Düşünce ve Kuram Dergisi

Jineoloji (Kadın Bilimi) Bakışıyla Ekonomi ve Demografya Konularına Yaklaşım

Doğa Aksu

Ekonomi ve demografya konularına geçmeden önce bilim ve bilimsel düşüncenin tarafsızlığına ilişkin bir vurgu yapmak istiyorum. Çünkü bilim ve bilimsel düşüncenin nesnelliği adına atmosferimizi bilgi kirliliğine boğan bir durumla karşı karşıyayız. Günümüzde çok kullanılan moda bir deyim var: ‘Objektif ve tarafsız olmak’. Kulağa hoş geliyor, göze hoş görünüyor. O nedenle yazılı ve görsel medyadan tutalım her türlü toplumsal sorunun ele alınışına kadar bireyler ve kurumlar çok büyük çabalarla ne kadar ‘objektif ve tarafsız’ olduklarına dair ikna kampanyaları yürütmekteler. Hatta bununla da yetinmeyerek temel bir slogan olarak çok çeşitli versiyonlarını da kullanmaktadırlar.

Bu çokça kullanılan ‘objektif ve tarafsız olmak’ deyimini, sloganını (adına ne derseniz deyin) duyduğum yerde içimi hem büyük bir öfhe hem de büyük bir acıma kaplamaktadır. Öfhe duyuyorum. Çünkü, her gün yaşanan onca şiddet, taciz-tecavüz, öldürme-katletme, manipülasyon, asimilasyon vb. saymakla bitmeyecek haksızlıklar, adaletsizlikler yaşanmaktayken neyin objektifliği ve tarafsızlığı yapılıyor acaba onu merak ediyorum… Acı duyuyorum. Çünkü mevcut bilişim tekniğiyle her gün neyin, nasıl olduğu gözlerimizin önünde olup bitmektedir. İnsanlığın başına çöreklenen egemenler gerçekleri manipüle ederek, kendi egemenliklerini alıştıkları ihtişamla yürütmenin ‘objektif ve tarafsız’ olma renkleriyle sarmaladıkları uyutma paketlerini, sanki büyük bir lütufmuş gibi bağrımıza basıyoruz. Bu nedenle çok açık belirtmek istiyorum ki yaşamımızı ve içinde yaşamlarımızı sürdürdüğümüz evrenimizi ilgilendiren her şey için artık bu süslü yalana inanmaktan vazgeçelim ve tarafımızı netleştirelim. Özellikle kadınlar olarak yerimizi ve tarafımızı net bir ifadeyle dile getirmek için yaşamlarımızı taraf olduğumuz değerler doğrultusunda gerçekleştirebilmenin mücadelesini verelim. Özcesi evrenimize, yaşamlarımıza kasteden cellâtları kendi ellerimizle büyütmeyelim.

Çünkü iddia edildiği gibi mevcut bilim ve bilim adına söz söyleyen çeşitli disiplinler ‘objektif ve tarafsız’ değildirler. Bırakalım tarafsız olmalarını; her insanın yaşadığı çağın yaygın inançları, düşünceleri ve koşullarının oluşturduğu değer yargılarıyla bir sosyalleşmeyi yaşadığı ve çeşitli ürünler (müzik, resim, heykel, şiir, kitap vb.) aracılığı ile sonraki kuşakları da etkileyecek tarzda bıraktığı bilinen bir geçek. Özellikle bilim adına söz söyleyen çoğu insanoğlu (insanoğlu diyoruz, çünkü insan kadının bilim dünyasına girişi hala da bitmemiş bir mücadeledir), bilimsel tarafsızlık adına en taraflı cinsiyetçiliğin filozofluğunu, ideologluğunu yaparak toplum manipüle edilmiş ve edilmeye devam edilmek isteniyor. İnsanlık tarihindeki mitolojilerin, dinlerin, felsefenin ve bilimsel düşüncenin gelişim seyrine baktığımızda bu ters yüz etmenin hangi kurnazlıklarla gerçekleştirilip sürdürüldüğünü görebiliriz. Ataerkil egemenlerin bakışını en iyi ortaya koyan ifadelerden biri ise Francis Bacon’un “doğa dişil, bilim erildir, bilim iktidardır” sözleridir.

Francis Bacon’un bu sözleri kendi içinde hiyerarşi ve tahakkümün amacını açıkça gözler önüne sermektedir. Ataerkil egemenler, kendi eril iktidarları için doğayı ve kadını her açıdan kullanmanın bin bir yöntemini geliştirmişlerdir. Konu doğa bilimlerinden tutalım sosyal bilimlere kadar çok geniş bir kapsama sahiptir. Ataerkil egemenlerin toplumsal cinsiyetçi bilimi( farklı bir ifadeyle pozitif bilim ya da bilimcilik) kendi iktidarları için nasıl kullandıkları artık gün gibi ortadadır. Bu kadar geniş ve kapsamlı konuları bir arada ele almamız teknik olarak da zorlayıcı olmaktadır. Ancak, kadını ve toplumsal yaşamı her açıdan ilgilendiren, etkileyen, belirleyen ekonomi ve demografya konularını birlikte değerlendirmeye çalışacağız

Eril ve iktidarcı bilimciliğin gaspçı tuzaklarına düşmemek için konularımızı ‘Jineoloji’ bakışıyla değerlendireceğiz. Öncelikle eril bilim sahiplerinin kadın üzerinden yürüttüğü cinsel kırılmalara ilişkin bir hatırlatma yapmayı gerekli görmekteyiz. Birinci (M.Ö. 50003500’lerle başlayan El Ubeyd hiyerarşi döneminden başlayıp, devletin ilk örneği olan Sümer’ler döneminin mitolojilerini kapsayan) cinsel kırılmayla, kadın üzerinde geliştirilen köleleştirme giderek gençlere ve toplumun genelinin baskı altına alınarak, köleleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yine ikinci (tek tanrılı dinlerin gelişiminden günümüze…) cinsel kırılmayla birlikte ise kadın üzerinde yaratılan kölelik derinleştirilerek ‘tanrı buyruğu’ olarak kutsallaştırılmış ve tartışılamaz bir konuma çıkarılmıştır. Tam da bu noktada ‘tartışılamaz’ denilen dogmaları tartışmamız temel bir gereklilik olmaktadır. Çünkü birinci ve ikinci cinsel kırılmaların sonuçları üzerinden geliştirilen ataerkil toplum yapılanmasının yarattığı jerontokratik, baskıcı, cinsiyetçi zihniyetin yıkıcı sonuçlarının etkileri günümüze kadar ağırlaşarak süre gelmektedir.

Örneğin kutsal kitaplardaki “kadın tarlanızdır, istediğiniz gibi sürebilirsiniz” deyimi mevcut ataerkil egemenliğin en meşru gerekçelerinden biridir. Bu kutsal(!) sözden de anlaşıldığı üzere Francis Bacon gibi bilim(!) adamlarının kendi eril cinsiyetçi ideolojilerini hangi değerler çerçevesinde geliştirip, meşrulaştırdıkları görülmektedir. Kadın, insan olarak bile görülmez. Egemen erkeğin dilediğince kullanabileceği bir nesne konumundadır. Zaten günümüze kadar olan ve bir türlü bitirilemeyen gerçeklik budur; kadın, egemen erkeğin malı-mülküdür. O nasıl kazanç sağlayacaksa, kadından istediği gibi yararlanma hakkına sahiptir. Bütün kutsal kitaplarda böyle yazar. Hatta bazı tek tanrılı dinlerde yazılı metinler de yetmez peygamber, imam, mele, aziz, haham vb. din adamlarının sözleri, davranışları uygulamalardaki en büyük örnekler olarak kabul edilir. Toplum bu çerçevede yapılandırılır. Tek tanrılı dinlerin yazılı metinleri ve sözlü gelenekleri sonucu inşa edilen kadınlık, erkeklik rolleri ve buna dayalı toplumsal cinsiyetçilik salt kadının özgür gelişimi karşısında değil, toplumsal dinamiklerin özgür gelişimi karşısında da bir karşı devrim yıkıcılığını gerçekleştirmiştir. Ataerkil erkek egemenliğinin yıkıcılığı aynı paralelde doğa ve içindeki tüm canlılar karşısında da kendi acımasızlığını göstermektedir ve bu başlı başına ele alınması gereken bir konudur.

Kadın üzerinden yürütülen bu acımasız köleleştirilmenin en tahrip edici yönü, kadının hem bedenine hem ruhuna karşı yabancılaştırılmasıdır. Aslında mitolojilerden, tek tanrılı kutsal kitaplardan ve kaynağını bunlardan alan her türlü kapitalist modernite cilalı yaratımların açık ya da satır aralarına yerleştirilen anlatımlarından da anlıyoruz ki, kadına karşı yürütülen bu karşı devrimlerin (her iki cinsel kırılma başta olmak üzere) korkunç mücadeleler, savaşlar, baskılar, tecavüzler ve katliamlarla başarıya ulaştığıdır. Elbette, söz konusu başarı egemen erkeğin başarısıdır.

Artık egemenliği için ne kadar özel mülk ve bunların korunup, kendi soyu için sürdürülmesi gerekiyorsa; en uysal ve süslü duruma getirdiği “karısı” üzerinden, hem de kendi “özel ev”inde sahip olabilecektir. Ataerkil iktidarların gücüne güç katacak “erkek adam”ları doğurup büyütmenin dilsiz anası rolü dışında bir vasfı bıraktırılmamıştır. Kadın olmak ana olmakla özdeşleştirilmiş ve ancak böyle olduğunda bir anlam biçilmiştir. Kutsal dinler aracılığı ile söylenen tüm sözler kadının ana olma vasfını teşvik eder; “cennet anaların ayakları altındadır” gibi vurgular kutsal bir çekim yaratır. Binlerce yıl yürütülen ataerkil egemenliğin tek tanrılı dinsel söylemlerle kutsallaştırılan ve katı bir toplumsal cinsiyetçilikle yapılandırılan toplumsal gerçeklik içindeki kadın, kendisi olmaktan çıkmıştır. Kadına dayatılan kölelik kodları adeta kadın tarafından içselleştirilmiş ve doğal bir durum olarak benimsenir olmuştur.

Böylece egemenlerin işgal, fetih, talan, tecavüz savaşları kutsal(!) anlamlarla yüklü yürütülür. Ataerkil tarihin kanlı savaşlarının yıkım bilançosunun, her kuşakta yeni doğumlarla yenilenerek sürdürülmesinin ceremesi de kadına kesilir. Geliştirilen bütün hanedanlar, beylikler, sultanlıklar, ulus devletler sorgusuz sualsiz ölen-öldüren askerlerin kanları üzerinden büyütülmüştür. Günümüze kadar farklı biçimler alsa da kadın olmanın temel işlevinin doğurganlıkla ele alınması, ataerkil zihniyetten kaynağını alan tüm iktidarların ortaklaştıkları temel alan olması; en ucuz ve hepsine yetecek bir sömürge gibi kullanılmasıyla bağlantılıdır. Kadının çok çocuk doğurması demek aile reisine (aslında ulus devletine) hesapsız çalışacak işçi, memur, asker, kul olmuş vatandaş vb. yetiştirmesi anlamlarını içerir. Kadının bu durumdan kaynaklı olarak ruhsal, bedensel etkilenmesi söz konusu dahi edilmez; yeter ki nüfus artsın.

Farklı zamanlarda yaşayan bütün egemen, faşist zihniyet sahipleri kadının bedenini yeni kuşakların üretimi(doğurganlık) amacıyla kullandıklarını, doğrudan kendileri dile getirmişlerdir. Örneğin Adolf Hitler “her kadın en az 4 tane çocuk sahibi olmalı, 4’ün üzerinde çocuk sahibi olan kadınlar madalyayla onurlandırılmalıdır.” Yine Recep T. Erdoğan “iş işten geçmeden her ailede en az 3 çocuk olmalı” deyişi ve bunu iç-dış gezilerde dillendirmesini, sonradan da sayıyı arttırdığını unutmuş değiliz. Ki her fırsatta dile getirdiği için unutmak da mümkün değildir. Ayrıca Recep T. Erdoğan AKP devletinin tüm olanaklarını kullanarak, bir yandan en az 3 çocuklu olmayı dayatırken, diğer yandan kadınların büyük mücadeleler sonucu kazandıkları kadın olmaktan kaynaklı haklarını da bir çırpıda rafa kaldırarak gerçek yüzünü bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Ataerkil egemenliğin ilk gelişiminden itibaren kadın bedeni sadece bir çocuk fabrikası durumuna indirgenmemiştir. Bununla birlikte kadının hem bedeni hem ruhunu ele geçirmeyi hedeflemiştir. Ataerkil erkek egemenler nerdeyse çıldırmış bir zihniyetle, yaşamın tüm güzelliklerinden mahrum bıraktığı, ölümden beter bir yaşama mahkûm ettiği kadın tarafından sevilmek de ister. Bu “sevgiyi” daha doğrusu tabi olmayı, itaat etmeyi görmediği zaman ise yaşamı kadına cehennem haline getirmekten tutalım, öldürmeye kadar her şeyi yapmayı kendine bir hak olarak görür. AKP’li devletin iktidar sürecine baktığımızda görmekteyiz ki kadını taciz etme, tecavüz (toplu tecavüzler), yaralama ve öldürme olaylarının katlanarak artmaya devam ettiğidir.

Kadın üzerinde gerçekleştirilen ve maruz kaldığı her iki cinsel kırılmadan kaynağını alan ikinci cins konumuna düşürülme, mistik söylemlerle soy sürdürme aracına dönüştürülen, ötekileştirilen kadın ne durumda olabilir? En az 3,4,5… çocuk doğuran bir kadının sağlığı ne durumda olur? Günümüzün bitmek bilmeyen ekonomik krizli gerçekliğinde çocukların bakımı, sağlığı, eğitimi vb. nasıl ve kimler tarafından sağlanacak? Bu koşullar içerisinde bulunan kadının ruh sağlığı hangi durumda olabilir? Dünyamızın karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlarla her gün katlanarak artan nüfus fazlalığı beraberinde nasıl bir toplumsal yapı ortaya çıkaracaktır?

Ekonomi, sadece insan için değil tüm canlılar açısından en önemli yaşamsal konuların başında gelmektedir. Hepimizin hiç unutmayacağı temel gerçekliklerden biri, her canlı için barınma, beslenme ve üreme (soyun sürdürülmesi) temel ortak özellikler olduğudur. İçinde yer aldığımız gezegeni bir ekosistem olarak ele aldığımızda, bu ekosistemdeki bütün canlılar gibi mevcut besin zincirinin bir halkası (üyesi) olduğumuz gerçeğidir. Ki, yeri gelmişken şunu da vurgulamak gerek; kuantum fiziğiyle birlikte canlıcansız değerlendirmelerimizin taşıdığı o eski bakışın yenilenmesi, değişmesi bir zorunluluktur. Her ekosistemde yer alan bütün varlıkların (canlıcansız ayrımı gözetmeden, ancak farklılıklarını da unutmadan) birbirini karşılıklı etkilediklerini biliyoruz. Özellikle barınma, beslenme, üreme söz konusu olduğunda aynı ekosistemi paylaşan varlıkların olumluolumsuz açıdan karşılıklı bir etkileşime çok daha fazla sahip oldukları ve her an bu durumu yaşadıklarıdır. Her varlığın sağlıklı yaşaması ise yer aldığı ekosistemin sağlıklı işlemesine bağlıdır. Tam da bu noktada ekonomi çok önemli olmaktadır. Adından da görebileceğimiz gibi ekonomi, ekoloji, ekosistem konuları birbiriyle çok sıkı bağlara sahipler. Söz konusu kavramların etimolojik yapısına baktığımızda Yunanca “oikos-yaşanılan yer anlamında” kelimesinden oluşturulduklarını görürüz. Konumuz olan ekonomi ise “oikos” ve yine Yunanca olan “nomosölçü, kural, kaide, yasa anlamında” ki kelimelerden oluşmaktadır. Etimolojik olarak ekonomi “oikos-nomos” yaşanılan yerin (evin) yasası, ölçüsü anlamıyla yola başlamıştır.

Ekonomi kavramının en orijinal anlamının, canından yarattığı çocuğunu güvenlik içinde büyütmek amacıyla, ilk yerleşik yaşama geçen (hamilelik, doğum, bebeğin bakımı nedeniyle kadın uygun yer bulmak ve kalmak durumunda olmuştur) kadın-ana emeğiyle verildiğidir. Tarihe bırakılan yazılıyazısız, arkeolojik, kültürel birçok verinin ortaya çıkardığı gerçeklik ekonominin kadın ana başta olmak üzere toprakla, hayvancılıkla uğraşan çiftçiler (ilk tohum ekiminin, hayvan evcilleştirmenin Mezopotamya’da kadın tarafından gerçekleştirildiği biliniyor) eliyle geliştirildiğidir. Özellikle anaçocuk ilişkisine baktığımızda, beslenme faaliyetlerinin daha çok kadın ana eliyle geliştirildiği, oluşturulduğudur. Kısa bir vurgu ile belirtirsek, çocukana ilişkisi, bağı her zaman çok net bir maddi-manevi ihtiyaç dizgesini gerektirmiştir.

Tarihin çok uzun bir süresince erkek-babanın çocuk doğumu ile olan ilgisi bilinmeden yaşanmıştır. Dolayısıyla sadece kendi yaşamsal ihtiyaçları değil, çocuklarının yaşamsal ihtiyaçlarının sorumluluğu kadın-ananın sorumluluğunda gelişme göstermiştir. Bu gerçeklik o kadar uzun zamanlara yayılmış ki kadının yaşadığı yerin sorumluluğunu üstlenmesi birçok toplumda kabul edilen bir kültürel yapılanma gerçekliğini ortaya çıkardığını günümüzdeki toplumlardan da izleyebilmekteyiz. Toplumsal yapılanma gerçekliği günümüze kadar birbirinden farklı isimler, biçimler almış olsa da mevcut toplumların hemen hepsinde evin geçim düzeninden sorumlu olan kadındır. Günümüzde “yuvayı yapan dişi kuştur” vb. deyimler bu gerçekliğin farklı bir ifadesidir. Bu gerçeklik o kadar derin köklere sahip ki günümüzde var olan toplumsal cinsiyetçi kalıplarla sarmalanıp, tanınmaz bir hale getirilmiş olsa dahi, kadının bu konudaki başatlığı inkar edilemez bir durumdur. Herhangi bir ailede bırakın çocukları birçok erkeğin, eşinin bakımı olmadan yaşamını sürdürmede ne gibi sorunlarla zorlandığı bilinen bir gerçeklik. Ve bunu dile getiren birçok “koca” erkek var, hatta bundan korkan ve eşinin kendisinden önce ölmesini istemeyenler (“karısı” olmadan kim ona bakacak, ihtiyaçlarını karşılayacak?) var. Bu durum başlı başına traji-komik bir gerçekliği ifade etmektedir.

Toplumsal kültürel yapılanmanın kadın-ana eliyle beslenmeye (en basit anlamıyla ekonomiye) öncülük yaptığı ve kadının başat olduğu ekonomi ya da iktisat disiplini içinde kadının yeri ne kadardır? İnsanlık tarihinin en uzun süreli yaşayan doğal toplumda kadın doğuran, besleyen, büyüten kutsal ana olmanın yanında toplayan, koruyan, evcilleştiren, ekimi yapan, tedavi eden-sağaltan vb. özellikleriyle ilk büyük keşiflerin bulucusudur. Buluşlarıyla, ürettikleriyle neolitik devrimin temel mimarıdır. En zor olan ve emek isteyen üretim insan doğurup, büyütmektir. İnsan doğurup, besleyip, büyütmek gibi en zor ve emek isteyen işi yapan kadının, ekonominin en dışında tutulmasına ne anlam vermek gerek? Pozitif sosyolojinin temel toplumsal bir kurum olan ekonomiyi sadece “alıcı, satıcı, işçi, patron, şirket, sendika, üretim, bölüşüm ve tüketimin düzenlenmesi” kavramlarıyla izah etmesi ne kadar gerçekçidir? Bu toplumsal cinsiyetçi yaklaşımın hakikatle ne kadar ilgisi var? Soruları çoğaltmak mümkün ve gereklidir. Ancak mevcut konumuz açısından yeterli görmekteyiz. Çünkü asıl önemli olan mevcut ataerkil zihniyetten kaynağını alan toplumsal cinsiyetçi yaklaşımları çözümlemek ve toplumu sürekli krizlere maruz bırakan bu iktidarcı yaklaşımları durdurmaktır.

Son iki yüzyıldır ağırlaşarak süren nüfus yoğunluğu ve ekonomik krizler, artık sadece insan toplumsallığını değil, dünyamızın kaldırma kapasitesini de tehdit etmektedir. Bu bağlamda geliştirilecek çözümlerin jineoloji bakışıyla olmasını, olmazsa olmaz bir duruma geldiğini belirtmek gerekmektedir. Çünkü erkek eliyle geliştirilen sınıflı uygarlığın ulus-devletinin, ekonomik düzenlemelerinin yarattığı krizli durum gözler önündedir. Hangi kıtaya ve hangi ulus devlete yüzümüzü dönersek dönelim artan işsizlik, artannüfus yoğunluğu, yer altı yer üstü kaynaklarının geri dönüşümsüz tüketilme oranı, her geçen gün tükenmeyle karşı karşıya kalan bitki ve hayvan türleri gibi sorunlar derinleşerek artmaktadır. Ataerkil iktidarcı zihniyetin bir çözüm yaratmayacağı, tersine kendi sistemini sürdürebilmek için toplumsal ve doğasal yapılanmayı bir kırıma sürüklediğini görmek zorundayız. Bu konuda Sayın Abdullah Öcalan: “Ekonominin kadının elinden alınıp tefeci, tüccar, para, sermayedar ve iktidardevlet ve ağa gibi davranan yetkililerin eline verilmesi, ekonomik yaşama en büyük darbe olmuştur. Ekonomikarşıtı güçlerin eline verilen ekonomi, hızla iktidar ve militarizmin temel hedefi haline getirilerek, tüm uygarlık ve modernite tarihi boyunca sınırsız savaş, çatışma, bunalım ve kavgaların baş etkenine dönüştürülmüştür. Günümüzde ekonomi, ekonomiyle ilgisi olmayanların, kâğıt parçalarıyla oynayarak kumardan beter yöntemlerle sınırsız toplumsal değer gasp ettikleri bir oyun alanı haline getirilmiştir. Demek ki sermayenin toplumun ana gövdesini giderek işsiz veyoksul bırakması günlük, geçici politikalar nedeniyle değil, yapısal karakteri nedeniyledir” belirlemeleriyle mevcut durumun tehlike boyutlarını vurgulamaktadır.

Bu nedenle kadın üzerinden gerçekleştirilen her iki cinsel kırılmanın yarattığı toplumsal cinsiyetçi sorunların giderilmesi gerekmektedir. Mevcut pozitif bilimciliğin yaşadığı eril iktidarcı zihniyeti de göz önüne aldığımızda, dünyamızın yaşadığı ekonomik, demografik sorunlar başta olmak üzere sistemsel sorunların alternatif bir bilimle, jineolojiyle doğru bir çözüme ulaşabileceği açıktır.

Her şeyden önce nüfus ya da demografya konusunun en çok kadını ilgilendirdiği bir gerçektir. Çocuk doğurmak, beslemek, yetiştirmek ve topluma kazandırmak ağırlıklı olarak kadın-ana emeğiyle sürmektedir. Tüm kültürel yapılanmalarda da görülmektedir ki babanın bu konudaki sorumluluğu ve rolü sınırlıdır. En can alıcı durum ise çocuk doğurmanın kadının bedensel, ruhsal yapısını her açıdan etkileme düzeyidir. O çokça benzetilen “tarlanızdır” deyimi dahi ele alındığında, bir toprağın verimli ve üretken olabilmesinin koşulları, ölçüleri vardır. Bu gerçekliğin taşıdığı yakıcı anlamın herhangi bir erkek tarafından ne kadar hissedildiği, algılandığı hala kuşkulu bir durumdur. Kuşkulu diyoruz, demek zorunda kalıyoruz, çünkü çocuk doğurma konusunda kaç tane olmalı, ne zaman çocuk yapılmalı gibi konularda söz ve karar sahibi olan genel olarak erkek babalar olmaktadır. Öyle ki dünyamızın hemen her yerinde doğum, kürtaj konularında en çok erkek babalar konuşma hakkını kendilerinde görmekteler. Her canlının soyunu sürdürmesi evrenimizin, evrimin kutsal(eğer diyeceksek kutsallık budur) bir gelişim seyridir. Ancak yeni bir yaşamı kendi vücudunda büyüten, doğuran ve deyim yerindeyse doğumdan itibaren besleyen, bakımını üstlenen kadındır. Gel gör ki bu konuda en az konuşturulan ve ekonominin dışında da bırakılan kadındır. Sizce de bu işte bir kurnazlık, terslik yok mu?

En temel üretim, insan üreyimi olmadan toplumsallığın olmayacağı, toplumsallık olmadan da herhangi bir bilim, disiplin vb. gelişmenin de olamayacağı çok nettir. Her şeyden önce insan ve toplumsallık olmalıdır. Kadının çocuk doğurması başta olmak üzere günlük yaşamın her anına sinen karşılıksız emeği olmasa, tek bir patronsermayedar sızdıracak bir parça artık değer bulamaz. Genel üreyim ve üretimi gerçekleştiren kadın ve toplumsal çoğunluk olmasa tefeci, patron, kapitalist patronlar herhangi bir sermaye biriktiremezler. Ancak söz konusu yaptığımız toplumsallık, sadece “üretim araçları ile üretim ilişkileri” kapsamına sıkıştırılan bir toplumsallık değildir. Kaldı ki toplumu söz konusu “üretim araçları ve ilişkileri” zihniyetiyle değerlendiren, bu temelde çözüm geliştirmek isteyen programların nasıl bir yıkımla sonuçlandıklarını çok yakın tarihimizden biliyoruz. Bu konuda sosyalist geleneğin iyi niyetinden herhangi bir kuşkumuz yok. Ancak, soruna en iyi niyetle yaklaşanı dahi kendi çağının zihniyetini aşma gücünü gösterememiştir. Ki bu konuda kapitalist modernitenin yaklaşımları biliniyor; asıl üreyimi, üretimi gerçekleştiren toplumdan, sızdırabildiği değerleri gasp ederek tekellerine daha fazla tekel katarak sermayesini büyütmek tek hedefidir. Mevcut durumu Sayın Abdullah Öcalan; “Toplumu ve ekolojiyi tehdit eden insan nüfusu özünde biyolojik bir sorun olmayıp, cinsiyetçi ideolojinin kapitalizm ve ulus-devlet tarafından istismar edilmesinin bir sonucudur. Modern ailecilik de dahil, kapitalizm, ulusdevletin cinsiyetçilik ideolojisi ve uygulamaları toplum ve çevre için belki de en büyük sorun kaynağıdır. Toplumsal cinsiyetçilik, yaşam zenginliğinin cinsiyetçiliğin köreltici ve tüketici etkisi altında yitimini, bunun doğurduğu öfhe, tecavüz ve hâkimiyetçi tutumu ifade eder” belirlemeleriyle çok çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir. Bu bağlamda söz konusu geleneksel solun ve tüm toplumu kapitalist toplum olarak adlandıran (ki, tarihin hiçbir döneminde tüm toplum kapitalist değildir ve bu adlandırma bile toplumun asıl emekçilerini manipüle etmesine yönelik yapılmaktadır) kapitalist modernitenin yarattıkları yapıların, düzenlerin aşılması gerekmektedir. Bu konularda en belirleyici ve önemli mücadeleyi yine kadınların, kadın özgürlük hareketlerinin verdiğidir. Özellikle Fransız devriminden itibaren hızla gelişen feminist hareketin üç temel dalga olarak değerlendirilen mücadelesi boyunca kadınlar, kendilerinden bin bir kurnazlıkla gasp edilen haklarını aşama aşama kazanmışlar. Feminizm, farklı isim ve söylemlerle de olsa kadınların maruz kaldığı cinsel kırılmaların yarattığı tahribatların görünür kılınması için büyük bedeller vererek, ataerkil egemenlerin elleriyle yaratılan kadının özgürleşme sorununu kamusal alanın gündeminde tutma başarısını gösterebilmişler. Feminist hareket tüm dünyada eğitim, sıkı ilişki içinde olan, birbirini her açıdan etkileyen bu alanların da jineoloji bakışıyla ele      alınması, yukarda belirttiğimiz sorunların doğru çözümlenebilmesi için bir gerekliliktir seçme-seçilme, kürtaj, kadın kimliği gibi anayasal haklar başta olmak üzere kadınların kadın olmaktan kaynaklı sorunlarının anayasal boyutta belli çözümlere kavuşmasını sağlamıştır. En önemli kazanım ise kadınların mücadeleyle birlikte bilinçlenmesinin yaratılmasıdır. Kadınlar, kimsenin “tarlası” olmadıklarını ve olmak istemediklerini haykırıyorlar. Özellikle kendi bedeni, yaşamı hakkında söz ve karar sahibi olmak istiyorlar. Bu bağlamda feminizmin, son iki yüz yılın en önemli sistem karşıtı hareketlerden biri olduğunu belirtmek gerek.

Ancak, günümüz gerçekliğine derinliğine baktığımızda, gerçekleştirilen kazanımlara rağmen yaşanan sorunların farklı boyutlarda süregeldiğini görmekteyiz. Özellikle yaşanan haksızlıkların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin anayasal metinlerdeki bazı maddelerin değiştirilmesiyle değişmeyeceği, yazılanın genel olarak kâğıt üzerinde kaldığı anlaşılmıştır. Toplumsal cinsiyetçiliğin yarattığı zihniyet yapılanmasının inceltilmiş yöntemlerle sürmekte olduğu yaşamlarımızın hem özel hem kamusal alanlarında her an karşımıza çıkmaktadır. Özü itibariyle şunu vurgulamak gerek; feminizmin sorunu görünür kılması, kadın bilinçlenmesinin yolunu açması ve ağır bedellere mal olsa da mücadeleyi süreklileştirmesini sağlaması hepimiz için çok önemli bir miras ortaya çıkarmıştır. Sorunların kalıcı çözümü için yaratılan bu mirasın doğru değerlendirilmesi çok önemli bir konu olmaktadır.

Bu önemli konu dünyanın her yerindeki kadın hareketlerinin temel gündemlerinden biridir. Farklı kıtalarda, farklı eğitim, ekonomi, dil, inanç, kültür yapılanmalarına sahip kadınların ortaklaşma çalışmalarının başarıyla yürütülmesi yaşamsal önemdedir. Çünkü durum sadece cins olarak kadınları ilgilendirmiyor. Kapitalist modernitenin yarattığı tüketim toplumunun giderek demokratik toplum geleneğinin ahlaki politik dokusunu hızla aşındırması, dünyamızdaki bütün varlıklar için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Kapitalist modernite ulus devletinin bir taraftan daha fazla işçi, asker, memur, tüketen birey(cilik)lere sahip olmak amacıyla geliştirdiği yöntemler (cinselliğin, seksin vb. her an teşvik edilmesi) sonucu kadının metalaştırılması, artan nüfus, dünyamızın kaynaklarını ve diğer canlıların yaşam alanlarını tehdit etmektedir. Bu nedenle karşı karşıya olduğumuz sorunların kapsamı son yarım yüz yıl içinde birçok açıdan farklılaşmaya ve değişmeye başladı. Artık mevcut sorunların bilinen, denenen bakış açıları ve yöntemlerle değiştirilemeyeceği açıkça ortadadır.

Jineoloji bakışıyla konuyu ele alırken, egemenlerin zihniyetiyle geliştirdiği toplumsal cinsiyetçi bilimin aşılması temel hedefimizdir. Ekonomi ve demografya gibi birbiriyle çok sıkı ilişki içinde olan, birbirini her açıdan etkileyen bu alanların da jineoloji bakışıyla ele alınması, yukarda belirttiğimiz sorunların doğru çözümlenebilmesi için bir gerekliliktir. Eril bilimin sadece ataerkil egemenlere iktidar alanı sağladığı ve bunu kadın üzerinden gerçekleştirdiği ortadadır. Sorun teşkil eden ekonomi ve demografya gibi önemli iki alanı, egemenlerin iktidar alanı olmaktan çıkarmak durumundayız.

Binlerce yıl süren doğal toplum gerçekliğinden de biliyoruz ki ataerkil babalar, ağalar, patronlar, tekeller, yasalar vb. olmadan toplum yaşamayı başarmıştır. Ancak toplum olmadan tek bir sermaye ve iktidar sahibi yaşayamaz. Kadının başat olduğu doğal toplumun sınıfsız, sömürüsüz yaşamış olduğunu biliyoruz ve günümüz açısından esas almamız gereken çok önemli bir durumdur. Kadın emeğinin hak ettiği değerin anlamını bilerek bir zihniyet yenilenmesini başarmalıyız. Her iki cinsel kırılmanın yarattığı toplumsal cinsiyetçiliğin tahripkâr sonuçlarını düzeltmeden yol alamayız. Her şeyden önce kendisi olmaktan çıkarılan kadın gerçekliğinin kendi özüne dönmesi ve kendine ait olmaya başlaması gerekmektedir. Kendine ait olan kadın, duygusu, düşüncesi, bedeni, ruhu ve nasıl yaşaması gerektiğine karar verebilir. En kutsal emek olan çocuk doğurmayı-ana olmayı kendi ihtiyaçları temelinde gerçekleştirir. Kadın her şeyden önce kendi varoluşunun anlamını kendi insanlığını gerçekleştirebilmek için kendi farkına varmayı başarmalıdır. Ataerkil egemenlerin en çok korktukları konu kadının kendine ait olmasıdır. Bu nedenle son beş bin yıldır kadını kendisi olmaktan çıkarmanın kurnaz ve hilebaz egemenliğini yapmaktadırlar.

Son beş bin yılın bizlere öğretilen ezberlerini bozmalıyız. Gerekirse zaman zaman tersinden de düşünmeyi denemeliyiz. Çünkü bize öğretilen kutsallıkların aslında tek taraflı ataerkil egemenlerin rahat yaşamı için düzenlenen kutsallıklar olduğu açıktır. Bunlara egemen erkek eliyle Sümer ziguratlarında inşa edilen ve derinleşerek, incelerek günümüze kadar gelen kutsallıklar demek daha doğru bir tanımlamadır. Bu anlamda maruz kaldığımız cinsel kırılmanın yarattığı erkeğe ait kadın olmayı yaşamımızın her anında sorgulamalıyız. Sorgulamalarımızı, bir kadın olarak nasıl yaşamalıyım; bedenimin, ruhumun ihtiyaçları nelerdir? Kadın olarak kendi varlığımı gerçekleştirirken, içinde bulunduğum ve her açıdan birbirimizi etkilediğim insanların, toplumun ve yaşam mucizesini yaratan evrenle uyumlu olabilmeyi nasıl sağlayabilirim? Besin zincirindeki çok önemli bir varlık olduğumuzu unutmamalıyız. İnsan olarak ulaştığımız bilimsel teknolojik aşamanın geldiği düzey her şeyi var edebildiği gibi yok etme gücüne de sahiptir. Tam da bu noktada nüfus artışı ve ekonomi çok daha önemli olmaktadır.

Jineoloji bakışıyla belirtmek gerekirse, kadın olarak yaşamımızı her açıdan değiştirme potansiyeline sahip cinsel yaşam ve devamında gelişecek hamilelik, doğum, çocuğun bakımı, yetiştirilmesi sürecinin her açıdan bizim söz-karar hakkımız çerçevesinde gerçekleşmesinin bir gereklilik olduğunu belirtiyoruz. Bu sadece kadının bedensel ve ruhsal durumuyla ilgili bireysel bir istem değildir. Ortaya koyduğumuz ataerkil egemenlikli zihniyet yapılanmasıyla gelişen ve devleşen tekel yapılanmasıyla hem toplumun hem gezegenin tüm potansiyellerini tüketen kapitalist modernitenin durdurulmasını esas alan bir alternatif yapılanmadır. Durumu sadece kadın cinsinin sorunu gibi ele almak ya da öyle göstermek; gezegenimizin ve toplumun karşı karşıya olduğu sorunları bütünsel ele alamamaktan ya da işine geldiği gibi ele almak istemekle ilgilidir. En radikal yapılanma ve mücadele olması ise kadının maruz kaldığı köleleştirilme statüsüne bağlı olarak, en radikal sistem karşıtı hareket olması doğası gereğidir. Ki mevcut kapitalist modernitenin ideologları, iktidar sahipleri bu durumu çok iyi analiz ettikleri için günlük olarak denetimlerindeki medya aracılığı ile süreci yine kendi iktidarlarının rantlarını çoğaltmak amacıyla manipüle etmeye çalışmaktadırlar.

Dikkat edilirse kadın bilincinin hızla geliştiği yerlerde ve aynı paralelde geliştirilen bir kadına karşı taciz, tecavüz, kürtaj, çocuk sayısı vb. gündemler almış başını gidiyor. Yine en çok konuşan “koca babalar” olmakta ve en çok bir şantaj gibi kullanılan da “toplumun sürmesi” paketi olmaktadır. O halde tersten bir soruda biz soralım: Bu hızla artmaya devam eden bir nüfus ve diğer taraftan hızla tüketilen doğal kaynaklar, küresel ısınma, delinen ozon tabakası, kirletilen-kullanılamaz hale gelen doğal kaynaklar…gerçekliği karşısında; egemenlerin her zaman bir ikili olarak ele aldığı kadındoğa durumunun bu pervasız tüketimi taşıma kapasitesi ne kadardır? Her insan biraz empati yapabilir, böyle çığırından çıkarılmış bir cinselliği( çocuk istismarı, ensest, günlük olarak en çok da “aşık, koca” cinayetlerine kurban giden onlarca kadın konusunun yarattığı çürüme) toplum ne kadar kaldırabilir? Her geçen gün artan nüfusa karşılık kaç çocuğun sağlıklı yaşam, bakım, eğitim, iş vb. koşulları bulunuyor ya da “en az 3 çocuk” diyen faşist zihniyetli iktidar sahipleri bu imkanları kaç çocuk için yaratıyor? Kendilerinin yaşam kalitesiyle sıradan bir bireyin yaşam kalitesi arasındaki farkı kim hesaplıyor? Her yıl yetersiz beslenme, bakım, hastalık vb. sebeplerle ölenlerin ekonomik durumlarını ortay koyan kaç araştırma var? Bu araştırmanın sonuçlarını düzeltmek amacıyla hükümet programına alan kaç iktidar var? Devletli erkanın maaşları ne kadardır ve kaç saatte yeni zam kararları çıkar? İşçi, memur vb. kul vatandaşların maaşları ne kadardır ve kaç günler boyunca yeni zam (hangi yüzdeyle) kararları çıkar? Soruları sayfalar boyunca uzatmak mümkün; son beş bin yıl boyunca biriken o kadar eşitsizlik var ki… Sadece biraz düşünmek gerekiyor. Düşününce, kadının kendine ait olmasının kişisel bir durum olmadığı anlaşılacaktır. Feminist literatürdeki o çok güzel “kişisel olan politiktir” belirmesinde olduğu gibi konu kişisel değil, her açıdan politik ve ahlakidir. Kadının kendi bedeni üzerinde söz-karar sahibi olması nüfus ve ekonomi alanlarını doğrudan ilgilendiren temel bir politik, ahlaki yapılanma konusudur. Kadının kişisel ve “özel ev” konumunda temel politik değişiklikler olmadan, sistemsel değişikliklerde gerçekleşemez. Çünkü kişisel alanda yaşanan değişiklikler kamusal alandaki değişiklikleri ortaya çıkarmış ve kamusal alandaki sistemsel değişiklikler toplum yapılanmasını değiştirmiştir. Genel anlamda “özel ev” algısı ve yapılanması radikal bir değişimi, demokratik bir yapılanmayı yaşamadan; “genel ev” algısı ve yapılanması da aynı paralelde varlığını sürdürecektir. Bu alanlardaki politik tutumun değişmesi, yenilenmesi ise doğrudan sistemin yapısını değiştirme potansiyelini taşımaktadır.

Konu çok önemlidir. Birkaç tartışma, yazı vb. ile sonuçlandırılacak bir konu değildir. Jineoloji gibi literatüre de yeni giren alternatif bir bilimin ise geçmiş mirasını da gözeterek belirtebiliriz ki daha kat edeceğimiz uzun bir yolumuz var. Ancak kadın olarak son iki yüz yıl boyunca kat ettiğimiz mesafeleri ve kazanımlarımızı ele aldığımız zaman doğru yolda ilerlediğimizi görmekteyiz. Kadın olarak özgürlük yolculuğumuzun çok açık engelleri, tehlikeleri var.

Birincisi ağır bedeller ödeyerek elde ettiğimiz kürtaj, çocuk sayısı üzerinden tartıştırılan kadın bedeni algısı ve bağlı olarak gelişen nüfus ile doğrudan kadının kamusal alandaki konumu başta olmak üzere kazanımlarımızı her açıdan yeniden kendi kontrollerine almak isteyen yaklaşımlar söz konusudur. Kadın bir kez daha gerisin geriye siyaset, ekonomi gibi kamusal alanın merkezlerinden çıkarılmak isteniyor. Bu konuda özellikle AKP’li devletin çocuk sayısı, kürtaj etrafında geliştirdiği tartışmalar ve başlattığı sürecin çok ciddi bir yönelim olduğunu görmek gerekmektedir. Her gün yaşanan taciz, tecavüz, öldürme olaylarında gittikçe yükselen rakamlar bunun somut göstergesidir. AKP devleti “ ya en az 3 çocukla irademe tabi olursun ya da her gün artan sayıda öldürülürsünüz” demektedir.

İkincisi ise her an maruz kaldığımız bu yıldırma, korkutma politikalarının bizi mücadelesiz bırakmasına izin vermemeliyiz. Çünkü gerçek anlamda her an karşılaştığımız durumlar beraberinde büyük bir psikolojik savaş ortamı yaratıyor. Ki, öncelikle yaratılmak istenen durumlardan biri de budur. Günlük olarak taciz, tecavüz ve öldürmelerle yeniden bir kamusal alan korkusu yaratılmak isteniyor. Evet, her an maruz kaldığımız bu politikaların bizi pasif, mücadelesiz bırakmasına izin vermemeliyiz. Tam tersine yaratılmak istenen korkunun üzerine gidebilmeli, mücadelemizi geliştirebilmeliyiz. Bedeli çok ağır, her gün yaşanan onca kadın kırımı var. Bedeli ne olursa olsun, kararlı olmalıyız; başkasına ait olarak yaşamanın bir anlamı yok ve dayatılan anlamsız yaşamı kabul etmemeliyiz.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.