Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernist Sisteme Alternatif, Ortadoğu İçin

Akif Ali

Üçüncü Çizgi Olan Demokratik Konfederalizm

 

Ortadoğu’da bölgesel statüko ve küresel hegemonyaya karşı üçüncü çizgi gerçeğini anlamak açısından tarihsel gerçeği ve bugünkü yaşananları anlamak gerekmektedir. Reel sosyalizmin çözülüşü ve Sovyetler Birliği’nin dünya politikasından, özellikle Ortadoğu’daki politik arenadan önemli oranda çekilişi en fazla da Ortadoğu’da siyasi boşluklar ortaya çıkardı. Bu siyasi boşlukları ABD’nin başını çektiği küresel emperyalizm ve kapitalist modernist sistem yeni dünya düzeni çerçevesinde Büyük Ortadoğu Projesi’yle Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme politikasıyla doldurmayı hedefledi. Ve bunun hamlelerini yapmaya başladı. Ortaya çıkan boşluk ortamında o güne kadar kapitalist modernist sistemden destek alan Saddam Hüseyin 1991 yılında Kuveyt’i işgal ederek Ortadoğu’daki dengelerde etkili olmak istedi. Kuveyt’i aldıktan sonra Ortadoğu’nun en etkili siyasi gücü olarak hem Arapların lideri, hem de Ortadoğu’daki en etkili güç olmayı hedefledi. Ancak Saddam’ın hesaplarıyla küresel kapitalist hegemonik iktidarın hesapları örtüşmedi. Bu nedenle Saddam’a müdahale edildi. Kuveyt’ten çıkarıldığı gibi, Irak sınırları içindeki iktidarı birçok bakımdan törpülendi. Amiyane deyimle kolu kanadı kırıldı.

Ortadoğu’da yaşanan boşluktan yararlanmak isteyen diğer bir güç de Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal kültürüne seslenerek, oradan güç alarak etkili olmak isteyen iktidarcı devletçi İslami güçler oldu. Bunlar da var olan boşluğu kendi projeleri doğrultusunda doldurup Ortadoğu’da etkili olmak istediler. Bu güçlerin bazı ABD elçiliklerine saldırıları oldu. Daha sonra da ikiz kuleler vuruldu. İkiz kulelerin vurulması konusunda farklı iddialar bulunmaktadır. Bu grupların böyle bir eyleme yönlendirildiği söylenmektedir. ABD, özellikle ikiz kulelerin vurulmasından sonra bu olayı Ortadoğu’daki etkinliğini hakim kılmanın vesilesi yapmak istedi. Zaten bu nedenle ikiz kulelerin vurulması konusunda bir provokasyon ve yönlendirmenin olup olmadığı çokça tartışıldı. ABD ikiz kulelerin vurulmasından sonra Afganistan’ı ve Afganistan ile ilişki içinde olan El Kaide örgütünü hedefledi. Afganistan’a yönelerek Taliban rejimini devirdi. Askeri gücüyle Afganistan’a hakim olmak istedi. Ancak kısa sürede Afganistan’da kendisine karşı bir direniş gerçeği ortaya çıktı. ABD Afganistan’da kendi etkinliğini kurmak isterken, diğer yandan Saddam Hüseyin iktidarını devirip Büyük Ortadoğu Projesi’ni Irak merkezli geliştirmek istedi.

ABD klasik iktidar bloklarının kendi çıkarlarını savunacak konumda olmadığını görerek küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap veren, sermayenin serbest ve güvenilir dolaşımını sağlayacak bir Ortadoğu düzeni hedefliyordu. Bu nedenle de Irak’ta Saddam’ı devirdi. Ancak orada da Afganistan’da olduğu gibi kendisine karşı muhalif güçler ortaya çıktı. Bir süre sonra şunu gördü; Ortadoğu’da salt askeri güçle hakim olmak mümkün değildir. Bu bakımdan Irak’ta ilk başta düşündüğünden farklı olarak geleneksel toplumsal yapı ve siyasal iktidar bloklarını da içine alan bir Irak yaratmayı hedefledi. Esas olarak işbirlikçilere dayanmadan, sadece kendi askeri, siyasi, ekonomik gücüyle hakim olamayacağını görmesi, bu politik yaklaşımı benimsemesini beraberinde getirdi. Öte yandan Irak müdahalesi öncesi tümden anlaşamadığı Avrupa’yla da belirli bir anlaşma çerçevesinde Irak politikasında ortak davranma kararı aldılar. Ancak tüm bunlar yine de ABD’nin Irak’ta kesin hakimiyetini kurmasına ve istikrarı sağlayacak bir siyasi iktidar yaratmasına fırsat vermedi. Bu açıdan Irak’tan çekilerek işbirlikçileri yoluyla Irak’ı kontrol etme kararına vardı. Bunun sonucu olarak 2011’de askeri güçlerini büyük oranda geri çekti. Afganistan-Irak müdahalelerinin başarısız kaldığının ortaya çıktığı ve askerlerini Irak’tan geri çektiği bir dönemde Tunus’tan başlamak üzere Arap halklarının mevcut statükocu iktidarlara karşı ayaklanması başladı. Bu ayaklanmalar Tunus’tan Mısır’a ve birçok alana yayıldı. ABD halk ayaklanmalarının ortaya çıktığını görünce bu gelişmeleri Ortadoğu’da kurmak istediği yeni düzen doğrultusunda değerlendirmek istedi. Bunun için hemen harekete geçti. O güne kadar desteklediği statükocu ve kendisiyle ilişkide olan güçlerden yana değil de muhalif kesimlerden yana tavır koyarak halk hareketlerini yönlendirmeye ve kontrol altında tutmaya çalıştı. Bunda geçmişten beri ilişkide olduğu İslami çevreleri kullandı.

Bilindiği gibi ABD’nin başını çektiği NATO Paktı soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı yeşil kuşak projesini devreye koymuştu. Bunun yanında Ortadoğu’daki İslami güçlerle ilişki kurarak Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini sınırlandırmaya çalışıyordu. Bu süreç aynı zamanda ABD’ye birçok İslami kesimle ilişkilenme ve onları belli düzeyde yönlendirip kontrol etme imkanı verdi. Bunun somut örneğini Türkiye’de Fethullah Gülen’in başını çektiği harekette görmek mümkündür. Tunus’ta kendi politikalarına yakın olacak bir İslami kesime güç verdi; onların iktidara gelmesini sağladı. Arkasından Mısır’da ortaya çıkan halk hareketini de değerlendirmek açısından o güne kadar temel müttefiki olan Hüsnü Mübarek’i yüzüstü bıraktı. Hüsnü Mübarek’e karşı, muhalefetin temel gövdesini oluşturan İhvanı-ı Müslim’in merkezinde olduğu İslami güçleri destekledi. Bunun sonucu Hüsnü Mübarek devrildi. Mısır’da Müslüman kardeşler yönetimi iktidara geldi. Sonrasında uzun yıllar sorun yaşadığı Libya’ya karşı bir NATO harekatı başlattılar. Libya’daki Kaddafi iktidarını devirerek İslami güçlerin ağırlıkta olduğu muhaliflerin iktidara gelmesini sağladılar.

ABD bu ülkelerde şu yönlü politika izliyordu: klasik statükocu iktidarlar ABD’nin ihtiyacını karşılayan işbirlikçi konumda değildirler. Hem toplumsal meşruiyetleri kalmamış, hem de küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap verememektedirler. Bu açıdan hem Ortadoğu toplumunun kültürüyle barışık, bu temelde meşruiyeti olan, hem de küresel kapitalist modernist sistemle uzlaşacak, İslami renkte de olsa küresel kapitalizmin çıkarlarını savunacak yeni işbirlikçi ayaklara ihtiyaç duymuştur. Buna işbirlikçi, iktidarcı İslam ta nımlaması yapmak gerekmektedir. İşbirlikçi kapitalist modernitenin karşıtı olmayan, hatta onun bölgedeki ajanı rolünü oynayacak işbirlikçi İslam’a dayalı Ortadoğu düzenini kurma planlaması yaptı. Ortadoğu’daki kimi İslami çevreleri desteklemesi kesinlikle böyle bir proje ve planlamanın sonucu olarak görülmelidir.

Öte yandan o güne kadar Arap dünyası içerisinde şer güç olarak tanımladığı Suriye’yi de bu rüzgarla ortadan kaldırmak istediler. Suriye’deki muhalif hareketin ortaya çıkmasını teşvik ettiler. Çıktığında da desteklediler. Türkiye de ABD’nin Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmak istediğini görerek ve geçmişteki gibi hem ABD, hem İran ve Suriye ile ilişki içinde politika yapamayacağını düşünerek tamamen ABD’nin yanında yer aldı. Daha doğrusu, ABD kendisini net bir tercih koymaya yöneltince İran, Suriye ve Bağdat’la ilişkilerini keserek ABD’nin bölge projesinin parçası olma politikası izlemiştir. Bu politikayla Ortadoğu’da en etkin güç olacağını düşünmüştür. Bu açıdan ilk önceleri NATO’nun Libya’da ne işi var diyen AKP hükümeti, bir hafta içinde düşünce değiştirmiş, NATO hareketinin parçası, hatta üssü olmuştur. Suriye’de muhalif hareket başlayınca derhal muhalif gruplarla ilişkilenmiş, onları destekleyerek Suriye rejiminin devrilmesinde aktif rol oynayıp yeni oluşacak Suriye’de etkin olmak istemiştir.

Ancak zaman içinde şu görülmüştür ki, ABD’nin istediği biçimde iktidarcı işbirlikçi İslam’a dayalı bir Ortadoğu düzeni kurmak mümkün değildir. ABD’nin işbirlikçi olarak görmek istediği rejimlerin mevcut durumda kendi projelerini pratikleştirecek konumda olmadıklarını, hatta ABD’nin bölgedeki hegemonyasını zorlaştıracak akımların gelişmesine cesaret verdikleri, zemin olduklarını görerek; ilk başlarda desteklediği güçlere mesafeli durmaya başlamıştır. Bunu Mısır’daki İhvan-ı Müslim iktidarına yapılan darbeyi destekleme tutumunda ve Suriye’deki politikasında görmekteyiz. Suriye’de İslamcı güçler gelişince, bunlar içinde özellikle de El Kaide’ye bağlı İslami gruplar etkili olunca, ABD Ortadoğu’daki gelişmelerin kontrolden çıkacağını görmüş ve daha fazla inisiyatifi kaybetmeden müdahale yapma ihtiyacı duymuştur. Suriye’deki İslamcı gruplara destek verme yerine, Esad rejimiyle İslamcı güçlerin çarpışarak her ikisinin zayıflaması ve kendi istediği politikayı kabul etmek zorunda kalmaları yönündeki politik taktiğini devreye koymuştur. Yine kendisini rahatsız eden bu İslami güçlere karşı tutumuyla, davranışıyla, sözleriyle destek veren Türkiye uyarılmıştır.

Tüm bu gerçekler ABD’nin Ortadoğu’da izlediği politikaların başarılı olmadığını gözler önüne sermiştir. Hatta askeri müdahalelerin ters teptiğini, daha tehlikeli sonuçları olduğunu görerek doğrudan müdahaleler ye rine, çeşitli güçleri birbirine vurdurarak ve diğer imkanlarını kullanarak tek tek ülkelerde hakim olma politikasına yönelmiştir. Son 200-300 yıldır ilişkide olduğu iktidar bloklarını İslami güçlerle bir araya getirip kendi çıkarlarını gözetecek bir politikada uzlaştırarak, bunlara dayanma temelinde Ortadoğu projesini pratikleşmeye yönelmiştir. İlk başta bu tür iktidar bloklarıyla hakim olmak, daha sona da ekonomik, sosyal, kültürel imkanlarını kullanarak kendisini daha etkin kılmak stratejisine yönelmiştir. Kuşkusuz gerektiğinde askeri gücünü kullanarak bu tür imkanlarını kullanarak sonuç almanın zeminini de yaratmaya çalışacaktır. Ancak bu politikanın da tutmadığı, tutamayacağı görülmektedir. Kuşkusuz ABD müdahalesinden Ortadoğu’da hakim olma mücadelesinden, çabalarından vazgeçmeyecektir. İnisiyatifi kaybetmemek ve etkisini sürdürmek için her yol ve yöntemi deneyecektir ve denemektedir. Kuşkusuz bölgede hala etkinliği ve ağırlığı bulunan bir güçtür. Ancak bu etkinliği ve ağırlığı süreklileşen bir kriz içerisinde var olmaktadır. Ortadoğu’yu krizden çıkarıp kendi sisteminin istikrarlı bir parçası haline getirme çabaları sonuç vermemiştir. Bu açıdan bir kriz yönetimi gibi Ortadoğu’yu ele almakta, politikalarını, taktiklerini bu çerçevede belirleyip sürdürmektedir.

Statükocu güçlerin toplumlar karşısında meşruiyeti kalmadığı, halk hareketleriyle iktidardan düşürüldükleri görülmektedir. Geçmişin iktidarları ve statükocu güçler artık halk hareketleri karşısında ayakta kalacak durumda değildirler. Bu açıdan sistemin istediği çizgiye gelme dışında seçenekleri kalmamıştır. Ancak mevcut iktidar bloklarının sistemle uzlaşarak ömürlerini çok fazla uzatmaları da mümkün değildir. Yine ılımlı ve radikal olarak tanımlanan, esas olarak da iktidarcılığındevletçiliğin İslami renkle boyanarak bir süre daha sürdürülmesinin adı olan hareketlerin ve akımların da halkların özlemlerine, ihtiyaçlarına cevap verecek bir konumları bulunmamaktadır.

El Kaide gibi bazı örgütler kapitalist modernitenin ve klasik statükocu güçlerin etkisiz kaldığı yerde boşluktan yararlanarak güç olmaya başlamışlardır. ABD’nin müdahalesinden sonra Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal kültüründen yararlanarak alternatif bir güç olduğunu iddia edip silahlı bir eylemsellik içine de girerek önemli bir güçlenme de yaşamışlardır. Ancak bunlar her ne kadar “kapitalist moderniteye karşıyız” deseler de, iktidarcı devletçi zihniyette, anlayışta oldukları için sistemin parçası olmaktan kurtulamayacak ya da mevcut politikalarıyla sisteme meşruiyet kazandırma temelinde sisteme hizmet eden, sistemin parçası olan güç konumunda olacaklardır. Ortadoğu’daki kapitalist modernist güçlerin, statükocu güçlerin ve kendini alternatif gösteren İslamcı çevrelerin durumunu böyle değerlendirmek gerekmektedir.

Ortadoğu’da bir kriz ve kaos hali yaşanmaktadır. Hiçbir güç Ortadoğu’nun sorunlarına cevap verememekte, halkların özlemlerini ve ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Bu, sadece kapitalist modernitenin 200-300 yıllık Ortadoğu’ya girmesi, ulus-devlet anlayışını geliştirerek halkları kırk parçaya bölmesi, bunun yarattığı sorunlarla sistemin iflası ve tıkanması değildir. Ortadoğu’da yaşanan, dört-beş bin yıllık devletçi sistemin krizidir. Devletçi sistem ortaya çıktığı Ortadoğu’da tam bir çürüme, çöküş ve yıkım yaşamaktadır. Devletçi sistem, doğduğu bu bölgede can çekişmektedir. Bu nedenle de Ortadoğu krizinin sadece dönemsel ya da kapitalist modernitenin son iki yüzyıllık krizi olarak görmek Ortadoğu’daki gelişmeleri, siyasal, sosyal, kültürel olarak yaşanan tıkanmanın derinliğini ve tarihselliğini anlamamaktır. Beş bin yıllık devletçi sistemin sorunları ağırlaştırıp çürüterek toplumsal meşruiyetini tümden kaybetme durumu olarak görmek gerekmektedir. Aslında devletçi sistemin II. Dünya Savaşı’yla birlikte dünya genelinde anlamsız, gereksiz, sorunları çözmek bir yana, sorunları ağırlaştıran ve insanlığa katliamlar ve acılar getiren bir sistem olduğu ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu devletçi zihniyetin kendini yaşatmanın yeni aracı olan temsili parlamenter demokratik sistemin de sorunları çözmediği ortaya çıkmış ve eleştiriye tabii tutulmuştur. Sistem içinde de post-modernizm adı altında ciddi eleştiriler ve itirazlar yükselmiştir. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ağır sonuçlar ve temsili demokrasinin bu ağır sonuçları önleyememesi sonucu çeşitli sivil toplum örgütleriyle, baskı grupları olarak tanımlanan kurumlarla parlamenter sistemin kimi eksikliklerini gidererek devletçi sisteme nefes aldırma ve ömrünü uzatma çabaları ortaya çıkmıştır. Ancak gelinen aşamada dünyada bu modelle devletçi sistemi sorunsuz, krizsiz yaşatmanın mümkün olmadığı görülmektedir. Ekonomik, sosyal, kültürel her alandaki yaşanan krizler bu gerçekliği ortaya koymaktadır.

1. Dünya Savaşı’nda meşruiyetini önemli oranda kaybeden, insanlık açısından gereksiz hale gelen devletçi sistem Ortadoğu gerçeğinde tümden bir bitişi yaşamaktadır. Bu açıdan Ortadoğu’daki sistemin krizini, kaosunu değerlendirirken, bunu aynı zamanda bir devletçi uygarlık krizi, devletçi sistemin krizi olarak görmek ve sistemin sonuna gelindiği biçiminde yorumlamak önemlidir. Neo-liberalizmin, kendisini son sistem olarak görüp dünyanın sonu değerlendirmesini yapması, tamamen bu gerçekliği örtmeyi ifade etmektedir. Tersine iktidarcı devletçi sistem için dünyanın sonu gelmiştir. Bu durum siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik yaşam alternatifinin ortaya çıkmasını zorunlu hale getirmiştir. Kürt Halk Önderi bu gerçekliği çok erkenden görerek, devletçi sisteme karşı çok kapsamlı eleştiriler geliştirmiş; devletin sorunları çözen değil, bizzat sorunların kaynağı olduğunu ortaya koyarak, devletin aşılmadan insanlığın hiçbir sorununu çözemeyeceğini, huzura kavuşamayacağını; aksine devletçi sistem içinde sorunların ya ağırlaşarak ya da dondurularak bir noktadan sonra patlama biçiminde ortaya çıkması durumunun yaşanacağın vurgulamıştır. Bu açıdan devleti reddeden, devletçi olmayan, devlet dışı çözüm arayışı üzerinde yoğunlaşmış ve bunun sonucu devlete karşı toplumdaki etnik, kültürel, sosyal tüm tabakaların örgütlülüğüne, demokratik topluma dayalı demokratik konfederal sistemi devletçi sisteme karşı alternatif sistem olarak teorileştirmiştir. Ancak demokratik konfederalizmin devletçi sistemi aşacağını, devletçi sistemi aşarak sorunlara çözüm getireceğini çok kapsamlı bir biçimde ortaya koymuştur.

Bu, kapitalist modernist sisteme karşı alternatif bir çizgi olurken, Ortadoğu açısından da üçüncü çizgidir. Ne şimdiye kadarki iktidar blokları, statükocu güçler, ne de kapitalist modernitenin yeni işbirlikçiler yaratarak devletçi sistemi sürdürme politikası halklara çözüm getirmektedir. Bu açıdan bu her ikisini de aşan yeni bir alternatife ihtiyaç vardır. İşte bu, sayın Öcalan’ın demokratik toplum örgütlenmesi temelinde her alanda sistemleşmeyi ifade eden demokratik konfederalizm modelidir. Bu, devletçi sisteme karşı devlet dışı toplumun insanlığın yeni sosyal, kültürel, ekonomik yaşamını kuracağı ve geliştireceği bir gerçekliktir. Bu paradigmada özellikle doğaya yaklaşım, kapitalist modernitenin doğayı vahşi doğa olarak değerlendiren ya da doğayı sadece azami kar yasası için kullanılacak bir nesne olarak gören yaklaşımı reddedilirken; kadın üzerindeki egemenliği reddedip özgürlük çizgisini ortaya koyarak, iktidar ve devlet kurma zihniyetini reddedip ekolojik, kadın özgürlükçü demokratik toplum gerçeğini yaratma vardır. Bu paradigmaya dayalı olarak da bütün toplumsal kesimlerin demokratik örgütlülüğünü sağlama ve bunu demokratik konfederalizm olarak bir siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik sistem ve model haline getirme projesidir.

Aslında bu alternatif sistem ya da model, üçüncü çizgi de değildir; özü itibariyle devletçi, sömürücü, iktidarcı sisteme karşı devlet ve iktidarı kabul etmeyen demokratik toplumcu alternatif çizgidir demek daha doğrudur. Ancak özellikle Ortadoğu’da var olan klasik iktidar bloklarının, tarihsel toplumsal kültüre dayanarak kendini var etmek isteyen güçler olması nedeniyle kapitalist modernitenin ihtiyacına cevap vermediği için yeni iktidar bloklar temelinde bir Ortadoğu düzeni kurmak istediğinden bu iki gücü de, iki siyasal eğilimi de reddeden ve kendini bunların dışında bir toplum projesi ortaya koyan bir çizgi olduğundan dolayı buna üçüncü çizgi denilmektedir.

Bu çizgi, demokratik komünal bir çizgidir. Kapitalizmin bireyciliğine karşı toplumsallığı, yani komünaliteyi savunmaktadır. Yine kapitalizmin devletçi sistemi ayakta tutan temsili parlamenter denilen siyasal sisteme karşı da toplumun tabandan örgütlenmesine dayanır. O nedenle bu çizgi, tabanın söz ve karar sahibi olduğu, doğrudan ya da radikal demokrasi diyebileceğimiz gerçek bir demokratikleşme modeli ortaya koyar ya da hedefler. Bu çizgide demokratikleşme ve toplumculuk en temel değerdir. Bu çizgiye göre demokratik olmadan toplumcu, toplumcu olmadan demokratik olunamaz. Buna demokratik komünalizm diyoruz.

Üçüncü çizginin temel karakterlerini bu çerçevede görmek gerekir. Kuşkusuz üçüncü çizginin parametreleri bellidir. Özellikle Ortadoğu söz konusu olduğunda bu parametreler önemlidir. Farklılıkların örgütlüğüne dayalı demokratik toplum esastır. Farklılıkları hem özgürlüğün, hem demokrasinin gereği olarak görmektedir. Farklılıkların kabulü demokrasiyi, radikal demokrasiyi koşullandıran karaktere sahiptir. Farklılıkların özgünlüğünü, özgünlüğün özerkliğini ve özgürlüğünü kabul etmeyeninin demokratik olması söz konusu olamaz. Farklılıklar zaten toplumsal doğanın gereğidir. Toplumsal doğa çok farklı karakterler, özgünlükler taşımaktadır. Dolayısıyla bu doğanın karakterine uygun olmayan hiçbir projenin sorunları çözmesi, toplumdan destek alması mümkün değildir. Farklılıkların kabul edilmesine dayanan örgütlenme demokrasinin temel parametrelerinden olduğu gibi, merkeziyetçi olmayan, tabana dayanan örgütlenme de bu çizginin temel bir parametresidir. Şu kesindir, merkeziyetçi her model iktidar üretir. Merkeziyetçi modelin olduğu her yerde iktidar, devlet, sömürü ve hegemonya ortaya çıkar. Bu açıdan da merkeziyetçi olmayan, merkeziyetçiliğin panzehiri olan tabandaki demokratik toplum örgütlenmesine dayalı demokratik konfederal sistem kesinlikle iktidarın, devlet olmanın, hegemon olmanın bütün yollarını keserek demokrasiyi koşullandırır. Bu yönüyle demokratik konfederal sistem sadece bir biçimi değil, özü de ifade eden bir model olmaktadır.

Bu çizginin diğer bir karakteri ise özgürlüğü ve demokrasiyi devlet yıkıp yeni bir devlet kurmak değil, devleti radikal demokrasiyle sınırlandırmak, demokratik toplumu sürekli güçlendirerek devleti aşmaktır. Marks’ın dediği gibi devleti aşıp söndürmek esastır. Ancak bu bir devlet olmakla başarılacak bir hedef değildir. Ya da devletin kendinden sönmesi olarak da anlaşılamaz. Devlet, iktidar kesinlikle sömürü kaynağıdır. Devlet özgürlük ve demokrasi getirmez. Ancak özgürlük ve demokrasi bir devlet kurup yerine bir devlet kurmakla da mümkün değildir. Bu açıdan devlet+demokrasi denilebilecek devlet yanında, demokratik toplumun kendini örgütlemesini, kendi sistemini kuracağı, devlet dışı toplumu örgütleyeceği bir yeni devrim anlayışını, yönetim anlayışını, toplumsal proje anlayışını hâkim kılmak gerekmektedir. Bu, devrimden vazgeçmek değil, devrimi radikalleştirmektir. Çünkü devlet yıkıp devlet kurmak sistem dışına çıkmamaktır. Sistemin araçlarıyla, sistemin yöntemleriyle ancak sistemin kendisi haline gelinebilir. Bu, tarihteki örnekleriyle sıkça görülmüştür. Özellikle de reel sosyalizm pratiği bunun somut kanıtıdır. Sosyalizm, devrimin ilk günlerindeki demokratik karakterini yitirip yeni bir devlet kurmayı (proletaryanın devleti olabilirmiş gibi) hedefleyip kurumlaştıkça kaybetmiştir ve sonunda da ortadan kalkmıştır. Bunun devlet olma, devletçi düzen kurmayla birebir bağı vardır. Bu gerçeklik anlaşılmadan üçüncü çizginin devlet yaklaşımı doğru kavranamaz. Bu çizgi devleti ideolojik-teorik olarak reddetmektedir. Devleti kötülüklerin kaynağı olarak görmektedir. Ama burada devlet yıkıp yerine yeni bir devlet kurmayı değil de, devleti kuşatmak, kendi demokratik kurumlaşmasıyla, kendi öz yönetimiyle sömürücü devletin, sistemin bütün yaşam alanlarına müdahalesini sınırlandırıp kendi ekonomik, sosyal, kültürel projelerini pratikleştirerek alternatif bir sistem kurmayı ve sonuç olarak da devleti gereksizleştirmeyi hedeflemektedir.

Kuşkusuz devlet demokratik kurumlaşmaya, demokratik toplumun kendini örgütlemesine fırsat vermediği dönemlerde meşru savunma hakkını kullanır, boyun eğmez. Ama mücadelesiyle, meşru savunma gücüyle kendisini devlete kabul ettirip devlet+demokrasi diyebileceğimiz bir uzlaşma durumu yaratabilir. Kuşkusuz bu sürekli içinde gerilimi, bu gerilim temelinde gelişmeyi yaratan bir uzlaşma biçimi olarak ele alınmalıdır. Devleti bu noktaya getirmek bir devrimdir. Çünkü toplum her zaman güçlüdür. Kendi özgür ve demokratik yaşamını özgürce yürütebilecek koşullara ulaştığında, demokratik toplumu kurma imkânlarını elde ettiğinde, artık devletin toplum karşısında tutunması mümkün değildir. Yeter ki doğru zihniyet, doğru anlayış, doğru politika ve doğru araçlar kullanılsın! Buna yeni devrimci, yeni devrim anlayışı da denilebilir. Bu yeni anlayışta kesinlikle sistemin ne zihniyetini ne de yaşamını yaşamak vardır. Tamamen sistem karşıtı, sistem dışı olmak vardır. Devlete karşı tamamen komünal demokratik yaşayan, toplumu esas alan bir zihniyet ve yaşam anlayışıyla en büyük devrim gerçekleştirilir. Eğer yaşam anlayışıyla, kültürüyle, tarzıyla, üslubuyla, projesiyle sistem dışı değilse, sömürücü, iktidarcı, devletçi bütün genleri yaşamından atmamışsa on devlet de yıksa sonuçta sistem içileşmekten ve sisteme hizmet etmekten kurtulamaz.

Bu çizgi tabii bir pasifist çizgi değildir. Bu çizgi bir mücadele çizgisidir. Hem de köklü, radikal bir mücadele çizgisidir. Hem klasik iktidar bloklarına, statükocu güçlere karşı, hem de tarihsel toplumsal kültürü, iktidarcı devlet zihniyeti doğrultusunda kullananlara karşı bir mücadele çizgisidir. Mücadeleyi yaşamın her alanında sürdürme çizgisidir. Gerektiğinde kendisini örgütleyerek meşru savunma yapma da bu çizginin gereğidir. Ama gerçekten düşünce ve örgütlenme özgürlüğü temelinde farklı kültürlerin, kimliklerin olduğu gibi kabul edilmesi; onların farklılığından gelen haklarının tanınması çerçevesinde bir demokratik ortam olduğunda da mücadelesini bu demokratik ortamda demokratik yöntem ve araçlarla vermeyi de ezilenlerin en temel aracı ve hakkı olarak görmektedir. Ezilenler için en avantajlı mücadele ortamı, zemini demokratik mücadele ortamıdır. Ezilenler, devlet dışı topluluklar, kendilerini en iyi biçimde gerçek demokrasinin olduğu koşullarda örgütleyebilir, güç yapabilirler. Demokrasiler halkı güç yapar. Demokrasilerin zayıf olduğu yerde ise egemenler güçlü olur. Bu açıdan egemenler gerçek anlamda demokratikleşme istemezler, demokrasi istemezler. Devlet, hegemonya ve egemenlik, demokrasi karşıtıdır. Bu açıdan mücadele ederek onları demokratik kurallar çerçevesinde yaşamayı kabul ettirmek, böyle bir uzlaşmayı sağlatmak, devrimciler için, halklar için, ezilen topluluklar için, farklı etnik, dinsel, sosyal topluluklar için büyük bir başarıdır. Böyle bir gelişme, özgürlüğün ve demokrasinin koşullarının önemli düzeyde yaratılmasıdır. Bu açıdan özgürlükçü demokrasi güçlerinin, komünal demokratik güçlerin en temel stratejilerinden biri demokratik siyasal ortamı, demokratik siyaseti ve demokratik toplum gerçeğini ortaya çıkarmaktır.

İşte bu yaklaşım, bu zihniyet, bu felsefe, bu paradigma üçüncü çizginin güçlü yanıdır. Egemenler, ezenler, hegemonlar azınlığı oluştururlar. Kapitalist sistem içinde bir kesim orta sınıf mevcut sistemden yararlansa, nemalansa da yine de toplumun büyük çoğunluğu devlet dışı top lumdur. Devletle ve sistemle bir çıkarları yoktur. Bu açıdan toplumun çoğunluğunu oluşturan toplumsal kesimler açısından demokratik zemin, demokratik mücadele ortamı, demokratik siyaset imkanı en avantajlı konumu ifade etmektedir. Bu yönüyle üçüncü çizgi aynı zamanda radikal demokrasi çizgisidir, radikal demokrasiyi hedeflemektedir. Radikal demokrasi özünde toplumcu demokrasidir. Bu da aslında eğer gerçek anlamı oturtulduğunda eşittir: toplumcu bir sistemdir, sosyalist bir sistemdir, demokratik bir sistemdir. Şukesindir, toplumculuk demokrasiyi, demokrasi toplumculuğu koşullar. Toplumcu olan demokratik, demokratik olan toplumcu olmak zorundadır. Böyle düşünüldüğünde demokrasi eşittir sosyalizm, sosyalizm eşittir demokrasidir. Bu açıdan geçmiş dönemin reel sosyalist zihniyetinin demokrasiyi bir devlet biçimi olarak değerlendirmesi yanlıştır, tarihsel toplumsal gerçeğe uymamaktadır. Tarihten bugüne toplumculuğun içinde, toplumcu yaşam içinde demokratik toplumcu bir yaşam olduğu gerçeğini görmezlikten gelmektir. Toplumculuğun olduğu her yerde demokratik karakter vardır. Demokratik karakterin olduğu her yerde de toplumculuk vardır.

Ama bu toplumculuk devlet toplumculuğu değildir.

Devletin belirli insanları bir araya toplayarak çalıştırdığı sistem değildir. Toplumculuk demokrasinin olduğu yerde vardır. Bu açıdan demokratik olmayan toplumculuk toplumculuktan bir sapmadır. Ya da toplumcu olmayan demokrasi demokrasiden bir sapmadır. İşte üçüncü çizgi tarihsel bu sapmayı da ortadan kaldırarak toplumculukla demokrasiyi, demokrasiyle toplumculuğu iç içe ortaya koyan, biri olmadan diğerinin olmadığı bir yaşam projesinin pratikleşmesinin ifadesidir.

Özcesi üçüncü çizgi, devletçi, iktidarcı hegemonik sömürücü çizgiye karşı halkların seçeneğidir. Demokratların, toplumcuların, özgürlükçülerin seçeneğidir. Bugün kapitalist modernist sistem de toplumsal sorunlara çözüm bulamamaktadır. Klasik statükocu güçler de sorunlara çözüm bulamamaktadır. Ortadoğu’da kendine İslamcı diyen, hatta kapitalist modernite karşıtı olduğunu söyleyen güçler de toplumların sorunlarına çözüm bulamamaktadırlar. Bırakalım çözüm bulmayı, çözümleri daha da ağırlaştıran karaktere sahiptirler. Zaten demokratik olmayanların çözümü ağırlaştırmaktan başka yapacakları bir şey yoktur. Nitekim toplumlar bunları da reddediyor. Arap Baharı olarak tanımlanan halk hareketleri, hem devletçi statükocu iktidarları reddetmiştir, hem de dış güçlerin bölgeye müdahale ederek işbirlikçiler üzerinden bir baskı düzeni kurmasını reddetmiştir.

Dini iktidar ve devlet aracı olarak kullanan kesimlerde devleti yaşatmak istemektedirler. Kapitalist modernite de, küçültülmüş devlet kavramıyla aslında devleti yeni koşullarda sürdürmek istemektedir. Onlar devletin birçok fonksiyonunu şirketlere, tekellere vermişlerdir. Bu yönüyle devleti küçültüyorum, yumuşatıyorum diyerek toplumu aldatma, devlete dayalı sömürücü iktidarcı sistemi yeniden yaşatma modeline de karşıdır. Üçüncü çizgi denilen ve Rojava’da pratikleşen demokratik sistem buna da karşıdır.

Bu çizgi, bir dönem devletle yan yana yaşayabilir, ama bu küçültülmüş, artık halkların-toplumların çıkarına olduğu söylenen yeni demokratik devlet hikayesini kabul etme anlamına gelmemektedir. Bu çizgide devletle yan yana yaşama bir mücadele sürecidir. Devleti kapsamlı demokratik örgütlenme, demokratik kurumlaşma ve kendi özyönetimini yaratıp sürekli geliştirerek devleti zaman içinde tümden gereksiz ve etkisiz hale getirip tarihten silip tabandan gelişen radikal demokrasiyi, yani demokratik konfederalizmi tümüyle hakim kılma mücadelesidir. Bu açıdan üçüncü çizginin en önemli karakteri demokratik siyasettir. Demokratik siyaset silahını en temel özgürlük ve demokrasi silahı olarak görmektedir. Kuşkusuz bunu belirtirken bir daha vurgulayalım, demokratik siyasal ortamın, demokratik siyasetin olmadığı, devletin toplumu baskı altına aldığı, örgütlenmesine ve demokratik kurumlaşmasına izin vermediği, farklılıkların olduğu gibi kendisini örgütlemesine ve yaşamasına imkân tanımadığı dönemde ya da toplulukların kendi özgür ve demokratik yaşamına karşı, kendi özgür ve demokratik sistemini kurmasına karşı devletin ordusunu, polisini, mahkemesini ve her türlü imkânlarını ve zor gücünü kullanılmasına karşı tabii ki toplum da, halk da kendi meşru savunmasını geliştirme temelinde kendi demokratik kurumlaşmasını her boyutta gerçekleştirmeye yönelecektir.

Rojava’da gerçekleşen budur. Bugün Rojava’da Kürt halkı tüm farklılıkların kabul edildiği, sadece etnik, dinsel ve sosyal farklılıkların değil, siyasal farklılıkların da kabul edildiği, her farklılığın kendini demokratik ve özgürce örgütleyerek demokratik konfederal temelde bir demokratik özerkliği inşa ettiği bir süreç yaşanmaktadır. Devletten ayrı kendini örgütlemektedir. Kuşkusuz tüm farklılıklar derken ezenleri ve sömürülenleri meşru ve gerekli görmek anlaşılmamalıdır. Ancak toplum açısından bir işlevselliği olmayan bu kesimler de zaten devleti oluşturan ya da devlete temel olan çevreler olduğu için radikal demokrasi içinde zamanla devletle birlikte onlar da gereksizleşip etkisiz hale geleceklerdir. Gelecekte Suriye genelinde hangi güç hakim olursa olsun, o güç Rojava halkının bu kurumlarını, bu örgütlülüğünü kabul ettiği müddetçe o kurumlarla yan yana yaşanacaktır.

Devlet demokratik konfederalizmin ve buna dayalı demokratik özerkliğin kurumlaşmasına saygı gösterdiği müddetçe bu demokratik özerklik te devletin yasalarını tanıyacaktır. Bu tanıma kuşkusuz belirli bir uzlaşma, devletin hegemonik birçok karakterinden vazgeçme ve demokrasiye duyarlı olma biçiminde gerçekleşecektir. Bu bir demokratik uzlaşıdır, demokrasi içinde yan yana yaşamayı ifade etmektedir.

Dikkat edilirse Rojava devrimi devletin askerini, polisini söküp atarken onu ezmeyi, öldürmeyi değil, onu çıkarmayı, toplum üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Tabii ki devlet direndiğinde de meşru savunmasını yapmıştır. Bu açıdan askerlerden de ölümler olmuştur, devrimci güçlerden de ölümler olmuştur. Ama esas amaç öldürmek değil toplum yaşamından çıkarmak olduğu için tabii ki devlet güçler çıktığı ya da teslim olduğu takdirde zora başvurulmamıştır ve serbest bırakılarak evlerine gönderilmiştir.

Tabii ki Suriye’nin koşulları farklıdır. Yaşanan kriz ortamında devleti söküp atmak zor olmamıştır. Eğer devlet 5-6 yıl önceki gücünde olsaydı, tabii ki bu örgütlenmeye müsaade etmez, her yol ve yöntemle ezme yöntemi bulabilirdi. Bu da çatışmaları şiddetlendirir, ölümleri olduğundan fazla arttırırdı. Ama siyasal kriz ortamında devlet güç kaybetmiş, toplum örgütlenerek kendini güç yapmış, toplum örgütlendikçe, kendini güç yaptıkça devlet zayıflamış, devlet sadece karakollardan ve binalardan ibaret kalınca da halkın meşru savunma gücü, halkın örgütlü toplum gerçeği ve buna dayanan serhıldanıyla sökülüp atılmıştır. Şimdi bu çerçevede Rojava halkı Arap’ıyla, Süryani’siyle, Ermeni’siyle, Êzidi’siyle bütün farklılıklarıyla kendini örgütlemektedir. Her farklılığın kendini örgütleme özgürlüğü vardır. Bu örgütlenme özgürlüğü temelinde bir birini tamamlayarak ortak bir demokratik modeli ve buna dayalı demokratik kurumlaşmayı gerçekleştirmektedirler.

Kuşkusuz devrim yenidir. Eksiklikleri, yetersizlikleri vardır. Kürt Halk Önderinin siyasal projesini ideolojik ve teorik çerçevede pratikleştirmeye çalışmaktadırlar. Ancak devletçi ve iktidarcı sistem ve onun zihniyeti tümden kırılmış değildir. Bu açıdan zaman zaman bu sistemi bir devlet sistemi gibi anlama yaklaşımları vardır. Ya da iktidarcı devletçi zihniyeti tümden genlerinden silip atmadıkları için demokratik kurumlaşma ve örgütlenmede toplumu güç yapmada sorunlar yaşanmaktadır. Aslında bu bile bir üçüncü çizgi mücadelesidir. Eski modelde olsaydı devletçi bir zihniyetle hemen hiyerarşik, merkezi bir sistem kurulabilirdi. Bunun adına da devrim denilebilirdi. Devrimci iktidar, halk iktidarı, halk devleti gibi ucuz kavramlar kullanarak her şeyin kolaylıkla gerçekleştiği sanılırdı. Şimdi devlet olma yerine çok zengin içerikli ama karmaşık bir toplum modeline, yani başka bir sistem, demokratik bir sistem kurumlaşmasına gidilmesinin zorlukları çok fazla olmaktadır. Bu açıdan belirli sıkıntılar yaşanmaktadır. Ama genel çerçeve belli olduğu için, zihniyet, paradigma, teorik ve politik yaklaşım belli olduğu için bu eksiklikleri, yetersizlikleri tartışarak ya da pratik içinde eksiklikleri ve yanlışlıkları görerek düzeltmektedir. Böylece tam anlamıyla gerçek demokrasinin, radikal demokrasinin, toplumun güç olduğu bir demokrasinin, gücün tamamen topluma ait olduğu bir demokratik sistemin kurumsallaşması adım adım gerçekleşmektedir. Kesinlikle hiçbir siyasal gücün hegemonyasına bu sistemde yer yoktur. Siyasal partiler ancak bu demokratik çerçeveye uydukları ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verdikleri kadar toplum tarafından kabul edilmektedirler. Ya da bu özgürlükçü demokratik sisteme öncülük yaptıkları oranda toplumdan kabul görmektedirler.

Bu devrimle toplum kışkırtılmıştır, toplum tahrik edilmiştir, toplum artık yönetilecek bir sürü olmaktan çıkarılmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Kürt Halk Önderinin yaptığı en temel gelişmelerden biri Kürt halkını kolay yönetilen bir toplum olmaktan çıkarmasıdır. Demokrasi dışında hiçbir idareyi ve yönetimi kabul etmemektedir. Toplumun kendi kendisini yönetmesi esastır. Toplumun kendi kendini yönetmesine hizmet eden her siyasi anlayış toplum içinde yer bulacak, meşru olacaktır. Toplumun kendi kendini yönetmesi yerine bazı grupların, çıkar gruplarının, bazı ekonomik-sosyal güçlerin kendini güç yapmak istediği bir yaklaşım kesinlikle kabul edilmeyecektir, kabul edilmemektedir.

Zaten Rojava devrimi bir kadın devrimi olarak tarih sahnesine çıkmış, iktidar ve devlet kadını baskı ve zulüm altına aldığı için bugün devlet ve iktidar karşıtı olan kadın gerçeği ortaya çıkarılmıştır. Kadın özgürlük çizgisinin, kadın ruhunun, kadın bilincinin tarih sahnesine çıkarılması, aynı zamanda devlet ve iktidar karşıtı toplumsal gücün harekete geçirilmesidir. Böyle bir toplumsal gücün patlamasıdır. Üçüncü çizgi, iktidar ve devlete karşı toplumu ayaklandıran, toplumu devlet ve iktidarı kabul etmeyen bir noktaya getiren çizgidir. Kadın özgürlük çizgisi de bu iktidar ve devlet karşıtlığının, demokratik topluma dayalı yönetim anlayışının mayası olarak özgür kadını, devrimin öncüsü haline getirmektedir.

Üçüncü çizgi, tüm farklılıkların ve tüm sorunların demokratik temelde toplumun söz ve kararına dayanılarak yapılan bir siyasal anlayıştır, bir sistemdir. Farklılıklar da bu demokratik sistem içinde kendine yer bulmaktadır. Farklılıkların özerkliği ve özgürlüğü demokratik sistemin gereği olarak görülmektedir. Bu açıdan Rojava devrimi Suriye için bir modeldir. Rojava devrimi ve üçüncü çizgiye dayanarak Suriye gerçek demokrasinin yeşereceği bir ülke haline gelecektir. Eğer Rojava devrimine dayalı ve Rojava devrimini kabul eden bir demokratik Suriye gerçeği ortaya çıkarsa bu, sorunların demokratik siyaset ve demokratik yoldan çözüm modelinin pratikleşmesi ve gerçekleşmesi olacaktır. Bu da farklılıkların yoğun olduğu, sorunların yoğun olduğu Ortadoğu’da çözüm yolunu, çözüm gerçeğini ortaya koyarak bütün Ortadoğu’nun değişiminde bu çizgi etkili olacaktır. Bu çizgi etkili olduktan sonra her türlü gericilik, her türlü baskıcı despotik zihniyet, sorunları çözen değil de bastıran zihniyet geriletilecek, Ortadoğu gerçeği ve toplumsal doğa tam da kendi gerçeğine uygun demokratik siyasal sistem, demokratik toplumcu sistem, komünal demokratik sistem olarak tanımlayabileceğimiz bir sisteme kavuşacaktır. Ortadoğu sorunlarından kurtulup barış, istikrar, özgürlük, demokrasi ve toplumculuğa dayanan bir toplumsal sistemin kurulması gerçekleşecektir. Üçüncü çizgiyi; statükoculuğa ve kapitalist moderniteye karşı üçüncü çizginin temel parametrelerini ve çerçevesini, ideolojik, teorik ve siyasal anlayışını ve öngördüğü alternatif toplum projesini bu çerçevede görmek gerekmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.