Düşünce ve Kuram Dergisi

Yıkıntılar Arasında Post Gerçeklikle Baş Etme

Hasan Kılıç

“Lacan’a ‘Hayaletler neden geri döner?’ diye sorarlar. ‘Uygun şekilde gömülmedikleri için’ der.”

2016 yılında Oxford Sözlüğü tarafından yılın kavramı seçilen “post-truth” (post-gerçeklik) üzerine tartışmalar kamuoyunda devam etmektedir. Bu kavramın gündemi yoğun şekilde meşgul etmesinin, siyasal ve toplumsal arka planı var. Bu yazı yoğun meşguliyetin peşinden giderek post-gerçeklik kavramı ve kavramın yansımaları üzerine düşünmeyi, bu düşünme sürecini de post-gerçeklik ile birlikte güncel başka bir kavramla birlikte sürdürmeyi deneyecektir. Yazıya göre post-gerçeklik kavramının bu denli gündeme gelmesinin ve aslında kavramın kendisi üzerine daha derin bir şekilde düşünebilmenin yolu, post-gerçeklik kavramını popülizm (özellikle etnik-dinsel otoriter popülizm) ile birlikte düşünülmesinde fayda vardır. Bu kapsamda, siyasalın öte kısmında bulunan iktidarı ve iktidar stratejilerini anlamak için aynı zaman ve mekânda var olan popülizm ile post-gerçeklik arasında gerçekleşen salınımı, yakınlaşmaları ve temasları çözümleyebilmek kritik bir önem taşır.

Bu dertten bağımsız olarak post-gerçeklik kavramının ne olduğu, hangi tarihsel ve güncel politik meselelere ışık tuttuğuna dair farklı olaylara, farklı yorumlar üretilir. Kimi kuru yalanı bile post-truth olarak görmeye dayanan bu yorumların etraflıca ele alınarak tartışılmasına ihtiyaç vardır. Antonio Gramsci’nin 1918 yılında dediği gibi “Kavramlar da elden ele geçen madeni paralar gibi yıpranmaktadır.” Söz konusu yıpratmaya düşmemeye çalışarak bu yazıdaki anlamıyla post-gerçeklik, yaşanmışlığı yeniden ele alarak kendinden menkul bir enerji biriktiren, yeniden yorumlayan ve yeniden sunan; böyle olmaklığı ile rıza üretimi ve kurumsal kapasite oluşturma imkânlarını elde eden bir olgu olarak ele alınacaktır

Post Gerçeklik ile Popülizmi Birlikte Düşünmek

Post-gerçeklik kavramı, günümüzdeki siyasal, toplumsal ilişkileri anlamanın anahtarlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Bu anahtar kavramın içerisinde bulunduğu alet çantasının bir diğer önemli kavramı ise kuşkusuz ki popülizmdir. Popülizm Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan Balkanlara kadar geniş bir siyasi coğrafyada yayılmakta; otoriter yönetimleri tanımlamak üzere sıkça başvurulan kavramlardan biri haline gelmektedir. Faşizm ile benzerliklerinin sıkça gündeme getirildiği popülizmi başka kavramlarla birlikte düşünmenin zamanı geldi gibi. Nitekim bu yazının da temel amacı popülizmi, post-gerçeklik kavramı ile birlikte düşünmektir.

Bu yazı, post-gerçeklik kavramını, aynı zaman-mekân aralığında parlayan popülizm ile birlikte düşünmek hem post-gerçeklik kavramı üzerine daha derin tartışmalar yürütmeye hem de popülizmin mevcut kurumsallığı yıkıma uğratması sonrasındaki yeniden inşa sürecinde post-gerçeklik ile girdiği ilişkinin etkilerini anla     maya yoğunlaşır. Bu etkilerin toplumsal alanda yarattığı etkileri değerlendirerek yıkıntılar arasından alternatif düşüncenin nasıl doğabileceğini Walter Benjamin ile Ali Fırat’ın düşüncelerini bir araya getirerek tartışır. Alternatif yaşam için alternatif bir tarih felsefesine ve araçlarına ihtiyaç duyduğumuz gerçekliğinden hareketle, Ali Fırat ile Walter Benjamin’in tarih anlayışları arasındaki benzerlikleri, devrimci momentlerin birleştirilmesini dünden daha çok ihtiyacımız olan bir hakikat olarak düşünmenin vaktidir!

Yıkım Sürecinde Popülizm

Popülizmin mevcut kurumsallığı yıkıma uğratmasının çeşitli patikaları vardır. Bunlardan ilki kuşkusuz ki, toplumun bir bütün olarak geçmişiyle ve öğretilmiş siyasi tarihle bağını koparmaktadır. Toplumsal hafızadaki yıkım ve bilgi yapılarının iptal edilmesi, toplumsal hafızanın ve bilgi yapılarının yeniden inşası için zemin hazırlar. İkinci patika ise mevcut kurumsallığın yıkımıdır. Yürürlükteki yasal-anayasal kurallar, ahlaki normlar ve teamüller hedef alınarak oluşturdukları meşruluklar sorunlu hale getirilir. Üçüncü ve son patika da toplumsal direniş odakların direnişini kırmaya yöneliktir. Burada ikili bir yola girilir. İlki direniş odağının dinamiğini yok etmek, ikincisi de direnişin kendisini sürekli yeniden üreten yaşamsallığını, dayanışmayı ve birlikte yaşama pratiklerini çekip almaktır. Otoriter popülizm bu patikalarda mesafe alırken çeşitli zor araçlarına başvurur. Bu noktada dikkati Şok Terapisine çekmekte fayda var. Kanadalı yazar, gazeteci, aktivist Naomi Klein, kapitalizmin geldiği aşamada kendi varlığını başka biçimlerle sürdürmek için Şok Doktrini geliştirdiğini ifade eder1. Bu kapsamda, iktidarın topluma yönelik uyguladığı şok terapisi hem toplumsal hafızanın yitimini hem de post-gerçeklik aracılığıyla yeni bilme biçimlerinin oluşturulmasını sağlar.

Naomi Klein’e göre “Şok Doktrini terimi, halkın uğradığı kolektif bir şokun (savaşlar, darbeler, terör saldırıları, piyasa çöküşleri ya da doğal afetlerin) ardından halkın yönünü bulamamasından sistemli bir biçimde faydalanarak, oldukça vahşice bir yola, genellikle ‘şok terapisi’ adı verilen bir içerikte, büyük şirketler yararına köklü tedbirler alma taktiğine başvurmanın karşılığı ”dır. Şok Doktrini, popülist otoriter liderlere kendi siyasal ajandalarını gerçekleştirmek için kimi zaman “Allah’ın lütfu” dahi diyebilecekleri zeminler sağlar. Bu zeminler, liberal demokrasi anlayışıyla oluşturulmuş ve çeşitli kültürlerde farklı biçimler kazanmış kurumsallığın yıkımı için fırsatlar sunar. Yıkım aşaması bu zeminin sağlanması ve siyasal iklimin iktidara muhalefetin tam uyum sağlaması ile gerçekleşir. Böylece toplumsal hafızanın kaybolması ve yeni bilme biçimleri ile tarihin yeniden “yürütme erki” kontrolünde kurulmasının yolu açılır.

Buna paralel olarak ikinci patikada mesafe alınmaya başlanır. Bu kapsamda Şok Terapisinin yanı sıra popülizmin alamet-i farikalarından biri daha devreye girer. Bu alamet-i farika mevcut kurumsallığın hedef alınmasıdır. Güncel siyasette popülist liderin diline pelesenk olan “seçkinciler, halktan olmayanlar” ve “biz, halk olanlar” dikotomisi işlerlik kazanır. Böylece “eskiye ait olan” her şey yadsınmaya, meşruluğunu yitirip tarihin sayfalarında bile yer almayacak şekilde yok olmaya yüz tutmaya çalışılır. Buradaki yıkıma temsili demokratik rejimin ve temsili demokratik prosedürlerin aşınması eşlik eder. Temsili demokratik rejimin otoriterleştiği, kimilerince ‘rekabetçi otoriterlik’ diye adlandırılan ama aslında temsili demokratik prosedürlerin otoriter popülist liderlerin seçildiği sıradan prosedürlere transfigüre olduğu bu değişim esasında temsili demokrasinin bile kırıntılarını süpürmektir. Otoriter popülizm, mevcut kurumsallığı aşındırabildiği, zor araçları ve seçim hukuku başta olmak üzere çeşitli demokratik rejimleri yıkıma uğratabildiği ölçüde ikinci patikada da mesafe almış olur. Üçüncü patika diğer ikisinden farklı olarak şiddetin daha fazla devreye girdiği bir yola işaret eder. Çünkü otoriter popülizm bu patikada çoğunlukla siyasal stratejisine şiddeti katar. Etnik-Dinsel otoriter popülizm için bir yeniden kolonize etme süreci işler. Bu kapsamda, yeniden kolonize edilecek halka yönelik tebdil harekâtları yoğunlaştırılır. Şiddetin devrede olduğu ve aktif muhalefeti kırmaya çalıştığı bu dönem aynı zamanda şiddetin çift taraflı kurucu rol oynadığı bir mecraya döner. Siyasal stratejinin şiddet boyutunun yanı sıra hafıza mekânları, anıtlar, semboller gibi toplumsal hafıza bileşenlerine saldırılar başlar. Anıt, sembol gibi yıkımların şu etkiyi yaratması beklenir: Gördüğünü görmemek, bildiğini unutmak… Bu patikanın en çetrefilli virajı ise birlikte yaşam pratiklerini hedef almasıdır. Burada hafıza ile anımsama arasındaki makas belirginleştirilmesi, anlamı ortaya çıkarmak açısından önemlidir. Hafızanın kültleştirme, simgeselleştirme, listeleme, kurmacalığına karşı anımsama hemen az önce olan, yanı başımızda ve bizi terk etmesi mümkün görünmeyen; dolayısıyla yaşamın şimdilik haline dönüşen bir gerçekliktir. İşte etnik-dinsel otoriter popülizm hafızayı hedef alırken hiçbir zaman anımsamayı ıskalamaz. Birlikte yas tutma, birlikte neşelenme pratiklerinin uzunca bir direniş döneminde siyasal anlamlara büründüğü, kolektif kimliğin vazgeçilmez bir bileşeni olduğu gerçeği hedef alınır. Direnenlerin ortak yas tutma pratiğinden çıkan siyasal enerjinin yok edilmesi amaçlanır. Böylece birlikte yas tutma pratikleri, birlikte neşelenme ve paylaşım süreçleri hedef alınır.

Etnik, dinsel ve/veya sınıfsal yeniden kolonize etme çabaları, toplumsal direniş odaklarını hafızasızlaştırma, kimliksizleştirme ve birlikte yaşam pratiklerini ellerinden alarak topyekun teslim almayı amaçlar. Bu amaçta, esasında, bütün toplum içerisindeki direniş odaklarının yarattığı direniş enerjisi by pass edilerek, otoriter popülizmin yerleşikleşmesi önündeki en büyük engelin kaldırılacağı fikri yatar.

Yeniden İnşa Sürecinde Post-Gerçeklik

Bu üç yıkım patikasında mesafe alınarak yaratılan yıkıntı zemininde, post-gerçeklik devreye girer ve işler hale gelir. Bu noktada üç alana bakmakta fayda vardır: Tarihin yeniden inşası, mekânın yeniden tahayyül edilmesi ve kurumsal dönüşüm.

İşte tam bu noktada tarihin otoriter popülizm tarafından yeniden yorumlanması kritik bir rol oynamaya başlar. Çünkü tarih, post-gerçeklik değirmeninde otoriter popülizmin yıkıma uğrattığı hafızanın yeniden inşası için önemli araçlar sunar. Buradaki ilişkiyi anlamlandırmak için Hobsbawn’a başvurmak faydalı olabilir. Geçmişin yeniden yorumlanması, bugünün yeniden tanımlanması ve geleceğin yeniden kurgulanması ile iç içedir. Eric Hobsbawn ve Terence Ranger’in derlediği “Geleneğin İcadı” adlı eserinde Hobsbawn’ın yazdığı önsöz bu durumu çok sarih ifadelerle anlatır. Hobsbawn geleneklerin icat edildiğini ve bu icatlar yapılırken mutlaka belli bir tarihsel geçmişe referans yapıldığı ve geçmişle bir süreklilik kurulmaya çalışıldığını söyler. Ve buraya bir şerh düşerek kurulan sürekliliğin büyük ölçüde yapay ve uydurma olduğunu ifade eder. Vurgulamak gerekir ki, post-gerçeklik dolayımıyla inşa edilen tarih, tümüyle uydurulmuş öğelerden oluşmaz. Bilakis geçmişte yaşanmış olayların yeniden kronolojikleştirilmesi, konumlandırılması ve bugünün hizmetine sokulacak şekilde yorumlanması ile gerçekleşir. Dolayısıyla zaten var olan ama yine de gerçekleştirilmesi gereken bir momentten bahsediyoruz. Bu moment kuşkusuz ki içerisinde ulusun yeniden tanımlanmasından tutalım da resmi ideolojinin içeriğinin yeniden belirlenmesine kadar geniş bir skalada işlevselleştirilebilir. Dolayısıyla ortaya çıkan yıkımdan sonra yeni bir hafızanın oluşturulması çabasıdır. Yeni bilme biçimleri ve içerikleri ile topluma yeni bir kimlik kazandırılmaya çalışılır. Şok terapisinden sonra kendini tanımak, nüfusu tanımlamak önemli bir nokta olarak önümüze çıkar. Tanıma ve tanımlama sürecinde geçmişle bağlar yeniden kurularak, yıkıma uğratılandan kopuş, özlem duyulan geçmişle süreklilik telaki edilir. Otoriter popülistin dilinde geçmişin yeniden kurgulanması, gerçeğin yeniden inşası ile atbaşı gider. Geçmişte yaşananları yeniden yorumlamak yoluyla gerçekliğin yenilenmesi şeklinde vücut bulur. Nitekim bu geçmiş çoğunlukla yoğun bir öfke ve melankoli içerir. ABD Başkanı Trump’ın seçim sloganı olan “Make America Great Again” bu içeriğin siyasal söyleme tahvil edilmesinin minyatür örneğidir. Bu söylem Amerika’nın bir zamanlar, esasında, çok parlak bir geçmişe sahip olduğunu ifade eden melankoliye işaret eder ve ‘bir zamanlar’ı yok ederek Amerika’yı kötü hale getiren belirsiz ‘belirsiz’ düşmana karşı öfke içerir.

Post-gerçekliğin siyaseti mümkün kılmasının yollarından biri kuşkusuz ki, mekân üzerine yeniden düşünmeye sevk etmesidir. Çünkü siyasal tahayyülümüzü belirleyen esas meselelerden biri mekânsal tahayyülümüzdür. Ulus-devletin sınırlar üzerinden düşünülmesi ve dinsel-etnik otoriter popülizmin ulus-devlet sınırlarını aşan etnik-dinsel yakınlıklar kurmayı istemesi, mekânsal tahayyülü genişletmeye ve böylece siyasetin sınırlarını, normlarını, stratejilerini yeniden çizmeye çağırır. Bu duruma en bariz örnek, Erdoğan’ın dinsel-etnik otoriter popülizmi ve bu popülizmin Cumhuriyet ile yaşadığı kopuş ve Osmanlı’nın padişahlık sistemi ile kurduğu süreklilik bağında görülür. Kurulan bu bağın içeriği post-gerçekliğe başvurularak doldurulmak istenir. Böylece siyasal kronolojiler değişir, mekânsal tahayyüller farklılaşır. Siyaseti mümkün kılan mekân mefhumunu Neo-Osmanlıcılık kapsamında değerlendirmeye almak oldukça verimlidir. Aykut Çelebi’nin mekân-siyaset ilişkisine dair analiz ettiği Geniş Mekânlar Teorisi ikinci açıyı ele verecektir. Çelebi, mekânsal tahayyülün ölçeği ile siyasal ideoloji arasındaki dolaysız ilişkiyi görmüştür. Ona göre verili politik aktörün siyaset yapma mekânına dair ölçeği ile ideolojisinin niteliği arasında uyum sağlanmak durumundadır. Çelebi, siyaseti bir düzen kurma faaliyeti olarak ifade eder ve düzeni ise mekânda kurulmak üzere tanımlar. Bu kapsamda, Neo-Osmanlıcı ideoloji, siyasal hinterlandını Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasını aşan bir projeksiyona yönelttiğinde modern ulus-devletin kurucu değerlerini de ölçeğe uygun hale getirebilmek gerekir. Nitekim bu uyumluluğu tesis edebilmek için stratejik derinliğin üçüncü sacayağını yardıma çağırır. Yani geniş mekânlar ölçeğine uyum, Türkiye toplumunun siyasal ve toplumsal özelliklerini oluşturan hafıza ve bir arada yaşam deneyimi iddiası ile sağlanmaktadır. Fakat buradaki hassas çizgi, birlikte yaşam iddiasının aynı zamanda Türk’ün yönetme/hükmetme kapasitesine bağlı olmasıdır.

Post-gerçeklik hafızanın yeniden inşası ile birlikte toplumsal rıza üretim sürecini tamamlamak ister. Bu rıza üretiminin ete kemiğe bürünmüş hali kuşkusuz ki, yeni gündelik yaşam pratiklerimizi belirleyen kurumsal düzenlemelerin yapılmasıdır. Bu kapsamda liberal demokrasinin amentüsü olan temsil mekanizması ve yasama-yürütme-yargı erkleri arasındaki örtük ayrılık iptal edilmeye; bunun yerine “hız” mefhumuna sığınılarak gücü tek elde toplayarak temsil mekanizmalarını bütünüyle plebisite çevirmeye yönelen bir anlayış belirir. Burada post-gerçeklik kendisini topluma tarih anlayışı ve fantezi aracılığıyla dayatır. Buna göre geçmişteki kurumlar yardıma çağrılarak yeniden kurgulanır. Toplumun özüne, geçmişine daha uygunluk iddiasında bulunulur. Bu uygunluk sağlandığı takdirde günümüz sorunlarının çözümünün gerçekleşeceği vaat olarak sunulur. Böylece kurumsal dönüşüm, kurumlara dair tarihsel deneyimlerin yeniden inşa edilerek bir gerçeklik (post-gerçeklik) olarak iddialı hale getirilir.

Post-Gerçeklikte Ahalinin Ahvali

Görüldüğü gibi aslında tartışmaların ana hattında iki anlayışın çarpıştığı gerçeği önümüzde durmaktadır. Kapitalist modernitenin ekonomik, politik, sosyal sömürme anlayışı her ikisi için de sabit kalmak üzere bir yandan liberal demokrasinin kurumsal kapasite güçsüzlüğü diğer yandan bu güçsüzlükten yararlanarak otoriter rejim inşa eden popülizm ve sıkça başvurulan post-gerçeklik olgusu. Bir yenişememezlik durumu, bir yeni olanı var edememe durumu söz konusu. Burada liberal demokrasinin topluma vaadinin kalmaması ile popülizmin göreli zayıflığı ile uğursuz gücü arasında kurulan makas, halkları daha derin krizlerin içerisine sürüklemektedir. Krizlerin yönetimi ile müsemma olan kapitalist modernite artık kriz yönetimi hususunda ciddi zorlanmalar yaşamaktadır. Ünlü düşünür Antonio Gramsci’nin dediği gibi “eski olan ölüyor, yeni olan doğamıyor. Şimdi canavarlar zamanı…”

Bu ahvalde, ahaliyi betimleyen en iyi değerlendirme ise kuşkusuz ki, Karl Marx’a ait. Marx yaklaşık yüz elli yıl önce yazdığı Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i adlı eserinde şöyle der:

“Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya

çalışırlar.”

Gramsci’nin “Canavarlar Zamanı” dediği zamanın öznesi olan popülizm ile eskinin geçerliliğini/meşruiyetini yitirmiş liberal temsili demokrasisinin karşı karşıya geldiği; her ikisinin de eşitlik, demokrasi, özgürlük adına halklara bir alternatif sunmadığı bu demde, çoğunlukla geçmişten ruhlar yardıma çağrılır. Etnik-dinsel otoriter popülizmin yarattığı korku heyulasına karşı varılan menzil ancak liberal temsili demokrasilerin kurumları, mekânları olabilmektedir. Oysa ki, bu menzil halklar adına erdemli bir varış noktasına işaret etmiyor. Eğer bir varış noktası varsa ve/veya ulaşılmak isteniyorsa; hem post-gerçeklik ile üretilen tarihin yeniden kurgulanmasına hem de geçmişten çağrılan ruhlara karşı eşitliği, demokrasiyi, özgürlüğü esas alan geçmiş tahayyülümüzü bugünün mücadelesine ve yarının çağrılmasına ihtiyacımız var.

Yani Walter Benjamin’in uyarlayarak söylersek; devrimi öncelemek için popülizm ile post-gerçeklik arasında salınarak ilerleyen insanlık lokomotifinde imdat freninin çekilmesine ihtiyaç var. Demokrasiyi eşitlikle ve her ikisini siyasal olanla birlikte, siyasal olan üzerinden düşünmeye ihtiyaç var.

 

Post-Gerçekliğe Karşı Hakikati Yıkıntılarda bulmak

Popülizmin, en net post-gerçeklik görüngüsü aşırı güçlülük izlenimi ve kendisine atfettiği kadir-i mutlak olmaktır. Gücünü sınamak ve sınatmak için yıkım vazgeçilmez başvuru noktasıdır. Fakat bu aynı zamanda bir çaresizliğe de işaret eder. Kuşkusuz ki, buradaki popülist güç ve hizmetine koştuğu post-gerçeklik kadir-i mutlak bir hakikat olarak görünmek istediği için, bu böyledir. Oysaki gerçek olan şudur: Popülist güç ile fantezisi arasındaki mesafede oluşan kriz derinleşerek sürmektedir. Etnik-dinsel otoriter popülistin siyasal kurgusunda öteki yerine düşman kategorisinin alması, tarihi fantezik hale getiren psiko-patolojisi ve güç istencine dayanan mazlumluk söyleminin totalleşmesi, gerçek gücü ile siyasal fantezileri arasındaki makastan türüyor.

Bu makasın merkezinde ise post-gerçeklik yer alıp popülist gücün devamını sağlıyor. Post-gerçekliğe karşı hakikati yeniden açığa çıkarmak bir çıkış yolu sunabilir. Çıkış yolunu bulabilmek için tarihi yeniden ezilenlerin tarihi olarak yazmak, daha acili tarih felsefesini yeniden düşünmek gerekir. Yani bir anlamda Hegel’in baş aşağı duran kişisini tekrar ayakları üzerine oturtmak; “ezilen halkların tarihi yoktur” diyene “tarihi ezilen halklar yazar” diyebilmek. Bunu gerçekleştirebilmek için kuşkusuz ki, bir tarih felsefesine ve metadolojisine ihtiyaç vardır. Kendi tarihini yazan anlatılar, kendisini bugün içerisinde haklı çıkaran kronolojiler yerine uygarlığın tarihini yeniden düşünmek önümüzde duran en acil görevlerden biridir. Bu noktada Ali Fırat’ın tarih felsefesinin yeni bir soluk getirdiği söylenebilir. Kapitalist modernitenin kör, dar ve topyekûn reddi yerine tarihi bir deneyim, geçmiş ve her bir parçasını izafi değerlendirmeye tabi tutmak önümüze fırsatlar sunmaktadır. Otoriter dinsel sağ popülizmin fantezileştirilmiş tarihine karşı materyalist bir tarih anlayışını yeniden yorumlayabilmek fırsatların kapısını aralar.

Ne toptancı retçi bir anlayışa ne de bir bütün olarak kabule dayanmayan bu felsefe, toplumun savunulmasına dayanır. Toplumu yok oluşa sürükleyen, tüketen değil; varlığını tahkim eden, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir şekilde yeniden kuran bir tarih felsefesi bugünkü krizlerin çözümü olarak öne çıkmaktadır. Toplumsal hafızayı, siyasal fantezilerle beslemek yerine; bu hafızayı toplumun günceli ve geleceğini eşitlikçi şekilde kurmak için tekrar değerlemektir esas olan. Bunun yolu tarihin her bir farklı okunuşunun seslendiği insan-bencil merkezli, erkek-egemen anlayışa karşı kadının özgürlüğünü ve ekolojiyi temel özne haline getiren bir tarih felsefesine ihtiyaç olduğu gün gibi açıktır.

Ali Fırat’ın çerçevesini çizdiği ve içeriğini doldurduğu bu tarih felsefesinin araçlarını Walter Benjamin’de bulmak mümkündür. Walter Benjamin, geçmişin yıkıntılardan oluştuğunu ve tarihin ancak bu yıkıntılar arasından bir koleksiyoncu titizliği ile seçilecek parçalardan oluşabileceğini söyler. Geçmiş yıkıntılardan oluşmaktadır. Bu yıkıntılardan bir gelecek inşa etmek ise hassas iştir. Yıkıntılar arasından, binlerce yıllık tarihin kalabalığından, toz duman içerisinde dizilmiş raflar içerisinden; tarih bilerek, felsefe yaparak, sanat icra ederek gerçekleştirilen ciddi bir inşadır. Her biri belki de birbirinden oldukça bağımsız şeyleri bir araya getirmek suretiyle yeni bir yolu, alternatif bir yaşamı betimlemek. En küçük parçada bile değerine uygun anlamlar bulmak. İşte bunun için koleksiyoncu emek verir, bulur; estetize eder ve her şeyden önemlisi yorumlar. Tüm bu estetize etme ve yorumlama sürecinde etik ilişki beliriverir. Bu etik ilişkinin ana yuvası demokrasi, eşitlik ve özgürlüktür.

Ali Fırat’ın tarih felsefesi ile Benjamin’in yıkıntılar arasından tarihi oluşturma fikirleri tam bu noktalarda kesişirler. Bu kesişimde hafızayı yeniden yoklamak, anımsamanın gücüne inanmak ve devrimci momentleri bir araya getirmek vardır! Bir de elbette ki, estetik anlayışında; iyiliğe, güzelliğe, erdeme doğru yönelişler… Kuşkusuz ki bu estetik anlayış, liberal demokrasinin burjuvadan yana ahlakına karşı bir tür ahlaksızlık/ kötülük işleyen popülizmin her ikisine karşı da ahlakın yeniden tanımlanması ve yorumlanmasını getirir. Son kertede demokrasi, eşitlik ve özgürlüğün kendisine uygun bir tarih felsefesi ile buluştuğu bu demde, parıldamaya çalışan değil, aydınlanan bir dünyanın sesi duyulabilir.

Nihayetinde Karl Marx’ın 1847’de müjdesini verdiği hayaleti, kimliğini değiştirerek, mekânını ise Avrupa’dan başta Ortadoğu olmak üzere dünyaya doğru genişleterek dolaşmaya davet etmek bugünkü krizde yeni olanı doğurmanın esasıdır! Unutulmamalıdır ki, tarihin meleğinin yüzü geçmişe dönüktür fakat onu bekleyen koskoca bir gelecektir!

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.