Düşünce ve Kuram Dergisi

Vahşi, Barbar, Mülhid, Zındık Diye Çağrılanların İsyanı

Ahmet Ateş

“… Onların Kitap’ları yokmuş. Kainatın başlangıcı ve sonu olmadığı inancında imişler.”
 Peçli İbrahim Efendi (Peçevi)

Bir deyişinde “hor bakma fukaraya sakın ey ehli hüner,” der, Kalender Çelebi. Hüner örgütlenmiş, şiddet kullanma yetkisini açıklamış, şiddet kullanabilecek örgütlerini kurmuş, hayatlarını sürdürebilmek için geçimliklerini toplayan, üreten insanlardan geçimliklerinin bir kısmını zor eşliğinde ya da zor tehdidiyle toplayan kurumlarını oluşturmuş, sadece kendi egemenlik alanıyla yetinmeyip yakından uzağa egemenliğini genişletme iştahıyla savaş kurumları oluşturmuş, savaşmadıkça, yağmalamadıkça, egemenliğini yeni topluluklara uygulayamadıkça güç yitirip dağılan, uygarlığın ilk yaratısı devletin, yani kendilerini seçkinleştirmiş yöneticilerin becerisi, yeteneği, gücüdür. Hüner çoğunluğu boyunduruk altına alıp onları emirlere uymaya zorlayabilme sanatıdır. Hüner siyasetin temel aklıdır. Devlet aygıtınının parçalarının uyumlu işletilmesi hüner iledir. Yöneticiler bu yetkinliği sadece kendilerinde görüp yönettikleri insan ve toplulukları bu yetenekten doğuştan yoksun görür.

Bu denemede devlet kurumlarında yer kapmış ya da kaptırılmış yöneticilerin devleti dayandırdıkları çalışarak geçimliklerini kazananlara (kitle, halk, raiyyet, teba, yurttaş, yönetilenler, çokluk) bakışlarını, onları nasıl adlandırdıklarını, nitelediklerini, nicelediklerini görmeye çalışacağız. Bunu İran Selçukluları, İlhanlı Devleti ve Osmanlı Devleti’nde bazı olaylar, kurumlar, durumlar ve kayıtlar üzerinden izleyeceğiz. Aslında bunu dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda kurulmuş bir uygarlık örgütlenmesinde de incelesek sadece isimler, tarihler, yer adları değişecekti. Hatta bu (üstün alttakilere ya da merkezin çevredekilere) bakı şını Marx’ın beşli adlandırmasındaki (ilkel komünal) köleci, feodal, kapitalist (sosyalist) toplumlarda ya da başka bilim insanlarının üçlü adlandırmasındaki (vahşet ile barbarlıktan sonra gelen) son halka uygarlıkta da oldukça benzer bulacaktık. Çünkü uygarlığın (içsel) zorunlu icadı devlet boyunduruk vurduğu topluluklara, kişilere üstten bakmaktadır. Çünkü devletin örgütlülüğü en azından iki eksen açısından (dikey: altüst; yatay: merkezden çevreye) bütün uygarlıklarda benzerdir. Çünkü devlet topluluğun içten ve dıştan parçalanarak üstten alta ya da merkezden çevreye doğru örgütlenmesi, bir ağ gibi örülmesidir. Bu konumlanış yöneticilerin var oluşunun işbölümünden türeyen bir zorunluluğu olup üstün alta, merkezin dışarıya/ taşraya bakışındaki hakir görüşü yani hakareti ortaya çıkarır. Yöneticiler içsel (hem de nesnel) olarak yönetilenleri aşağıda görür. Bu içsellik devlet yöneticilerinin parçaladıkları toplulukları imgesel bir Birlik halinde (tebaa, ümmet, millet, toplum) tanımlarken bile gerçeklikte üstte yer almaları nedeniyle onların konumları tarafından üretilip sürekli kılınır.

 

Uygarlık, Devlet Adamları, İsyan, Vahşi, Barbar, Mülhid, Zındık Diye Çağrılanların İsyanı, Ahmet Ateş

İran Moğollarının (İlhanlı) “büyük” veziri Reşidüddin Fazlullah (asılarak öl. 1318) zamanının dünya tarihi sayılabilecek eserinde (Cami’ü’t Tevarih) yaratılmışların seçkinlerini şöyle sınıflandırır. “ … bilinmelidir ki yaratılmışların seçkinleri melekler, peygamberler ve padişahlardır. Bunların her biri mertebeli/makamlardır. (…) melikler sürünün çobanı/yönetilenlerin yöneticileri (ra’ı-i ra’iyyet); çeşitli afet ve korkulardan koruyucudurlar. (…) Meliklerin süsü akıl ve siyasettir. Her ilimden hissedar olmuş her adil padişahın şerefi diğer meliklerden çok ve derecesi peygamberlere daha yakın olur. Meliklerin ihtiyaç duyduğu tevhid, marifet-i ahkamı şer-i nebevi ve erkan-ı din gibi ilimlerden sonra iyi meliklerin ve geçmiş padişahların mazisidir ki bunlara vakıf olunca her birinin sıret ve tarıkatini bilirler.” (Fazlullah 2011:68.) Fazlullah insan toplulukları içindeki yaratılmışların dikey dizilişlerini görür. Yaratılmışların üst konumlu olanlarını makamlı olarak anlar. Gerçeklikte en üstte konumlananı meliki, yönetilenler sürüsünün çobanı olarak kavrar. Bu durumun yaratanın eylemiyle ilkten ortaya çıktığını kabul eder. Meliklerin yaratılıştan akıllı ve siyasal hünerli olduklarını ve bu seçilmişlikle yöneticililiğe yazgılı olduklarına inanır. Bu aklın, bu hünerin insanları vahşi doğanın afetlerinden, korkulardan koruyabilmesi için de sürüdeki insanların, toplulukların birliği (reaya/raiyyet, ümmet, millet, toplum), onların verilecek hükümlere uyma hüneri (itaat) ve din yoluna girmeleri (inanç ve ibadet) gerekir, der. Fazlullah’ın satırlarından meliklerin ciddi ve gayretli olmaları, kâfirler üzerine gaza yapmaları, kötü kişilere, bidat ehline ve facirlere baskı uygulamaları gerektiğini anlıyoruz. Meliklerin elbette yöneten azınlıktan sayılan alimleri, salihleri, kadıları, seyyidleri, zahitleri ve abidleri koruyarak onlara gelir bağlayıp iyilik etmeleri de görevleridir. Yönetilenlerin ise asrın melik ve padişahlarına edepli ve makbul bir şekilde uymaları, din ve devletin güçlenmesini, mülk ve milletin temellerinin tesis edilmesini sağlamaları gerekecektir.

Anladığımız kadarıyla yönetenler yönetim işinde (egemenlerin siyaseti) bir dine ihtiyaç duyar. Bunu kollanacak, maaşa bağlanacak sayılan kişilerin içinde alim ve kadı dahil hepsinin din ile doğrudan ilişkili olmalarından anlıyoruz. Ayrıca yönetenlerin din ilimlerini yaygınlaştırmaları, geliştirmeleri(ihya); İslam kaidelerini güçlendirmeleri, mescidler, medreseler, sınır kaleleri (ribat), köprü, yol ve vakıf kurmaları din ile yönetim işlerini bir düşündüklerini gösteriyor. Bütün bu üst oluş ile üst bakış yönetilenlerin hakirliğini doğuruyor. Uygar devletin itaat üreten soyut ve somut araçları (medrese, cami, düşünce, dil, yargı ve zor güçleri ) ise, artık dayanamayacakları kadar alçaltılan, horlanan, aşağılanan, baskı altına alınan, şiddetin her düzeyiyle karşılaşıp onca çeşitliliği bedenlerinde, ruhlarında, zihinlerinde yani benliklerinde yaşayanlar, yönetenleri yöneticilerin kelimeleriyle (söylem, ahlaksal ilke, dinsel emir, yasa) dur durmaya çalışır. Yönetim araçlarının işletilişi ne dayanamayıp isyan edenler bile üsttekilerin söylemlerini onlara hatırlatmanın bir aracını arar. Boyunduruk altına alınmak edilgenliştirilme, evcilleştirilme, yönlendirmeye hazır hale getirilmektir. Gökten nasibine yöneticilik düşenlere karşı bu edilgenliştirilmişlikte “hor bakma fukaraya sakın ey ehli hüner,” diyebilmek, edilgenliğin bittiği, etkinliğin başladığı sınırdır. Sınırın ötesinde isyan edenleri bekleyen şeyler ise çoğunda onlar tarafından açık bir bilinçle kestirilmektedir. Ancak isyan, başkaldırı sonuç açısından bakılarak sadece yenilgi olarak adlandırılamaz. Sonucun belirsiz, gölgeli anlamından onu doğuran nedenlere tekrar gitmek gerekir. Böylece o nedenler açık seçikleşecek ve sonucun kendisini kavranabilir, gerçekliğe upuygun bir konuma getirecektir. Böylece isyanın öncesi ile sonu arasında yok sayılanların, aşağılanların kendi onurlarını kurtarırken aynı zamanda insanlığın onurunu nasıl kurtardıklarını da anlamış oluruz.

İnsana, onun doğal örgütsel hali topluluklara karşı boyunduruğu kullananlar egemen, boyunduruktaki çokluk ise tabi (boyun eğmiş) olandır. Her diklenme onurlu bir varoluş, bir haksızlığı kabul etmeme, uygarlığın ilk yaratığı (heyula/Leviathan) olan devletin insanlığa karşı en temel, en acımasız, en kalleş gücü karşısında insanın korkuya kapılmadığının, cesaret ve cüretinin açık edilmesidir. Bu başkaldırış üst erkli, şiddet kullanma ayrıcalıklı, topluluk üyelerinin yaşamlarını sürdürmek için ürettikleri geçimliklerinin bir kesimine el koyucu örgütlülüklerin dillerindeki alttaki çokluğu gösteren vahşet, vahşi, vahşilik göstergelerini yönetenlere (gösterene) çevirir. Uygarlığın (egemen dilinde) yönetenleri gösterdiği gibi vahşilik ve barbarlık da başkaldırılarla birlikte iktidar sahiplerini (muktediri) göstermeye başlar. Durumu İlhanlı veziri Reşidüddin’in anlattığı Selçukoğulları (Kınık boyu parçası) ile Gazneli devleti sultanı arasında tahminen 1030’a doğru geçen bir olay üzerinden irdeleyelim. “Sultan Mahmud (…) bir elçiyi (sefir) onlara (Selçuklulara) gönderip (…) ‘bizim sizinle dost olma isteğimiz tamdır. (…) zamanın ve maslahatın gerektirdiği üzere lider ve önderinizin hazretin huzuruna gelmesi gerekir.’ İsrail [Bey, Türkçü tarihçilerin ağız birliğinde Arslan Yabgu], Sultan’ın emir ve fermanı mucibince görünüşleri ve vücutları güzel yiğitlerden seçilmiş üç yüz nefer ile hazretin yanına geldi. (…) şarabın onların hepsine tesir ettiği gece yarısında, hepsini yakalayarak, ağır zincirlerle bağladılar. (Mahmud) geri kalan evlad-ı Selçuk’a şahane (şahlara layık) hil’at’lerle birlikte bir elçi (resul) gönderdi ve (elçi aracılığıyla) ‘İsrail’in hazrete ulaştığında/gittiğinde (ondan) büyük bir lütuf gördüğünü, ancak padişahların dergahını (dergah-ı padişahan) görmemiş olması ve oranın adab ve erkanını (ferheng) bilmemesi sebebiyle, sarhoşluk halinde (ondan) bir kusur sadır olduğunu, (bu yüzden) namus-ı saltanat için birkaç gün hapsedildiğini, onların (Selçukoğullarının) ondan (İsra’il’den) daha rahat, tasasız ve iyi halde olmaları (merak etmemeleri) gerektiğini, çünkü onun (…) teşrif (hil’at) ile birlikte geri gönderileceğini’ söyledi. İsra’il yedi yıl kadar kalede mahbus kaldı. (…) Oğlu Kutalmış, durumdan habersiz birkaç yıl o vilayette dolaştı.” (Fazlullah, age. s. 73-79.)

Devlet adamlarının indirgemeci, pratik akılları ve alttakileri yönetme, onlara hükmetme sanatları (buna hiç doğru olmasa da üsttekiler gibi siyaset diyelim,) çoğunda böyle işler. Bu edimin kendisi ve işlenişi üsttekilerin dilince vahşice, barbarca ve uygarcadır. Çünkü Sultan kalleştir, çok yüzlüdür, sözünde durmayandır, yalancıdır ve hepsi. Reşidüddin bile kendi kullandığı dili ve İlhanlı devletinde yöneticiliğini düşünmeden İlhanlı sultanının ısmarıcı olan tarihinde konu edilen olayla aradan geçen uzun zaman dolayımıyla (yaklaşık 270 yıl) Selçukluların 1030-1040 arasındaki isyanlarını nerdeyse insana yakışan bir eylem olarak niteler. “Sultan Mes’ud önce birini gönderip mal istedi. Vermediler ve cevab olarak ‘Malı kendi adamlarımıza veririz. Çünkü biz de padişahlar soyundanız.’ dediler. (…) (Gazneliler), Nur ve Şehristane vilayetleri arasındaki Hisar-ı Tak civarında ansızın vurdu. Yağmayla meşgul oldukları sırada Selçuklular her bir taraftan geri geldiler ve çetin bir savaş (ceng) verdiler. (…) Mes’ud’un ordusu/askerleri (…) mağlub oldular. (Selçukluların) işleri her gün daha iyiye gidiyordu. (…) durumlarının gidişatından padişahlık emareleri ışıldayıp ikbal şu’aları parıldıyordu.” (Fazlullah, age. 84-85.) Selçuklular 1038’de Gazneli devleti yöneticilerinin kendilerine çektirdiği vahşi zulme son verir. Fazlullah, “Selçuklular Mes’ud’u bu şekilde mağlub edince birden kuvvet kazandılar. Ho rasan etrafında dağınık halde bulunan askerler (leşkerha) [Gazneli devletinden geride kalanlar olmalı] onların yanında toplandılar. Gönüllerde onlara karşı büyük bir saygı oluştu. (…) Tuğrul ve Çağrı, amcaları Musa Yabgu, Yunus bin Selçuk, amca çocukları ve akrabaları beraber oturdular. (…) toplanıp Halife el Ka’im bi Emrillah hazretlerine mektup yazdılar. ‘(…) Bizim önder ve serverimiz İsra’il[‘i] (…), Sultan Mahmud (…) hiçbir suç cinayet ve hıyaneti olmadan (olmadığı halde) onu yakalayıp (…) Hind’e gönderdi. Orada ölene kadar yedi sene hapis tuttu. Kabilemizden ve bize bağlı olanlardan birçok kimseyi de tutuklayıp kalelerde ölene dek (hapsetti). (…) Devlet işlerini ve adaleti ayağa kaldıramadı (…) mülk ü millet başıboş kalıp (…) ehl-i bidad fesat için güç ve fırsat buldu. Horasanın ayan ve önde gelenleri bizden onlara yardım ve destek için ayaklanmamızı ve onları himaye etmemizi istediler. (…) Kaide-i devlet ve alamet-i ikbal olan nusret ve zafer, çoğu zaman bizimle oldu. (…) galip ve zapt eden olduk. (…) Halk/insanlar arasında saadet, adalet ve insaf ile hareket edip zulüm ve cebir yolundan kaçındık ve istiyoruz ki bu iş İslam dininin kanun ve adeti üzere, Halife’nin fermanıyla olsun. (…)’” (Fazlullah, age. s. 92-93.)

Sonra Tuğrul Bey ve yanındakiler yıktıkları devletin (Gazneli) kurumlarının içine kurulur. Akrabalarını ve boydaşlarını hüküm altına almaya çalışır. Devlet denilen yöneticilerin, orduların, altüstlü düzeninin bütünleyicisi din adamları ve alimlerin, İslam’ın ve dünya düzeninin temsilcisi sayılan Bağdat Halifesi’nin refahı ve tantanası için hazinenin ihtiyacı tebaadan (raiyyet) zorla alınır. Çünkü “din işlerinin tetkiki, farz ve sünnetlerin muhafazası, Allahü Teala’nın buyruklarının icrası, din ulemasına ihtiram ve geçimlerini beytülmalden [hazine] temin ve tayin, zahit ve dervişleri aziz tutmak padişahların üstüne vaciptir.” (Nizamü’l Mülk 2011: 77.) Çünkü “padişahlarda olmazsa olmaz şey pür ü pak dindir. Zira din ve hükümdar birbirlerinin kardeşi gibidir.” (Nizamü’l Mülk, 78). Yakın kandaşlar yeni konumlarına geçer geçmez toplanıp sözleşir. “… Tuğrul ve Çağrı, amcaları Musa Yabgu, Yunus bin Selçuk, amca çocukları ve akrabaları beraber oturdular. Her yerde/konuda birbirlerine uyma ve yardım etmeye söz verdiler. ‘Aramızda bir ihtilafın çıkmasından Allah’a sığınırız. (O zaman) (…) meşakkatle ele geçirdiğimiz mülk, elimizden çabuk gider.’” (Fazlullah, age. s.91.) Buna rağmen devletin yapısı, işleyişi, biçimi gereği Tuğrul Bey yeğeni (üvey kardeşi) İbrahim Yınal’ı ve topluluğunu öldürür. Çünkü Selçukoğullarının üst yöneticileri devletli, kentli (uygar) yaşam tarzını hemen özümsediler. Gazneli Mahmut’un İsrail Bey’i tutup götürmesine yöneticilerin görüntü neden olarak gösterdikleri “padişahların dergahını (dergah-ı padişahan) görmemiş olması ve oranın adab ve erkanını (ferheng) bilmemesi sebebiyle, sarhoşluk halinde (ondan) bir kusur” ortaya çıkması çoktan unutulmuştur. Yanlarında eski devletin adap ve tarikini onlara gösteren devlet görevlileri vardır. Hazarlar, Gazneliler, Karahanlılar Kınık boy parçasına değişik bölgelerde nasıl hükmettiyse şimdi de Selçukoğulları devletin tepesinde İran, Irak, Azerbaycan topluluklarına olduğu gibi içinden çıktıkları, birlikte isyan ettikleri kendi topluluk parçalarına (Oğuzlar/Türkmenler) da yol kesip baş vurarak hüküm yürütmektedir. Çünkü beyler devlet kurulunca onların davranışları, değerleri, tutumları, inançları da devletli olmuştur.

Daha sonraki yıllarda (İsrafiloğlu) Kutalmış Bey Tuğrul Bey’e isyan eder. Aynı sonuca uğratılır. Gazneli devleti vahşetine, barbarlığına, hükümlerine dayanamayan Türkmenler onlara karşı nasıl isyan ettilerse yeni sayılan ancak gerçekte eski olan İran Selçuklu devletine karşı da evcilleşmek, kentlileşmek istemezler. Daha Batı’ya, Kuzey’e sürüleriyle göç ederek geçmeye başlarlar. Çünkü Selçuklular da devletin İranlı yöneticileri aracılığıyla onlardan sıkı bir şekilde itaat, inanç, vergi beklemektedir. Elbette bu cümleleri şu uyarıya önem vererek kuruyoruz. “Sistemin içeriği değişmekte, fakat normları değişmemektedir. Gelgelelim ‘ne kadar değişirse o kadar aynı kalıyor’ ilkesi, ancak bazı veçheler ve görünüşlerle sınırlı olarak doğrudur. Sınıfların ve devletin oluşumunda (…) sadece geleneksel yapının yeniden üretilmesini görmekle yetinen bir tarih görüşü, antropolojik kavrayışın gücünü keyfi şekilde sınırlandırmış olur.” (Sahlins 2014: 62.)

Yıllar sonra Horasan bölgesine toplanan Türkmenler kendilerinden istenilen vergilerin ağırlığını bahane edip iradelerinin tamamen devletin mülküne katılmak istenmesine artık dayanamadıklarından isyan çıkardılar. İsyan bütün Horasan kentlerine yayıldı. Oğuzlar Selçuklu imparatorluğunu da, Sultan Sancar’ı da alaşa ğı ettiler (30 Temmuz 1153). “548 senesi (11531154) sonlarında uğursuz Oğuzlar (Guzan) hadisesi ortaya çıktı. (…) Oğuzlar (Guzan) hayli çok/kalabalık idiler. Onların yer/yurt (makam) ve otlakları (çerahor) Belh, Çağaniyan ve Vahş vilayeti nevahisinden Huttelan hududdunda idi. Her yıl matbah-ı Sultan’a yirmi dört bin koyun vermek, onların vazifesi idi.” (Fazlullah, age.

s.175.) Türkmenler Horasan kentlerini, başta “Çağrı Beg zamanından beri Acem ve İran sultanlarının Darü’l- mülk’ü ve (hatta) onlardan önceki emirlerin, meliklerin ve devlet erbabının zahire ve hazinesiyle dolup taşan bir yer olan Merv’i, üç gün üç gece yağmaladılar.” (Fazlullah, age. s.179.) Yakıp yıktılar. Sonra devletin büyük kenti Nişabur’a yanlarına aldıkları esir Sultan Sancar’la birlikte yöneldiler. “Onların sayısının üç misli karasul[sul:”Lugat-ı Hindide kulunç manasınadır ki maruf illettir… (Asım Efendi, Burhan-ı Katı)], evbaş[söz anlamaz, söz dinlemez, (Asım Efendi,)], erazil halk ve netayic-i haşem [haşe: çer çöp, süpürüntü. (Asım Efendi)] Horasan’dan onlara iltihak etti”. Ne kadar kent, devlet, tahakküm kurumu, altüst düzenli ilişki düşmanı olduklarını bir kez daha gösterdiler. Yağmaladıkları, mescidlerini yaktıkları, üst yöneticilerini, dinadamlarını, kısacası “Horasan mukteda-yı meşayih, halef-i selef-i salihin Abdu’r-rahman Ukkaf; e’imme-i din, misbah-ı zulmet, rah-i yakın ve server-i ulema-yı Horasan ve Irak Muhammed bin Yahya gibi şahısları (…)” öldürdükleri; uygarlığın, onun zulmünün, işkencesinin, sömürü ve her türlü edepsizliğinin mekanı kentleri terk ederek yine devletsiz, yine raiyyetsiz olarak kendilerini, topluluklarını çoğalttıkları yaşam alanlarına yani yaylaklarına yanlarında yıktıkları düzenin başı sultanla birlikte döndüler.

 

Fakir Dervişler

Ece Ayhan, “ey imece ile başsız gömülecek derviş/sen kendin o zamandan değilsin// (…) /Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş.//” diye yazar 1981’de. Kalender Çelebi’yi mi anlatmıştı? Hayır, bütün Kalenderleri, bütün başsız dervişleri. Ama Ece’nin şiiri en çok Kalender’e yakışır. Çünkü Kalender Çelebi Hacıbektaş’ta Kesikbaş çağrılan türbe ile Osmanlı’nın Balım Sultan’ı türbesinin bir duvarında uzun yıllar sonrasında, belirsizce bir makam mezarda yatmaktadır.

Ece’nin “geçmişe yönelik” kehaneti gerçekleşmiştir. Çünkü gerçekten Kalender’in başı mülkün kapısı İstanbul’da Sultan Süleyman’a sunulurken, gövdesi Nurhaklardan kaçırılmış ve “imeceyle” dervişler tarafından Sulucakarahöyük’te sırlanmıştır. Hem de Osmanlı’nın Alevi Türkmenlerin birçok isyanını bastırmasında güçbirlikçisi sipahibaşı Dulkadirli Ali’nin (sonunda Osmanlı’dan kendi kellesini kurtaramayan korucubaşının, öldürülme: 1522, mezarı nerededir, bilinmez;) Balım Sultan için yaptırdığı türbeyle aynı ölçülerde, aynı malzemeyle, belki de aynı ustaların, aynı işçilerin eliyle (küçük giriş sahanlığı dışında) bir örneği bir tekkede sırlanmıştır. Elbette adı Kalender değil, Kesikbaş olacaktır. Ama Kesikbaş’ın türbesi de sürgündedir. Hacı Bektaş tekkesinde yönetici olan bütün ulular tekke içinde sırlıyken, Kalender kasabanın içinde, reayanın arasında, merkez tekkenin dışında Doğu’ya bakışlı bir konumdadır. Kehanet gerçekleşmiştir; çünkü Kalender o zamana, şimdi geçmiş olana asla ait değildir.

Karl Marx “Formen” diye tanınan bir orta dönem metninde (Grundrisse’de bir bölüm, Birikim y. 1979; Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri adıyla ayrı yayının 1. bölümü, Sol y. 1977) “mülk edinmenin esas ilişkisi, burada, egemenlik ilişkisidir. Hayvan da efendisine hizmet ediyor olsa bile, mülk edinme au fond [aslında], hayvanlarla, toprakla, vb. böyle bir egemenlik ilişkisi yaratamaz. Egemenlik ilişkisi, bir başkasının iradesinin mülk edinilmesini öngörür;” der. Kalender kendi iradesini Osmanlı’ya mülk vermemek için başsız ve gizli gömülmüştür. Kalender ve isyanı üzerine yazı yazanlar gerçekten de açık seçik birçok neden sayarlar. Bunların hepsi doğru durur; çünkü iradeyi mülk vermeme sonsuzluğuna hepsi de sığar. Kalender isyanı de Martine’e göre “vergilerin adaletsiz alınmasından şikayetçi olan Türkmenlerin ayaklanmasıdır;” (de Martine 1991: 417 –Aktaran Avcı 1998: 16). Kimilerine göre kötü yönetim, sanki iyi yönetim olabilirmiş gibi, neden gösterilir. Kimilerine göre ise 1. Selim döneminde dirlikleri ellerinden alınan Dulkadirli beylerinin kışkırtmasıyla isyan başlamıştır. Bütün bunlar hatta daha fazlası bir aradadır. Bunları mayalandıran temel neden ise 1501’den beri devletin Hacıbektaş tekkesinin mülkiyetini ve “kullanımını” ele geçirmesine karşı çıkıştır. Tekke 1501’den itibaren devlet tarafından acilen denetlenmeye, düzenlenmeye, yönlendirilmeye alınmıştır. Çünkü 2. Beyazıd döneminde Rum, Şam, Karaman, Teke Türkmenleri ile Hınıslı, Çemişgezekli gibi Kürt boylarının (diğer Safevi destekçisi Kürt boyları için bak. Şeref Han/Şerefname,) çabalarıyla kurulan ve yaşatılan Safevi devleti, Balkanlardan Sivas’a kadar Osmanlı mülkünde büyük bir çekim merkezidir. Topluluklar akın akın sürüleriyle birlikte Şah’a ve ülkesine göç etmektedir. Alevi toplulukları etkileyip mülkün reayasını ve temel gelir kaynağını göçerten bu göçün önü devlet yöneticileri tarafından alınmak için Dimetoka tekkesinden (bugün Yunanistan sınırları içinde harap bırakılmış) Balım Sultan 2. Beyazıd tarafından tekkeye dedebaba olarak atanmıştır. Günün Türkçesi ve siyasal ağzıyla hayretle ‘atanmıştır’, diyoruz; çünkü böyle bir uygulama o zamana kadar olmamıştır. Devletin Balım Sultan’ı Bektaşilerin merkez tekkesine “postnişin” adıyla göndermesi özerk Bektaşi örgütlenmesini rahatsız etmesi kadar Balkanlar’dan (Osmanlının Doğu Sınırı) Sivas vilayeti topraklarına kadar değişik kimliklerden Alevileri de rahatsız etmiştir. Elbette Bektaşi yönetici babaları Balım Sultan’ı var olan efsanelerinin içine yerleştirerek kendi örgütlü topluluklarına pek de zorlanmadan benimsetirler. Çünkü birçok kültürde görüldüğü gibi “… kutsal sınıflandırma mantığı, tıpkı soy kavramı gibi, cins ve tür ilkesiyle aynı mantık temelinde işler. Böylelikle, gösterilebilir herhangi bir soyağacı bağlantısı olmadığında dahi, tarihsel temsil veya bir bedende cisimleşme ilkesinin geçerli olması için gerekçe sağlar.” (Sahlins, age. s. 36.) Bunu hemen Balım’ı Hacı Bektaş’ın ölümünden yaklaşık 230 yıl sonra ikinci pir olarak (birinci pir Hacı Bektaş) göstermeleri ve kutsamalarından anlıyoruz. Bektaşilere sorulması gereken soru, 200’den fazla yılda (yaklaşık on iki kuşak) ikinci, üçüncü pir neden çıkmamıştır? Yoksa onlar Selçuklu ve Osmanlı karşısında iradelerini mülke kattırmadılar mı? 1514 Çaldıran sonrası 1. Selim’in Safevi devletinin dayandığı temel gücü, (Balkan, Rum, Şam, Teke, Karaman) Alevilerini kırım, yok etme, dağıtma siyaseti ise zaten Balım Sultan üzerinden devletin baş tekkeyi çoktan beri mülkiyetine geçirdiği, içindekilerin iradesini hayli zamandır mülk edindiğini gösteriyor. Kaba ya da ince ekonomici yaklaşımlar her isyana geçimlikle ilgili ya da maddiyatla ilgili temel bir neden gösterir. Bunun dışında örneğin dinsel nedenlerle bir ayağa kalkma olamazmış gibi. Örneğin hazmedilemez bir hakarete uğrayanın topluluğu başkaldıramazmış gibi. Her devlet yaşamını esas olarak yoksul çokluktan topladığı vergilerle sürdürür. Vergi indirimleri, vergi dışı sayılmalar niceliği göz önüne alındığında çoğunda zenginlerle ilgili işlemlerdir. (Elbette Osmanlı vergi düzeninde dul, mecnun, çocuklar da vergi dışıdır.) Bu ağır vergilendirme düzeni (örneğin Osmanlı’nın birçok döneminde göçebe topluluklara uygulanan koyun -agnam- vergisi yıllık on çeşit kadardır;) üretici çokluğu daha da yoksullaştırır. Ancak sadece yoksulluk yüzünden devlete karşı bir kalkışma pek gösterilemez. Sülünoğlu Koca isyanı (932/1525-1526) Peçevi’ye göre (Sultan Süleyman’ın olay yazıcısı, vakanivisandın) Türkmenlerde ağır hakaret sayılan bir kocanın sakalının kesilmesi üzerine çıkar. “… Sülün’ün tasarrufunda olan mezraaya iki yüz akçe vergi yazarlar. (…) yüz akçesinin bağışlanmasını (…) rica ederse de dinlemezler. (…) öfkelenen görevliler, Sülünoğlu’nun adamlarından birini yakalayıp uzun sakalanı keserler ve işkence ederler. (…) işte bu yüzden ayaklanıp kendilerine bağlanıp katılmayanları öldürürler ve mallarını yağma ederler.” (Peçevi İbrahim Efendi 1981: 90.) Ekonomici tarihçiler hemen bu olaydan vergi yoluyla ağır sömürüyü görür. Çokluk bu sömürüye uygarlıkla birlikte alışkın olduğundan pek aldırmaz. Ancak Türkmen Alevilerin geleneklerinde her yaşta erkeğin tıraşlı olduğunu, sadece yaşlıların bazılarının sakal bıraktıklarını, buna karar verip uygulayan yaşlıların ölünceye dek sakallarına makas değdirmediklerini, sakallarını kısaltan Hanefi inançlı yaşlılara “kırpık” dediklerini, kırpığın hayvanlar için kullanılan bir sıfat olduğunu bildiğimizde durum hayli değişir. Bunun için elbette isyan edilir. Zaten vergi alıcılar eylemlerinin çok ağır olduğunu bildikleri için öyle davranmış olmalıdır. Ayrıca İbrahim Efendi de ekonomici tarihçiler gibi olayı yaşlı Sülünoğlu’nun ısrarına ve “vergicilerin bir istisna olan öfkelerine” bağlayıp devleti ve düzenini aklamaktadır. “dinin koruyucusu saadetli padişah [Süleyman], muzaffer İslam askeri ile bir süre kafir ülkelerini talan ve yakma yıkma işleriyle uğraşırken Bozok Türkmenlerinden [bugün Yozgat, Çorum, Kırıkkale, Çankırı bölgesi] adları geçen eşkiya ayaklanıp önce o bölgede görevli olan Muslihüddin adındaki kadıyı [düze nin adaletini tam dağıttığı için], bunun katibi Mehmet’i ve Hersekzade Ahmet Paşa’nın oğlu Sancakbeyi Mustafa Bey’i öldürdüler. Sivas vilayeti’ne saldırarak reayanın mal ve yiyeceğini yağmaya ve yakıp yıkmaya başladılar.” Peçevi (Peç, Macaristan’da bir kent) cümlelerinde altüstçüdür. Kâfir ülkelerini yakma yıkma muzafferlikken, Hersekli efendilerin koca adamların sakal kesen sancakbeyi oğullarını öldürmek en ağır suçtur. Kâfir ülkeleri talan etmek dinin emri iken Sivas kentinin zenginlerinin, yöneticilerinin konaklarındaki mal yığınlarını almak en ağır günahtır ve nice.

Osmanlı tarihçilerinin “yükselme döneminde” onlarca isyanı çıkaranlar Peçevi’ye göre de “imansızlar, asiler, Türkmen eşkiyası, ışıklar, abdallar, hayırsızlar, rafiziler, Tanrı’nın birliğini inkar edenler, İran şahının halifeleri”dir. Kalender de Peçevi tarafından “hayırsız” sıfatıyla anılır. Kalender Çelebi Peçevi’ye göre Kadıncık Ana’nın öz oğlu Habib Efendi’nin soyundan gelmedir. Bu yargıyı güçlendiren Kalender’le bağlı iki kelime var. Çelebi ve Kadıncık. Çünkü iki kelime de Sulucakarahöyük köyü (bugün Hacıbektaş) kadar eski, yaşayan, soyları bugün de gösteren kelimeler. Peçevi’nin Kalender’in babası İskender, İskender’in babası Balım Sultan, demesi bizzat Balım Sultan öldükten sonra tekkede çıkan olaylar tarafından yanlışlanıyor. Bir kere Bektaşiliğe bekar dervişliği (mücerred) zorunlu bir şart olarak koyan Balım Sultan’dır. Öyleyse İskender onun oğlu olamaz. İkincisi Balım’ın ölümünden sonra tekke dede babalığı için çıkan çekişmelerde birçok Osmanlı vakanüvisinin değişik isimlerle kaydettiği bir öldürme olayı var. İskender Çelebi’nin bu olaylarda öldürüldüğü yüksek olasılıktır. Babalı Bektaşilerin bazı tekke kayıtlarını kendisi de bir dönem dedebabalık yapmış Bedri Noyan’ın okumaması düşünülemez. Noyan “… Mürsel Balioğlu Balım Sultan (mücerred)” yazdıktan sonra, Balım’dan sonra “postnişin” olarak “Hacı İskender Dede”yi anar. Sonra kafası karışmış gibi davranır. Çünkü bildiği ya da tahmin ettiği iki şeyi uygunsuz bulduğundan dolayı gizler. “Balım Sultanın kardeşi Kalender, Resul Bali torunu Mahmudoğlu Hüdadad’la geçinememiş, Kalender öldürülmüş, onun taraftarları da Hüdadad’ı öldürmüşlerdir. Bu yüzden Pir Evi 34-36 yıl postnişinsiz kalmıştır. (…) Balım Sultan halifesi eski vezir Sersem Ali Baba (1551-1570) 19 yıl postta oturmuştur.” (Noyan 1995: 51.) Evet, Hüdadatlı-Çelebi çekişmesi yüzyıllarca sürdü. Hatta bugün bile bu gerginliği onların yaşayan torunlarında görüyoruz. Noyan Dedebaba neden Kalender’i Balım’ın (öl. 1516?) kardeşi yapıp onu kalleş İbrahim Paşa’ya değil de Hüdadad’a öldürtüyor? Neden Kalender’in devlete isyan ettiğinden hiç bahsetmiyor? Devlete karşı isyan Balım Sultan’ın kardeşi saydığı bir dervişe, bir Kalender’e yakışmıyor mu acaba?

Bütün bu bağlantısız ayrıntı görünen karşılaştırma bu denemenin önemli bir yönünü oluşturuyor. Balım öldükten sonra tekkeye yeni bir Balkanlı atandı: Hacı İskender Dede (Noyan, age. 51). Hacılığı ve İskender adı onun Arnavutluğuna bir belgüzar olabilir mi? Noyan’ın dedebaba listesinde Mustafa Kemal’in 1925’te Amasya’ya sürdüğü Salih Niyazi Dedebaba gibi Arnavut asıllı hayli görevli bulunuyor. Zaten Balım da bir Balkanlıydı. Bektaşi efsanelerine göre onun annesi Bulgar kralının kızıydı. Yerli Kalender, topluluğun iradesini mülke kattırmamak için hazırlanmaya başladı. Yoksa binlerce Türkmen nasıl bir araya getirilecekti ki! “Adı geçen Kalender Şah [Peçli burada hakaret makamında, Safevilerle bağ kuruyor,] o kadar güç ve itibar kazandı, o kadar kalabalık bir topluluğun başı oldu ki, böylesi şimdiye kadar hiçbir asiye nasip olmuş değildi. Işık ve abdal diye anılan ne kadar inancı bozuk ve eylemi bozuk kimseler var idiyse yanına toplanıp yirmi, otuz bin kadar eşkiyadan oluşan büyük bir çete meydana geldi. (…)Türkmen vilayeti [Dulkadirli coğrafyası]Osmanlı padişahı [1. Selim] tarafından feth edildiği zaman çok kimselerin tımarları ellerinden alınmış ve bunlar padişah haslarına [hazineden ayrı olarak padişaha çerezlik]eklenmişti. Çoğunun sapık inançlı Kalender’in eşkiyalarına katılmaları bu yüzden olmuştu. (…) Kalender’in başı kesildi ve Zülkadirli bey oğullarından Veli Dündar’ın kellesi ile beraber terkilere asıldı[atın arka yan tarafları] (…) Tersine dönmüş sancakları da İstanbul’a gönderildi.” (Peçevi, age. s. 93) Bu olayın ardından merkez tekke nerdeyse boş kalmış olmalı. Çünkü birçok Osmanlı ve Bektaşi kaynağı vezir eskisi Sersem Ali’nin 1551’de “postnişin” görevine atandığını belirtiyor. Tekke iki açıdan boş ya da sükuttadır. İlki dervişler Kalender’den sonra yeraltına çekilmiş olmalılar. Çünkü hem yapılacak onca iş vardır hem de ortalıkta görünmenin zamanı değildir. İkinci neden de tekkenin devlet tarafından gönderilen gelirleri, vakıf gelirleri, adak çırak kesilmiş olmalı ve başka nedenler.

 

Sonuç Yerine

Türkmenler kendilerinin değil raiyyeti oldukları devletlerin yazıcılarının hakaret dolu cümlelerine göre bakıldığında, kötülüklerin ortaya çıkış sırrını kadimden öğrenmiş gibi davranıyor. Devlet kurma, kimseye üstlük yapma, elinden geldiğince didinerek geçimini topla, kimsenin senin ve topluluğunun iradesini boyunduruk altına almasını asla kabul etme. Ancak gene de Türkmen içinde birkaç tane bu özümseyişin dışında davranmış zümre peydah olur. Bu yazının sınırları içinde Tuğrul ile Çağrı Beyler hazır uygarlığı görüp devletin kentini ele geçirmişken devam edelim, demiş gibiler. Aklıma gelen ikinci örnek de Kutalmış’ın, onun oğlu Süleyman’ın yapmadığını yapan Rum Selçuklularının kılıçlı aslanları. Üçüncü örnek Şah olan İsmail’dir. Onun hafifletici nedenleri çok olsa gerek. Akkoyunlu bey dayılarının daha İsmail çocukken onu zindana atmaları. Üstelik dedesi Cüneyd, babası Haydar’ın da Akkoyunlu egemenleri tarafından öldürülmesi onda derin yıkımlar oluşturmuş olmalı. Yoksa İsmail Türkmencenin akıcı, içten, yaşam gücü dolu dizelerini şakımış birkaç ozanından biri. Yine de Safevi hanedanı devletin başı olması nedeniyle en çok Türkmen topluluklarına çektirdi. Osmanlı mı? Velidi Togan onları bir Moğol topluluğu (Kay) saymamış mıydı?

Türkmenlerin bilinen diğer isyanları da burada gördüğümüz gibi kentleri yakıp yıkıp çevreye dağılma yörüngesindedir. Burada 500 yıl sonra dahi içimizi sızlatan Kalender de “Padişah’a değil Şah’a” gitme niyetinde görünüyor. Dönemin aşığı Koyun Abdal’ın ünlediği gibi: “Karlı dağdan akan sular/Aktı gider Şah’a doğru/Mülk sahibi nice beyler/Kalktı gider Şah’a doğru//” (Aktaran: Avcı, age. s.24)

 

 

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.