Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalizmin İdeolojisi, Birey ve Toplumu Ele Alışı

Selahattin Işıldak

“İdeoloji” Kavramının Tarihsel Kökleri

Kapitalizmin ideolojisi liberalizmin devlet, birey ve toplumu ele alışı başlıklı bir yazıya başlarken, ilk olarak “ideoloji nedir?” sorusuna tarihsel bir bakış açısı ile göz atmak ve sonrasında bugünleri de gözeterek, liberalizmin ideolojisine dair yazmak gerekir.

İdeoloji kavramının, birçok başka politik kavramla beraber, Fransız Devrimi ile birlikte hayatımıza girmesi kuşkusuz bir tesadüf değildir. Büyük toplumsal dönüşümlerin yaşandığı dönemlerin yaratmış olduğu “cumhuriyet”, “bonapartizm” vb. gibi o tarihsel konjonktüre denk düşen, siyasal literatüre giren, kavramlar vardır. İdeoloji kavramı da, aslında adı konulmadan da toplum yaşantısında var olurken, adının konulduğu bir döneme denk düşen böylesi bir kavramdır. Peki, ideoloji nedir, ne tür bir işleve sahiptir, hayatımızdaki yeri nedir? Bu yazıda genel olarak bu sorulara, özelde de “liberalizm ideolojisi” nedir sorusuna yanıt verilmeye çalışılacaktır.

“Kavramın yaratıcısı olan Antonie L.C. Destutt de Tracy’ye göre ideoloji, bilimler için temel bir kavramdır. Bu temel kavram, felsefi-bilimsel bir disiplini adlandırmaktadır.”[1]

L.C. Destutt de Tracy, ideoloji kavramını bu şekilde tanımlarken, Şerif Mardin bu tanımlamayı daha açık bir tanımla şu şekilde formüle etmektedir: “Başlangıçta, ‘ideoloji’, ‘doğru düşünme’ bilimine verilen addı. ‘İdeoloji’ sözcüğü, insan zihninde fikirlerin (düşüncelerin) belirme sürecinin nesnel olarak incelenmesinin mümkün olduğunu ve bundan dolayı istenirse ‘doğru’ düşünceleri düşündürmenin bir yolu bulunduğunu iddia eden bir grup düşünür tarafından ortaya atılmıştı. İdeologlar olarak bilinen bu grubun ileri sürdüğü temel görüş, fikirlerin uyum (sensetation) ürünü olduklarıydı.[2]

İşte bu temel görüş ve fikirlerin uyum ürünü olduğu söyleminin en büyük savunucuları arasında, artık palazlanmakta olan kapitalist modernitenin öncüsü sermayedarlar da bulunuyordu. Bu temel görüş ve fikirlerin “uyum ürünü” olduğu fikri; kaynağını Fransız filozofu Condillac’ın Traite des Sensations (Duyumlar Üzerine İnceleme) (1754) isimli eserine ve de Helveitius’un De l’Esprit (1758) de De l’Homme (1173-74) isimli çalışmalarına dayandırılıyordu.[3]

Esasen; ideoloji kavramının ‘saf ve tek’ bir tanımını yapabilmek pek mümkün değildir, kullanıldığı alanlarda-zamanda taşıdığı anlam yükünü tek bir alana sıkıştırılabilecek bir tanım yoktur. Çünkü farklı tarihsel konjonktürler de ideoloji teriminin, salt fikirler ve inançlar sistemi ile bağlantılı olmadığını, “iktidar” meselesi ile de iç içe olduğunu tarih bize çok açık bir şekilde göstermektedir.

Siyaset bilimci Martin Seliger ideolojiyi; “İnsanların, örgütlü toplumsal eylemin ve özellikle de siyasi eylemin; araç ve amaçlarını bu tür bir eylemin, verili bir toplumsal düzeni koruma, değiştirme, yıkma, ya da yeniden inşa etme amacı taşıyıp taşımadığına bakmaksızın, belirleme, açıklama ve doğrulamada kullandıkları fikirler kümesi” olarak tanımlar.[4]

İdeolojinin genel tanımlaması hakkında üzerinde en çok uzlaşma sağlanan cevap belki de, “ideoloji, egemen toplumsal grup ya da sınıf(lar)ın hâkimiyetlerini, iktidarlarını meşrulaştırmakla ilişkilidir”[5] ifadesidir.

Fransız devrimi öncesine ait olan devrimci fikirler, başta kapitalistleşen sermayedarlar grubu olmak üzere (işçi ve köylüler de dahil), yeni sınıfları şekillendiren herkes tarafından feodalizmin köhneleşmiş anlayışına karşı destekleniyordu. Artık kiliseden, derebeylerden bağımsız hareket edilebilecek “serbest” bir piyasanın önünün açılmasının, zamanının geldiği konusunda genel bir anlayış hâkimdi. Lakin kapitalizmin politik ihtiyaçlarını ideolojik alanda karşılayacak ve egemen kılmak için mücadele edecek bir yapılanma da bu genel mücadeleye koşut olarak, inşa edilmeliydi. Uzun vadede “doğru” düşünceler diye toplumun bütün geneline kanıksatılmış olan fikirlerin/değerlerin, kuşkusuz egemen sınıfların kendi politik çıkarları ile örtüşmesi gerekiyordu. Hatta daha da ötesinde, egemen sınıfların kendi politik çıkarlarının sonsuz kılınabilmesi için bir güvencenin yaratılması gerekliydi. Muhtemelen, eğitimin, devletin ideolojik aygıtı olarak, inşasının önemi o zaman daha yeni yeni keşfediliyor ve daha iyi anlaşılıyordu. Başta eğitim-öğretim süreci başta olmak üzere her öğrenilen ve öğretilen sürecin, egemen güçlerin çıkarlarına göre şekillenmesi gerektiği fikri kilisenin skolastik yaklaşımına karşı devrimci ve ilerici görülerek, toplumun genelinde etkili ve hâkim kılınmaya başlandı. Keza bugün genel anlamı ile bilinen eğitim sistemi anlayışının başlangıcı Rönesans dönemine kadar geri gitmektedir. “Eğitim, yavaş yavaş Avrupa’da ülkeler çapında bir girişime dönüşerek, 1770 ile 1803’lü yıllar arasında giderek milli bir kurum halini aldı.”[6]

Eğitim sistemi ve kitap, aydınlarla beraber, “ideolojinin toplumsal yaşam içerisinde büyük bir rol sahibi olmuştur”. Biraz abartılı bir ifade ile de olsa, Şerif Mardin’in sözleri ile “ Kitapların çok okunduğu bir yerde kitabın hakikati, tabiatın elle dokunulur hakikatine tercih edilir. Kitapsız insan bir teori için kendini feda etmez, fakat kitap sahibi pekâlâ bir teoriyle bütün yaşantısını tayin edebilir” [7]hale gelebiliyordu. Bu konuya ilişkin olarak Göran Therbon şu noktaya dikkat çeker: “İdeoloji gerçekliğe ilişkin çarpıtılmış, manipüle edilmiş düşüncelere değil gerçek ilişkilere gönderme yapmaktadır. Bir çarpıtılma varsa, çarpıtılan gerçeklik değil, insanın bizzat kendisinin gerçek varoluş koşullarıyla olan ilişkisi, bağlantısıdır. Ama insanın kendi dünyası(-nda) ile yaşadığı bu ilişki hem hayalidir, hem de gerçektir.”[8]

 

Alt Yapı-Üst Yapı İlişkisi ve İdeoloji

Tabiatın elle tutulur, gözle görülür gerçekliği, ideolojik bir formasyon ile insanın kendi varoluş koşulları ile kurduğu ilişkisi çarpıtılmış bir gerçeklik halini alabilir. Emek gücünü piyasanın dayattığı koşullar çerçevesinde satma özgürlüğünden başka bir özgürlüğü olmayan insanın kendisinin özgür olduğu düşüncesine sahip olması (başta aile, eğitim öğretim vb. kurumlar ile) ilk çocukluk döneminden itibaren içinden geçtiği bu biçimlendirme ile kazandırılır. Keza; “Kapitalist modernite çağında amiyane ve yaygın tabir ile alt yapıyı oluşturan üretim biçimi, üst yapının oluşumunda da asli olarak belirleyicidir ancak bu belirleyicilik tek taraflı, doğrusal bir süreç de değildir. Alt ve üst yapı arasında (kendi içerisinde yer yer tezatlıklar da taşısa,) birbirini besleyen, birbiri ile çatışan değişim ve dönüşümlerle dolu karşılıklı diyalektik bir etkileşimler zinciri vardır.”[9]

Kapitalist modernite çağında, alt yapıyı oluşturan bu üretim biçimi, üst yapının oluşumunda da belirleyicidir. Ancak bu belirleyicilik tek taraflı, doğrusal bir süreç de değildir. Alt ve üst yapı arasında (kendi içerisinde yer yer tezatlıklar da taşısa,) birbirini besleyen, değişim ve dönüşümlerle dolu karşılıklı diyalektik bir etkileşimler zinciri vardır. “Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşüncelerdir; yani, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder; öyle ki, bu nedenle, genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri o sınıfa tabidir.”[10]

Marx ve Engels tarafından formüle edilen alt yapının üst yapıyı (son kertede) belirlediği ifadesi, “Mülük’ün (egemen sınıfın) sözü, sözlerin mülküdür.” diyen Arap atasözünün bir açılımı gibidir.

Tıpkı şair Melih Cevdet Anday’ın “Defne Yaprağı” isimli şiirinde dile getirdiği gibi:

“Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.” [11]

Ancak; bu durumun tek yönlü ve değişmez bir süreç olmadığını da unutmamak gerekir.

Dini, ailevi, hukuki, siyasi, eğitim ve öğretimsel, kültürel, sanatsal, basın-yayın ve sendika gibi birçok alanda, hâkim sınıfın örgütlenmesi olan devletin, toplumsal yaşamın üst yapısını denetim altında tutmak ve bu denetim yolu ile de toplumsal nizamı sağlayabilmek amacıyla kullandığı ideolojik aygıtları ve kurumları vardır. Üst yapısal alandaki bu aygıtlar ve örgütlenme formları toplumda egemen sınıfın kendisine ait olan fikirlerini sürekli olarak, canlı tutmak için çalışan, devasa bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizmaya karşı, örgütlü bir karşı mücadele her zaman var olagelmiştir.

“Devlet (Baskı) Aygıtının birliği, iktidardaki sınıfların sınıf mücadelesi siyasetlerini uygulayan, iktidardaki sınıfların temsilcilerinin yönetiminde birleşmiş merkezileşmiş örgütlenmesiyle sağlanmasına karşın, değişik DİA’lar (devletin ideolojik aygıtları-bn) arasındaki birlik egemen ideolojiyle egemen sınıfın ideolojisiyle, çoklukla çelişkili biçimlerde sağlanır.”[12]

…“Dini DİA (değişik kiliseler sistemi), Hukuki DİA, Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistem), Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon vb.), Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar vb.)”[13]

Yani egemen sınıfların, çıkarlarını korumak amacıyla kurulmuş olan silahlı bir örgütlenme olarak, devlet aygıtı tek başına, baskı ve zor ile çalışmaz. Aynı zamanda ideolojik aygıtları aracılığı ile kesintisiz bir şekilde rıza üretmek için çalışır. Louis Althusser’e göre; DİA’lar (Devletin İdeolojik Aygıtları), devletin baskı aygıtı ile aynı şey değildir. Kapitalist modernite sistemi içerisinde üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi, (özellikle de) esasen emek gücünü satabilmekten başka asli bir özgürlüğü olmayan, ücretli kölelerin üretimi, sistemin devamı için gereklidir. Kapitalist modernite de içerisindeki bu yeniden-üretim sürecinde, egemen sınıfların, ezilen sınıflar üzerindeki hâkimiyetini sürekli kılmak ve de arttırmak için ideolojiyi bir hegemonya aracı olarak, sistematik bir şekilde kullanır. Bununla beraber, biraz önce vurguladığımız gibi bu durum değiştirilemez bir mukadderat da değildir. Toplumsal çatışmaların keskinleştiği, derin ekonomik krizler, savaşlar gibi durumlarda, “ideoloji” rıza üretemez bir hale gelebilir. Bu durumda onun yerini daha çok devletin zor aygıtları alır. Bunun yanı sıra, egemen sınıflara karşı verilen mücadelenin de kendisine ait bir ideolojisi ve hegemonya mücadelesi her zaman var olagelmiştir. Var olmaya da devam edecektir.

Althusser, ideolojinin en geniş anlamını kabul etmekle birlikte, ideolojinin “pratik” anlamı ile bir egemenlik formasyonunun enstrümanı olarak, ideolojinin kullanılışına dair yaptığı analizleri ve çalışmaları ile kendi döneminde büyük yankı uyandırmıştır. Egemen sınıfların DİA’lar ile yaptığı şey; esasen, insanların gündelik yaşantısında bildiği, doğru kabul ettiği birçok şeyi, bir tür “Anonim, değişmez ve evrensel bir hakikat” olarak, sunabilmek ve bunu geniş kitlelere kabul ettirebilme becerisidir. Althusser; ideolojinin belirleyici ölçüde bir yaşanan ilişkiler meselesi olduğunu vurgular. Ve bu “Yaşanan ilişkiler”, özneyi mevcut egemen sistemin, tartışma götürmez olarak sunulan kurallarının ve yasalarının, toplum içerisindeki pratik karşılığı olarak, örgütlemeye çalışır.

DİA’ların işlevine dair yazmaya devam edelim ve kapitalist modernite de toplumun temel yapı taşı olarak adlandırılan, aile örneğini ele alalım.

Misal bir anne-babanın (ilk ve tek olmasa da) “Biricik evladı” olan bir çocuk, DİA’lar için toplumsal üretimin devamlılığını sürdürmek, üretim ilişkilerinin yeniden üretimini sağlamak için dünyaya getirilmiş, taze ve potansiyel bir üretim gücü (işçi) adayıdır. Devlet, burada çıplak zor-baskı aygıtını kullanmaksızın, egemen sınıflara hizmet eden, mevcut üretim ilişkilerinin, devamlılığını sağlama hedefiyle gerekli olan, fiziksel ve düşünsel ihtiyacı karşılamayı amaçlar. Bu nedenle de, DİA’ları etkin bir şekilde gündelik yaşamın her alanında kullanır. Sınırları egemen sınıflarca belirlenen hukuk çerçevesinde “Yasalarla” emekçileri bu sınırlara hapseder.

Anlaşılması daha kolay olacağı için “Nüfus planlaması” örneği ile devam edersek; genç (üretken) nüfusun azalması, yani üretici emekçi gücün sayısında, düşüş yaşanması gibi bir durumda DİA’lar harekete geçirilir. Mesela egemen sınıflar (TOKİ gibi kurumlar üzerinden), tek çocuklu ailelere %1-2 gibi çok düşük faiz oranları ile ev kredisi uygulaması kararı alarak, yeni üretici güçlerin üretimi için toplumsal yapıyı yönlendiren kararlar alarak, nüfus planlamasını yeniden düzenleme amaçlı adımlar atar.

Kimseye zorla çocuk yapın denilmemektedir. Ancak hemen hemen her canlı türünün doğasında olduğu gibi kendi neslinin devamına meyilli bir canlı türü olan insan, kolaylıkla manipüle edilerek, yönlendirile bilinmektedir. Bu örneklemede; DİA’lar “Taze can, emek gücü” için (yeni) bir çocuk yapma düşüncesine meyillendirilir. Bu örnek incelikli bir DİA işidir aslında. Bu örnekte; ideolojinin bir ekonomik-politik zemine sahip olduğu çok açık bir şekilde görülmektedir. Kapitalist modernite için aile özünde canlı-kanlı potansiyel emekçi üretim merkezinden, başka bir şey değildir. (belki de pornonun yasal bir sektör haline getirilmesinin nedenlerinden birisi de budur). Sistemin bekası için “üretim gücünü” her daim temin ederek, sağlama almak.[14]

 

Liberalizm ve Egemen Sınıfların İdeolojik Aygıtları (ESİA)…

Kuşkusuz, kapitalist modernitenin doğumundan bu yana emekçilerin sürdürdüğü mücadelelerin de birçok kazanımı oldu. Geçen süre zarfında birçok büyük deneyimi kısa ömrümüz içerisinde bizzat yaşadık. Bolşevik Devrimi ve devrim sonrasında inşa edilen SSCB(Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ve onun eksenindeki diğer ülkelerde yaşanan “reel sosyalizm” olarak adlandırılan, devlet kapitalizmi modeline ve o dönemin yıkılma sürecine de tanıklık ettik. Sonrasında gelişen süreci ise, hala yaşamaya devam ediyoruz.

Bolşevik Devriminin dünya halkları nezdinde etkisini azaltmak amacıyla, devrim sonrası süreçte kapitalizmin tarihinde (bir ilk denilebilecek) “Sosyal devlet” modeline de tanıklık ettik. Keynesyen bir bakış ile tanımlanan bu modelin yegane örnekleri 2. Dünya Savaşından sonra Marshall yardımları ile yeniden inşa edilen, Batı Avrupa ülkeleri oldu.

 

Neo-Liberalizm İsmiyle Liberal Anlayışın Yeniden Yaygınlaştırılması

Ancak SSCB’nin ve Doğu Bloku ülkelerinin henüz var olduğu 1980’lerin başında Britanya merkezli “Thatcherizm”, yani neoliberalizm yeniden dünya tarih sahnesinde yerini aldı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında SSCB ve Doğu bloku ülkelerinde ardı ardına yaşanan çöküşlerden sonra, liberalizmin, yuppileşme zamanını yaşadıkça kapitalist modernite özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren artık önünde kendi varlığını tehdit edebilecek hiç bir engel görmüyor. Hatta “ideolojilerin sonunun geldiğini” iddia ediyordu. Zaman “küreselleşme zamanı”, sermayenin ve egemen sınıfların, istek ve planlarını engelsiz bir şekilde küresel çapta hayata geçirebilme zamanıydı.

Liberalizm sözcüğü toplumsal yaşama 1980’ler Teacherizmi, Reagenizmi, Özalizmi ile çok daha yaygın bir ideolojik söylem olarak girmişse de, aslında kapitalizmin doğuşundan beri var olan asli karakteridir. “Laissez faire, laissez passer” (türkçe versiyonu ile “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”) sözünün savunucusu kapitalizmin teorisyeni Adam Smith tarafından, yıllar önce söylenmiştir.

Peki, neden bu sistemin doğuşundan beri var olan bu karakteri yani liberalizm anlayışı mevcutken, 1980’lerden sonra “liberalizm “ sözcüğü yeniden ve daha baskın bir şekilde hâkim bir hal aldı? Aslında nedeni çok basit; tarihin akışı içerisinde 1. Dünya Savaşı Rusya’da bir sosyalist devrim ile sonuçlanmıştı. Büyük umutlarla inşasına başlanan ve sonunda kaçınılmaz olarak, tipik bir ulus-devletçi zihniyetle kapitalist moderniteye bir alternatif olarak, varlığını sürdürse de, eski SSCB’nin varlığı kapitalist dünya da “sosyal devlet” anlayışını yaygınlaştırarak, göreli bir refah devleti hizmeti ile SSCB’ye rakip olarak, hayata geçmişti. Buna o zamanlar fikir babası Keynes’den dolayı “Keynesyen teori” denildi. Özetle SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri yıkılması öncesinde (yani 1980’lerin başından bu yana pompalanan bir liberalizm fikri de hakim iken), yıkıldığı zaman daha rahat alıcı bulabildi. Liberalizm, “liberty” sözcüğünden gelmekteydi, liberty: özgürlük, serbestlik demekti vb..) argümanlarla topluma dayatılarak, benimsetildi. Hem ekonomik alanda hem de toplumsal yaşam içerisinde bu fikriyat hızla yerleşmeye başladı. Fransız devriminin, “liberté, égalité, fraternité” sloganındaki liberté ifadesi İngiliz kapitalist ekonomi politiğinde, “liberalizm” olarak karşılık bulmuştu.

Liberalizmin merkezinde sadece “ben” vardı. Herkesin kendisini büyük bir güç yapmak için ölümüne çatıştığı bir “ben”. Acımasız piyasa şartları toplumsal yaşamda da yansımasını buluyordu. Emekçilerin feodal dönemlerden kalma, dayanışma ruhunun yerini artık kentleşen, işçileşen, yaşam koşulları nedeni ile gündelik ihtiyaçları karşılama derdine düşen insanlarda “ben” kaygısı doldurdu. “Gemisini kurtaran kaptan” ya da “her koyun kendi bacağından asılır”, sözlerinin bol alıcı bulduğu zamanlar, yani kısaca “sadece ben merkezli” diyebileceğimiz liberalizm zamanları hâkimiyetini kurmuştu. Neo-liberal dönemin yaygın mottosu, “sen ne istiyorsan o doğrudur” oldu. Ve tüketimi teşvik amaçlı milyarlarca dolar para, reklamlara aktı. (Piyasanın eski solcu ama yeni reklamcı solcularla dolduğu zamanları anımsayalım)

Kapitalizmin hızlı gelişimi, Bolşevik Devrimi ve onun cazibesine karşı üretilen, “keynesci sosyal devlet” modeli ve SSCB ve Doğu Bloku ülkelerindeki devlet kapitalist sistemlerin çöküşü ile neo-liberal dalga, genişleyerek yayıldı. Kapitalist modernitenin küreselleşme sürecine karşı, kitleler (yeni teknolojik gelişimin ana merkezi olarak bilinen, ABD’nin Seattle kentinde, 1999 yılında muazzam bir radikalizmle alanlara çıkarak, yuppileşen liberalizme ve kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin fitilini ateşledi. “Zaman küreselleşen liberalizm” devri diyenlere karşı küresel çapta mücadele edilmesi gerektiği, ama “küresel düşün, yerel hareket et” şiarı etrafında şekillenen bir mücadele dalgası yükseldi. Sermayenin küreselleşmesine karşı özerk yani yerel temelli ve konfederal bir yapılanma ile yanıt verilmesi, bunun da demokratik bir sosyalist anlayış ile örgütlenmesi gerektiği Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı, Demokratik Konfederalizm öğretisi ile 2000’li yılların başlarında bir paradigma olarak, siyasal yaşama girdi.

Thatcher, Reagan, Özal isimleri ile özdeşleşen neo-liberalizm süreciyle beraber DİA’lar, ESİA’lar (egemen sınıfların ideolojik aygıtları) ile daha da genişletilerek, yaşamın her alanında etkin bir şekilde varlık göstermeye başladı. Egemen sınıflar; devlet üzerinden inşa ettikleri ideolojik aygıtları, piyasa alanında daha etkili ve güçlü bir şekilde geliştirerek, toplumsal yaşama sirayet ettirdi. 1980’li yılların sonlarından itibaren yaşanan bilimsel ve teknolojik alandaki gelişmeler, hızlı bir şekilde ideolojik aygıtlar alanına adapte edilerek, toplumsal yaşama yön vermek ve hegemonyanın sürekli olarak yeniden üretimini sağlamak için ideolojik aparatlar ile etkin bir şekilde kullanılmaya başlandı. Sosyal medya, dijital medya ve/ya sanal medya adlandırmaları ile tanımlanan alanlar; (Tik Tok, youtube, snapchat, telegram, viber, twitter, whatsapp, instagram, facebook, netflix, walt disney, vb.) egemen sınıfın, ideolojik aygıtları olarak bir yandan insanların ihtiyaçlarını karşılarken, diğer yandan da gelişen ve değişen teknolojik imkânlarla daha saldırgan bir şekilde toplum üzerinde hâkimiyet kurmaya yöneldi. Özellikle de genç nesiller üzerinde; bu ESİA’lar ile kesintisiz bir propaganda gündelik hayatın, asli bir parçası haline getirildi.)

 

ESİA’lar Olarak Yeni Teknolojik “Devrim” ve Dijitalleş(tiril)en Yaşam

Teknolojinin gündelik yaşam içinde bugün anladığımız anlamda etkili bir şekilde sirayet edişinin başlangıcını 1990’ların ortasından itibaren ele almak, yanlış olmayacaktır. Dünyanın en büyük tekellerinden Microsoft şirketinin daha öncekilere nazaran (daha kolay bir arayüzle), piyasaya sürdüğü Windows 95 işletim sistemi bu gelişmenin başlangıç tarihi sayılabilir. İnternet kullanımının artık dağ başlarından çöl ortalarına kadar, etkin bir şekilde kullanıldığı günümüzde yani aradan geçen, çeyrek yüzyılı aşkın sürenin sonunda, teknolojinin gündelik yaşamda çoğunlukla herkesin yaşantısına etkili bir şekilde sirayet ettiğini görmekteyiz. Tıpkı kapitalizmin ilk doğduğu zamanlardaki gibi, üretim araçlarının temellük hakkı, yani kullanım hakkını elinde tutan egemen sınıflar, bilgi ve teknolojinin de kullanım ve temellük hakkını kendi ellerinde tutarak, toplum üzerinde kurduğu hâkimiyetini derinleştirerek, pekiştirmek için faaliyet yürütmektedir.

1995 tarihini bir milat olarak ele alırsak, teknolojik alandaki çok süratli gelişimle beraber bugün ulaştığımız noktada artık “yapay zekâların”[15] üretimden tüketime, her alanda etkin bir şekilde toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesi noktasında, oldukça etkili bir özellik kazanmıştır.

Ancak biz yine de kısaca bu konunun, kapitalizmin birey ve toplumu şekillendirme, manipüle etme, egemen sınıfların çıkarlarını koruma bağlamında nasıl bir EİSA’lara dönüştüğünü belirterek, bu teknolojik gelişimlerin, toplumlar nezdinde de bir “karşı-teknoloji” amaçlı mücadele aracı olarak, kullanılabileceği ve de kullanıldığı noktasını da vurgulayalım ve bu konunun yani “teknoloji-ideoloji” ilişkisinin önemini ifade eden bir örnekleme ile yazıyı noktalayalım.

Tez yazılımından, web sitesi kodlamasına, internet üzerindeki trafiği ve kişilerin ilgi alanlarını, araştırmalarına dair bilgileri toplayarak, analiz yapan (data mining-veri madenciliği), midye çorbası tarifinden, Zulu kabilesi geleneklerine, felsefeden, hiç yazılmamış bir öykü yazımına kadar birçok alanda etkin bir şekilde kullanılan, “yapay zekâ” uygulamalarının, insanların tercihlerini belirlemede yönlendirici bir şekilde kullanılması egemen sınıfların üzerinde yoğunlaştığı bir alan haline gelmiştir.

 

 

               
[1]     “İdeoloji Kuramları”, Sinan Özbek, sayfa 9,  Bulut Yayınları, Birinci baskı 2000
[2]     “Toplu Eserler -3, İdeoloji”, Şerif Mardin, sayfa 20, İletişim yayınları, 3. Baskı Mayıs 1995
[3]     Ayrıntılı bir okuma için bakınız: “Toplu Eserler -3, İdeoloji”, Şerif Mardin, sayfa 20, İletişim yayınları, 3. Baskı Mayıs 1995
[4]     “Ideology and Politics”, Martin Seliger, sayfa, baskı George Allen and Unwin, London 1976
[5]     “İdeoloji”, Terry Eagleton, sayfa 23, Ayrıntı yayınları, birinci baskı Haziran 1996
[6]     “The History of Western Education”, William Boyd, sayfa 191, Adam & Charles Black; 6th edition
[7]     “Toplu Eserler -3, İdeoloji”, Şerif Mardin, sayfa 169,  İletişim yayınları, 3. Baskı, Mayıs 1995
[8]     “The Ideology of Power and Power of Ideology, Göran Therbon, p. 22, Verso editions, 1980
[9]     “Demokratik Modernite – 3. Dünya Savaşı ve Hegemonya,  Bilimsel, “Reel”, Demokratik Sosyalizm, Sınıf-İdeoloji ve Hegemonya İlişkisi, Selahattin Işıldak, sayı 39, sayfa 56
[10]    “The German Ideology”, Marx-Engels, s.64, Aktaran: “Marx’tan Foucault’ya İdeoloji” Michele Barrett, sayfa 18, Sarmal yayınevi, Birinci baskı 1996
[11]    “Seçme Şiirler – Defne Yaprağı”, Melih Cevdet Anday, sayfa 23, Adam yayınları, Birinci baskı: Eylül 1997
[12]    “İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları”, Louis Althusser, sayfa 39, İletişim yayınları, Dördüncü baskı Ekim 1994
[13]    “İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları”, Louis Althusser, sayfa 33-34, İletişim yayınları, Dördüncü baskı Ekim 1994
[14]    Not: başka bir yazının konusu ancak belirtmek gerekir ki kapitalist modernitenin temel yapı taşı olarak gördüğü aile karşısında demokratik modernite anlayışı komünleri esas alır.
[15]    IBM, Microsoft, Apple, Google, Amazon, Tictoc, Alibaba vb. gibi birçok teknoloji devi bu alanda ciddi yatırımlar ve çalışmalar yapmaktadır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.