Düşünce ve Kuram Dergisi

İnsan Hakikat İlişkisi ve İnsan-ı Kamil Olma Gerçeği

Kemal Bülbül

Nesnenin, maddenin, olayın, olgunun görünen yanıyla yetinmeyip ondaki ayrıntıyı, gizi, gizemi yani hakikati aramak!… Günümüzün seküler, hümanist bakış açısı hakikat arayışını, insanı kâmil mertebesini ifade etmekte yavan kalacaktır. Konuyu kavramsal izahatlara boğmak! Mistisizm, Spiritüalizm gibi terimlerle konuyu izaha çalışmak, hakikatin kıvamındaki kutsi tadı vermeyebilir! Hakikatin izahatı, kadim zamanlarda insanüstü çabalar harcayarak, çile ve acı çekerek amaçladıkları kutsal değerlere ulaşanları anlamaya çalışmakla olabilir. Elbet de günümüzün Hak yolunda hakikati arayan mürşitleri, muhipleri, âşıkları, sadıkları var. Lakin iki durum arasındaki farkı görebilmek hakikatin farkına varmak olsa gerek. Hakikat arayıcısı için hümanizm aşılmış bir haldir. Zira Hak yolunda hakikati arayanlar kâinatı/Evreni, dünyayı, doğayı, insanı bir bütünlük içinde algılar. “Kâinatın aynasıyım/Madem ki ben bir insanım/Hakkın varlık deryasıyım/Madem ki ben bir insanım!” Diyen Hak Aşığı Daimi’nin deyişiyle kâinatı kendinde, kendini kâinatta görürler.

Hakikat kavramsal olarak; Hak kökünden gelir, Hakkın bulunması, yansıması, dışa vurması, zuhur etmesi, gerçekleşmesi halidir. Hakikat arayışçısının özde aradığı şey hakkın kendisidir. Bu anlamda hak ve hakikat arayışı tarih boyunca zahmetlerin en büyüğü olmuştur. Bununla da kalmamış, arayış tartışmalara, ayrışmalara ve hatta çatışmalara yol açmıştır. İşlemeye çalıştığımız konu itibarıyla kimileri “Hak ve hakikat bulunmaz, ulaşılmazdır!” demiş, kimileri “Hak ve hakikat aranıp bulunacak, ulaşılacak bir durumdur!” demiş, kimileri de bunu eyleme dökerek “Hak ve hakikat sende mevcuttur, dışarıda arama!” demiş ve hakkı, hakikati kendinde aramıştır.

Bu üç farklı görüş, inançsal olarak “Tanrı, Allah, Hak” kavramlarına yüklenen anlam üzerinden irdelenebilir. Doğal toplumlarda “Tanrı” maddi, manevi bir varlık olarak insana göre dışsal, uzakta, ötede olandı. İnsanın ondan beklentisi tapınma yoluyla beklentilerini elde etmekti. Bu anlamda “Tanrı” dışsal dünyada görülüp dokunulabilen, hissedip beş duyu ile algılanabilen konumdaydı. “Allah” Devletli toplumların “Tanrı” yerine ikame ettiği manevi bir varlık olarak “Tanımdan münezzeh, her türlü sıfattan azade, ezeli ve ebedi olan, insanın duyuları ile algılayamayacağı uhrevi” bir haldeydi. “Tanrı” doğal toplumların yaşamı, evreni, dünyayı ve varlığı açıklama veya açıklayamama ihtiyacından doğmuş inançsal bir gerçekliktir. “Allah” ise semavi dinlerin oluşumuyla birlikte “peygamberlik, nebilik, resullük” makamının hakikati insana tarif biçimidir. Belki de insan tarifi böyle anlamış ya da böyle anlamak istemiştir. “Tanrı, Allah, Hak” ile insan arasındaki ilişki derin bir farkındalık halini gerektiren duygusal, düşünsel, kültürel, felsefi hatta siyasi bir süreçtir. Bu sürecin tartışmalı, çekişmeli ve çatışmalı olması da son derece doğaldır. Çünkü ifade etmeye çalıştığımız üç algı biçimi üç farklı anlayışa aittir. Bu anlayışlardan birincisi doğal toplumlardan krallıklara, devletleşmeye, ezen ezilen ilişkisinin oluşum sürecine aittir. İkincisi, krallıkların ve imparatorlukların dinleri kontrol altına alıp kendi varlıklarına dayanak yaptıkları sürecin ürünüdür. Üçüncüsü ise her iki duruma itiraz eden, aykırı insanın ortaya çıkış sürecidir.

Ancak üçüncü anlayış, yani hak ve hakikatin ulaşılabilir olması durumu da kendi içinde ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi “Vahdet-i vücut” mevcudun, vücudun, insanın Hak ile buluşup, bir ve tek olabileceğini ifade eder. İkincisi “Vahdet-i mevcut” Hakkın insanda olduğunu dolayısıyla insanın Hakkı dışarıda arayacağına kendisinde araması gerektiğini ifade eder. Modern zaman düşünürleri, araştırmacıları bu duruma “panteizm” veya “kamutanrıcılık” derler.

Vahdet-i vücut veya Vahdet-i mevcut yerleşik, alışılagelen inanç ve yaratıcı tanımlarının dışında, ötesinde çok çok üstünde yer alan, derin ve geniş, felsefeye dayanan bir eylem biçimidir. Ki zamane âlimleri (Düşünürler) bu duruma “Aşkınlık, aşkın olma hali” der. Bundan olacak Vahdet-i vücut ve Vahdet-i mevcut anlayışına haiz kişiler eskiden “Rafızî, yoldan çıkmış, zındık” diye adlandırılırdı. Şimdilerde bu kavramlar itici, ötekileştirici bulunduğundan yerine “Heterodoks” kavramı kullanılmaktadır. Yunancada, farklı anlamına gelen “Heteros” ile “Öğreti, düşünce” anlamına gelen doxa sözcüklerinin birleşiminden oluşur ve “Ana akımdan sapmış” anlamına gelir. Bir Hak ve hakikat arayışçısı “Ana akımdan sapmış, yoldan çıkmış!” ise hakikat arayıcısını “Sapık” diye suçlayanların savunduğu şey ne ola ki? Yunancada Orthos “Doğru” ile doxa “Düşünce, öğreti” sözcüklerinin birleşiminden oluşan Ortodoksluk/Ortodokslardır. Ortodoks, mutlak sahih, doğru, doğruluğu mutlak, tartışmasız olan ve kendini böyle kabul edip farklı olanı “Sapıklık, sapkınlık” ile suçlayan, egemen anlayıştır. Ortodoks kavramı inançsal olarak Hıristiyanlıktan gelen, Hıristiyan dinine ait bir mezhebin adı olsa da (Hıristiyanlık tarihinde Ortodoks, Katolik ayrışmasındaki çatışmalardan dolayı) yaygın olarak katı merkeziyetçiliği, farklı olanı inkâr etmeyi tasvir ve tarif anlamında kullanılmaktadır.

Batılı dünyada Ortodoks ile heterodoks… Doğulu dünyada dindar/ehli iman ile zındık, mülhit, sapkın… Çatışması sür git devam etmiştir. Kim haklı? Kim haksızdı? Konuyu açımlamak için sorulan sorunun kökünde bile Hak kavramı var ise sorunun cevabı içindedir! Kısaca “Dindar, zındık” kavramlarına da konumuz bağlamında bir açıklık getirmek isteriz. Zındık kavramı, “Zendıkiler” diye tabir edilen Zerdüşt’ün kitabı Zend Avesta’ya inanlar için kullanılan bir sıfat iken Ortodoks/Dindar İslam’ın hâkimiyeti ile “Sapkınlık, yoldan çıkmışlık” anlamında kullanılmaya başlanmış ve giderek “Zındık” sözcüğüne dönüşmüştür. Kendine “Dindar” olup, farklı olana dinsiz ve sapkın demek bu günün sahte dindarlarında da görülmüyor mu? Hak, hakikat, eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren ve sosyal, siyasal, sanatsal, kültürel bir aydınlanma hareketi yaratan Kürt Halkına “Bunlar Zerdüşti!” diyen zihniyet ile Hak ve hakikat arayan âşıklara “Zındık, katli vaciptir!” diyen zihniyet arasında bir fark var mıdır? Kadim zamanlarda, hakikat arayıcısı için Zend Avesta’ya atıfta bulunarak “Zındık” denmesi, hakikat arayıcıların Zerdüş’tün yolunda gittiklerine hakikatli bir delildir!

İnsan, hakikat ilişkisinde insan-ı kâmil olma durumu mevcut verilerle edinilebilecek bir durum değildir. Bu bağlamda, hakikat arayıcısının aradığı şey zahiri, yani çabasız, emeksiz görülebilen nesnel bir durum da değildir. Nesnenin yani bireyin yani hakikat arayıcısının, aradığı şeyi bulması için mevcudu aşan bir eylem gerekmektedir. Hakikat aşığı beş duyusunu sıradan insanlardan daha etkin kullanmak zorundadır! Bununla da yetinmez, beş duyuya sezgi, algı, farkındalık ve idraki de ekler. Kendinde mevcut olan ama farkında olmadığı, kullanamadığı meziyetlerine ulaşmak için etkin, faal ve yorucu bir eylem başlatır. Bu eylemin adı “Kendini bilmektir!” Kazak Abdal “Şu âdem dedikleri/ Ayak ile baş değil/ Âdem manaya derler/ Suret ile kaş değil!” derken insanın anlam ve hakikat arayışını çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır. İnançsal durumdan mürekkep olmayıp aynı zamanda dönemin egemen zihniyetine bir tavır olması bakımından hakikati arayan insan-i kâmil bir siyasi figürdür. Dinlerin teolojik tarifini ve uygulamasını aşan teosofik bakış açısıyla eyleme geçen hakikat arayıcısının ilk eylemi kendine karşıdır! Zahiri gören, anlayan ve aşan aşığın işi, arayışı ve menzili batındadır. Araştırmacıların, âlimlerin ortak mutabakatla hakikat arayıcılarına “Bâtıni” demesinin sebebi budur. Günümüzün akademik dünyasında “Ezoterizm” diye adlandırılan Bâtınilik, insanlık tarihi kadar kadim bir felsefi disiplindir. Sırrı Hakikate erenlerin dilinde eylemin sistematiği mertebelere ayrılmıştır. Sırra vakıf olup hakikatle yüzleşmek için geçilecek “Kapılar” vardır. Hakikate ulaşmak için “Şeriat, tarikat, marifet” kapılarını geçebilmek gerekir. Hakikatin mürşitleri şeriatı “İçtimai, ameli bilgi” tarikatı ise “Yol, Yola girmek” olarak telakki ederler. “Yol” Hakka ve hakikate gidişte izlenen uygulamalar bütünüdür. Ancak “Yol” çetindir, çilelidir, aşılması çok zor etaplarla doludur! Bu nedenle mürşitler/yol ehli, yola girmeye talip olanlara uyarı anlamında “Gelme gelme, dönme dönme!” deyip “Demirden leblebi, ateşten gömlek!” tabir ettikleri öğütleri dile getirirler! Geleceksen zorluğu bil de gel, yoksa gelme! Geldiysen, yoldan dönülmez, yolun menzili Hak ile Hak olmaktır! Yol uğruna aşka susayıp, serden geçmeden, aşkın deminden tadıp esrik olmadan, Hakkın nur cemaliyle yüzleşmek için candan geçmeden hakikate vasıl olmak ne mümkün?… Bu hale yol diliyle “İlm-el Yakin” olmak denir. İlmi, bilgiyi tahsil etmek, hakkı ve hakikati bilgiyle algılama halidir. Celalettin Rumi’nin, bir muhibbini kaynayan kazanın altındaki ateşe elini sokmuş karıştırırken görünce “Yanacaksın can!” diye uyardığı, Muhibbin, “Aşk ateşiyle yananlara aş ateşi neyler ki mürşidim!” dediği rivayet olunur!

Şeriatı aşıp, tarikata girenler için ulaşılması gereken kapı arifliktir. Hangi sözcük, hangi cümle arifi ve arifin tanık olduğu hazineyi tarif edebilir ki? Ariflik mertebesine ulaşmak için bakmak, görmek, tanık olmak yani Vahdet-i Şuhud’a ulaşmak “Varlığın birliğine” şahit olmak gerekir. Kendisine, kendisinde olanlara ve içinde bulunduğu, yaşam ortamını paylaştığı varlıklara şahit olmak gerekir. Bu şahit olma hali nesneyi, maddeyi, varlığı görsel olarak görüp algılamaktan ibaret değildir. Onun fakına varmak, onu kendisinde, kendisini onda görmek, “Varlığın birliğinde” anlam derinliğine ulaşmaktır. Halik ile mahlûku bir görme, Halikin, mahlûkta zuhur ettiğini görme halidir. Kibrini eritmek, içinde bir ur gibi duran kendini beğenmişlik halini yenmek, kendisinde yok etmektir. Zira cümle mevcudatın parçası iken kendini cümle mevcudattan üstün görmek cehalet halidir! Tevazu haline ermek, Şahı Merdan Ali’nin deyişiyle “Ne kadar yücelik aradımsa tevazuda buldum!” gerçeğini idrak etmektir. Arif için aşılması gereken etaplardan biri de Vahdet-i Kusuddur. Varlıklar aynı özden, Haktan gelip hakka döner. Bakıp gördüğün hakkın tecellisinden başka şey değildir. Kâinat suret-i haktandır, insan ise suret-i hakkın canda tecelli etmesidir. Kâinattaki her mevcudatın canı vardır! Hak dışarıda, bilinmez bir yerde, uhrevi âlemde değil! Sende tecelli eden Hakka vakıf mısın? Değilsen, farkında ol! Hak sende, neden kendinde aramıyorsun? Arif-i Mürşidan bu hale “Ayn-el Yakin” derdi. Görmek, nesnenin ötesine varmak, gözündeki perdeyi yırtmak, aradan perdeyi kaldırmaktır bu halin tecellisi. İşte bütün bu soruların yarattığı acı, ıstırap, çırpınış ve çekilen çile muhibbi, aşığı, sadığı eritir bir kaba akıtır. Bu kap Hakikat kabıdır. Ucu bucağı, başı sonu, dibi, derinliği bilinmez bir ummandır! Aşk ile hakikati arayanlar ummana erdiklerinde içsinler mi? Uçsunlar mı? Kulaç atıp yüzsünler mi? Dalgıç olup nicedir aradıkları inci tanesini bulmak için dalsınlar mı? Bilemezler…?! Bir garip müşkülat halidir bu! Kendisindeki ummandan geçip hakikat ummanına ulaşmıştır! Marac’al Bahreyn, iki deniz, iki umman bir olmuştur!

“Ondan başka bir şey yok! Her şey O dur!” O zaman neden Onu dışarıda arıyorsun ki? O’na ulaşmak için Onu arayacağın en yakın mekân sensin, vücudun, mevcudun, mevcudunda çalkalanan deryadır! Bu deryanın sahiline ulaşmak, esintisini hissetmek, dalgalarını görmek hakikate tanık olma hali yani Vahdet-i Vücut halidir.

Kendisine, benliğine, kibrine, nefsine karşı eyleme geçen hakikat arayıcısı için, ibadet şekli bir durumdur. Onun şekil ve görüntüyle işi olmaz! Hünkâr Hacıbektaş’ın deyimiyle “Her ne arar isen kendinde ara!” mertebesine nail olmuştur. Lakin bu sürece gelene kadar ona ışık olabilecek, yol gösterebilecek, güç verip yönlendirecek birine ihtiyacı vardır. Bu yol gösterici “İnisiyatör, üstat” yani mürşittir. Mürşidi olmayanın ışığı olmaz! Günümüz tabiri ile mürşit, muhip için hekim, sosyolog, psikolog, öğretmen, yoldaş, sırdaş, haldaş görevini üslenir. Onu keşfeden, eğiten, olgunlaştıran, yola sokan, koruyan, gözeten, pişiren ve tüm bu görevleri onun da edinmesi için canı gönülden çaba sarf eden kişidir. Muhip ilk haliyle çiğdir.

Pişmesi hatta yanması gerekir. Mevlana Celalettin Rumi, Yunus Emre ve birçok hakikat ehlinin “Hamdım, yandım, piştim!” demesindeki esrar bundandır. “Kırklar ile yedik içtik!/ Kaynayıp sohbette coştuk./ Yetmiş yıl kürede piştik!/ Daha çiğsin yan dediler!” Yetmiş yıl kürede pişene “Daha çiğsin yan” deniyorsa hakikat lafla anlatılacak gibi değildir! Mürşit, muhibbi pişirir. Muhip, mürşit tarafından en ince detayına kadar gözetlenir ama kendisi bunun pek de farkında değildir. Vakti zamanı geldiğinde “Kendini bilmek!” için kendisiyle yüzleşmesi gerekecektir. Bu yüzleşmenin adı çiledir. Kürtçe ve Farsçada, kırk “Çıl” sözcüğünden üretilen “Çılle” kırk gün, kırk çıkarmak anlamındadır. Bir lokma, bir hırka ve bir testi su ile çilehaneye girilir! Oracıkta kendisinin yalın halinden başka kimsecikler yoktur. Bir bakıma üryandır! Hak âşıklarının “Üryan geldim ben de üryan giderim” deyişleri bu halin tasviridir. Hakikat arayıcısı Hakkın ve hakikatin yolunda üryandır. Zira o Haktan gelirken üryan gelmiş, ona dönerken yine üryan olmak durumundadır. Üryan olmanın maddi ve manevi boyutları vardır. Nefsanî hazların esaretinden kurtulmak, gönül kuşunu kafesten uçurmak manevi üryanlıktır. Maddi üryanlık ise türlü ziynet ve esvaplardan sıyrılmak “Bir lokma, bir hırka!” yetkinliğine ulaşmaktır. Büyük Kürt Hak Aşığı Baba Tahire Üryan (Hemedani) yaşamı, eylemi, söylemi ve deyişleriyle halkın dimağına nakş etmiş bir mürşidi kâmildir. Nefis ile mücadelesini bir dörtlükte şöyle anlatır; “Meğer aslan, kaplanmışsın ey gönül!/ Benimle savaştaymışsın ey gönül!/ Eğer gücüm yeterse kanını dökeceğim!/ Göreyim hangi renktesin ey gönül!” Hak ve hakikat âşıklarının dili manzum, şiirsel bir dildir. Kürdistan’ın Batıni felsefe tarihinde yadsınamaz bir yeri olan Hak Âşıklarından biri de Eli Heriri’dir. Eli Heriri bir nefesinde; “Aşk ateşin’ görmek için/ Benle bir konuşun yeter!/ Aşk halini herkes bilsin!/ O haliyle hep zulmeder!” diye aşktan cevlan etmektedir! Hak aşığının manzumesi deyiş veya nefestir, dedik ya! Hak aşığı olmak, cinsi bir meziyet, erkeğe mahsus bir eylem değildir. Kürt Kadın Hak Aşığı Lıza Xanım; “Ey halden anlayan Hayder!/ Ne huzurum kaldı, ne takat, ne fer! Öğretiyi düşün, o en güzel sır!/ Asla anlamamalı kayıtsız cahiller!” derken “Cihanın nuru” Şahı Merdan Ali’yle yarenlik etmektedir.

Hakikat arayıcısının, insan-ı kâmil mertebesi arayan bir aşığın “Ölmeden ölmesi” gerekir. “Ölmeden ölmek” eylemi hakikate vasıl olmanın en zorlu etaplarındandır. Mürşidin huzuruna, hakkın divanına çıkabilmek için “ölmeden ölmek” benliği, kibri, nefsanî hazların esaretini yenmek gerekir. Çileyi dolduran muhip kendi hakikati ile yüzleşmenin tevazusuyla mürşidin huzurunda peymançe (Ana rahminde cenin halindeki bebeğin duruş vaziyetidir! İnsanın en saf, temiz halini temsil eder.) olur, dara durur! Muhip aşk ile serden geçip yanmış, ateş ile pişip kandilin şulesinden nurlanmış ise mürşidi ona el verir. İlm-el yakin, ayn-el yakin… Aşılmış, olunmuş ve Hak-el yakin etabına geçilmiştir. Sırlara, sırların sırrı, sırrı hakikate vasıl olmaya ermek üzeredir! Mürşidi, muhibbine vaziyetin makbulünce henüz göremediği, anlayamadığı sırları terennüm eder, gözünün perdesini, gönlünün örtüsünü iyice kaldırmaya çalışır. Göz perdesini yırtan, gönül örtüsünü açan sırların sırrına vakıf olan Ebul Mugis El-Hüseyin bin Mansur-Beyzavi (Hallacı Mansur) “İnsan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insandır.” Diyordu. Hakikat deryasında sır olan Mansur’un nuruna pervane olanlar “O çok derine düştü, çünkü çok yükseğe uçmuştu!” dediler. Hakkın cisimde tecelli etmesinin her hali cisminde tecelli olan Hallacı Mansur en son ateş olup suda (Dicle Irmağında) sır oldu! Mürşidi ona “Mansur sırrı faş ediyorsun! Başına bir gelecek var!” dedikçe O, hakikati kör gözleri ve donuk gönülleriyle görüp anlamayanlara inat “Enel Hak” dedi. “Enel Hak” Hakkın Mansur’da tecelli etme, yansıma, zuhur etme, vücuda gelme, vücuttaki mevcudat ile buluşma haliydi. Yani Vahdet-i Mevcut idi.

Yunus Emre’nin “Canlar canını buldum/ Bu canım yağma olsun!/ Assı ziyadan geçtim/ Dükkânım yağma olsun!” dediğinde bulduğu “Canlar canı” Hak ve hakikat değil midir? Seyit Nesimi’nin uğruna “Yüzüldüğü” Pir Sultan Abdal’ın uğruna darda sır olduğu hakikatin cezbeden ışığı değil midir? Hakikatin kitabı yoktur! Hakikati okuyarak tahsil etmek isteyenler için Şems-i Tebrizi’nin Mevlana Celalettin Rumi’ye söylediği şu kıssa yol gösterici olsa gerekir.

Şems, bir müderrisken bilgiyi ve hakikati kitaplarda arayan Celalettin’e “Kendini okumayanın kitap okuması beyhudedir! Kendini, kendindeki kitabı oku!” demiştir. Yunus Emre “Dört kitabın manasın/ Okudum ezber ettim/ Aşka gelince gördüm/ Bir uzun hece imiş!” deyişiyle aşkın, hakkın ve hakikatin kitaplara sığmayacağını ne de yalın biçimde ifade etmiştir!

Lakin dedik ya “Hakikat uhrevi âlemin bilinmez, bilinemez hali değildir!” Hakikat maddidir. Ancak her maddinin manası, mananın maddisidir! Bilmeye akıl, anlamaya izan, idrak etmeye yürek, ifade etmeye dil gerek. Bunun için de aşkın olmak, aşk için aşılması mümkün olmayanı aşmak gerek!

Hakikat arayışı, kendi çıkarları için bir inanç tarifi yapan ve herkesi buna inanmaya zorlayanların anlayacağı, cevaz vereceği bir durum değildir. Egemenin hakikatle sorunu, hakikat arayıcısının egemenle davası vardır. Egemenin dini ve inancı hâkimiyet üzerine bina edilmiş, hakikat aşığınınki adalet, merhamet ve kerametten oluşmuştur. Keramete uhrevi bir anlam yükleyenler bilmelidir ki; keramet insana veya herhangi bir canlıya, cana muhtaç olduğu şeyi vermektir. Bu anlamda izan ve idrak ile zulmü, baskıyı, sömürüyü, adaletsizliği görüp anlamayanların gözünü açmak, özgürlük ve eşitlik için mücadele etmelerini sağlamak keramet değilse nedir? İnsanlık tarihi hâkimiyet, ile adaletin çatışması değil midir? Onca hakikat aşığının egemenler tararından katledilmesinin sebebi adalet ile egemenliğin çatışmasındandır. Günümüzde her şeyi siyaset diliyle izah etmek rutin bir alışkanlık oldu. Oysa siyaset içinde olan ancak salt siyaset diliyle açıklayamayacağımız durumlar vardır. Zulmün katmerlisi tarafından kuşatılan, izah edilemeyecek işkencelere tabi tutulan insanların sadece bedensel, düşünsel, ruhsal direnişle zalimi dize getirmeleri hakikatin insanüstü uğraşıyla tecellisidir. “Yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek!” Uğruna “Öldüğü” değerleri yaşayanlara sunmak, kendisi hak için hakka yürümeyi tercih etmek sırrı hakikate vasıl olmanın ta kendisidir! Zulüm ve işkence karanlığının yaşamın her zerresine nüfuz ettiği zulmat âleminde ışık olmak, ışığı göstermek için bedenini ateşe vermek “Aşkın narına yanmak” değil midir? Kibir, riya, çıkar gözetmeksizin bedenini damla damla erimek salt siyaset diliyle açıklanabilir mi? Kör ve umarsız karanlık dehlizde kendine bir ışık yaratıp o ışığın peşinden pervaneler misali gitmek ve ışığın nuru ile bir olmak hakikate ermek olsa gerekir. Olmazı oldurmak, bilmezi bildirmek, acıyı dindirmek, kuşatılmışlık cenderesinde kuşatanın bile saygı duyduğu hale gelmek hakikatin günümüzdeki tecellisidir. Bütün bu insanüstü eylem ve etkinlikleri nice acı, eza, cefa, yokluk ve çile ile gerçekleştirip, egemenler, inkârcılar tarafından karanlığa boğulmak istenen, insani, toplumsal değerleri hiçe sayılan, dili, kültürü, inancı yok edilmek istenenlerin, yaşamı yaşanabilir kılmak için hakikat yolunda hakka yürüyenlerin de bir mürşidi olsa gerekir. Egemen, inkarcı, katliamcı, yaşama, insana, doğaya, kutsal değerlere ve külli mahlukata zulmeden, zulmat âleminin efendileri zamanın Hak ve hakikat mürşidini maddi olarak tutsak edebilirler. Lakin bedenin tutsak olması, aklın, izanın, idrakin, sezginin, algının, izah ve ifadenin tutsak olması anlamına gelmez! Hakikat mananın maddede, maddenin manada tecellisidir. Hakikat, insan-kâinat, insan-doğa, insan-madde, insan-canlı, insan-insan ve insan-toplum ilişkisinin hesapsız, riyasız, kibirsiz buluşmasıdır. Hakikat, külli varlığın insanda tecellisi, insanın külli varlıkta tecellisi ve bunun oluşturduğu anlam bütünlüğünün özgür ve eşit bir yaşam için eyleme geçmiş, menzile vasıl olmuş halidir.

Hakikat yolunda özgürlük, eşitlik, adalet için keramet gösterip, yaşamı yaşanır kılmak için Hakka yürüyenlere aşk olsun!…

Hakikat yolunda menzil alanları ışığa gark edip, göz ve gönül perdelerini açan mürşitlere aşk olsun!…

Hakikat uğruna Hak yolunda aşkın badesini içip Hak için Hakka Yürüyenlere aşk olsun!…

Hakikat yolunda serden geçip Hak Yolunda can baş verenlere aşk olsun!…

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.