Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalizm Toplumun Kanserleşme Düzeyinde Hasta Edilmiş Halidir

Selahattin Çetin

Uygarlaşmanın, yapısallaşmanın Sümer ile başladığı iddia ediliyor. Aslında Marksist sosyoloji de bunu böyle kabul etti. Sümer’i İlk Çağ’da, Orta Çağ’da önemsemedi. Tarihin başlangıcı olarak, “Modern toplum, uygar toplum kapitalizmle ortaya çıktı. Şehirler kapitalizm ile daha fazla büyüdü, anlam ve değer kazandı” diyerek, kapitalizm öncesi yaşamı da çok önemsemedi. Ciddi anlam ifade eden bir yaşam olarak ön görmedi. En büyük toplumsallığın ve yaşamın kapitalizmle geliştiğini düşündü, değerlendirdi ve kabul etti. En büyük yanılgısı da bu oldu.

Toplumsallık, kapitalizm ile gelişmedi. Sümer ile başlayan iktidar ve devlet sistemi, daha önce var olan toplumsallığı daraltmaya, kemirmeye çalışmasına rağmen yok edemedi. İşte kapitalizm, bu toplumsallığı tümden yok etmek için bir saldırı biçimi olarak ortaya çıktı. Bu konuda Marksizm çelişkilidir. Marks’ın kapitalizmin bir bütün olarak topluma saldırı olduğu tanımlamaları da var. Bazı boyutlarda tanımlaması böyledir, ama diğer yandan tarih tezi olarak, devlet ve iktidarı uygarlığın esası olarak görünce, birde bunun kapitalizmle birlikte en büyük gelişimini yaşadığını kabul edilince, artık kapitalizmin bir saldırı olarak görülmesi, tanımlanması çok fazla anlam ifade etmiyor. Diğer tanımlamalar bunları gölgede bırakıyor. Geriye, tarihi devletle başlatan, devletleşmeyi tarihsel toplum gelişimi içerisinde bir sapma olarak görmek yerine, en büyük gelişme hamlesi olarak görme anlayışı kalıyor. Tarih bakış açısındaki en büyük yanılgı böyle ortaya çıkıyor.

Kapitalizm bu konuda hiç bir ahlâki hatta hukuki kural tanımayan bir sömürü olarak ortaya çıkıyor. Kapitalizm bir sömürü tarzıdır. Bir istismar sistemidir. Na sıl bir sömürü tarzıdır: Hiçbir ahlâki ve hukuki kural tanımayan, doğayı ve toplumu yok etmek üzere sadece kâr elde etmek için yürütülen bir saldırı, sömürü ve eylem biçimidir. Ekonomik toplumu yok etmek için geliştirilmiş bir saldırı ve sömürü biçimidir. Kâr, yağma, talan üzerine kuruluyor. Oysa ekonomi toplumun maddi ihtiyaçlarının karşılanması üzerinedir. Oldukça temel ve önemli bir alandır. Aslında yaşamda güvenlik ve üremeyle birlikte var olmanın temel alanıdır.

Bu bakımdan düz, yüzeysel bir emperyalist saldırı biçiminde tanımlayıp onunla yetinmemek gereklidir. Öyle değildir. Kapitalizmin yayılması, emperyal saldırısı daha çok ekonomik sömürüyü gerçekleştirmek amaçlıdır. Siyasi-askeri egemenlik kurmayı ifade ediyor. İkincisi, Merkezi hegemonik iktidar gerçekliği, emperyal yayılmadaki yüzeyselliği, darlığı da aşmayı getiriyor. Kapitalizm çözümlemesinde her ne kadar zayıf kalındıysa, yanılgı yaşandıysa o çözümlemelerdeki yanılgılara dayalı olarak emperyalizm çözümlemesinde de benzer yanılgılar yaşandı. Emperyalizmi sadece kapitalizmin son aşaması olarak görme esas alındı, emperyal yayılmanın sömürgeciliği sadece ekonomik sömürü ile sınırlı görüldü, böylece hem kapitalist sömürü öncesi yayılma biçimleri, emperyal yönelimler görülemedi, değerlendirilemedi, hem de bütün tarih boyunca en son kapitalizmin emperyal yönelimi, yayılması dar bulundu, sadece ekonomik sömürü amacıyla sınırlı görüldü. Merkezi hegemonik iktidar gerçeği doğru anlaşılamadı, değerlendirilemedi. Oysa var olan ve yayılan merkezi hegemonik iktidardı. İşte o darlık ve yüzeysellik, iktidarı, devleti doğru tanımlayamamaktan, onun merkezi ve hegemonik karakterini görememekten ileri geldi.

Ali Fırat, son yüzyılda ortaya çıkanı, kapitalizmin merkezi hegemonik iktidar sistemini küresel boyuta ulaştırması ardından gelişen duruma ilişkin, şu tespite varıyor: “Artık merkezi hegemonik iktidar sistemi var olan bütün rezervlerini tüketmiştir, daha fazla yayılacak, genişleyecek yeri kalmamıştır.” İktidar ve devlet güçlerinin iddiası şudur: Tek yönetim biziz, toplumu ancak biz yönetebiliriz. Bizim dışımızda bir yönetim olamaz ve bu sorunları çözemez. Herkes buna zorla ya da hileyle de olsa inandırılmıştır. En devrimciyim, en sosyalistim diyenler bile inandırılmıştır. Aslında kapitalizme, devlete en çok karşı olduğunu söyleyen sosyalist güçler, devrimciler bile sonuçta kendilerini devlet ve iktidarla bağladılar. Düşüncelerini devlet ve iktidar olarak pratikleştirmeyi, hayata geçirmeyi; özgürlüğü, eşitliği, paylaşımı, güzel yaşamı devlet ve iktidarla kurmayı ön gördüler. İnandırma o düzeye kadar gitti.

Burada bir yalan ve hile var. Evet, iktidarın ve devletin bir yönetimi var. Eskiden iktidarı “devlet yönetimi” olarak tanımlıyorlardı. Hükümet olarak ön görüyorlardı. İktidarcı-devletçi paradigmayı esas alan tüm güçler son tahlilde aynı tanımlamaya geliyorlardı. Ayrım şöyle oluyordu. “onun devleti kötü benimkisi iyidir; onun iktidarı kötü, benim iktidarım iyidir” deniliyordu. Kendisini iyi görüp öbürünü kötü görme ayrımı oluyordu. Devletleri birbirinden bu kadar ayırıyorlardı, iktidarı birbirinden bu kadar ayırıyor ve parçalıyorlardı. Oysa iktidar ve devlet sisteminde boşluk ve kopukluk yoktur; doluluk ve süreklilik vardır. Zihniyetten uygulamaya kadar gelen bir devletçi sistem var. Bu da “kar topu nar topu gibi büyüyerek geliyor.” Merkezle çevre ilişkileri değişiyor, birisi yıkılıyor onun külleri üzerinden hemen yerine yenisi kuruluyor. Bir süreklilik ve bütünlük var, parçalılık ve kopukluk kesinlikle yoktur. Onun için ‘benim devletim iyi öbürünün kötü, benim iktidarım iyidir sosyalizmi getirir, devrim doğurur; öbürünün iktidarı baskı ve sömürü getirir’ denilemez, çünkü iktidar-iktidardır. Kim yaparsa yapsın, nerede uygulanırsa uygulansın aynı sonucu verir. Devlet-devlettir. Nerede olursa olsun, hangi kurumlara sahip olursa olsun, kimler tarafından yönetilirse yönetilsin, aynı sonucu verir, aynı anlama gelir.

Aslında devlet üzerinde yoğunlaşıldığı zaman bütün sosyalistler devletin tekelciliğini, çeteciliğini, baskı, sömürü ve terör gücü olduğunu kabul ediyorlar. Ama toplumsal yönetimin devlet ve iktidar dışında olamayacağını baştan var saydıkları ve kabullendikleri için, sonuçta devlete dönük eleştirilerin hiç birisi pratikte bir değer ifade etmiyor. Kendileri de devletçi paradigmayı esas alınca bir devleti yıkıp yenisini kurunca, kendileri de bir iktidar sistemi yaratınca, aslında var olanın şubesi olmaktan öteye gidemiyorlar.

Dikkat edilirse ABD, Sovyetler bloklaşması o kadar keskindi. Sovyetler birliği alternatif olduğunu söylüyordu, ama Sovyetler Birliği çökerken ortaya çıkardığı devlet yapılarını daha iyi gördük ki, aslında merkezi devletçi-iktidarcı sistemin birer şubesiymişler. O halde Sovyetler Birliği adlı devlet de Sümer’den ABD’ye kadar gelen iktidarcı devletçi sistemden kopuk bir aygıt değilmiş; ABD ile çelişmesi çatışması karşıt ve alternatif olduğu anlamına gelmiyor, sistemin kendi içinde zaten bu tür çelişki ve çatışmaları tekeller düzeyinde ortaya çıkıyor. Bu sistemin karakteriyle bağlantılıdır. Baskı ve sömürü gücü olmasıyla, tekelci ve hegemonik olmasıyla bağlantılıdır.

Buradan ele aldığımızda şimdiye kadarki devrim tanımlamalarının yanlış olduğunu görebiliyoruz. Devrimi, “bir devleti yıkıp yeni bir devlet kurmak” olarak ele almak, ‘o devlet kötüydü, benim devletim iyi olacak, özgürlük ve eşitlik getirecek’ demek yanlıştır. Diğer yandan yine bir iktidar değişimi olarak öngörmek, bir iktidarı yıkıp yenisini kurmak, gerçekten de devrim yapmak değildir. Oysa iktidar ve devlet sistemi içerisinde şimdiye kadar devrim böyle tanımlandı. İktidar ve devlet paradigmasıyla olay ve olgulara bakan, düşünen herkes devrimi böyle algıladı. Devrimcilik şimdiye kadar buna göre yapılmaya çalışıldı. Devim bu demek değildir. Bir devleti yıkıp bir başka devlet ya da iktidar kurmak değildir.

Devrim, günümüzde iktidar ve devlet sistemine karşı, demokratik toplumu, demokratik yönetimi geliştirmek ve güçlendirmek anlamına geliyor. Devlet + demokrasi formülünde demokratik yönetimi, demokrasi ayağını daha doğrusu toplumsal ayağı sürekli bilinçli ve örgütlü kılmak ve güçlendirmektir. Böylece giderek devlet ve iktidarı daraltıp sınırlandırıp zayıflatarak devletsiz, iktidarsız bir toplumsal varoluşa ulaşmaya çalışmak oluyor.

Böyle olunca devrimci yöntem, yıkıcı yöntem demek değildir. Kavgacılık, eşittir yalnız başına devrimcilik anlamına gelmiyor. Devrimcilik, devrimci yöntem de şimdiye kadar böyle tanımlandı. Ne kadar radikal oluyorsan, kavgacı oluyorsan, yıkıcı oluyorsan o kadar devrimcisin! Yıkıcı, kavgacı değilsen devrimci değilsin, reformistsin, uzlaşmacısın sayıldı. Oysa öyle değildir. Devrim, değişim yaratmakla ilgilidir. Yani devlet ve iktidar sistemini daraltmakla ilgilidir. Devlet ve iktidar gücünü ne kadar daraltıyor, toplum alanını ne kadar büyütüyorsan devrimi o kadar geliştiriyorsun, o kadar devrimci değişiklik yapıyorsun. Onu yaratan yöntemler devrimci yöntemlerdir. Ama bir devleti yıkıp yerine ondan daha ağır baskı ve sömürü uygulayan yeni bir devlet kurduysan, bu devrim falan değildir, devleti güçlendirmektir. Aslında çürümüş ve zayıflamış olanı ortadan kaldırarak daha taze, yeni dinamiklere sahip dolayısıyla daha baskıcı, saldırgan, otoriter bir devlet gücünü ortaya çıkartmış olmayı ifade ediyor.

 

Sosyalizmin Özü Toplumcudur

Tarihsel olarak baktığımızda, ilk çağ, orta çağ devletçi yapısında devlet ve toplum arasında gerçekten bir farklılık ve ayrım var. Bir toplum var. Devlet, toplum üzerinde egemenlik kuran, baskı ve sömürü uygulayan tekelci bir çete, ama ayrı bir sistemdir. Kendisini toplum ile özdeşleştirmiyor. Topluma inmiyor, toplumu kendisine katmıyor, topluma inişi, toplumun katılmasını kendisi için bir aşağılanma olarak görüyor. Böylece devletin bir darlığı var, sınırlılığı var. Topluma var olma alanı bırakıyor. Onun üzerinde baskı ve sömürü uyguluyor, onu bir düzeye kadar tahrip ediyor, toplumsal varlığın tümüne dönük bir saldırı yürütmüyor. İşte ulus-devlet bu noktada tehlikelidir. Devletin bu karakterinin aşılması oluyor. Ulus-devlet, devleti gerçekten de toplum haline getiriyor. Öyle oluyor ki, devlet = toplum, devlet = vatan, devlet = ülke, devlet = dil, hiç birbiriyle aynı olmayan, eşit ve özdeş olmayan kavramları özdeşleştiriyor ve böylece topluma dair ne varsa herşeyi devlet hegemonyasına almak istiyor ve devletleştiriyor. Bu biçimde de toplumsal varlığı en çok tahrip eden, yok eden oluyor.

Ulus-devletin bu gerçekliğine rağmen, kapitalizme karşı olduğunu, kapitalizmi yıkma görevini üstlen diğini söyleyen sosyalizm, onun reel sosyalist biçimi, bu ulus-devlet sistemini esas alıyor. Böyle bir toplum karşıtlığını devrimcilik, ilericilik ve gelişme olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla onu güçlendiriyor, geliştiriyor, sağlamlaştırıyor, koruyor, tüm imkanları devleti için seferber ediyor. Devletin bekası, devletin varlığı her şey oluyor. Her kesi devlet memuru haline getiriyor, her bireyi bir küçük devlete dönüştürüyor. Bunun sosyalizmin; özgürlük, eşitlik, demokrasi, adalet, paylaşım ilkeleriyle bir alakası yoktur.

Dikkat edelim ondan tümüyle kopukluğu ifade ediyor. İstediği kadar bu ilkeleri öngördüğünü, esas aldığını söylesin, fakat ulus-devletçi olduğu müddetçe bu ilkelerle hareket edemediği açıktır. Reel sosyalizmin, sosyalizmi ilkelerinden uzaklaştıran, tekelci devlet kapitalizmine dönüştüren temel özelliği budur. Nitekim Sovyetler Birliği çözüldüğünde bu gerçeklik net bir biçimde ortaya çıktı. Ancak demokratik yönetimle kendisini uygulayabilecek olan sosyalizm uygulanamadı. Alternatif bir sistem olamadı, sistemden kopamadı. Dikkat edilirse alternatif olma iddiası ile ortaya çıktı, ama olamadı. Sonunda görüldü ki, iktidar ve devlet sistemi olarak alternatif değil, onun bir türevi olarak kapitalizmin tekelci biçimi ortaya çıkmıştı.

Böyle olunca reel sosyalizm giderek zayıflığı ve başarısızlığı teori haline getirmeyi yaşadı. Dünya devrimiyle yola çıkıldı, Avrupa devrimini, dünya devrimini gerçekleştirecek merkez olarak gördü. Ekim Devrimi ile birlikte, “dünya devriminin başladığını, Avrupa’da zafer kazanarak bir dünya devrimine dönüşeceğini” iddia etti. Bu yönlü çabalar da harcadı, ama başarılı olamayınca, örneğin Almanya’da devrim yenilgi alınca bu sefer yenilgi üzerine teori oluşturdu. İlke bir yanda kaldı. Somut pratik durum ilkenin yerine geçti. Rus devrimciliği, reel sosyalizm çok pragmatist bir yaklaşım sergiledi. Ondan sonra dünya devriminden, Avrupa devriminden vazgeçti. “Tek ülkede sosyalizm” teorisini geliştirdi. Daha da öteye giderek, “tek ülkede komünizm” dedi. Ama görüldü ki, öyle dediği yerde, dünyanın yaşadığının en geri, en zayıf bir biçimini kendisi yaşıyormuş da haberi yokmuş. Bir hayal dünyasında geziyormuş. Ve buna gerçekten de inanıldı. Öyle olmadığı ortaya çıktı.

Nitekim en son alternatif çözüm iddiasıyla ortaya çıkan reel sosyalizm akımı bu hale geldi. O da çözüm modeli olma iddiasındaydı, alternatif olma amacıyla ortaya çıktı. Fakat ideolojik içeriğini yeterli ve doğru kuramaması, sosyalizmin ideolojik ilkelerini esas alıp yürütememiş olması, sosyalizm adıyla yeni bir ulus-devlet modelinin, tekelci devlet kapitalizminin ortaya çıkmasına yol açtı. Sadece “sosyalizm” kavramını kullanmak, sosyalist olmak için yetmiyor. Bu iş sadece kavramla ilgili bir şey değildir. ideolojiyle, felsefeyle, ahlakla ilgilidir, yani yaşam ilke ve ölçüleriyle ilgilidir. Ad olarak ne takılırsa takılsın adla uyumlu olmalı, ama adını sosyalist koyar, kapitalizmi yaşayabilirsin. Reel sosyalizm de özünde böyle oldu. Reel sosyalizmdeki gibi böyle bir tehdit ve tehlike bütün özgürlükçü akımlar için tarih boyunca var olmuştur.

Sosyalizm ve kapitalizm kavram olarak, sırasıyla toplumculuk ve bireysellik olarak tanımlanabilir. Türkçe olarak anladığımız dille tanımlarsak, kapitalizmin özü bireyciliktir, sosyalizmin özü toplumculuktur. Zaten sosyalizmin Türkçe anlamı da toplumculuk oluyor, özgür ve eşit yaşam esastır. Bunu kapitalizm de reddetmiyor, sosyalizm de reddetmiyor, ama kapitalizm “özgürlüğü ve eşitliği’” bireyciliğe göre tanımlıyor. Sosyalizm ise “toplumculuk, toplumsallık” temelinde ele alıp tanımlıyor.

Burada şöyle bir tespit yapmakta fayda var. Tarihsel olarak sosyalizm ve kapitalizm gelişimi hep mücadele halinde olmuştur. Ama şöyle değiller: Reel sosyalizme göre kapitalizm vardı, sosyalizm ona karşı ortaya çıktı. Öyle değildir. Sosyalizm vardı, aslında kapitalizm ortaya çıktı. Dolayısıyla kapitalizm oldu da, onu aşmak için sosyalizm icat olmadı. Çünkü toplumculuk ve toplumsallık vardı. İlk çağın, orta çağın iktidar ve devlet sistemleri her ne kadar daraltmaya çalışmış olsa da yine de böyle bir toplumculuk vardı. Kapitalizm bu toplumsallığa bir saldırı olarak ortaya çıktı. Sosyalizm; bu saldırıyı önlemek, toplumsallığı daha üst bir evreye taşımak üzere bir bilimsel kuram olarak tanımlandı, bir mücadele gücü olarak bu ortaya çıktı.

Sosyalizm, kapitalizmden sonra gelmiyor. Reel sosyalizmin en temel yanılgılarından birisi de bu oldu. Zaten reel sosyalizm tarihsel toplumu, “köleci, feodal, kapitalist toplum” olarak tanımladı, sonra da “sosyalizm olacak” dedi. Kapitalizm üzerinden bir sosyalizmin inşa olacağını tanımladı ki, bu da reel sosyalizmin çözülüşüne giden tanımlama olarak ortaya çıktı. Sosyalizm, kapitalizmin üzerinden inşa olacak bir toplumsal sistem değildir. Tam tersine kapitalizme karşı mücadele edip, onun zıddı olarak var olan, gelişen bir yaşam tarzı, ilke ve ölçüsüdür.

Komünizmi tümüyle kapitalizmin aşılması biçiminde ve kapitalizmin sonucu olarak gerçekleşebileceğini öngördü ve inandı. Öyle ki, sanki bunlar iç içe değiller, mücadele halinde değillermiş gibi, “Bir dönem kapitalizmdir, ondan sonra kapitalizm tümden aşılacak bu sefer de herkes sosyalist olacak” biçiminde tanımlamalara gittiler. Tarih boyunca iç içe var olan, mücadele halinde olan bir sistem, ideolojik duruş olarak değil; tam tersine peş peşe gelen, bıçakla da kesilir gibi kesilen, birbirinin devamı olan sistem ve ideolojiler olarak öngörüldü. Dolayısıyla düz ilerlemeci çizgi böyle ortaya çıktı. “Kapitalizm geldi, o da yok olacak, sosyalizm gelecek” buna iman edercesine inanıldı ve en son Sovyetler Birliği, “komünizme geçtiğini, sonsuza kadar da böyle kalacağını” ilan etti. Ama gerçeklik tam öyle olmadı.

 

Bir Kişi Tarihi ve Toplumu Temsil Edebilir

Kapitalizmi sadece 13.-14. yüzyıldan sonra ve Avrupa’da ortaya çıkan bir sömürü tarzı olarak görmek yanlıştır. Kapitalizm, iktidar ve devlet sistemi var olduğu andan itibaren var oldu. Kapitalizm, hiçbir ahlak, hatta hukuk bile tanımadan, tamamen toplumu yok etmek üzere topluma yöneltilmiş bir saldırı, bir istismar sistemidir. Tamamen toplumun ahlaki ilkelerini, politikasını yok etmeyi öngören, azami kârı mubah sayan, her şeyi kâra dayandıran bir yaşam tarzı, sömürü biçimidir.

Buradan yola çıkarak kapitalizm toplum olarak tanımlanamaz. Kapitalizm bir toplum değil, toplumsal hastalıktır. Yani toplumun kanserleşme düzeyinde hasta edilmiş halidir. Bir varlığı, canlıyı, insanı tanımlarken ölüm haliyle mi tanımlarız, kanserleşmiş haliyle mi tanımlarız, hasta haliyle mi tanımlarız; yoksa sağlam ve diri haliyle mi tanımlarız? Kuşkusuz canlı ve diri haliyle tanımlarız. O halde kapitalist toplum tanımlaması olmaz. Kapitalizm toplumu yok eden bir sistem, topluma onu yok etmek üzere dayatılan bir saldırı biçimidir. Özgürleşmenin doğru anlaşılması önemlidir. Özgürlük nedir? Neyle oluyor? Neye özgürlük deniliyor? “Eşitlik” kavramı yalnız başına toplumsal yaşam gerçekliği içerisinde yeterli değildir. Ortaya konan amacı vermiyor. Çünkü iktidarcı-devletçi sistem var, toplum baskı ve sömürüyü tanımış, bu anlamda ciddi biçimde bir farklılaşma yaşamış, toplumun kendi içinde farklılığı var. Baskı ve sömürü sistemi, devlet ve iktidar düzenleri bunlara dayanarak bir egemenlik biçimi geliştirmiştir. O halde sadece eşitlik olarak ele aldın mı, bu sistemin yarattığı toplumsal düzeyin egemenleri üzerinde, hakikati üzerinde bir eşitleşme oluyor. Öyle bir eşitlik kavramı doğru değildir. Günümüzde sadece yalnız başına “eşitlik” kavramından söz edilmiyor. Farklılıklar temelinde eşitlik, farklılıkları öngören, esas alan, farklılıkların varlığını ve özgürlüğünü tanıyan bir eşitlik. Farklılığı kabul eden bir eşitlik, her farklılığın kendi özgünlüğü içerisinde özgürce var olup katıldığı, kendisini temsil ettiği bir eşitlik; başkasına dönüşen, başkasına benzeşen, farklılıkları yok eden bir eşitlik değil, tam tersine var eden, esas alan, geliştiren bir eşitlik kavramıdır.

Kapitalizmi de her şeye hakim görmemek gerekiyor. Evet ciddi tehlikeler var. Kapitalizm; insan ruhunu, duygusunu, düşüncesini her şeyini değiştiriyor, yok ediyor. Hepsine dönük bir saldırı oluyor. Dolayısıyla toplumsal dokuyu, tarihsel olarak oluşmuş toplumsal geleneği, onun komünal özelliklerini tümden yok etmeyi hedefliyor. Bu bakımdan birey ve toplum için ciddi bir tehdit ve tehlikedir. Bu tehlikeyi görmek gereklidir. Son 500 yıl içerisinde kapitalist saldırı yoğundur, fakat her şeye hakim olmuş değildir. Toplumları tümden hala yok edebilmiş değildir. Kapitalizmin gücü aldatıcılığından, karşıdakini zayıflatmasından geliyor.

Kapitalizmin ideolojisi olarak liberalizm her kılığa girebilen, karşıtını kendine çekebilen bir özelliğe sahiptir. Yani karşıtla aynı söylemi söylemek, onun elindeki düşünce gücünü, ideolojik gücü aynı kavramları kullanarak, özünü boşaltarak oradanmış gibi görünmek, liberalizmin esasıdır. Kapitalizmin gücü de böyle bir ideolojiye sahip olmasından ileri geliyor. “Özgürlük, eşitlik, toplum, kadın, yaşam” diyerek her şeyin üzerinde duruyor, ama hepsinin özünü boşaltıyor. Toplumsal karakterini, komünal yaşam ve kolektif dokusunu ortadan kaldırıyor. Toplumu, toplumculuğu yok ediyor. Topluluğa dayalı özgür bireyi yok ederek bireyciliği ortaya çıkarıyor.

Özgür birey, bireycilik değildir. Bireycilik, toplumdan kopmuş, toplumla karşıtlaşmış her şeyi maddileştirmiş, maneviyatı yok etmiş, aslında yaşamı bitirmiş fosilleşmiş, robotlaşmış bir insan duruşudur. Kapitalizm, bunu ortaya çıkarıyor, ama buna özgürlük diyor, bunu ilerleme ve gelişme olarak koyuyor. Kuşkusuz gerçeklik böyle değildir.

Özgür yaşam konusu, salt bireysel ele alınarak liberalizmin tuzağına düşülmeyecek kadar ciddi bir konudur. Ciddiyeti, konunun toplumsal ve tarihsel oluşundan gelir. Ne kadar güncel ele alınmaya çalışılırsa çalışılsın, o kadar tarihe gitme zorunluluğu ortaya çıkar. Zira yaşam, yaşanılan andan ibaret değildir. Bizler yaşamın anlamından söz ediyorsak doğalığında şu anın dışında bir yaşamla kendimiz arasında kurduğumuz bağ var demektir. Bu bağı inkâr etmek kendini inkâr etmektir. Bu da liberalizmin zaten istediği, beklediği ve sınırsız yatırım yaptığı bir düşünme, aslında düşünmeden yaşadığını sanma biçimidir. Özgür insan ve özgür yaşam, tarihsel-toplumsal öneme sahiptir. Bu önemi oluşturan da demokratik modernite toplumsallığıdır.

Bir kişi tarihi ve toplumu temsil edebilir. İnsan bu potansiyele sahiptir. Buna rağmen kapitalist modernite insanı öyle bir hale getirmiştir ki, insanın toplumsallaşmasıyla oluşan potansiyeli dahi açığa çıkamamaktadır. Hatta bu potansiyel yutulmakta ve sistemi besleyen bir kaynağa dönüşmektedir. Kendinde evrensel değerlerin kolektif bileşkesini oluşturan erkek ve kadınlar, estetiğin, çekici aklın, özgürlük cazibesinin, yaratıcı zekânın, özgürlük ahlakının ve düşünsel güzelliğin de kaynağı olurlar. Kendini bu tanımdaki gibi kaynak yapmayı başarmış olan kişiler, demokratik modernitenin özgür eş yaşamını inşa etme gücünü yaratabilen kişilerdir. Çünkü onlar yaşama adım attıklarında yenilmezler, sistem hastalıklarının tuzağına düşmezler. Çünkü onların özgürlük düzeyi, kendi bağışıklık sistemlerini kapitalist modernitenin zerresi dahi giremeyecek kadar güçlü kılmışlardır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.