Düşünce ve Kuram Dergisi

Jineolojiden Çok Sesliliğe: “İnsan Her Zaman Öznedir”

Halide Türkoğlu

Erkeğin korkuları, onu doğayı bilmeye itti. Ama onu bilmek yetmezdi doğayı itaatine almak ve kaderini yorumlamak gerekirdi. Çünkü kadın hem doğa hem de bilgeydi!

Eril sistemin tahakkümü altında olan bilime karşıt olma bir düşünsel alternatif yöntemi içerir, ancak bilime karşıt olma evrensel boşluğu tikel olana –erkekliğebırakma eğilimi taşır. Hâlbuki bilim kadının yabancı olduğu bir alan değil, kadının bu bilime –bilme ye yabancılaştı(rıl)dığı ve kendisini(n) Öteki gördüğü/gösterildiği bir alandır. Bilimsel söylem, bilimsel pratiğin bütününü anlamlandıran bir eylem olmamıştır. Bilimsel söylemde hesaba katılmayanlar o bilimin cinsiyetini, kimliğini, sınıfını ve ideolojisini bize gösterir. Modern bilimin eril söylemini sarmaşıklaştıran tutumlardan biri, bu alanın erkekler tarafından görülen bir alan olması ve bu alandan kadınların sürgün edilmesinin tarihi yatmaktadır.

Bilimin cinsiyetçiliği epistemolojinin konularından biridir. Öncelikle bilimin dogmatikleşme zırhı yani “bilim işte budur!” mantığı ile “nesnellik” ve “akıl” gibi kavramlarla sarsılmaz güçte kaleler üretmesi, bilimin de sorgulanabileceği noktasında insanı çelişkilere götürmüştür. İlk kez her cemaat gibi ya da kendi içindeki cemaatler gibi bu cemaatlerin de “erkek cemaati” olduğunu söyleyenler feministler olmuştur. Ancak bu görüş ilk etapta yalnızca feministler arasında yankı bulmuştur. Ne zamanki bilim cemaatinin içinden, bilim insanları tarafından “bilimin eril bir proje” olduğu söylenince, bilimin cinsiyeti de epistemolojik bir düzeye yükselmiştir. Bu bilim insanlarından biri de Fox Keller’dir. Bilimin erilliği üzerine çıkış noktasını şu sorularla gerekleştirir: “bilimin doğası erillik fikrine ne kadar bağlı, başka türlü olsaydı nasıl olurdu?” Çok basit ama yerinde bir çıkış sorusuyla, ön açıcı bir soru sormuştur Keller. Eğer kültürel anlamda kadın doğulmuyor, KADIN OLUNUYORSA; erkek de aynı şekilde kültürlerle ERKEK OLUYOR! Bu şekilde bilimin de toplumsal cinsiyet belirlemesinde etkilenmesi güçlüdür. Fox Keller, bilimin basitçe “eril bir proje” olduğu ve reddedilmesi gerektiği fikrine karşı çıkar. Aynı şekilde “dişil bilim” kavramını da yanlış bulur. Bunların yerine: “bilimin eril bir proje olmaktan çıkartılıp insani bir proje olarak yine bilimin içindekilerce düzeltilmesi ve duygusal emek ile düşünsel emek arasındaki, bilimin erkeklere tahsis edilmiş bir alan olarak görülmesindeki iş bölümümün reddedilmesi” görüşünü savunur.

Feminist felsefeciler ve kuramcılar bilim noktasında zengin bir eleştiri sunmuşlardır. Feminist mirasın sosyal bilimler eleştirisi, sosyal bilimlere feminist metodolojinin yerleşmesini sağlamıştır. Modern bilimde sosyal bilimlerin parçalı oluşu ve bütünsellikten kopuşu feminist metodolojinin de feminizmi hesaba katabilenler arasında nüfus edebilmesine neden olmuştur. Bütünlüklü bir bilime dönüşememiştir. Bu yalnızca sosyal bilimlerin küçük parçalara ayrıştırma sorunu ile ilgili bir mesele değildir. Feminizmin batı merkezli aydınlanmanın etkisi altında kalması ile eril bilim karşısındaki sınavı söz konusudur. Bununla birlikte çatışan birçok feminist yaklaşım ortaya çıkmıştır. Hareket noktasında Reformist yaklaşımı sistem içinde entegre olmaya, kavramsallıktan toplumsallığa geçişi zorlanmasına neden olmuştur. Abdullah Öcalan “özgürlük Sosyolojisi” adlı kitabında feminizmi en eski sömürgenin başkaldırışı olarak ifade etmektedir. Feminizm ile ilgili şu sözlerle devam eder:

“Feminizm kavramı Türkçesiyle kadıncılık hareketi anlamında kadın sorununu tam nitelemekten uzak olup, karşıtı erkekçilik olarak tasarlandığından daha da kısırlığa götürebilir. Sanki sadece egemen erkeğin ezilen kadınıymış gibi bir anlamı yansıtmaktadır. Hâlbuki kadın gerçekliği daha kapsamlıdır. Cinsiyetin ötesinde kapsamlı ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir. Eğer sömürgecilik kavramını ülke ve ulus bazından çıkarıp insan gruplarına indirgersek, kadının konumunu rahatlıkla en eski sömürge olarak tanımlayabiliriz. Gerçekten ruh ve beden olarak hiçbir toplumsal olgu kadın kadar sömürgeciliği tanımamıştır. Kadının sınırları kolay belirlenemeyen bir sömürge statüsünde tutulduğu anlaşılmak durumundadır”

Feminizm, bilim alanında çağrılma/adlandırılma yönüyle de marjinal kalabilecek anlama denk düşmektedir. Feminizm kavramı yerine bilim alanında jineoloji (kadın bilimi) daha bütünlüklü bir çalışma alanının sunulmasında daha etkin olacaktır. Feminizmin kavramsal çerçevesinin sınırlı olması, kadın ve yaşam felsefesini oluşturmamızda bir takım sorunsallıkları da barındırması kavramın anlam ve biçiminden “kadın ve yaşam söylemini” oturtmamızda daha en başından sorunlu durmaktadır. Eğer ki bir hakikat felsefesi söz konusuysa, sonuç ötürü bu hakikat kapsayıcı ve bütünsel olmalıdır. Bu yönüyle feminizm zengin bir sorgulama biçimi ancak herkes için midir sorusunun cevabı şu an muğlaktır! Jineoloji kavramının anlam ve biçim olarak, “kadın-yaşam” bilimi ekseninde “herkesi hesaba katması” kavramın anlamıyla içkindir. Feminizmin yaşam felsefesi ve bilimi cephesin de verdiği mücadele yönteminin ve çalışmanın zenginliği ne olursa olsun toplumsallaşması eksik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihin bilgi-iktidar ilişkisinde kadın; görünmeyen, inkar edilen, sömürülen, özne konumundan silinen bir varlık olarak tezahür edilmiştir. Bilgi-iktidar ilişkisi, söylemin pratiği nasıl şekillendirdiği ile ilgilidir. Bilgiiktidar, kadının beden ve ruh olarak denetim altında tutulması ve denetiminin toplumsal içselleştirilmesidir.

Kadın sahsında toplum ve doğaya tabii tutulan bu denetim mekanizması, bilimde söylemin pratiğine yansımaktadır. Peki, biz kadınlar kendi hakikatimizi nasıl özgürleştireceğiz ya da eril bilime karşı nasıl bir stratejik bilim geliştireceğiz?

Kavramsal analizlerin eril zihniyette neye tezahür ettiğini, söylemlerin hangi ideolojiyi kapsadığını iyice analiz edebiliriz. Ancak bilim içinde ve diğer siyasal, ekonomik; kültürel ve toplumsal alanlarda eril zihniyeti olumsuzlarken ya da onu bir gösterge olarak görürken, kadının simgesini, özgünlüğünü kavramsallaştıramadan toplumsal cinsiyet eşitliğini her alanda gerçekleştirmeye çalışmamız da sorunlu bir alan olarak devam edecektir. Toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmenin en önemli adımı: kadının kendi adını koyabilmesi yani kendi hakikatini araştırma, tanımlama ve kavramsallaştırmasıdır. Kadın bilimi bu yönüyle feminist çalışmalarını toparlayan ve eril bilimci ideolojinin denetimini sorgulayan, -bir bilim olması gerçekliğihem sosyal bilimlerin hem de doğa bilimlerinin önünü açan bir bilim çalışmasıdır. Kadının kendi tarihini ve hakikatini araştırmasıyla eşitlikçi bir anlayışı ve dönüşümü bilime yerleştirmemiz mümkündür. Kadının hakikatini bilmeden insanın hakikati eksik bir olgudur. Bu yüzden eril bilime karşı kadın bilimini geliştirmek, “nesnellik” –“öznellik” ve “akıl-duyusal” bir senteze yani dıştalayıcı olmayan bir bütüne kavuşmamız mümkündür. Bilimsel söylemin erilliğine dair bir analiz ve kadının neden erkeğin ben söylemi yerine kendi söylemini kurması gerektiğini iki görüşle sunmak istiyorum. Bu ikili bir aşamadır aynı zamanda: 1.Söylemsel analiz ve 2. kadının kendi hakikatini bulma çabası!

  1. Bilimin söylemsel “nesnelliği” erkekliğin arzularıyla içkindir. Buna en güzel örnek Emily Martin’in analizleridir. Bilimsel yöntem ve kuramların yorumlamasında, bilimin toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkilendirilmesini vurgular. Bilimsel masalın “döllenme ilişkisi”nde sperm ve yumurta fantasması/anlatımı çarpıcı bir şekilde toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkilenmiştir: Yumurta uyuyan güzeldir. Sperm ise bir kahraman ve çetin bir mücadele ile yumurtayı fetheden bir erkektir. Öylece pasif duran, uyuyan güzeli ele geçiren ve döllenmenin yani yaşamın aktif öğesi olarak sperm öne çıkartılır. Bu bilimsel masalda cinsel ve duygusal arzunun kimliği söylemin kendisidir. Bu bilimsel pratiğin söylemi şu şekilde de yorumlanabilirdi belki de: “binlerce spermin mücadelesiyle yumurtanın binlerce sperm arasında tercih yapma durumu”nun söz konusu olabileceği! Ancak erkek aklının/arzunun böyle bir yorumlama alternatifi olmayışı; düşündürücü ve sorgulayıcı bir durumdur. Yumurtanın yani dişil öğenin aktif olması spermler(eril) arasında tercih hakkını kullanmış olduğu gerçeği, içselleşmiş kültürel kodlamalar yönüyle de bilim insanlarının söyleminde meşru görülmemektedir. Döllenmenin kavramsallaştırmada dilsel erilliği bir yana, pratikte sperm yumurta ilişkisi bir gerçeklik olduğu kadar bu gerçekliğin yorumlanışı, söyleme dökülmesi erildir.

Kadının kendi hakikatini arama çabası da hem zor hem de bir labirentte kaybolma durumu gibidir:

  1. Feminist bir felsefeci olan Luce İrigaray erkeğin kendi ego’sunu dünyaya yansıttığını, böylelikle de Dünyanın, erkeğin her nereye bakarsa baksın kendi yansımasını görmesini olanaklı kılan bir ayna haline geldiğini ileri sürer. Erkeğin erkekle konuştuğu “tekmantıklı” ve “tek-cinsiyetli” bir kültür söz konusudur. Kadın erkeğin “ben” söylemi yerine, kendi “ben” söylemini kendince nasıl kurabilir? Erkeğin toplumsallığı, dışlama üzerine kurulmuş bir düzendir. Bir kenara atılan hep doğa’dır. Toplumsal, erkeğin ölüm ve ölümlülük korkularına karşı oluşturulur. Bu süreçte doğumun dolayısıyla geçiciliğin ve ölümün canlı bir anımsatıcısı olan, kendisine “doğanın imgesi” gözüyle bakılan yalnız ve yalnız kadındır. Bunu doğa bilimlerinde doğaya karşı eril bakışın -fethedilmesi ve kontrol altına alınması gereken bir nesnehâkimiyetinde tüm bilim alanlarında toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel çalışmalara yansıdığını görmekteyiz.

Söylemsel analizler kadar kadının kendi gerçekliğini bulma çabası da yoğun bir felsefi araştırma alanıdır. Çünkü Kadının kendisini görebileceği bir ayna yoktur, her şey eril bir yansımadır. Bu yüzden kadının kendini görebileceği ve gerçekliğine kavuşabileceği bir imgeye ihtiyacı vardır. Ancak bu Dünya düzeninde erkek bir örtü gibi her şeyi örtmüştür, kadın karanlıktadır. Kadın kendi gerçekliğini görecek ışığı henüz bulamamıştır. Bu yüzden kadının kendi ışığına, gerçekliğine kavuşabilmesi için onun hakikatini araştıracak, özgünlüğünde bir bilime ihtiyaç vardır. Bu alan oluşturulmadan toplumsal cinsiyet eşitliği tartışmalardan yönünü ve toplumsallığını bulamayacaktır.

Eril sistemde erilleşen ve üretilen kurumların evrensellik ilkesi tikel bir söylem olmasına rağmen nesnellik ile evrensel boşluğu hakimiyeti altına almaktadır. Yalnızca reformist çabalarla bile olsa günümüzde “nesnellik durumu” sarsılmakta, alternatif direnç gösteren söylemler ve hareketler her alanda kendisini göstermektedir. Nesnenin bilgisine vakıf olmakla insani kaygılar iç içe geçmedikçe her bilim dıştalayıcı ve tekçidir. Bu yüzden bilimin çok sesliliğe ihtiyacı vardır! Eril söylemin analizini yapmak, olumsuzlamak ve yöntemle elde edilen kavramsal gerçeklik sistemin karşıtını gösterse de kadın kimliğini oluşturacak ve onun şahsında toplumsal eşitliği barındıracak çok sesli bir bilim, her alana nüfus edecek bir bilimdir.

Bilim yalnızca erkeğin alanı değildir, kadından çalınan bilginin kendisidir. Bilimin mekanı kadının koptuğu gerçekliğin mekanı, başkaldırışın ve sürgünün başka bir örtüsüdür. Toplumsal cinsiyet rolleriyle günümüzde de içselleştirilmiş rollerin kadın üzerinde yaratığı model, kadının bilim alanına nüfus etmesini engellemektedir. Neolitik çağda kadın bilgisini doğayla iç içe geçirirken, erkeğin sistemleştiği kurumların erilleşmesiyle doğayla içice yaşayan bilgin ve şifacı kadınlar cadı kazanlarında yakılmıştır. Kadınlar eve kapatılarak, örtünerek ve bedenlerine yabancılaşarak doğayla buluşma alışkanlığı unutturulmak istenmiştir. Yine egemen bilim tarihinde yer alan kadın sayısı az olmasına rağmen yazılmayan bilim kadınlarının tarihi de mevcuttur. Günümüzdeyse çeşitli akademik alanlarda kadınlar yer almakta ancak bu alanda hâkimiyetleri engellenmektedir. “Erkekleşen bilim kadınları” ve “marjinal gösterilen bilim kadınları” diye ikili, karşıt ve çatışan bir kadın akademisyen alanı söz konusudur. Erkekler bu alanın sözcülüğüne devam etmektedir. Kadının gerçekliği ise bilim alanında kendi gölgesinden korkan bir gerçeklik olmaktan ileriye gidememektedir.

İnsanın “nesne”nin bilgisine hakim olma arzusu ideolojik bir tavır sergilemektedir. Bilimin ideolojik olması kişinin ideolojik kurumlarla içkinliği ve bu sistemin içinde özne olmasıdır. 5000 yıllık erkek egemen sistemin sürdürücülüğünü toplumsal, politik ve kültürel alanda ideolojik biricik öznesi insan nihayetinde sürdürmüştür. Bu oluşum sürecinde kadın ve erkeğin rolleri bilim alanında dualist / zıtlıklarla özne görevi görmüştür. Kadınların bilim alanında pasif kalması dahi bir özne konumuyla ilgili refleks gösteren bir tutumdur. Louis Althusser’e göre bütün ideolojiler diğer ideolojilere göre farklılıklar gösterse de bir özne inşa eder. Madde olarak birey her zaman ve çoktan ideolojinin bir öznesidir. Bireyin bir özneye dönüşmesi her zaman ve çoktan olmuştur; bizim kim olduğumuza dair fikrimiz ideoloji tarafından bize sunulmaktadır. Kadının da bilim karşısında suskunluğu eril iktidar ideolojiye karşı gelişen bir tavırdır. Binlerce yıl iki cinsin içselleştirilmiş eril ideolojisidir. Adına kırgınlık, küskünlük, kırılma, kovulma; kaçma, aşağılanma ya da ağlama denebilir. Ama nihayetinde vardığımız sonuç eril ideolojinin kontrolünde kadının özne itibariyle yanlış kabullenmesidir.

Her eylem sonsuz bir oluşun parçasıdır. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler de yalnızca statik değil, dinamik bir oluş serüveninin içindedir. Bu yüzden yaşamı bir söylem üzerinden, egemen bir dil ve belli bir özneyle açıklamaya çalışmak ya da bunu “hakikat” diye değerlendirmek varlığı anlamamak demektir. Varlığı çağırmak/adlandırmak ve varlığın anlatımı yaşadığımız bu dünya düzenini/kaosunu bilimin hesaba katmadıklarıyla yakından ilgisi olan varlıkları kapsamaktadır. Sonsuz farklılıkları barındıran yaşam/ oluş, egemen bilim anlayışında donuk bir resim gibidir. Belirgin tek bir yüzü ve kimliği ile arkasına yansıyan sonsuz karanlıkta ise çığlık çığlığa koşan farklılıkların sesleri yükselmektedir. Bu bir “kaos”tur aynı zamanda oluşun içinde. “Kaos” eril düzen içinde iktidarın baş edemediği hükmünden kaçan, kırılan, isyan eden varlıkların direnişidir. Varlık-yokluk tartışmaları gibi madde ve idea tartışmaları felsefe dünyasının “bir varmış bir yokmuş” gibi süre giden eril savaşlarının bir sonucudur. Özlem duyulan, uğruna mücadele verilen kavramlar yani idealar birer nostalji anı gibidir.

M.Ö 2000 diye başlatılan İnsan/erkek tarihinde, yaşanmışlığı ile deneyimi saklanmış; yok sayılmış, tarihten koparılan Ana-Kadın Tanrıça döneminin gerçekliği eksik kalmıştır. “eşitlik, özgürlük, adalet…vb” kavramlar bu yüzden idealar olarak bedenler üzerinde bir ütopya olarak şekillenmiştir. Bedenler durmadan ideaları arar ve bu ideaların peşinde ona kavuşmak için mücadeleler üretir. Çünkü derin bir eksiklik vardır, durmadan kendini iktidarla yüz yüze bulurken anımsanan bir gerçeklik: Tarih EKSİKTİR! Bilim ERİLDİR, her şey TEKTİR! Toplumsallığın karşısında kendini devasal bir YALNIZLIK ve EGO gösterir. 21.yy ‘da eril toplumsallık “dışlama kültürü” ile bedenler üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaktadır. Ancak hangi yöntemleri kullanırsa kullansın “bedenler” aynılaşmaya karşı farklılıklar üzerinden toplumsallaşma talebiyle, “idea”larıyla isyanda!

Var olan tüm sesleri içinde barındıracak kadının geçekliğinde eşitlikçi, çok sesli ve insani noktada başkaldırışın ruhuna sahip teorilerin ve bilimsel pratiklerin çeşitli tartışmasını barındıracak bir bilime ihtiyacımız var. Jineoloji tartışmaları yeni bir bilim perspektifine ihtiyaç duymanın alanıdır. İnanıyorum ki jineoloji çok sesliliğin, özne ve nesnenin hakikatle buluşmasının yani bir bilimin toplumsallığı olacaktır. İlk kölenin, ezilenin, sınıfın ve ulusun özgür olma alanı tüm çeşitliliğin hakikate büründüğü bir alandır. “Çokluk”la yaşayabilmek AŞKTIR VE DOĞADIR, “Öteki” ise NEFRETTİR!

 

 Yararlanılan Kaynaklar

  1. Fox Keller, Toplumsal Cinsiyet ve Bilim üzerine Düşünceler
  2. Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm
  3. Louis Althusser, İdeoloji Ve Devletin İdeolojik Aygıtları
  4. Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi 01.09.2012-28.11.2012
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.