil, şifalı bitkilerin ekimi de yapılarak, filoloji ve alternatif tıpta kullanılan şifalı bitki bahçeleriyle kentin çevre ve sağlık kalitesini artırmanın yanı sıra bu alanlardan beslenecek bal arısı üretimi de pekâlâ yapılabilir. Bunca yeşil alanın değişik kuş türleri ve zengin biyolojik türleri de kendine çekeceği düşünüldüğünde, kentin mimari dönüşümü, eko-kent hüviyeti kazanması ve gıda kaynağına dönüşmesi çoklu inşa gereksinimlerini karşılayacaktır. Kent tarımının ekolojik yarılmanın etkilerini hafifletecek önemli potansiyelleri arasında besin zincirini yeniden ölçeklendirmek, petrol bazlı gıda üretimine olan bağımlılığı düşürmek ve toprağa azot bağlayan bitkiler sayesinde organik atıkları geri dönüştürmek de vardır. Endüstriyel tarımın, buna bağlı süreçlerin ve paketlenmiş gıdaların yaygınlaşmasını sınırlandırır. Düşük karbonlu ekonomiye ve yoğun endüstriyel, kar odaklı şirket tarımının alternatifine geçişi gerçekleştirdiği gibi, gıdanın üretildiği ve tüketildiği yer arasındaki mesafeyi kısaltıp herkesin makul fiyatlı gıdaya erişimini de sağlar.

Dikey bahçeler ve kent tarımı gıda ihtiyacını karşılarken, tarım arazisi olarak kullanılan tarla ve arazilerin sadece tahıl üretimine ayrılması Rojava’yı dünyanın tahıl deposu haline getirecektir. Üretilen tahıl fazlasının şirket kapitalizmine dönüştürülmesi yerine, neden sistem karşıtı özerk bölgeler düşük fiyatlarla veya takas yöntemiyle ihraç edeceği bir dayanışma ekonomisi ağı oluşturulmasın? Örneğin neden Meksika’nın Chiapas bölgesiyle böyle bir dayanışma ağı oluşturulmasın? Hindistan’ın Kerala bölgesi, ABD’nin Antifa hareketleri gibi anarşist ve sosyalist hareket ve bölgelerle böyle bir ekonomik yardımlaşma ağı pekâlâ kurulabilir.

Alternatif arayışların özgün ve uygulanabilir olması, emekçi halk standartlarına göre tasarlanması paradigmal bir gerçekliktir. Yüksek maliyetli bir teknik veya tasarım sistemi, bu tasarımın maliyetini karşılamak için kapitalist piyasaya da yüksek fiyatlarla satmaya zorlar ki, bu da yine sistemiçileşme anlamına gelir. Örneğin günümüzde kapitalist piyasada çok fazla rağbet gören ve “alternatif”, “doğa dostu” enerji kaynakları veya “eko-teknik” diye piyasaya sunulan fotovoltaik sistemler, güneş panelleri veya rüzgâr tribünleri maliyeti çok yüksek olduğu için, sırf bu maliyeti karşılama adına elde edilen enerjinin yüksek fiyatlarla satılması anlamına gelir ki, bu hem sistemi kapitalize eder hem de astarı yüzünden pahalıya mal olur.

Buna “Jevons Paradoksu” veya “Geri Sekme Etkisi” denir. Endüstriyalizmin İngiltere’de altın yıllarını yaşadığı dönemde kömür rezervinden endişe duyulduğu sırada, William Stanley Jevans iki durum gözlemler. 1- Uzun zamandan beri, eritilmiş demir için birim başına gereken kömür girdisi veya bunun için buharlı motorlar tarafından yapılan iş azalıyordu. 2- Toplam kömür tüketimi artıyordu. Aynı şekilde, iş gücü verimliliği artarken, emek girdisine talep de artıyordu. Bu iddia daha sonra elektrikle aydınlatma vakasıyla örneklendi. Bir lümen ışık üretmek için gereken elektrik miktarındaki 100 kat azalma, binaları ve yolları aydınlatmak için kullanılan elektrik miktarında 1000 kat artış meydana getirdi. Jevons bunu “paradoks” olarak adlandırdı, çünkü psikolojik nedenlerden dolayı bizler girdi-çıktı oranında bir birim düşüşün toplam girdi tüketiminde de düşüşe neden olmasını bekleriz. Jevons geri sekme tüketiminin mühendislik tasarrufundan daha yüksek olduğunu ortaya koydu. Yani verimliliğin değişmediği varsayılan durumdan bile daha fazla enerji tüketiliyordu.[5]

 

Rojava İçin Kooperatif Deneyimleri

Bu tür “çevre dostu”, “alternatif enerji”, “eko-teknik” diye piyasaya sürülen tekniklerin ağırlıklı kısmı “Jevons Paradoksu”na yol açması kaçınılmaz olan, yani yüksek maliyetli olduğu için kâr amacı güdülmese bile sadece maliyetlerini karşılamak için ürünü satma durumu, yüksek fiyat koymayı gerektirdiğinden, kapitalist piyasanın bileşeni olmaktan kurtulamaz. Zira Jevons paradoksunun temel mantığı olan girdi ve çıktının birbirini karşılayamaması, geri sekme etkisine neden olur. Zaten kapitalist sistem bu sayede alternatif arayışları bile kendi periferilerinde tutar, sisteme eklemler, kendini “alternatif” talepli alıcılar sayesinde daha sağlam hale getirir. Çünkü alternatif arayışlar bile yine kapitalizm kendi sisteminin alıcısı haline getirir. Bu nedenle alternatif arayışların emekçi halk standartlarında olması, düşük maliyetli ve uygulanabilir olması, paradigmanın zihniyet yapısıyla uyumlu olması öncelikli kriterlerdendir. Yine kooperatifçilik toplumu dağınık halde kendi oluruna bırakmama, kapitalist üretim ve tüketim alanlarına rücu etmenin önünü alma, toplumu örgütlü kılma ve paradigmal olarak kendini inşa etmenin olmazsa olmazlarındandır. Şüphesiz içinde bulunulan savaş gerçekliği savunma alanına öncelik vermeyi zorunlu kılıyor. Fakat savaş gerçekliği olsun veya olmasın, sistemin savunma güvencesi daima olmak zorunda olduğundan, sisteme tabi olanları savunma teminatı, sistemin ayakta kalmasının da teminatı anlamına gelir. Paradigmanın öz-savunma ayağı yeniden inşa anlamında başlı başına özgün bir yazı ve değerlendirme konusu olduğundan, vurgu düzeyinde değinmekle yetinelim. Lawrence Freedman “Strateji” adlı kitabında eşitsiz güçler arasında mücadelede ezilenlerin stratejik hareket etmelerinin önemini şu sözlerle ifade eder: “Üstün bir güce karşı mücadele etmek asalet ve kahramanlık skalasında yüksek not alabilir ama ihtiyat ve etkili olma skalasında notu normalde düşüktür. Bu nedenle güçsüzün stratejileri, yani başlangıçtaki güç dengesinin yenilgiyi öngördüğü durumdaki stratejiler, gerçek anlamda birer yaratıcılık testi gibidir. Bu tür stratejiler başarı olasılığına ancak üstün zekâ merceğinden bakabilirler ve karşılarındakinin zengin kaynaklarına fazla güvenerek benimsediği o can sıkıcı, kas gücüne dayalı yaklaşımdan yararlanma yolu seçerler. Bu tür yaklaşımlara örnek olarak Odysseus gösterilir ama Akhilleus gösterilmez, Sun Tzu ve Liddell Hart gösterilir ama Clausewitz ve Jamini gösterilmez.”[6]

Fakat en yoğun savaş koşullarında bile toplum inşanın bileşenlerinden olan komün ve kooperatif örgütlenmelerinden geri durulmamıştır. Bunun en somut örneklerinden biri EZLN’nin Meksika’nın Chiapas bölgesinde yerli halkla yaptığı kooperatifleşme çalışmalarıdır. Chiapas bölgesinde bu çalışmalar 1994’te başlar ve çatışmaların en yoğun olduğu süreçtir. Özerk bölge inşası bu süreçte yerli halkın yönetiminde inşa edilen kooperatif, üretim ve örgütlenme çalışmalarıyla başlar. İnşa üç alanda; sağlık, eğitim ve tarımsal üretim alanlarında yoğunlaşır ve resmi özerklik statüsünün kazanıldığı süreçten sonra bile özellikle Meksika hükümeti ve bağlı olduğu neoliberal ekonomi politikalarının yanı sıra, NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) politikalarına karşı bu sefer toplumsal alanda geliştirdiği bilinçlenme ve örgütlenme çalışmalarıyla mücadelesini kesintisiz sürdürmeye devam eder.

Kooperatifleşme temelinde örgütlenme perspektifinin mazisi bizde yirmi yıllıktır. Bu yirmi yılda eğitim, bilinçlenme ve kimi deneyimlerle ciddi bir pedagojik altyapı da oluştu. Bu zihinsel donanımla mikro ölçekli değil, yerelin sınırlarını aşan ve paradigmal modelimizi dünyada temsil eden kooperatif örnekleri neden olmasın? Örneğin dünyada en geniş örgütlenme ağına sahip Mondragon kooperatifleri Bask merkezli olmasına rağmen, bugün dünyanın pek çok bölgesinde örgütlenmiş ve devasa bir istihdam alanı oluşturan bir kooperatifleşme örneğidir. Mondragon, imalat yapan yerli kooperatif olarak ortaya çıktı ve bugün kooperatif örgütlenmesindeki köklerini koruyarak uluslararası bir endüstri devi haline geldi. Bugün en başta sanayi ve perakende, destek olarak da eğitim ve finans sektörleri olmak üzere dört temel ekonomik alanda faaliyet göstermektedir. 2013 yılı raporuna göre, Mondragon 103 kooperatif, 122 üretim sahası, 10 destek birimi ve 13 uluslararası hizmet şirketini kapsamakta ve yaklaşık 74 bin kişiye istihdam sağlamaktadır.[7]

74 bin insan, 74 bin aileye tekabül eder. Peki, neden Rojava uluslararası alana açılan ve paradigmanın dünyadaki yüzü ve örnek modeli olarak böyle makro örgütlenmeye dayalı kooperatifler örgütlemesin? Rojava’dan dünyanın her tarafına göçmen grupları olarak giden insanları da bu kooperatiflere çekerek onları da örgütlerken, bir paradigmanın temsil modeli olarak dünyada varlık göstermek ve üstelik Mondragon gibi kapitalistik pazarın bileşeni değil, kapitalizmin karnında ama bir sistem alternatifi olmanın somut örneği olarak, en güçlü diplomasi çalışmasından daha etkili olmaz mı? Neden kendi kaynaklarımızı yaratmak ve dünyaya açılmak varken, dünyada Rojava için yardım kampanyaları yapalım? Yardım kampanyaları, güçsüzlük, çaresizlik bildirimi anlamına gelmez mi? Böyle bir momentumda ve bu “yardım çağrısı”nın bildirdiği çaresizlik algısı içerisinde kendini projekte etmek, peşinen insanlara umut olamama, güç, çare ve çözüm üretememenin ilanı anlamına gelmez mi?

Bugün sistem karşıtı veya kapsam sınırları içine dahil olan insanları sisteme mecbur etmeme adına dünya çapında örgütlenen kooperatifler de var. Örneğin Coop-City 1964 New York’taki barınma sorununa çözüm bulmak için çalışanlarına çok düşük maliyetlerle ev yapma çalışmalarıyla başlar. Zamanla dünyanın en büyük yapı kooperatifi haline gelir ve hala dünyanın her yerinde kendi üyelerine barınma imkânı sağlamak için seferber olur. MTS (Brezilya’daki Topraksız Köylüler Hareketi) tamamıyla yerel bir hareket olarak örgütlenmesine rağmen eğitim ve tarımsal alanda gerçekleştirdiği inşa çalışmalarıyla bugün ulusal bir ağ içinde 2 milyon üyeyi bir araya getirebilmektedir.

Yine sadece bir kadın kooperatifi olarak örgütlenen ve 50 yıldır faaliyet gösteren SEWA (Self-Employed Women’s Association) Hindistan gibi bir bölgede 2 milyondan fazla çalışanı bünyesinde toplamaktadır. Bu modellerden belki de Rojava’ya en yakın sayılabilecek model “Kerala” modelidir. Hindistan’ın Kerala eyaletinde 1970’lerde başlayan özgür kalkınma yerine insani kalkınmaya öncelik vermiştir. Kadın haklarının korunması, öz savunma alanı, eğitim, sağlık ve barınma alanlarında yeni örgütlenmelere giderek toplumsal ihtiyaçları karşılamaya çalışır. Kerala modelinden çıkarılacak en önemli ders, bölüşüm adaletinin yalnızca parasal bir mesele olmadığıdır. Kerala özgün bir model olarak piyasa-dışı ve devlet-dışı olma koşulunu kısmen sağlayan bir örnektir.

İnşa süreçleri paradigmal gereklilikler temelinde yapılandırıldığı sürece anlamlı olur. Paradigmal bir perspektif ve zihniyetle yapılmayan her inşa kapitalizme eklemlenmekten kurtulamaz. Yukarıda örneği verilen pek çok kooperatif paradigmal bir perspektifle değil, sadece belli bir alanın ihtiyacını karşılamak için oluşturulduğundan ya da üyelerine rahat yaşam olanakları veya iş imkânı hedefiyle ortaya çıktığından, ideolojik bir dönüşüme de yol açmazlar. Örneğin bugün dünyada 250 milyon insanın kooperatiflerde çalıştığı tahmin edilmektedir. Ancak bu kooperatifler sisteme alternatif model üreten kooperatifler olmayıp, sistem içinde daha iyi pozisyon elde etme amacıyla hareket ettiklerinden, sisteme simbiyoz olmaktan da kurtulamazlar. Örneğin Mondragon küresel piyasanın kodlarına, kurallarına göre işleyen ve kapitalist dünya ekonomisi içinde yer alan bir alternatiftir, fakat kapitalizme karşı duran bir alternatif değildir. Yani ekonomik gücü elinde bulundurma hedefiyle hareket eden ekonomik bir alternatiftir, fakat kapitalizme karşı model olarak alternatif değildir. Çünkü paradigmal bir hedef bütünlüğü içinde örgütlenmemektedir.

Sistem içinde örgütlenmek sisteme eklemlenmek değildir. Sistemin karnında ama sistem alternatifi üreterek örgütlenmek mümkündür. Chiapas ve Kerala modelleri bunu kısmen başaran örneklerdendir. Paradigma, bütün toplumsal alanlarda kendi alternatifini üretmeyi ve bu alternatiflerin kurumsal inşası için çalışmayı gerektirir. İdeolojisiz paradigma “projecilik”ten öteye bir anlam ifade etmez. Bugün kapitalist sistem karşıtı olma iddiasıyla ortaya konulan pek çok proje mevcut ve bu projelerden bazıları lokal örnekler üzerinden pratiğe de geçirilmektedir. Ancak bu projeler hiçbir zaman sisteme dönüşmemekte, toplumu farklı bir zihniyet, kültür ve dünya görüşüyle A’dan Z’ye dönüştürme ya da yeniden yapılandırma perspektifi ortaya koyamamaktadır. Kapitalist sistem darbe aldığında, kriz yaşadığında onlar da darbe almakta ve zayıflamaktadırlar. Zira paradigmal olarak ayrışmadığından onların da kaderi kapitalist sisteme bağlı hale gelmiştir. Zihniyet olarak kapitalist modernite parametreleri içinde düşünmektedirler. Zira ideolojik olarak değil, yaşam biçimi ve alışkanlıklar anlamında bu “alternatifler” ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla ideolojisiz paradigma olmadığı gibi, kendi paradigmal ayaklarını inşa edemeyen bir ideolojinin de, toplumsal kültüre ve sosyolojiye dönüşmesi de mümkün değildir.

 

 

 

 

[1] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, Sel Yayıncılık, 5. Baskı,  2019 İstanbul
[2] Joachim Radkaç, Doğa ve İktidar: Global Bir Çevre Tarihi, s-194, Çev-Nafiz Güdar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2.Baskı, 2020 İstanbul
[3] Haz. Giacoma D’Alisa-Federico Demaria- Giorgos Kallis, Küçülme: Yeni bir çağ için Kavram dağarcığı, Çev- Ayşe Ceren Sarı, Metis Yayınları, 2.Baskı 2020 İstanbul
[4] Abdullah Aysu, Gıda Krizi: Tarım 2- Ekoloji ve Egemenlik, s.16, Metis Yayınları 2015 İstanbul
[5] Haz. Giacamo D’ Alisa- Federico Demaria- Giorgos Kellis, Küçülme; Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, s-177, Metis Yayınları, 2. Baskı 2020 İstanbul
[6] Lawrence Freedman, Strateji s-17, Alfa Yayınları, 6. Basım 2022 İstanbul
[7] Aslıhan Aykaç, Dayanışma Ekonomileri: Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar, s.192, Metris Yayınları, 2018

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.