Düşünce ve Kuram Dergisi

Öz Savunma Özgür Kimliğin Temel İlkesidir

Zeynep Yeşil

Ahlaki ve manevi olarak derin bir çöküntünün yaşandığı dünyamızda ve yaşamla ilgili ne varsa kadın şahsında kapitalist modernite tarafından katliamlarla karşı karşıya bırakırken Öz Savunma stratejisinin üzerinde durmak ve yeniden tanımlamak hayati önem taşımaktadır. Tüm devletlerin ve emperyalist güçlerin topyekûn imha araçlarıyla insanlığı tehdit ettiği ve direniş geleneğini (iradesini) esir alıp ortadan kaldırmak istediği bir süreçte; Kapitalist sistem, kendisine alternatif tüm güçleri terör adı altında ve farklı gerekçelerle tecrit ederek etkisiz kılma arayışları içersindedir. Kapitalist modernite güçlerinin, özelde kadına, genelde de halklara dönük çabası, bu kesimlerin Öz Savunma imkânlarını sınırlandırarak, ellerinden almaya dönük yoğun bir saldırı geliştirmektedir. Böylelikle sistem, kapitalist moderniteye alternatif tüm güçleri ehlileştirip köleliği kabul ettiren bir noktaya getirme çabasındadır. Kapitalist Modernite güçleri çok iyi bilmektedir ki, toplumu köleleştirebilmesi için öncelikle kadını ele geçirip köleleştirmesi gerekiyor. Bu yüzden şunu rahatlıkla belirtebiliriz ki, toplumda kadın, sistemin saldırılarıyla en çok karşı karşıya kalan kesimidir. Kadına karşı geliştirilen binlerce oyun ve hile politikaları ile kadın, direniş mekanizmalarından uzaklaştırılıp tecrit edilmek istenirken aynı zamanda egemen sistem kendi politikasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Böylelikle kadın hiçbir reflekse ve güce sahip olmayan bir şahsiyet konumuna getirilir. Bu politikaların sonucu kölelik toplumun tüm hücrelerinde dağılıp hâkim olmaktadır. Böylelikle boyun eğmek, korku ve teslimiyet yaşamın bir paçası haline getirilmektedir. Bunun sonucunda toplumun demokratik, ahlaki ve özgürlük değerlerinden an be an uzaklaşması kaçınılmaz olur. Bu şekilde toplumlar tıpkı bir sürü gibi kapitalist güçler ve egemenlerin irade ve istekleriyle yönlendirilir bir pozisyona getirilmektedir. Bu yüzden, toplumun kadın şahsında maruz kaldığı bu bombardımandan kurtulabilmesi için, sorunun tarihi boyutlarının ele alınıp doğru analizi yapılarak üzerinde durulması Öz Savunma bilincinin geliştirilmesi ve bu bilincin günümüz için önemi ve gerekliliğinin farkında olmamız hayati önemdedir

İnsanlık tarafından kaybedilmiş değerlerin güçlü bir perspektifle yeniden kazanılması ve değerlendirilebilmesi için toplumun tüm kesimlerinin ve kadının bugün yaşadığı sorunların doğru tespit edilebilmesi için, ne zaman nerede ve nasıl kaybettiğini bilince çıkartabilmemiz gerek. Böyle yapmadığımız takdirde hem hakikate ulaşma arayışlarımızın eksik kalması, hem de sorunları gidermekteki çabalarımızın yüzeysel ve yetersiz kalarak ortaya koyulan çözümlerin kısa vadeli ve yüzeysel olması kaçınılmaz olacaktır.

Bu gün ulaştığımız tüm arkeolojik bulgular bize, ilk toplumsallaşmanın kadının etrafında oluştuğunu ispatlamaktadır. Toplumsallaşma, insanlığın doğanın zorlayan koşullarına karşı kendini koruyabilmesi ve ortak yaşam koşullarının gelişmesini sağlayan büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ortak yaşam koşulları insanlığın doğada yaşayan diğer tüm varlıklardan daha farklı bir güce ve yaratıcılığa sahip olmasına neden olarak her türlü zorluğa karşı direnebilme gücünü açığa çıkarmıştır. Toplumsallaşmada her bireyin katılımının her zaman iki boyutu olmuştur.

İnsan, toplumun tarihi mirası ve tecrübesinden faydalandığı kadar aynı zamanda duygusal ve analitik zeka yoluyla yeni bir bilinç ve tecrübeye de sahip olmaktadır. Bu bakımdan toplumsallaşmanın insanlığın tarihi açısından kendini her türlü tehlikeye karşı koruyabilmesi ve sürdürebilmesi açısından tanrısal bir güç düzeyinde rol oynadığını söylemek abartı olmayacaktır.

Kadın etrafından şekillenen ve gelişen toplumsallaşmanın düşünce tarzı animist düşünce tarzıdır. Bu da şu anlama geliyor ki; her şey insan ile özdeş olarak ele alınıyordu. Yani insan nasıl bir ruha sahipse ve canlıysa doğada varolan her şeyin de bir ruhu olduğu ve canlı olduğuna inanılırdı. Bu esasa dayanarak insanın ilişkide olduğu ve faydalandığı tüm varlıkları insanlar kendi akrabaları olarak görüp bu varlıkları kutsamaktadırlar. Böylelikle Totem toplumun ortak ve eşit yaşam sembolü olmaktadır. Toteme gösterilen bu saygı ve ortak yaşam arayışı, klanın eşit ve beraber hareket etmesini ve tüm klan üyelerinin birbirine saygı göstermesini sağlamıştır. Bu manevi güç, klanın kendi içinde birliğini sağlarken dış saldırılara karşı ortak mücadele etmeyi de beraberinde getirmiştir. Klanda öne çıkan toplumsal kimlik ve ortak yaşam gücü, klanın birçok olumsuzluktan kendisini korumasını sağlamıştır. Çünkü bu ortak kimlik tüm klan üyeleri içerisinde manevi bir güç ortaya çıkartıp tüm olumsuzluklara karşı mücadele etmek için büyük bir inanç geliştirmiştir. Aynı zamanda tüm bu belirttiğimiz şeylerin yanı sıra toplumun savunulması için kadın tarafından birçok ahlaki kurallar da belirlenmiştir. Örneğin cinsel ilişkiler kadın tarafından sınırlandırılmıştır. Kadın çocukların maddi ve manevi sorumluluklarını üstlendiği için de bu konuda karar hakkına sahiptir.

Bu dönemde yaşanan bir diğer tabu ise, yemek tabusudur. Yaşamın sürekliliğinin sağlanabilmesi için insanların faydalandığı bitki ve hayvanlar korunuyordu. O dönemde hayvanların yavrularının öldürülmeleri, aynı zamanda daha olgunlaşmamış meyvelerin kopartılması yasaklanmaktadır. Bu kurallar aynı zamanda doğada gelişebilecek kıtlık riskine karşı ve gereksiz tüketime karşı da tedbir olarak geliştiriliyordu. Bunun yanı sıra insanlığın yaşamını sürdürebilmesi için birçok araç ve alet de bu dönemde geliştirilmiştir. Geliştirdikleri bu araçlar sayesinde insanlar kendilerini doğaya karşı ve olumsuzluklara karşı koruyabiliyor aynı zamanda da beslenebiliyorlardı. Bu bakımdan, o dönemde toplumun sahip olduğu özgür düşünce, insanlığın gelişimi için büyük devrimsel nitelik taşıyan ve hiçbir çağda örneği olmayan birçok gelişmenin ortaya çıkmasını sağlamıştır demek bir abartı olmayacaktır. Bu dönemde gerçekleştirilen tarım devrimi, ateşin icat edilmesi, dil ve yazı devrimi ve daha birçok devrim niteliği taşıyan icat, diyebiliriz ki insanlık tarihinin en yaratıcı devrimlerindendir. Binlerce yıl süren toplumsallaşma, insanın ilk duygu, düşünce ve zihniyet hücresinin oluşmasını sağladı. O dönemde yaşanmış bu gelişmeler günümüzde de insanlığın bu miras üzerinden kendisini yaşatmasına neden olmuştur. Her ne kadar Sümer rahiplerinin inkar politikaları bu yaratımları kendileriyle başlatmayı iddia etseler de, tüm arkeolojik bulgular ve tarihi eserlerde ortaya çıkan kanıtlar bize göstermektedir ki M.Ö 12.000 yıl önce bir anacıl toplum varolmuştur. M.Ö 4000 yıllarında bazı rahip ve zanaatkar kesimlerin üretim araçlarına ve artı ürüne el koymasının ardından tedricen Anacıl topluma ait tüm değerlere el konulmuştur. O dönemde rahipler tarafından ilk sömürü, zihniyet sömürüsü olarak geliştirilmiştir. Sümer rahipleri, insanlığın zihniyetini mitolojiler yoluyla ele geçirmeye çalışmışlardır. Rahipler kendilerini, tanrı ve insanlar arasında bir köprü veya aracı gibi göstermektedirler. Bu durum insan iradesinin kırılması ve direniş ruhundan tecrit edilmesinin yaşanmasına dönük bir ilk adım niteliğini taşımaktadır. Ayrıca şunu açıkça belirtebiliriz ki, o dönemde insan zihninin işgal edilmesi insanın köleliği bir tanrı emri olarak kabul etmesini sağlamıştır.

Yine insanda yaşanan duygusal zeka ile analitik zekanın ayrışması bu sürece denk düşmektedir. Çünkü bu süreçte bir kesim insan egemen olurken bir kesim insan da köle olmuştur. Bir kesim ruhu temsil ederken bir kesimde nesneyi temsil etmiştir. Bu dönemde yaşanan bir diğer çelişki de yeni yeni oluşan sınıflaşmada rahipler, daha fazla iktidar ve artı ürün ele geçirilebilmek için birçok kurnazlık, hile ve komploya dayalı büyük savaşlar yürütmüşlerdir. Sümer, Babil ve Yunan mitolojileri, kadına karşı ne kadar yoğun bir şekilde zor ve şiddetin kullanıldığını çok açık gözler önüne sermektedir. Tanrı Enki ve Tanrıça İnanna arasında doğal topluma ait değerler üzerine yaşanan mücadelede kadın tarafından erkek egemen sisteme karşı nasıl bir direniş sergilendiğini ortaya koymaktadır. Tanrı Enki tanrıçalara karşı savaşı geliştiren ilk tanrı olarak, doğal topluma ait 104 Me’yi (doğal topluma ait değerler) tüm tanrıların ortak kararıyla çalarak kendi şehri Eridu’ya götürmüştür. Ancak Tanrıça İnanna bu şehre giderek kendisine ait olan 104 değerini geri alarak kendi şehri Uruk’a dönmüştür. Bunun sonucunda tanrılar meclisi Tanrıça İnanna’ya karşı çok büyük bir saldırı geliştirerek onu tanrılar panteonundan atmıştır. Aynı dönemde Babil mitolojisinde Tanrı Marduk ile annesi Tanrıça Tiamat arasında geçen mücadelede de bu gerçekliği yansıtmaktadır. Marduk doğal topluma ait değerleri ele geçirmek için annesine karşı tüm silahları kullanarak saldırır. Hançeri annesinin yüreğine saplayarak doğal topluma ait sembol ve değerlere el koyar. Çok açık görülmektedir ki cinsiyetçi toplumun, insanlığa dayattığı kölelik çok kolay bir şekilde kabul edilmemiştir. Ne yazık ki kadınların ve hala doğal toplumun etkisi altında olan erkeklerin direnişi, insanlığı yüz yüze kaldığı sapmadan kurtarmaya yetmemiştir. Babil mitolojisinde Marduk’un annesini paramparça ederek, her bir parçasını dünyanın dört bir tarafına attığı söylenmektedir. Böylelikle sırtı gökyüzü olurken, karnının yer yüzü olduğu göz yaşlarından ise Dicle ve Fırat nehrinin ortaya çıktığı söylenmektedir. Bu örnek insanlığın nasıl bir şiddetle yüz yüze kaldığını aklı durduran bir şekilde ortaya koymuştur. Aynı zamanda erkeğin geliştirmek istediği kölelik sisteminin ne kadar gözü kara olduğunu ve ne kadar aç gözlü olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanlığın geriye doğru düşüşünün başlangıcı MÖ 4000’li yıllara denk geldiği bu örneklerden anlaşılmaktadır. Kadın en kutsal değerken bu süreçten sonra artık tapınaklara hapsedilmiş ve erkeğe ait bir mülk konumuna düşürülmüştür. Üretim ilişkilerinden koparılmış, bilimden uzaklaştırılarak, kendi yarattığı tüm değerlerle arasına mesafe konulmuştur. Erkek egemen sistem sadece bununla kalmamış hile ve kurnazlık yolu ile kadına ait tüm tarihi inkar edip her şeyin erkekle başladığını iddia etmiştir. Yunan mitolojisi bize bu gerçekliği çok daha net göstermektedir. Tanrı Zeus, Akıl Tanrıçası Metis’in aklına sahip olabilmesi için, onunla evlendikten sonra tanrıça metis’i öldürüp rahminden cenini çıkartıp kendi beynine yerleştirmiştir. Bu örnek ile de görmekteyiz ki erkek, kadına ait tüm değerlere el koyabilmek için ne kadar kötü yöntem varsa kullanmış ve kadının direniş gücü elinden alınarak ruhu ve düşüncesi esir alınmıştır. İnsanlığın özgürlük arayışının ve kendisini tehlikelere karşı koruyabilmesinin ilk yolu olan bilgi, binlerce hile ve oyun ile gözle görülür bir şekilde kadından kopartılmıştır. Yine Adem ile Havva’nın mitolojisinde Havva yasak meyve olan bilgelik meyvesini yedikten sonra günahkar ve suçlu ilan edilmiştir. Çünkü bilgelik ve anlam gücü insanda tahlil etme yeteneği ile birlikte hakikati arama gücü ve direnme gücünü de geliştirmektedir. Burada da açık bir şekilde görülmektedir ki bu alan çok ciddi bir biçimde kadına yasaklanmıştır. Böylelikle zihniyet sömürüsü gerçekleştirilmiş ve bunu geliştirebilmek için bu zihniyete hizmet edecek gerekli tüm kurumlar da oluşturulmuştur. Bu şekilde zigguratlar oluşturulmuştur ki bu zigguratlar aynı zamanda devletin prototipi anlamına da gelmektedir. Zigguratlarda rahipler üst katta kalırken zanaatkarlar ara katta, kadınlar ve işçiler de en alt katta kalmaktadırlar. Bu şekilde toplumda ilk kez sınıflar oluşturulmuştur. Rahipler tanrı ile kul arasında ilişki geliştirirken, zanaatkarlar da orta sınıfı temsil etmektedirler, kadınlar ve işçiler ise en alt tabakayı yani köleliği temsil etmektedirler. İnsanlığın zihniyette yaşadığı sapma kaynağını o zamanlardan almaktadır. Özne ve nesne ayrışması ilk kez o dönemde ortaya çıkmıştır. Rahipler ve zanaatkarlar özne olarak görülürken kadınlar ve işçiler ise nesne olarak ele alınmıştır. Nesne ruhsuz olduğundan o dönemde tüm egemenlik çeşitleri nesne üzerinde etkili olup, özne nesneyi istediği gibi yönlendirebilmektedir. Bu şekilde köleci sistem kendisini açık bir biçimde meşru kılmak istemiştir. Devlet kurulduktan sonra ilk kez şiddet planlı ve örgütlü bir biçimde kendisini kurumlaştırarak ilk ordu Akad’lı Sargon tarafından kurulmuştur. Bu şekilde şiddet yoluyla halklar katledilip, esir alınarak köleleştirilmiştir. Yine İnsanlık tarihinde, maddi ve manevi bir çok katliam bu dönemde gerçekleştirilmiştir. Kurumlaşmış şiddet ideolojisi sadece ordular kurumakla kalmamış, bu şiddet yaşamın bir parçası olmuş ve her şey kendisini bu anlayış üzerinden yapılandırmıştır. Kanunlardan tutalım, insanların kendi aralarındaki ilişkilerine kadar her şey bu esas üzerinden gerçekleştirilmiştir. Şiddet, toplumsal yaşamda temel bir tarz olarak ele alınmış ve en küçük bir problemin çözümünde bile şiddet yöntemi esas alınmıştır. Aile içindeki kölelik geliştirildikçe kadın nesnelleşmiş, kadın nesnelleştiği oranda da toplum günden güne değerini kaybetmiştir. Çünkü kadına karşı kullanılan tüm yöntemler aynı zamanda toplumun kendisini dayandırdığı tüm ahlaki değerlerin ortadan kalkmasını da neden olmaktadır. Her şey daha fazla iktidar ve kar sahibi olabilmek için geliştirilmektedir. Bilinçsiz kadın = cahil kadın= cahil bir nesil bu da = iktidar ve köleliğe hizmet edecek bir ordu şeklinde bir denklem oluşturulmuştur. Kadının bilinç ve siyasete uzak olduğu bir toplumda, asla düşünsel, ruhsal ve fiziki anlamda herhangi bir tepki göstermesi beklenemez. Bu şekilde toplumun karılaştırılması gerçekleştirilmektedir. Kadın nasıl evde erkeğe itaat ediyorsa, toplumda aynı şekilde iktidar ve sermaye sahiplerine itaat etmektedir. Yani kadının iradesinin kırılması kadınla sınırlı kalmayıp, bu yöntem genelde tüm toplumun tüm kesimleri üzerinde uygulanmaktadır. İktidar topluma ya nesne yada özne konumunda olacaksın dayatmasında bulunur. Böylelikle zayıf erkekler nesne konumuna getirilirken, güçlü erkekler özne, zayıf toplumlar ya da uluslar nesneleştirilirken, güçlü toplum ya da uluslar özneleştiriliyorlar. Yine doğu nesneleştirilirken batı özneleştiriliyor. İnsan özneleştirilirken doğa nesneleştiriliyor. Yani cinsiyetçi paradigmanın kadın ve erkeğe dayattığı bu toplumsal roller aynı zamanda tüm toplumsal ilişkilerde kendisini dayatıp kişinin kendisine ve çevresine ilişkin oluşan düşünceleri bu zihniyet etrafında biçimlenmektedir. Bu iktidarcı zihniyet üzerinde gerçekleştiren sistemin bir sonucu olarak tecavüz geleneği de gelişmektedir. İnsanın nesneleştiği bir yerde onun ele geçirilmesi, köleleştirilmesi ve tecavüz edilmesi de mubah olmaktadır. Tecavüzden bahsederken bu sadece fiziki anlamda gerçekleştirilen tecavüz anlamına gelmemektedir. Mademki tecavüzü insan iradesine bir saldırı olarak ele alıyoruz, o zaman bu şu anlama gelmektedir ki insan iradesi tahakküm altına alınarak sömürülmüş ve tekelcilik geliştirilmiştir. Bu şekilde kadın başkasına ait bir mülk konumuna getirilerek tüm haklarından mahrum bırakılmıştır, bu da tecavüz anlamına gelmektedir. Kadına yönelik geliştirilen bu şiddet yöntemi aynı zamanda topluma karşı da kullanılmaktadır. Devlet tarafından sömürgeleştirilmiş bir halkın aynı zamanda tüm toplumsal, kültürel, tarihsel değerlerine el konulması da tecavüz geleneğinin bir parçasıdır. Tecavüz olgusu kişilik üzerinde çok derin tahribatlar yarattığından, tecavüze maruz kalan biri artık savunmasız kalır ve her türlü saldırı ve dayatmaya boyun eğmek durumunda kalır. Bu gün kadına dayatılan durum bu düzeydedir. Kadının kuşatılıp boyun eğmesi garanti altına alınabilmesi için kadının her canlı hücresi erkek tarafından tecavüze uğramaktadır. Böylelikle kadın ruhsuz bir varlık konumuna düşürülmektedir. Artık kadın öyle bir düzeye getirilmiştir ki içinde olduğu durumu tarif bile edemeyecek durumdadır. Korku ve boyun eğme kadının iliklerine kadar işleyip basit bir refleks bile göstermesi engellenmiştir. Sadece bununla da sınırlı kalmayıp kadının sonuna kadar kendisine ve çevresine inançsız olmasını sağlamaktadır.

Yukarıda belirttiklerimizle bağlantılı olarak içinde yaşadığımız kapitalist modernite çağında her zamankinden daha derin bir şekilde kölelik geliştirilmiştir. Yani bu çağa insanlık tarihinde en derin köleliğin geliştirildiği dönemdir diyebiliriz. Çünkü insanlık tarihinde ilk kez insan bu kadar derin bir ahlaki çöküntü ile yüz yüze kalıp, kendi özünden bu kadar uzaklaşmıştır. Kadına ait her şey, meta olarak korkunç bir şekilde alınıp satılmaktadır. Bu aşamadan sonra artık yaşam, kadına karşı bir işkence gibi kullanılmıştır. Kadın bedeni ve dişiliği adeta toplumu avlayıp tuzağa düşürmek için kullanılan bir meta haline getirilmiştir. Kadın bedeninin her parçası insanın güdülerini tahrik etmek için kullanılarak öyle bir düzeye getirilmiştir ki toplumda düşünen tüm insanları felç eden bir pozisyona getirilmiştir. Güdüleri kışkırtılmış toplum, cinsel istekleriyle adeta bir kapana kıstılarak o topluma çok büyük bir ahlaki çöküntü ve manevi boşluk yaşatılmıştır. Tarihte ilk kez insanlık bu kadar düşünsel, ruhsal ve fiziki tecavüzle yüz yüze kalmıştır demek abartı olmayacaktır. Günümüzde yaşanan yoğun kadın intiharları ve kadın cinayetleri bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Kapitalist sistemin gölgesindeki tüm kurumlar kadının öğütüldüğü bir değirmen rolünde değerlendirilebilir.

Aileden tutalım tüm devlet kurumlarına kadar kadına suçlu muamelesi yapılarak her zaman cezalandırılmıştır. Erkek nasıl dışarıda devletin gölgesi oluyorsa evde de kadın erkeğin gölgesi haline getirilmektedir. Bu şekilde kadının önünde iki yol kalmaktadır. Ya erkeğe teslim olup köleliği kabul edecek ya da günlük olarak işkenceye maruz kalıp intihar, öldürülmek ya da psikolojik işkenceyle karşı karşıya kalacak. Devlete ait yargıdan tutalım, güvenliğe kadar tüm kurumları erkek egemen zihniyeti ve cinsiyetçiliği temelinde koruduklarından, kadının önündeki tüm yollar kapatılmaktadır. Geliştirilen bu yaklaşımların sonucunda kadın giderek toplumun hakikatinden uzaklaştırılarak özgürlük ahlakından kopartılıp tüm yaşamsal bağlardan uzaklaştırılmaktadır. Kölelik yaşamın tüm alanlarına nüfuz etmektedir. Bu köleci zihniyet kendisini, her şekilde kadının sesine, zihniyetine, bedenine, davranışlarına, düşüncesine ve mimiklerine kadar yansımasına neden olmaktadır. Böylelikle erkeğin istediği ve cinsiyetçi toplumun biçtiği role uygun bir kadın yaratılmaktadır. Aynı zamanda yaratılan bu kadın tiplemesi için, medya yoluyla çok güçlü bir propaganda yapılmaktadır. Kadın kendisini sattığı ve pazarladığı oranda her kesin kendisine örnek alacağı bir varlık konumuna düşürülerek erkek tarafından önü açılmaktadır. (başbakan, iş kadını, sanatçı vb. olabiliyor). Bugün Türkiye’de bir çok sanatçı, manken, spiker bu örneği temsil etmektedir. Yani cinsiyetçi devletin ideolojisini geliştiren ve erkeğin tercih ettiği kadınlar olarak yaşayabilmektedirler.

Ulus devlet, kadını sermaye için bir meta ve ham madde olarak değerlendirerek toplumu sömürmenin bir aracı olarak kullanmaktadır. Kadın hem kapitalizm için gerekli olan ucuz iş gücünü sağlayabilmek için çocuk yaparak işçi yetiştirmekte, hem de halklara ve kadına karşı savaşlar için gerekli olan asker ve polis yetiştirmektedir. Bu şekilde kendini savunmanın tüm mekanizmaları kadının elinden alınmaktadır. Bu sisteme itaat etmeyen kadınlarda günlük olarak, erkeğin ve devletin geliştirdiği fiziki, ruhsal, duygusal ve düşünsel operasyonlarla yüz yüze kalmaktadır. Evde erkeğe ait bir mülk ve köle konumunda olan kadın her türlü hakarete ve tecavüze maruz kalarak büyük bir işkenceyle yaşamaktadır. Aynı zamanda erkeğin güdülerinin ve iktidarının tatmin aracı konumundadır. Yani ister özel ev olsun ister genel ev olsun tüm ilişkiler kadının cinsel açıdan daha fazla istismar edilmesine neden olmaktadır. Bu durumda kadını karşılıksız çalışan bir işçi olarak adlandırabiliriz. Sonuna kadar her şey için kullanılabilen ucuz bir meta olarak değerlendirilmiştir. Bu yolla diyebiliriz ki ulus-devlet; cinsiyetçi toplum ideolojisi yoluyla kadının çaresiz kılmaktadır.

Siyasi alan da cinsiyetçi zihniyet tarafından işgal edilmiştir. Erkek egemen sistem tarafından kadına biçilen rol, ya kadının karikatür olarak erkeğe ait politikayı uygulaması dayatılmaktadır ya da sonuna kadar dışlanarak bu alanın dışına itilmektedir. Bu yolla birçok yöntemle birlikte şiddet de uygulanarak kadın ve toplumun adaletsiz ve eşitliksiz bir sisteme mahkûm olması sağlanmaktadır. Ahlak ta ataerkil sistem tarafından gözle görülür bir şekilde tahrip edilmiş ve özünden boşaltılmış bir sahadır. Devlet hukuk ve yargı yoluyla kadının sahip olduğu tüm hakları elinden almış ve erkeğin eline teslim etmiştir. Egemen sistem, yasalar yoluyla kadın üzerinde geliştirmek istediği iktidarı günden güne meşrulaştırmak istemektedir. İktidarın en temel hedefi kendisi için hizmet etmek olduğundan tüm geliştirilen yasa ve kanunlar erkeğe ve devlete hizmet anlayışını geliştirmek için uygulanmaktadır. En son AKP tarafından yasalaştırılmak istenen Kürtaj kanunu buna bir örnektir. Erkek egemen sistem ve devlet tarafından çıkartılan kanunlar kadına karşı köleliği daha çok derinleştirerek erkek tarafından çok kötü bir şekilde kullanılmaktadır. Bu yüzden kadının devlet tarafından adil bir yasa çıkartmasını beklemesi büyük bir gaflettir. Kadına karşı geliştirilen tecavüz politikaları ve kadına karşı uygulanan şiddet ve günlük olarak geliştirilen katliamlar, alt yapısını devlet ve iktidar zihniyetinden almaktadır. Bu yasaların ortadan kaldırılması devletin ve iktidarın ortadan kaldırılması anlamına geleceğinden, böyle bir şeyin gerçekleşmesi hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Kapitalist modernite tarafından kadına karşı saldırıları geliştirebilmesini sağlayan mekanizmalardan biri de medya sistemidir. Erkek egemen sistemde medyanın rolü, insanlığın sahip olduğu bilinç ve zihniyet de büyük tahribatlar yaratmaktır. Böylelikle beyinde ve zihniyette felce uğratılan insan, yoğun bir psikolojik ve ruhsal bombardıman altında kalarak hakikatten uzaklaştırılmaktadır. Görülen o ki medya; kapitalist modernitenin kendisine biçtiği rolü en iyi şekilde yerine getirmektedir. Sistem, devletler ve ordular yoluyla gerçekleştiremediğini, medya yoluyla gerçekleştirmiştir. Medya; demokratik moderniteye ait tüm değerleri, milliyetçilik, bilimcilik, cinsiyetçilik, dincilik yoluyla paramparça ederek toplumu imha ve katliamlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yolla toplumun sahip olduğu analitik ve duygusal zekâ felç edilerek toplum bir güdü toplumuna dönüştürülmektedir. Bu durum toplumun zihniyette dumura uğratılmasından dolayı sömürülmesine hazır hale getirilmektedir. Böylece toplumun direniş ve mücadele gücü ortadan kaldırılarak sanal bir toplum yaratılmaktadır. Bu durum katliamın bir boyutu olarak uygulanmaktadır. Medya en kötü bir biçimde kadına karşı kullanılmaktadır. Sonuna kadar sanal özgürlük ölçüleri geliştirmektedir. Bu yolla medya fiziki, düşünsel ve kültürel anlamda erkeğin istediği gibi bir kadın yaratmaktadır. Bu yolla kadın bir meta aracı olarak sermayedarların çıkarları için reklam aracı olarak kullanılmaktadır.

Yukarıda tüm dile getirdiğimiz bu gerçeklere rağmen Kadın, tarihte ve günümüzde tüm gücünü, kendisine karşı geliştirilen bu çok yönlü saldırılara karşı özünü korumaya çalışmıştır. Devlet sistemi ve kapitalist modernite tüm çabalarına rağmen kadını teslim alamamış ve kadındaki özgürlük arayışlarını ortadan kaldıramamıştır. Kadın sahip olduğu direniş kültürünü her dönemde bir şekilde yaşatmaya çalışmıştır. Tarihte milyonlarca kadının büyücülük, cadılık ya da şeytan adı altında yakılarak katledilmesi bu gerçeği çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Tanrıça İnanna, Zennubya, Hippatya, Ayşa, Meryem ve Kibele’den beri binlerce yıl süren tanrıçaların direniş kültürü uğruna yakılan milyonlarca bilge kadına, Roza’ya, Zilan’a, Leyla Qasım’a, Sakine Cansız’a kadar gelen kahramanlıklar aslında kadının özgür yaşama yönelik ne kadar kararlı ve ısrarcı olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer biz bugün kadının mücadelesinden, direnişinden, onurundan ve özgürlüğünden bahsedebiliyorsak tabii ki bu, kaynağını kahraman kadınların direniş mirasından almaktadır.

Yine günümüzde milyonlarca kadının çeşitli biçimlerde tepki ve öfheleri günlük olarak karşılaştıkları şiddet, kölelik, adaletsizlik, eşitsizlik ve katliamlara karşı bir refleks olarak sisteme dahil olmak istemediklerini göstermektedir. Kadının sahip olduğu özgürlük ruhu, adalet ve eşitlik anlayışı geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanın Kapitalist Modernitenin çarkları içinde öğütülmesine karşı, alternatif bir yaklaşım olarak kendisini var etmiştir. Aslında Kadının dünyası özü itibariyle iktidara ve devlete uzaktır. Kadın başlangıçtan günümüze kadar her dönem bir anti tez gibi alternatif olarak kendisini hissettirerek Demokratik Moderniteyi yapılandırılması içinde güçlü bir alt yapı hazırlamıştır. Bu gün sistem her kesimden daha çok kadına saldırıyor ve herkesten önce kadını vurun diyorsa kaynağını bu gerçekten almaktadır. Bu esaslara dayanarak, kadının ve toplumun karşı karşıya kaldığı tüm katliamlara karşı direnişin geliştirilmesi için, kadın zihniyetine dayalı toplumsal akıl ve zihniyetin oluşturulması çok önemli ve geliştirilmesi şart olan bir konudur. Ataerkil sistemin sahip olduğu vahşi zihniyete karşı, kadının her şeyden önce, öz savunmayı geliştirmek için gerekli olan bilinç ve kurumlaşmanın geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Mademki kadın sömürgeci devletin gölgesi altında bu kadar korkunç bir muameleyle karşı karşıya kalıyor o zaman Öz Savunma felsefesi toplumun tüm alanlarında geliştirilmeli ve tüm arayışlar devletin sahip olduğu kurumların zayıflatılıp ortadan kaldırılmasına dönük olmalıdır. Ahlaki ve özgürlük değerleri üzerine kurulan neolitik toplum mirası yeni bir çıkışı gerçekleştirmenin manevi gücü olacaktır. Bugün için de toplumun sahip olduğu miras ve değerlerin kadının neolitikte sahip olduğu öze uygun güncellenmesi Öz Savunma için güçlü bir perspektif ortaya çıkarmaktadır. Kadın için Öz Savunma mekanizmalarının oluşturulması, aynı zamanda Özgür yaşam için gerekli olan çok güçlü perspektif ve koşulların oluşturulması anlamına gelmektedir. Kadın, Öz savunma kurumlaşması ve eyleminde kendi varlığını koruyup geliştirebilme imkânına sahip olacak. Varlığını koruyabilmesi kadar, iradesini ve yaşam felsefesini koruyabilme imkânına sahip olacaktır. Bu şekilde Öz Savunma kendi özgür varlığını sürdürme ve kendini savunma bilincidir. Tabii ki bilinç kadar kendini örgütleme ve eylem gücüne ulaştırmakta çok önemlidir. Bu konu da Kürt kadın hareketi önemli bir örnek teşkil etmektedir.

Kürt kadını da her ne kadar Kürdistan’ı sömüren cinsiyetçi sistemin inkâr ve imha politikalarıyla iradesinin kırılmasına dönük birçok saldırı hamlesine maruz kalmışsa da hiçbir zaman bu güçlere teslim olup özgürlük umudunu kaybetmemiştir. Kürt kadını hiçbir zaman köleliği kabul etmemiş ve eline geçen her fırsatta tepkisini dile getirmiştir. Bu yüzden Kürdistan özgürlük mücadelesinin gelişmesiyle birlikte Kürt Kadının bu mücadeleye katılımı çok güçlü ve kapsamlı olmuştur. Diyebiliriz ki Kürt kadının bu katılımıyla birlikte kadının direnişi kadının iradesi ve bilinci zirveye ulaşmıştır. 90’lı yıllarda oluşturulan Kadının savunma güçleri Kürt halkında, zihniyette bir Rönesans ve toplumda bir sosyal devrime yol açmıştır. Bu şekilde Kürdistanlı kadınlar Öz Savunma güçlerini tekrar ele geçirerek kaybettikleri yerde kendilerini yeniden yaratmışlardır. Öz savunma bilincini geliştirebilmek için gereken anlayış ve felsefeyle cinsiyetçi topluma karşı çok keskin bir mücadele verilmiş, inkar ve imha politikalarına karşı çok büyük bir direniş sergilenmiştir. Sadece bununla sınırlı kalmayıp, tüm kadınlar adına bir öz savunma savaşımı geliştirilmiştir. Kadına yönelik dünyanın dört bir tarafında geliştirilen saldırı, imha ve katliam konseptine karşı yıllara varan büyük bir direnişle mücadele geliştirilmiştir.

Ataerkil zihniyet kadının irade, özgürlük ve varlığını inkar ettiği için aynı zamanda Öz savunma da bir var olma sorunudur. O zaman her şeyden önce Öz Savunma bilinci ve duruşunu geliştirmeye ihtiyaç vardır. Kürt Kadını İdeolojik, felsefi ve siyasi düşünceleriyle doğal toplum değerlerine dayanan demokratik modernite sistemine öncülük etmektedirler. Kürt kadınlarının yaşadığı tecrübenin sonuçları göstermektedir ki Öz Savunma bilincinin geliştirilmesi ve Kadın ordulaşması sadece yeni bir yaşamın kapılarını aralamakla kalmamış aynı zamanda Kadının kendisinde büyük bir inanç geliştirmesine yol açmış ve bu inanç sayesinde kadın, yaşamın tüm alanlarında kendisini koruma gücünü ortaya çıkartmıştır. Bu düşünsel güç, politik duruş ve kendi özgün örgütlülüğünü geliştirmesi kadının çok renkli bir eylem gücüne sahibi olmasını getirdiği gibi egemen sistemin kendisine biçtiği pasif ve köle ruhtan uzaklaşmasını sağlamıştır. Bu gelişme aynı zamanda kadını aşağılayarak hakaret eden cinsiyetçi zihniyette büyük bir değişim sağlamaktadır. Kürt kadınlarının geliştirdiği kahramanlıklar toplumda Rönesans niteliğinde bir değişime yol açarken, kadını kuşatma altına almış birçok geleneğin değişmesini de sağlamıştır. Eğer bugün Kürt kadınları ulusal düzeyde siyasi, kültürel, toplumsal bir çok kurumda öncü rolünü oynayabiliyorsa bu kaynağını Kürt kadınlarının gösterdikleri kahramanlıklardan almaktadır. Kürt kadınlarının askeri alana girmesi erkeğin kendisini en çok kurumlaştırmak istediği ve kadını dışında tutmak istediği alana çok ciddi bir müdahale anlamına gelmektedir. Eskiden kadına ait olan her şey, erkeğe ait bir mülk olarak değerlendirilip erkek tarafından korunuyordu. Bu nedenle kadın tüm saldırılara karşı kendisini savunmakla kendisini erkeğin vesayetinden kurtarmıştır. Bu durum aynı zamanda erkeğin kadına karşı bir silah olarak kullandığı namus anlayışının ciddi bir çözülmeyi yaşamasını sağlamıştır. Bu yüzden de kadın ordulaşmasının etkisi sadece kadının varlığının imhasına dönük saldırıları ortadan kaldırmaya dönük değil, aynı zamanda ataerkil sistemin kendisini üzerinde kurumlaştırdığı zihniyet ve felsefenin ortadan kaldırılması ve sömürgeci yaklaşımlar ve mülkiyetçi yaklaşımların ortadan kaldırmasına neden olmuştur. Bu anlamda Öz Savunma; fiziki olarak meşru savunma olduğu kadar ideolojik, siyasi ve zihniyet bakımından silahlanmak, kendini donanımlı kılarak eylem gücüne kavuşmaktır .

Erkek egemen sistemin kendisini ideolojik, askeri ve siyasi bakımdan güçlendirmek istediği bu dönemde, kendisine karşı tehlike oluşturan tüm kesimleri terör adı altında ezip yok etmek istemektedir. Böylelikle kadın da dâhil olmak üzere alternatif tüm kesimlere boyun eğme ve kölelik dayatılmaktadır. Amerika’nın öncülük ettiği ataerkil zihniyetle kurumlaşmış Kapitalist Modernite ve onun temsilini yapan yerel güçlerin geliştirmek istediği şey, aslan ve ceylan arasındaki diyaloga benzemektedir. Aslan her gün ceylanlara saldırıp, onları paramparça edip yerken; bir gün doğada tüm hayvanlar bir araya gelip silahsızlanma üzerine bir toplantı yapar. Aslan, ceylanın iki boynuzunun çok tehlikeli olduğunu ve büyük bir tehdit oluşturduğunu iddia ederek bu boynuzların ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Tabii ki Ceylan bu düşünceyi reddederek, boynuzlarının sadece kendisini et yiyen hayvanlara karşı savunmaya yaradığını söyler. Bu boynuzlarının kimse için tehlike oluşturmadığını, sadece kendisini savunmak için kullandığını söyleyerek, asıl aslanın dişlerinin çekilmesi gerektiğini çünkü aslanın dişlerinin kendi yaşamları için bir tehlike oluşturduğunu, aslanın bu dişleriyle kendilerine saldırıp yaşamlarını tehdit ettiğini ancak kendi boynuzlarının aslanın yaşamı üzerinde bir tehdit oluşturmadığını savunur. Bu örnek gerçekten de erkeğin kadına karşı yürüttüğü kirli oyunlarla özdeş olmaktadır. Erkekte kadına dönük en kirli politikalarla, kadına saldırıp, şiddet kullanarak iradesini kırarken, kadının kendisini savunabilmesi için sahip olduğu tüm imkanları elinden alabilmek için kadına; cinsi latiftir, duygusaldır, barışçıldır vb gibi yakıştırmalarda bulunur. Hatta biraz cesaretli, kendisini ifade edebilen, akıllı bir kadın ya teşhir edilmektedir, ya da erkeğe benzetilmektedir. Bu şekilde cinsiyetçi toplumda kadın zayıflık, itaatkârlık ve pasiflikle özdeş kılınmıştır. Bu da cinsiyetçi toplumun kendisini üzerinde inşa ettiği kurnazlıklarla kadının her zaman erkeğin egemenliği altında kalması için geliştirilmiş yöntemlerdendir. Bu bakımdan eğer Öz Savunma kadının varlık gerekçesi ise o zaman kadının tüm arayışları ve esas hedefleri de kendini savunma mekanizmalarını geliştirebilmeye dönük olmalıdır. Ve mademki erkek egemen sömürücü sisteme karşı kadın konuşamayan bir dile, çölleştirilmiş bir beyne, sömürülmüş bir yüreğe ve hiçbir şeye sahip olmayan bir el ile ona karşı mücadele edemiyor hale gelmişse; o zaman kadın her bakımdan kendisini donanımlı kılarak özgürlük mücadelesini geliştirmek zorundadır. Kadın ancak bu şekilde bilgece, anlamlı ve olgun bir yaklaşımla, kendi demokratik sistemini geliştirirken tecavüz kültürünü engellemeyi başarabilir. Kadının toplumsal, ekonomik, siyasi, kültürel ve ekolojik bir güç olabilmesi ve kendisi hakkında söz sahibi olup iradesini geliştirebilmesi ancak kendisini savunabilmesi ve yaşanan tüm toplumsal sorunlara çözüm gücü olabilmesi ile mümkündür. Bu durum aynı zamanda Öz Savunma bilincinin geliştirilmesine çok büyük bir ihtiyaç olduğunu da ortaya çıkartmaktadır. Öz savunma çizgisinde; devletin ve iktidarcı anlayışın dışında kalan, yeni bir anlayışın geliştirilerek güçlü bir eylem perspektifini ortaya çıkarılmasına çok büyük bir ihtiyaç vardır. Bu esaslara dayanan her eylem, her aktivite ahlaki ve politik toplumun hizmetinde olmalıdır. Bu şekilde kadın kendi eylem tarzıyla nasıl bir yaşam, nasıl bir ahlak anlayışı ve nasıl bir toplum ve dünya istiyor? Sorularına güçlü cevaplar oluşturacaktır. Bu temelde kadının ortak bir düşünceye, ortak bir karara ve ortak bir eylem tarzına ulaştığı oranda çözemeyeceği hiçbir sorun kalmayacaktır.

İçinde yaşadığımız bu çağda toplumsal demokrasi ve özgürlük üzerine bu kadar yoğun tartışmaların yürütüldüğü günümüzde hiçbir güç ve hiçbir iktidar kadından teslimiyet ve hiçbir refleksi olmayan bir kurban pozisyonuna girmeyi beklememledir. Doğada yaşayan her varlık gibi kadın da kendisini savunabilme ve varlığını koruya bilme hakkına sahiptir. Doğanın bir kanunu gereği öz savunma sistemine sahip olmayan hiçbir bitki veya hayvan yoktur. Yine aynı zamanda doğada hiçbir varlığın diğer bir varlığı korumasına dönük bir savunma sistemi de yoktur. Her varlık kendisini tüm tehlikelere karşı korumakla ve varlığını sürdürmekle sorumludur. Her gül, her şahin, her yaratık kendi kendisini korumaktadır. O zaman kadının erkek tarafından savunulması doğanın kanunlarına aykırı olduğu kadar; iktidar, şiddet ve sömürgeciliğin de kendisini bu anlayış üzerinden yapılandırmasını sağlamaktadır. Düşünsel, kültürel, ekonomik, silahlarla kendisini donatıp savunan bir kadına karşı hiçbir erkek ve hiçbir sistem sömürü geliştiremez. Tüm bunların sonucunda kadın için özgür yaşam değerleri, cinsiyetçi toplumun dönüştürülüp özgürleştirilmesi için ve çağdaş toplumsal Rönesanssın geliştirilmesi için Öz Savunma stratejisi toplum ve kadınlar için olmazsa olmaz kabilinde bir ihtiyaçtır. Özgür ve güçlü kadın özgür ve güçlü toplumdur ilkesinden yola çıkarak; bilinçli, özgür bir kadın ve örgütlü bir kadınla yeni bir toplumun inşası gerçekliğine ulaşmak mümkündür. Bilinçlenmiş örgütlenmiş ve eylem gücüne kavuşmuş bir kadın Özgür ve eş yaşam hakikatinin köşe taşı rolünü oynayacaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.