Düşünce ve Kuram Dergisi

İnsan İnsanın Kurdu Değildir, Devlet İnsanın Kurdudur

Kasım Engin

Thomas Hobbes’un en meşhur sözlerinden birisi “İnsan, insanın kurdudur” sözüdür. Bu yaklaşıma göre insanlar doğuştan kötüdür. Bu kötülüğü gemlemenin bir yolu olmalıdır; o da devlettir. Hobbes, “Leviathan” adlı kitabında şu formülasyonu yapar:

“Onları (vatandaşları) yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir… (Toplumda yaşayan) insanlar birbirlerine ‘ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bu insana ya da insanların meclisine veriyorum’ demelidirler. Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu devlet ya da Latince cıvıtas olarak adlandırılır. Bu büyük Levıathan‘ın doğması demektir.”[1] Thomas Hobbes’un, bu düşüncelerine en ileri düzeyde karşı çıkan filozoflardan birisi Jean Jacques Rousseau olmuştur. Rousseau da Thomas Hobbes gibi toplum içerisinde çıkan sorunların bir şekilde uzlaşarak çözülmesinden yanadır. Hatta devlet olgusunu benzer bir denkleme oturtmaktadır. Şöyle ki, toplumlar ve insanlar arasında sorunlar yaşanmıştır. Bu sorunların çözümünü, toplum ve bireylerin kimi haklarından feragat ederek, devlet denilen ve herkesin güvenliğini sağlayacak olan aygıta bırakılmasında bulur. Hobbes ileri düzeyde güçlü bir yapıya devlet derken, Rousseau da devletin “Toplumsal Sözleşme” sonucu oluştuğu için, ileri düzeyde güçlenmemesinden yanadır. Aydınlanmanın ve modern demokratik ulus olgusunun öncü filozoflarından olan Jean Jacques Rousseau (1712–1778) “Toplumsal Sözleşme” isimli kitabında “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” diyerek, “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür” demiştir.[2] Ancak bugün en çok benimsenen ve herkese de bir şekilde sirayet ettirilmiş olan gerçeklik bunun tersidir. Söz konusu gerçekliği şöyle özetlemek mümkündür; “Devletsiz bir toplum olabilir mi? Ya da devlet olmaksızın birey ve toplum var olabilir mi? Daha doğrusu devletsiz bir toplumda “kaos” olmaksızın “düzen” içinde yaşamak mümkün olabilir mi? Tabii ki, hayır!… Devlet, en başta insanların mal ve can varlıklarını korunması için gereklidir ve rasyonel bireyler, devleti kendi hak ve özgürlüklerini korumak için oluşturmuşlardır.”[3]

Devlet denilen yapıların kötülüklerinin üstü örtülemez duruma geldiğinde, “Önceleri biz insanların hak ve özgürlüklerini korumak için oluşturulan devlet, zamanla büyüdü…Bireyi korumak için oluşturulmuş olan devlet, birey üzerinde tiranlık kurmaya başladı. Güya “iyiliksever devleti” temsil eden krallar, imparatorlar, sultanların baskı ve zulmü altında insanları ezildi… Yaşam hakkı, özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı hiçe sayıldı… Asırlar “despot devlet” in izlerini taşıdı… Ekonominin gelişmesine paralel olarak devlet faaliyetleri de genişledi… Faaliyetleri genişledikçe harcamaları arttı. Harcamaları arttıkça daha fazla vergilemek zorunda kaldı. Bu da yetmedi, sınırsızca ve sorumsuzca borçlandı… Para basma yetkisini kötüye kullandı… Sonuçta ekonomide hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. İsraf ve savurganlıklar çoğaldı. Devlet, asıl varlık nedenini unuttu. Ve devlet, sosyal faydasından çok sosyal maliyeti olan bir kurum olmaya başladı”[4] görüşü dillendirilen ilk teori olmuştur; devlet sorunsalı bağlamında yürütülen tartışmalarda halen de en sık bu düşünce ileri sürülmektedir.

 

Hitler Faşizmi En Rafine Devlettir

Buna karşın Adorno’nun, Hitler Faşizminin gerçekliği karşısında -ki bu faşizm, mutlak ve en rafine olmuş devleti ifade eden bir gerçeklikti; “Tüm tanrısallıklar ve kutsallıklar adına insanoğlunun söz söyleme hakkı bitmiştir” sözleri aynı zamanda devlet teorilerinin tümünün de aslında iflas edişinin muştusuydu. Adorno’nun, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözlerini de bu söylenenlere eklediğimizde, devlet olgusunun çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi gereği açığa çıkmaktadır.

Tüm tanrısallıklar ve kutsallıklar adına insanoğlunun söz söyleme hakkının kalmaması, hiç şüphe yok ki, insanın, insanın kurdu haline getirilmesiyle bağlantılı bir gerçekliktir. Kimler ya da hangi düşünce ve yaşam alışkanlıkları bu denli insanları birbirine düşman hale getirir? İnsanlar hep böyle miydiler? Hep bir boğazlaşma, ezme, sömürme, baskılama derken insanlara hükmetme var mıydı? Ya da toplumsal yaşam böyle mi örülmüştü?

Ya da tersi mi doğrudur? İnsanlar yüz binlerce yıl boyunca sömürme nedir bilmezken, nasıl oldu da sömürü ve sömürme bu denli gelişti? İlk insanların, “doğal toplum” dediğimiz insanların yaşam ilişkileri nasıldı? Ortakçı mıydı yoksa bugünkü gibi bireyci ve tekçi miydi? Bunlara benzer pek çok soruyu sorup cevaplarını aradıkça, Thomas Hobbes’in “İnsan, insanın kurdudur” tespitinin doğru mu, yanlış mı olduğuna cevap verebiliriz. Ya da Thomas Hobbes’u bu tespite götüren gerekçeler, şartlar nelerdi derken, bu tespitin kimlerin işine yaradığı, hangi ke simin çıkarlarını temsil ettiği de tespit edilebilir. Arkeolojik araştırmaların sonuçları da artık iyice açığa çıkarmıştır ki, “doğal toplum” diye tabir edilen uzun yaşam sürecinde insanlar sömürüyü hiç tanımadılar. Birbirini katletmeler yaşanmışsa bile, sömürmek için yapılan eylemlerden çok yaşayabilmek için yapılan eylemlilikler oldukları görülmektedir. Doğal toplumun bir nevi zirvesi sayılan “Neolitik Çağda”, insanların ileri düzeyde komünal bir yaşam sürdürdükleri de her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır. “Neolitik Devrim” de denilen bu çağda, ziraatçılık-tarımcılık önemli bir gelişmeye yol açarken, köylerin oluşmaya başladığı ve hatta insanlık tarihinde belki de en ileri düzeyde –kapsam ve nitelik bakımından- icatlarda bulunulduğu yıllar olduğu da ifade edilmektedir. Özcesi, söylendiği gibi insanlar hep birbirinin kurdu olmamışlardır. İnsanlar bin yıllarca hatta yüz binlerce yıl komünal yaşamışlardır. Birbirini kollayarak yaşamışlardır. Ahlak ölçüleri yüksek yaşamışlardır.

Ne ve nasıl oldu da, -sorunlar olsa bile- ağırlıkta birlikte yürütülmüş olan bu yaşama, tahakküm, baskı, sömürü, iktidar, hırsızlık ve vurgun bulaştı? Ve kimler tarafından bunlar geliştirildi? İnsanlık mı bozuldu yoksa insanlığı bozmak isteyen taifeler ya da zümreler mi peydahlandı? Uzun uzadıya anlatmayacağız ama şunu belirtelim ki, tarihte olup bitenler bugün her zamankinden daha fazla bilinmektedirler. Doğal Toplum değerlerine –ki bunlar ana tanrıça etrafında geliştirilmiş olan değerlerdir- bir kesim veya zümre tarafından el konulmuştur. El koyma eylemini gerçekleştiren güce “üçlü kurnaz ittifak” da denilmektedir. Bu ittifakın bileşenleri, yaşamdan edindiği tecrübeye dayanan yaşlı erkek, ana tanrıçadan edindiği iyileştirme yöntemlerini topluma karşı ilahi güç olarak kullanan şaman ya da rahip ve bir de, doğal toplumun savunmasını üstlenmiş olan avcı erkek, giderek askeri şef olarak belirlenmektedir. Bu üçlünün bir araya gelmesi- ki bu bin yılları alan bir süreç olmaktadır- ana tanrıça kültürü yerine ataerkil kültürünün almasıyla güçlü bir müdahale gerçekleşmiştir. Bu üçlü hem toplumun bin yıllar içerisinde oluşmuş olan manevi kültür değerlerine hem de üretilen artı değerlere el koyarak, her geçen gün daha fazla palazlanmışlardır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu sürece: “Demokrasinin prototipini doğal toplumdaki yararlı hiyerarşide görmek mümkündür. Birikime ve mülkiyete dayanmayan, topluluğun ortak güvenliğini, yönetimini sağlayan gerek ana-kadın gerek yaşlı-tecrübeli erkek son derece gerekli ve yararlı temel öğelerdir. Topluluğun bu öğelere gönüllü saygınlığı yüksektir. Fakat bu durum istismar edilip gönüllü bağımlılık otoriteye, yararlılık çıkara dönüşünce, toplum üzerinde her zaman gereksiz zor aygıtı ortaya çıkmaktadır. Zor aygıtının kendini ortak güvenlik ve kolektif üretim yöntemleriyle gizlemesi, tüm sömürücü ve baskıcı sistemlerin özünü teşkil etmektedir. İcat edilen en uğursuz oluşum budur” demektedir.[5]

İnsanlığa karşı yapılan bir karşı devrim olarak kendini örgütleyen “üçlü kurnaz ittifak”, bu karşı devrimi kurumsallaştırmak için, daha fazla örgütlenme ihtiyacı duymuşlardır. Nitekim nüfus çoğalması, oluşan kentler ve üretilen değerlere daha fazla el koyarak, sınıflaşma ve sınıflaşmaya dayalı olarak da adım adım devlete doğru ilerleyen bir yapıyı açığa çıkarmışlardır. Burada devlet oluşumunun tarihini işlemeyeceğiz, ancak ilk devlet örgütlenmelerinin Uruk kenti etrafında denendiği bilinmektedir. Uruk’ta başarılı bir şekilde uygulanan model adım adım tüm Sümer’e oradan Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan da tüm dünyaya yayılmıştır. Şunu hemen belirtelim ki, ata erk sisteminin gelişmesi binlerce yılda yaratılmış değerlere el koymak demek olduğu için, bu gaspçılığa karşı koyuşlar da sert olmuştur. Mitolojilerde bu karşı duruşun çok renkli şekillerde işlendiğini biliyoruz. Ancak Uruk’ta oluşan devlet deneyimine karşı mücadele daha da keskinleşmiştir. Bu mücadeleleri ötelemek ve baskılamak için gaspçılar kendilerini daha fazla örgütleyerek cevap vermişlerdir. Devlet ve onu sürekli koruyup kollayan orduların yapılanması direnişler geliştikçe daha fazla tahkim edilmiştir. Topluma karşı şiddet uygulayan yapılar devletleştik lerinde örgütleniyorlar, örgütlendikçe orduya dönüşüyorlar. Ve örgütlü ve büyüyen şiddet “savaş halini” alıyor. “Ordu, tekelci sistemi yaratan gasp savaşlarının yürütücü gücüdür”

İlk çağın kölelik sisteminde gönüllü çalışma yoktur. Zorla çalıştırma vardır. Kırbaçla, baş kesmelerle, ölüm tehditleriyle çalıştırma vardır. Baskının ve zorbalığın devlet eliyle içe yöneltilmesine iç savaş deniliyor. Başka bir deyişle, iş gücü sömürüsüne, gaspa, köleleştirmeye dönük savaş, iç savaş oluyor. Esasta sınıf savaşı olarak ortaya çıkan bir savaştır bu. Tekrar vurgularsak iç savaş, köleler, serfler, işçiler üzerinde uygulanan emek ve işgücü sömürüsüdür; değer gaspıdır. Bu düzeyde bir savaş yürüten iktidar ve gasp odaklarının örgütlü gücü olarak devlet, bu yaptıklarının üstünü hukukla örtüyor. Hukuk, ideolojik iknanın bir aracı olarak geliştiriliyor. Hukuku geçerli kılmanın ve insanı köleliği benimser hale getirmenin aracı olarak da zindanlar inşa ediliyor. İnsanlık artık mahkemeler, hukuk, işkence ve zindanlarla yaşamak zorunda bırakılıyor. Unutulmamalıdır ki, bunlar iç savaşın araçlarıdırlar, unsurlarıdırlar.

Tüm bunları bir araya getirdiğimizde savaşı üretenin, ortaya çıkaranın devlet olduğu açıktır. Devlet bir savaş organıdır. Hem de, topluma karşı açılmış bir iç savaş gücüdür. Toplumun ürettiği artık ürünü, onun iş gücünü, emek gücünü sömürebilmek için oluşturulmuş bir baskı ve sömürü aracı ve sistemidir.

Devletin bir ayağı içe dönük yürüttüğü savaş iken, diğer ayağı ise dışa dönük yürütülen savaştır. İçte köleleştirdiği, baskı ve sömürü altına aldığı toplumu sömürebilmek için bir baskı ve işkence gücüyken, bir de dışında kalan, egemenlik altına alamadığı toplumlara ya da başka devletlere karşı da bir saldırı gücü olma gerçeği vardır. Savaş köleleştirilmiş kesimler üzerinde gerçekleşen bir olay olduğu gibi, aynı zamanda köleleşmemiş toplumlara dönük bir saldırı gücüdür. İşte devlettir bu savaş gücünü ortaya çıkaran.

Sonuç itibariyle, devlet kendi karşısındaki güce -iç ve dış olabilir- boyun eğdirmek, teslim almak için, en örgütlü şiddetin kullanılmasıdır. Amacı nettir, amaç artık ürüne ve emek gücüne el koymaktır.

Yeniden belirtecek olursak; insanlar insanların kurdu değil, insanlara karşı bir kurt olarak, bir kesim baskıcı, sömürücü ve sermayedarlar devlet gibi bir savaş gücünü örgütleyerek, insanlığı birbirine karşı düşman hale getirmişlerdir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan devleti tanımlarken, “Birincisi baskı, otorite aracı olarak devlet; ikincisi, tüm siteyi besleyen kamusal üretim düzeni olarak devlet. Bu çifte niteliği devletin temel çelişkisi olarak insanları hep meşgul edecektir. Ne onunla olunur, ne olunmaz. Baskı, tahakküm aracı olarak tahammülü en güç kurumdur. Fakat kamusal güvenlik ve üretim aracı olarak vazgeçilmez bir araçtır. Devlet adeta iyi bir yiyeceğin içine bir miktar uyuşturucu koyarak büyük çıkar aracına dönüştürülmüş bir kurum haline getirilmiştir. Bakunin gibi devleti mutlak bir ‘kötülük’ olarak gören bir anarşist teorisyen bile, buna ‘zorunlu, gerekli kötülük’ diye bilmiştir. Baskı, zor aracı olarak devlet ne zorunlu bir ilerleme aracı, ne de zorunlu bir kötülüktür. Baştan beri bela, gereksiz, hiç zorunlu olmayan, giderek tam bir soyguncu çeteye dönüşen bir araçtır. Bu yönüyle devletin doğduğu ilk günden itibaren kesilip atılması, teşhir ve tecrit edilmesi gereken toplumsal bir ur olarak değerlendirilmesi en doğru tanımdır” demektedir.[6] Dikkat edersek, böyle oluşmuş ya da bu hale gelmiş bir yapı, kan emicilikte sınır tanımayacaktır. O zaman yapılması gerekli olan ilk iş böyle bir yapıdan uzaklaşmaktır. Böyle yapılar demokratik olamazlar. Böyle yapılarda sağlıklı yaşamlar oluşturulamaz. Sıkça dile getirilen, “Ne kadar devlet, o kadar az demokrasi; ya da ne kadar demokrasi, o kadar az devlet” gerçekliği bununla bağlantılıdır. Yer yer bu durum, “devlet artı demokrasi” olarak formüle edil mektedir. Devletin karakteri gereği demokratik olanı olamaz. Çünkü demokrasi ve devlet özsel olarak çelişik iki gerçekliktir. Ancak devlet demokrasiye duyarlı hale getirilebilirse, Leviathan yani canavar dizginlenebilir. Aksi taktirde devletin topluma karşı olan yüzü hep “kurt” olarak kalır. Leviathan gibi devletin de doğasında kan vardır. Hem de hücrelerine kadar kanla yaşamını sürdüren bir canavardır. Özcesi, devlet öyle bir canavar ki, “kendine sahip gibi görünen kişileri de dahil, en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan imha etmekte, kurban vermekte, toplumun tüm ahlaki geleneklerini silindir gibi ezip geçmekte tereddüt uyandırmamaktadır.”[7]

Bu da bize; insanın, insanın kurdu olduğunu değil, devletin insanın kurdu olduğu gerçeğini açık ve net bir biçimde göstermektedir. Bunun için yapılması gerekli olan insanlara karşı savaş açmak değil; devleti vurucu ve sömürücü bir güç olarak ellerinde bulunduran bir avuç kan emiciye karşı direnmektir.

 

 

[1] Hobbes, Thomas. (2007). Leviathan. (Çev. S. Lim) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[2] Rousseau, Jean-Jacques. (2014). Toplumsal Sözleşme. (Çev. C. Karakaya). İstanbul: İletişim Yayınları
[3] Hobbes, a.g.e.
[4] Hobbes, a.g.e.
[5] Öcalan, Abdullah. (2015). Bir Halkı Savunmak. Amara Yayınları.
[6] Öcalan, a.g.e.
[7] Öcalan, a.g.e.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.