Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Toplumunun İdeolojilerle İmtihanı!

Cafer Tar

 

“Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir.”
 Abdullah Öcalan

 

İdeoloji kavramı sosyal bilimlerde üzerinde en fazla konuşulan konulardan biridir. İdeolojinin ne olduğu konusunda konuyla ilgili olan çevrelerde bir görüş birliği yoktur. Bunun en temel sebeplerinden bir tanesi tüm ideolojik duruşların tamamı teori ve pratik arasında bir bağın olduğunu varsaydığından karşımıza uygulamada ciddi problemler çıkmaktadır. Bundan dolayı neredeyse her ideolojik yaklaşım günlük politik yaşamda inançların uygulamada her zaman karşılık yaratamaması gibi bir sorunla karşı karşıya kalmaktadır.

İdeolojinin ne olduğu konusunda genel bir anlayış birliği olmasa bile, ideolojinin ne zaman ortaya çıktığı konusunda bilim çevrelerinde bir uzlaşma vardır. Buna göre ideoloji Fransız Devrimi sürecinde ortaya çıkmıştır. İdeoloji terimini ilk olarak Antoine Louis Claude Destutt de Tracy; “Trash Institut de France”de 1796-1798 yılları arasında “Memoire sur la Faculte de Prensese” başlığı altında bölümler halinde sunduğu bildirilerde kullanmıştır. İdeoloji kelimesi; Grekçe “eidos” ve “logos” kelimelerinin birleşiminden oluşur ve “düşünce bilimi” olarak kullanılır.

Antoine Louis Claude Destutt de Tracy 1799-1800 yılları arasında Fransa’da Kamu Eğitimi Meclis üyeliğine atanır. Bunun üzerine Tracy okullara ideolojinin müfredat programındaki rolünü ve önemini vurgulayan genelgeler gönderir. Bu yolla Tracy ve arkadaşları o yıllarda aydınlanmış bir elit tarafından yönetilen temsili seküler, cumhuriyetçi, liberal bir toplumsal sistem inşa etmeye çalıştılar. Dolayısıyla ideoloji bir süre sonra halkın gözünde varlıklı liberal bir grubun politik doktrini haline geldi. İdeoloji kavramının ilk negatif kullanımı ise yaygın manada Napolyon Bonapart döneminde olmuştur. Napolyon’un ideologları, aydın orta sınıfların desteğini kazanmak için yoğun bir ideolojik kampanya yürütmüşlerdir. Fakat daha sonra iktidarı ele geçiren Napolyon daha önce birlikte çalıştığı ideologları, masa başı aydınları, politik zekâları kıt insanlar olarak nitelemiştir.

İdeoloji kavramı bu anlamıyla o yıllarda burjuvazinin iktidara tutunmak ve orada kalıcı olabilmek için geliştirdiği bir kavrama dönüşmüştü. Avrupa sermayesi bu yolla kendi durduğu yerden tarihin gelişim yönünü çok subjektif olarak tarif etmeye çalışıyordu. Aslına bakarsanız burada çok faydacı bir yön vardı ve bu yaklaşım dönemin önemli burjuva ideologlarında hemen göze çarpıyordu. On dokuzuncu yüzyılda neredeyse dünyanın geri kalanına hâkim hale gelmiş Avrupa burjuvazisi bu durumu çeşitli ideolojik tanımlamalarla izah etmeye çalışıyordu. Dolayısıyla ideoloji dönemin Avrupa sermayesinin elinde bir iktidar aracına dönüşmüştü. Buna karşı çıkan Karl Marx dönemin Avrupa burjuvazisinin bu çabasını çalışmalarında ideoloji kavramını üzerinden eleştiri konusu yapmıştır. Kavramın negatif kullanımını pekiştirenlerden ilki Karl Marx olmuştur. Alman ideolojisinde Marx ve Engels ideolojiyi şöyle tarif ediyor. “Yönetici sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir; yani buna göre toplumda maddi güce hâkim olan sınıf aynı zamanda entelektüel güce de hakimdir. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da kontrolünü elinde tutar.”Fakat kapitalizmin krizler karşısında ortaya koyduğu direnç, sonraki kuşak Marksistlerin ideoloji kavramı üzerinde daha fazla durmasına neden oldu. Onlara göre sistemin ortaya koyduğu dirençte ideoloji kavramı özel olarak önemli olmuştu. Birçok Marksist kuramcıya göre kapitalist sistemin önemli direnç noktalarından birisi kapitalizmin kendini ideolojik olarak yenileyebilmesi olmuştur. Dolayısıyla ideoloji kavramı zaman içerisinde Marksistler için de önemli bir anlam değişikliği geçirmeye başladı. Başlangıçta egemen elitler tarafından yaygın olarak kullanılan ideoloji kavramına sonraki Marksist teorisyenler de ilgi göstermeye başladılar. Bir süre sonra başta Lenin olmak üzere birçok sol çevre Marx’ın aksine ideoloji kavramına pozitif bakmaya başladılar ve ideoloji kavramı sol çevrelerde daha fazla önemsenmeye başlandı. Buna göre her sınıfın bir ideolojisinin olması gerekiyordu. İlk olarak Lenin “Ne Yapmalı?” adlı kitabında proletaryanın düşüncelerini “sosyalist ideoloji” veya Marksist ideoloji olarak tanımlamaya başlamıştır. Böyle ideoloji kavramı sol çevrelerde de Marx’ın aksine pozitif bir anlam kazanmaya başlamıştır.

Birçok sol çevre ideolojiyi “bir toplumsal çevrenin kendi içerisinde birlikte davranmasını sağlayan, bunun için yarattıkları kurumların çalışmasını sağlayan, taleplerini ortaya koymalarına yardım eden ve bu taleplerini elde edebilmek için onları motive eden kendilerine ait fikirler” olarak tanımlamıştır. Halbuki Marx’ın Alman ideolojisinde ve 18. Brumaire’de ifade ettiği ideoloji kavramı bir tür yanlış bilinç oluşturma ve mistifikasyon sürecidir. Bu anlamıyla ideoloji Marx’a göre hakikatin karşıtıydı. Karl Marx’ın eleştiri konusu yaptığı dönem Avrupa burjuvazisinin ideolojiye yaklaşımının bunda tabi ki payı vardır ve Marx’ın yaklaşımını dönemin koşulları içerisinde değerlendirmek gerekir. İdeoloji kavramının oldukça subjektif bir tarafının olduğu ve toplumun farklı kesimlerinin kendi durduğu yerden kavramın içini yeniden doldurduğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir. Halbuki egemen güçlerin elindeki ideoloji kurumları tarafından sürekli olarak manipüle edilen alt sınıfların kendi başlarına kendi çıkarlarını tarif edemeyeceği ve bunun örgütünü kuramayacakları gerçeği de geldiğimiz noktada hala reel bir gerçeklik olarak, önümüzde durmaktadır.

Yine ideoloji çalışan önemli insanlardan biri olan Karl Mannheim ise, “İdeoloji ve Ütopya” (1929) adlı eserinde ideolojiyi; “belli bir sosyal düzeni savunmaya hizmet eden düşünce sistemleri ve bu düzendeki baskın ya da yönetici grubun çıkarlarının kabaca ifadesi olarak” tanımlamıştır. Günümüz dünyasında toplumun alt kesimlerinin verili ilişkilere itirazlarına denk düşen ideolojiler, batılı çevrelerce hoş karşılanmamaktadır. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra yaygınlık kazanan ideolojilerin sonu yaklaşımı çok kısa bir süre sonra artık taraftar bulamaz hale gelmiştir. Aslına bakarsanız “ideolojilerin sonu” yaklaşımı bizi yeniden iki yüz yıl öncesine götürdü. İnsanlar yeniden hurafe ile hakikat arasındaki farkı tartışıyorlar. İdeoloji ve bilim arasında bir karşıtlık üretip kendi düşüncelerini bilimsel hakikat, başkalarınınkini ideolojik sapma olarak, göstermeye çalışan egemen çevreler aslında “ideolojilerin sonu” diyerek sonsuza kadar kendi egemenliklerini ilan etmek istiyorlar. Bu tür yaklaşımlar her şeyden önce kendi pozisyonlarını gözden geçirmelidirler. Salt bilimciliğin insanları getirdiği nokta ortadayken ve bilim buna sebep olanların elinde basit bir iktidar aracına dönüşmüşken, bilim/ideoloji karşıtlığı üzerinden, ideolojilerin sonunu ilan etmek, abesle iştigal etmektir. Tamda bu noktada PKK Lideri Abdullah Öcalan devreye girmektedir. “Sosyal bilim olarak felsefe, tıpkı doğuş sürecinde olduğu gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı, felsefeye dönüş, özgür toplumun çıkış ilkesidir.”

Öcalan, bu noktadaki yoğunlaşmasıyla Kürt toplumunda muazzam bir insani, felsefi, ahlaki/politik bir patlamanın önünü açmıştır. Bütün dünyada ideolojilerin sonu ilan edilirken ve yine Türkiye ve Kürdistan’da her şey günlük çıkar üzerinden tarif edilirken, Öcalan bunun aksini yapmış ve bu yolla yüz yıldır, düzenin çarpık bilinç oluşturan kurumlarına karşı, geniş kitlelerin, direnç kazanmalarının önünü açmıştır.

 

Mezopotamya’nın Kadim Halkı: Kürtler

Bir halkın başına gelebilecek en kötü şey, onun hafızasını silmektir. Geçmişi ile bağı kopmuş bir halk geleceğini kuramaz. Kürtler Ortadoğu’da son yüzyılda çok yoğun bir saldırı altında kaldılar; kimi zaman sürgün edildiler, kimi zaman toplu katliamlarda yok edilmeye çalışıldılar; fakat bütün bunlar arasında en kötüsü onları geçmişi olmayan bir halk haline getirme çabasıydı. Sömürgeciler Kürtlerin geçmişleri ile bağlarını kesebilmek için bütün ideolojik kurumlarını harekete geçirdiler. Üniversiteler, bütün eğitim sistemi, medya ve hatta ibadet kurumları elbirliği ile hakikati ters yüz etmeye çalıştılar. Bütün bu yukarıda saydığımız kurumlar aldıkları talimatla milyonlarca insanı, onların varoluşunu yok saymak üzerinden, kendilerini tanımladılar. Herkesin gözünün önünde duran bir halk, talimatla yok sayılıyordu; kendisi olmayan bir halkın, tarihi de olmazdı. Bundan dolayı birçok tarihsel kişilik ve tarihi olay, çarpıtılarak topluma anlatıldı. Günümüzde sosyal bilimciler insanı, geçmişle gelecek arasında yaşayan bir varlık olarak tanımlamaktadırlar. Buna göre geçmişle gelecek arasında yaşayan insan, ancak eylemi aracılığıyla insanlar arasında kendisine yer bulabilir. Ancak eylem maalesef öngörülemezlik ve belirsizlik özelliğiyle geçici olan, en nihayetinde sonlanan bir etkinliktir; onun kalıcı olmasını sağlayan tarihtir. Tarihte sürekliliği sağlayan şey ise, gelenektir; geçmişle gelenek arasında bağı gelenek kurmakta ve gelenek sayesinde, insan köksüzlükten kurtulmaktadır.

Kürtler geçtiğimiz yüzyıl boyunca, yurtsuz ve köksüz bir halk haline getirilmeye çalışıldı. Bin yıllardır üzerinde yaşadıkları bir ülkeleri vardı; ama ülkelerinin adı yasaklanmıştı, Kürtler insanlığın beşiği Mezopotamya’nın, kadim halklarından biriydiler; fakat tarihsel kökleri ile bağları kesilmiş, köksüz bir halk haline getirilmeye çalışmışlardı. Halbuki yurtsuzluk insanın bir yere ait olmaması, kendisinin emek vererek var ettiği bir dünyada yaşayamaması anlamına gelir. Kürtler kendi ülkelerinde yabancı durumuna düşürülmeye çalışılan bir halk konumunda yaşamaya zorlandılar. Köksüzlük ise bir halk için en büyük felakettir. Böyle bir halk hem içinde bulunduğu anı yaşayamaz hem de geleceğini kuramaz.

Yurtsuz ve köksüz bir halk onları bir arada tutan bağlardan, yoksun kalır; böyle bir halk ne ortak geçmiş bilincine sahip olur ne de ortak bir gelecek inşa edebilir. Toplum muazzam bir yoksunluk duygusuna kapılır; toplumsal anlamlar karşılıksız kalır, insanları bir arada tutan bütün gelenekler, ahlaki kodlamalar, inançlar bir anda karşılıksız kalır. Böyle bir toplum kendisini oluşturduğu, benim dediği bir ülkede yaşayamaz, dolayısıyla o halkın bütün çabası karşılıksız kalır. Hannah Arendt, insansal etkinlikleri üç ana gruba ayırır. Bunlar; emek, çalışma ve eylemdir. Ona göre bu etkinliklerin her biri yeryüzündeki yaşamın, insana verdiği temel durumlardan birine karşılık geldiği için en önemli insansal etkinliklerdir. Emek sadece bireysel olarak hayatta kalmayı değil, aynı zamanda türün devamını da sağlar. Çalışma ve onun ürünü, yani insanın oluşturduğu dünya, ölümlü yaşamın, başka bir ifade ile insansal yaşamın, geçici özelliğine süreklilik ve kalıcılık sağlar. Halbuki eylem ise, politik yapılar kurmada ve korumada etkili olduğu ölçüde, anımsamanın, yani tarihin koşulunu yaratır. Arendt’e göre bu durumda insanın olmasını sağlayan asıl etkinlik, eylemdir. Eylem yurtsuz insana yurt sağlayacak, kendisini oluşturacağı bir dünyada yaşamasını olanaklı kılacak bir etkinliktir.

Yine Kürtlerin ideolojilerle imtihanı noktasında, eylemin öneminden sonra modernlik ve Batı dışı modernlik kavramlarına bakmakta fayda var. Nilüfer Göle birçok çalışmasında modernitenin Batı toplumlarında geliştiği ve esas olarak; aydınlanma, sanayi devrimi, bireycilik, eşitlik ve laiklik gibi Batı’lı değerler tarafından belirlendiğini ifade etmiştir. Bunun sonucunda birçok çevre yıllarca Batı dışında kalan toplumların da modernleşme konusunda Batı’yı esas alması gerektiğini düşünmüşlerdir. Birçok çevre Batı toplumlarında gerçekleşen gelişme aşamalarının Batı dışı toplumlar da birebir gerçekleşeceğini varsaymışlar ve bu noktada birçok dayatmacı tutum içerisine girmişlerdir. Türkiye de başta Göle olmak üzere bir kısım sosyal bilimciler, modernitenin evrensellik iddiasına, karşı çıkmışlardır. Onlara göre modernitenin homojenleştirici, benzeştirici olduğu varsayımı doğru değildir. Bu yaklaşıma göre her toplum kendi tarih ve kültüründen yola çıkarak kendi yollarını belirleyeceklerdir. Dolayısıyla her ülke zaten kendi deneyim ve gelenekleri üzerinden bir gelişme göstermişlerdir, dolayısıyla modernleşme zaten kendi içerisinde çoğuldur. Almanya’nın, yukarıdan aşağıya modernleşmesi ile İngiltere’nin piyasa ekonomisine dayalı liberal modernleşmesi aynı olarak değerlendirilemez. Bu noktadan bakınca modernleşme kendiliğinden, yerel bir karakter kazanır. Bu noktada Nilüfer Göle haklı olarak klasik modernliğin evrensel, tekçi ve evrimsel ilerlemesi anlayışına eleştiriler getirir. Sosyologların önemli bir kısmı geldiğimiz noktada modernleşmenin yerel, kendi geleneğini esas alan bir karakter kazandığını düşünmektedirler.Uzun yıllar Kuzey Kürdistan’da Kürt hareketi KDP’ye yakın bir çizgideydi; bu noktada sorunu milliyetçi bir noktada tanımlıyordu. Fakat çözüm konusunda çaresiz kalıyordu. Birçok kahramanca duruşa karşın bir türlü aşamadığı milliyetçi duruş, Dersim ve Zilan katliamları sonrası yaşadığı travma bir türlü aşıp, Kürt halkına gitmesine izin vermiyordu. Ancak çok sonra Türkiye’de TİP’in yükselişi sonrası ortaya çıkan gençlik hareketi Kürt gençlerini de etkilemiş ve yeni bir dönemin başlamasına, neden olmuştur.

O döneme kadar Kürt sorunun varlığını bile ağzına almayan Türkiye solu nihayet yarım ağız Kürt sorunundan bahsetmeye başladı; birçok sol yapı, Kürt seksiyonu kurma yoluna gitti. Fakat bu çabaların çoğu samimiyeten uzaktı. Birçok yapı, sadece sözüm ona programlarına Kürt sorununu alıyor; fakat pratikte Türk sömürgeciliği ile aynı dili konuşuyordu. Bir süre sonra PSK, DDKD, Kawa, Rızgari gibi kendini Kürt solu olarak, nitelendiren yapılar, ortaya çıkmaya başladılar. Fakat bunların çoğu Kürtlerin kendi tarihsel, kültürel arka planını değil, tıpkı dönemin Türk solu gibi tek doğrusal tarih anlayışını, daha doğrusu Batı tarzı tek tip modernleşme hareketinin, sol versiyonunu esas alıyorlardı.

Bu anlayış doğru bir eylemsellikten de uzak olduğu için bir türlü Kürt halkı arasında karşılık yaratamadı, yirminci yüzyılda büyük bir yenilgi ile sonuçlanmış reel solculuğun, küçük birer şubesi olmanın ötesine geçemediler. Bundan dolayı bu yapıların eski kadrolarının önemli bir kısmı geldiğimiz noktada, o gün söylediklerinin tam da zıddı bir pozisyonda duruyorlar. Bir zamanlar PKK’yi yeterince sosyalist olmamakla suçlayan, Rızgari, Peşenk gibi yapılardan gelen kadroların çoğu geldiğimiz noktada, ilkel milliyetçi bir noktaya savrulmaktan, kendilerini kurtaramadılar. Dolayısıyla kendi geleneğini esas almayan, klasik Batı tarzı dayatmacı modernitenin, sol versiyonu olan reel solculuk, Kürt toplumuna pek fazla bir şey verememiş, dönemin Kürt reel solcularının çok önemli bir kısmı aslında reel solculukla birçok noktada benzerlik gösteren, ilkel milliyetçilik noktasına, savrulmuşlardır. Buradan bakınca Kürtlerin tarihsel gelişimini esas almayan, gelenekleri ile uyumsuz olan, ilkel milliyetçilik ve reel solculuk, Kürt halkı arasında kendine bir karşılık yaratamamış, birçok değerli insanın kaybına neden olmuştur.Halbuki Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Kürtlere baktığımızda, Kürtler arasında çıkan filozofların felsefi yaklaşımının, yerel özellikler taşımakla birlikte evrensel yönlerinin de çok baskın olduğunu söylemek gerekir. Kürtler Mezopotamya’nın kadim halklarından biridir ve muazzam bir kültürel geleneğe sahiptirler. Bundan dolayı Kürtler birçok zorluğa rağmen; Mitrazim ve Zerdüştlük, Ezidilik, Alevilik gibi kendi otantik köklerini içinde barındıran, insanlarını ve değerlerini özellikle sözlü gelenek üzerinden, günümüze kadar korumayı başarmışlardır.

Kürtler yaşadıkları coğrafyanın güçlü metafiziğinden hem beslenmişler hem de onu inşa etmişlerdir. Özellikle son yüzyıl boyunca uğradıkları yoğun saldırılara ve bu saldırıların sebep olduğu acılara karşı onları dirençli kılan bu güçlü felsefi birikim ve onun verdiği güçtür. Kürtler Müslüman olduktan sonra da Kürdistan yoğun saldırılara uğramaya devam etmiştir; bütün bunlara karşı Kürtleri dirençli kılan şey devraldıkları güçlü felsefi gelenektir. Örneğin Mitraizm’de korkunun haram olması önemli bir pratik tutumu ve sorunlar karşında dirayetli durmaya neden olmuştur. Ayrıca yine Zerdüştlüğün, temel ahlaki prensiplerinden olan; iyi söz, iyi düşünce ve iyi eylem onların kendilerine has bir karakter ve duruş sağlamalarına neden olmuştur. Geçmişte yaşamış Kürt filozoflar, felsefeyi dinsel/metafizik bir dil kullanarak günlük yaşamın içine dahil etmeyi başarmışlar, bu yolla hem kendi halkının hem de başka halkların toplumsal gelişimine önemli katkılar sağlamışlardır. Ayrıca tarih boyunca Kürt filozofların, başka bir ifade ile alimlerin neredeyse tamamı protest bir tavra ve politik bir yaklaşıma sahiptirler. Dolayısıyla bu insanlar, sadece dar anlamda düşünce alanında kalmamışlar, topluma yön veren, pratik duruş ve teorik önermelerde bulunmuşlardır. Müslümanlığın Kürdistan’da yaygınlaşması sonrasında da Kürt filozoflar, Mezopotamya’nın kadim geleneklerine, büyük bir saygı göstermeye devam etmişler ve onlardan sonuna kadar yararlanmaya çalışmışlardır.

Kürdistan’da fanatik Müslümanların aksine, özellikle Êzidiler olmak üzere, diğer Müslüman olmayan inançlara karşı, düşmanca bir tutum gelişmemiştir. Birçok Müslüman Kürt, Sufi ve dervişler, diğer inançlardan insanlarla ilişkilerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Yıllar içinde kuşaktan kuşağa devrolan mistik geleneğin, bunda ciddi bir payının olduğunu düşünmek gerekir. Birçok sapkının özellikle Êzidiler aleyhine sert fetvalarına rağmen, özellikle Sufiler ve dervişler bu tutumu paylaşmamış, hatta aksine Meleya Ciziri gibi sufi şairler, Êzidilere ait çeşitli sembolleri, şiirlerinde kullanmaya devam etmişlerdir. Dolayısıyla devletlerin inançları birbirine, düşmanlaştırma çabalarına rağmen, Kürdistan’da aynı anda bir kısmı Êzîdi, diğer kısmı Müslüman olan birçok aşiret ve aşiret konfederasyonu bulunmuştur. Aynı şey Kürdistan’ın birçok bölgesinde Alevi aşiretler içinde geçerlidir. Alevi Kürtler veya Êzidi Kürtler arasında, rağbet gören birçok destan ve hikâye, Müslüman Kürtler arasında da takdir edilmiş ve kuşaklar boyunca anlatılmaya devam edilmiştir. Bütün bu anlatımdan, kolaylıkla şöyle bir sonuca varabiliriz. Yüzyıllar boyunca süregelen saldırılar ve özellikle son yüzyılda dayatılan asimilasyona karşı direnme gücünü, Kürtler devraldıkları düşünce sistemi ve geleneklerinden almışlardır. Sanılanın aksine Mitracılık, Zerdüştlük, Manicilik, Êzidilik, Alevilik gibi kadim geleneğin, günümüze kadar gelen derinliği, Kürtlere ayakta kalma ve direnme gücü vermiştir. İnsanlar farkında olmadan, yüzyıllar boyunca süregelen bu gelenekten, aldıkları güçle karşılaştıkları onca felaketle başa çıkmışlardır. Halbuki dışardan gelen bu toplumun, tarihsel birikimi ve geleneği ile ilgisi olmayan; ilkel milliyetçilik ve reel sol yaklaşımlar, sadece Kürtlerin asimilasyon sürecini hızlandırmıştır.

 

Demokratik Konfederal Sistemde Karar Alma Hakkı, Halka Aittir

Yirminci yüzyıl boyunca, dünyanın birçok yerinde, sosyalistler daha adil bir dünya için muazzam mücadele ettiler. On binlerce insan, uzun yıllar cezaevlerinde kaldı. Yine birçoğu dağ başlarında veya şehirlerde faşizme karşı savaşırken, yaşamlarını yitirdiler. Fakat bunca kahramanca mücadeleye ve dünyanın neredeyse yarısında resmi olarak, sosyalist devletlerin iktidarına rağmen, kapitalizmin yirminci yüzyılı zaferle kapatmasını önleyemediler. Çünkü reel sol yaklaşım, tıpkı kapitalizm gibi demokrasiyi değil, devleti esas alıyordu; Sovyet despotizmi kuruluş felsefesinden koptuğu için sadece Sovyet halklarına değil, bütün insanlığa yüz yıl kaybettirdi. Sözüm ona Sovyetlerin eleştirisi üzerinden, kendini yeniden tanımlayan Çin de benzer bir yanlıştan kurtulamamış, o da demokrasiyi değil, devleti esas aldığı için adı komünist ama gerçekte kapitalist olmaktan kurtulamamıştır. Halbuki Sovyetlerin kuruluş döneminde, konfederalizm esas alınsaydı; geldiğimiz noktada dağılan ve tasfiye olan sosyalizm değil, büyük ihtimalle kapitalizm olurdu.

Tarih çok net olarak, Öcalan’ı haklı çıkarmıştır; “demokrasi geliştirilmeden sosyalizm olmaz!” Devrimci hareketler son iki yüzyıl boyunca, ulus devleti esas alan bir tutum içerisinde olmuşlardır. Bu yapıların çoğu demokrasiyi değil, devleti esas alan yapılarıyla ele geçirmeyi umdukları devlet eliyle kısa sürede, büyük toplumsal dönüşümleri ortaya çıkaracakları yanılgısına düşmüşler. Ve sonuçta büyük bir yenilgi yaşamaktan, kurtulamamışlardır. Tek doğrusal ve determinist bir tarih algısı adeta bu çevrelerin gözlerini kör etmiştir. Yıllarca insanlar sanki Allah’ın buyruğuymuşçasına toplumların ilkel, köleci, feodal ve kapitalist aşamalardan sonra mutlaka sosyalizme ulaşacaklarına mümin düzeyinde inanmışlardır. Kürdistan’da altmışlı yıllar sonrası ortaya çıkan sol yapılar da bu anlayışla hareket etmişler ve bir türlü sonuç alamamışlardır.

Reel sosyalizm ve milliyetçilik sonuç olarak, devlet odaklı oldukları için felsefeyi ikinci plana itmişlerdir. Kürdistan gerçekliğinden uzak olan bu iki yaklaşım, Kürtlere sadece kaybettirmiştir. Öcalan’ın “Felsefesiz yaşam olmaz. Kendi öz bilincine, anlamına, felsefesine göre yaşamayan birey, kendisiyle birlikte, toplumu da hiçleştirip, köleleştiren, egemen zihniyetin, cinsin felsefesine göre yaşamak zorundadır.” Yaklaşımı bütün Ortadoğu’da yeni bir dönemi başlatmıştır. Öcalan’ın yeniden Kürdistan’da felsefeyi diriltmesi bütün Ortadoğu’da insani bir gelişmeye neden olmuş, bölge gericiliğini derinden etkilemiştir.Kapitalist moderniteyi esas alan ulus-devlet, son tahlilde toplumu zayıf düşürmeyi esas alır. Çünkü zamanla siyasi ve askeri güç, merkezi otoritenin eline geçer. Bir süre sonra hukuk devleti diye öne çıkarılan olgu, burjuvazinin egemenliğinin inşasını sağlamaktan öteye gidemez. Burjuva demokrasisi denilerek, kutsanan uygulamalar ise, burjuvazinin iktidar tekeline meşruiyet sağlamaya yarar. Halbuki gerçek bir demokrasiyi ve halk iktidarını gerçekleştirebilmek için bunun tam tersini, yani demokratik konfederalizmi geliştirmek gerekir. Demokratik konfederal sistemde karar alma hakkı, halka aittir. Belirli bir tartışma süreci halk içinde tüketildikten sonra, karar sürecine, bütün halkın yerelden dahil olduğu bir süreç işler. Tabandan seçimle gelen delegeler, sadece bir yıl için seçilirler. Söz konusu delegeler, burjuva temsil ilişkisinin aksine, kendilerini değil; halkı temsil etmek zorundadırlar ve sürekli halk tarafından denetlenirler. Ortadoğu’da demokratik konfederalizm, tarihin çözülmüş bulmacasıdır. Milliyetçiliğin ve siyasal İslam’ın panzehridir. İşleyen bir demokratik konfederalizm için ise; demokratik toplum, demokratik devlet ve demokratik siyaset esastır. Demokratik toplum, kendi içinde farklılıkları bir avantaja dönüştürür, kendi varoluşuna saygı isteyen bütün farklılıklar, başkalarının da varlığına saygıyı esas alır. Demokratik devlet bütün toplumsal faydanın, topluma eşit dağılımını esas alır. Demokratik siyaset ise cins, etnik köken ve inanç farklılıklarına bakmaksızın, toplumun bütün kesimlerinin, ekonomik ve siyasal karar alma süreçlerine, eşit katılımını esas alır. Dolayısıyla A. Öcalan’ın her defasında altını çizdiği gibi Kürt halkı bu üç şeyi sürekli tartışarak ve geliştirerek hem kendi dönüşümünün hem de bütün Ortadoğu’nun demokratik dönüşümünü hızlandırmıştır. Geldiğimiz noktada, İran’da rejimin sorgulanması ne ABD ve İsrail’in ne de İran muhalefetinin çabalarıyla değil “Jin, Jiyan, Azadi” sloganı ile olmuş ve bu slogan hem İran’da hem de bütün dünya da muazzam bir karşılık yaratmıştır. Demek ki; değişimin temel dinamiği, toplumların kendi geleneklerini esas alan, iç dinamiklerini harekete geçirmesiyle açığa çıkıyor. Yine Rojava ve bütün Suriye’de, demokrasinin toplumun gündemine gelmesi, demokratik konfederalizm üzerinden olmuştur. Geldiğimiz noktada bütün Rojava sahası muazzam bir demokratik dönüşüm yaşıyor; yirminci yüzyıl pratiğinin aksine halkı güçlendiren bir program hayata geçiriliyor. Kendini savunmadan, ekonomik ve siyasal sistemin inşasına kadar, Rojava halkının tamamı, sürece dahil olmuş durumdadır. Türkiye’de HDP üzerinden, sadece kimin iktidar olacağı değil, nasıl bir iktidar olacağı, Türkiye’nin içerde ve dışarıda nasıl bir tutum alacağına kadar, birçok noktada açıktan olmasa bile, kapalı kapılar ardında, demokratik konfederalizmin, toplumun gündemine getirdiği konular, esas alınmak zorunda kalınıyor.Geldiğimiz noktada başta ABD olmak üzere bölgeye ilgisi olan bütün güçler, Ortadoğu’ya ilişkin projelerini oluştururken, (açıktan ilan etmeseler de) Öcalan’ın tezlerini oldukça önemsiyorlar. Demokratik Konfederalizm, Kürtler arasında muazzam bir hızla, kendisine karşılık buldu. Kürtler bölgenin en edilgen halkı iken, Kürt Hareketinin duruşu ve onun Liderliğinin ortaya koyduğu pratik ve cezaevi koşullarında, ağır tecrit altındayken geliştirdiği demokratik konfederalizm, Kürtleri bölgenin en etkin güçlerinden biri haline getirmiştir. Kürtler devletsiz olmalarına rağmen, Ortadoğu’ya ilişkin bütün değerlendirmelerde en önemli faktörlerden biri haline gelmişlerdir. Bu sadece onların bölgedeki fiziki varlıkları ile izah edilemez. Kürtler bölgenin en örgütlü halkıdır ve artık onlara yol gösteren, onları bir arada tutan, yeni paradigma eksenli bir felsefeleri ve ona dayalı bir ideolojileri var. Günümüzde Türkiye ve Ortadoğu’da demokratik siyaset her zamankinden daha da önemli hale gelmiştir. Çünkü demokratik siyaset hiç kimseyi dışarıda bırakmadan, herkese kendini ifade etme ve siyasal güç olma olanağı sunarken, aynı zamanda politik toplumunu da oluşturmuş olur. Geldiğimiz noktada ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da, politika devreye girmeden, hiçbir sorun çözülemez. Eğer demokratik siyaset devreye girmezse, bölgede daha sert, baskıcı devlet seçeneği devreye girer ve daha büyük yıkımlarla karşılaşırız.

 

 

Yararlanılan Kaynaklar
  • Abdullah Öcalan; Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi
  • Abdullah Öcalan; Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa
  • Abdullah Öcalan; Bir Halkı Savunmak
  • Abdullah Öcalan; Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü
  • Yaşar Kaplan; Ezidi ve Müslüman Kürtlerin Ortak Geçmişi, Kürt Araştırmaları
  • Antoine Louis Claude Destutt de Tracy Band III: Logik
  • Karl Mannheim; İdeoloji ve Ütopya, Epos Yayınları. 2002
  • Karl Marx, Friedrich Engels; Alman İdeolojisi, Alter Yayınları
  • Brumaire des Louis Bonaparte: https://www.marxists.org/deutsch/archiv/ma

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.