Düşünce ve Kuram Dergisi

Komünal Topluluklar Ekonomisiyle Demokratik Uluslaşmaya

Elif Kaya

İnsan yaşam aktivitelerinin merkezinde yer alan ekonomi; günümüz kapitalist sistemde insanın insana, insanın doğaya, erkeğin kadına tahakküm kurduğu, derin sömürünün yaşandığı bir yapıya evrilmiştir. Kuşkusuz özgürlükler sorununa çözüm ararken üzerinde öncelikle durulması, kafa yorulması gereken konuların başında ekonomi gelmektedir. Çünkü insanın kendi özüne ve emeğine yabancılaştığı bu alan özgürlüğün yitirilmesinde temel alanlardan biridir. Bu nedenle nasıl ki sömürü sisteminin gelişimi ve özgürlüğün yitimi bu alandaki uygulamalarla geliştirildiyse aynı derecede özgür-demokratik toplum inşasında bu alanın demokratikleştirilip özgürleştirilmesiyle sağlanabilir. Sömürüyü, cinsiyetçiliği, hiyerarşiyi, zoru, milliyetçiliği barındıran ekonomik sistemlerin olduğu yerde demokratik bir toplumdan bahsedilemez. Çünkü bu uygulamalar özünde insanın inkarıdır. Aynı oranda tersi durum da aynı şeyi ifade eder. Özgür-demokratik bir toplum felsefesiyle yaklaşılmadıkça sömürüsüz, demokratik, toplumcu bir ekonomik sistemin yaşamsallaşma şansı yoktur. Çünkü ekonomi toplumdan bağımsız, toplum üstü bir faaliyet alanı olmayıp aksine “toplumun en demokratik faaliyet alanıdır” ve toplumsallığın merkezinde yer alır. Belki de günümüze kadar katlanarak gelen sorunların merkezinde ekonominin toplumun ortak eylemliliği olmaktan çıkarılması yatar. Bu alanın dışına öncelikle kadınlar, ardından köleler, serfler, mülksüzler ve en son sermayeyi elinde bulunduran bir avuç azınlığın dışında tüm toplumun ekonominin karar-planlama-uygulama sürecinin dışına atılmasıyla; ekonomi toplum üstü bir konuma getirilerek yabancılaşma, sömürü ve anti-demokratik sistem uygulamaları doruklaştırıldı.

Bu nedenle başta belirtmek gerekir ki ekonomiyi; toplumun yaşamsal faaliyetlerinin sürdürülmesinde kolektif çabaların bütünü olarak tanımlamak önemlidir. Ekonomi toplum üstü değil, toplumsal yaşamın içinde yer alan önemli bir parçasını oluşturur. Ekonomi sorununun temelinde toplumun emeğine yabancılaşması; söz söyleme, karar geliştirme yetisini kaybetmesi vardır. Bu nedenle kadın-erkek, yaşlıgenç herkesin komünal yaşam içerisinde tüm süreçlere ortak katılım sağladığı, yerel örgütlemeleri ve yereller arası örgütlenme ağının gelişkin olduğu bir toplumsal sistem içinde ekonominin demokratikleşmesi ve gerçek işlevine kavuşması mümkün olabilir. Böyle bir sistemle sömürü, yabancılaşma aşılabilir.

 

Ekonominin Doğuşu ve Gelişim Süreci

Ekonominin başlangıcı toplumsallaşmanın gelişimiyle iç içedir. Yapılan arkeolojik ve antropolojik araştırmalardan biliyoruz ki insanın doğadan hazır beslendiği uzun bir zaman diliminden sonra avcılık ve toplayıcılıktan edindiği deneyim ve bilgi sonucu gelişen ekim ve depolama (saklama) tekniğiyle artı ürün elde etmesi toplumsal ilişkilerin gelişimi ve yeni bir nitelik kazanmasında belirleyici rol oynamıştır.

Doğadan günlük beslenme yerine artı ürünün depolanması, çeşitli ritüellerle ortak tüketilmesi, hediye edilmesi gibi yeni toplumsal faaliyet ve ilişki biçimi ekonominin ilk nüvelerini oluşumunu beraberinde getirir. Giderek doğaya bağımlı olmaktan kurtulan insan, kadın etrafında şekillenen bu toplumsallaşma sürecinde doğa ile uyum içerisinde olup şükranlarını kutsallık atfederek sunmaktadır. Bu aynı zamanda toplumsallığın gelişiminde ahlaki ilkeyi belirleyici kılmak anlamına gelir. Doğal toplumun bu aşamasında toplumsal ilişkiler en doğal ve yalın haliyle yaşanır. Ne sömürü ne iktidar ne hiyerarşi ve ne de tahakküm ilişkilerine rastlanır.

Toplumsal ihtiyaçlar artıkça ve ilişkiler karmaşıklaştıkça ekonomik yapılanma, üretim-tüketim-armağan üçlemesinden üretim-değişim-tüketim üçlü ilişkisine evrilir. Bu durum toplumsal ihtiyaç ve gerekliliklerden kaynağını alan bir değişimdir. Böylece daha önce kullanım değerini tek değer ölçüsü olduğu “armağan ekonomisi”nden pazarların gelişmesiyle “değişim değerlerinin” değer ölçüsü olarak yükselmeye başladığı “değişim ekonomisine” evrilir. Kullanım değerinde bir malın değerini belirleyen ona duyulan ihtiyaçken değişim değerinde bir malın başka bir mal ile değiştirilebilme oranı değerin ölçüsünü oluşturur. Ama belirtmek gerekir ki uzun bir dönem pazar, ekonomik süreçlerde bütünün sadece bir parçası olma özelliğine hizmet etmiştir. Pazarlar kâr elde etme amaçlı olmaktan çok değişimin sağlandığı yerler olma özelliğini uzun dönem korumuştur.

Ancak ekonominin bu tarihsel gelişiminde en önemli kırılmalardan biri Pazar alanına avcı-erkeğin konumlanması ve kadının bu alanın dışında tutulmasıyla gerçekleşir. Kadın ekonominin üretim ve tüketim aşamalarında mevcut pozisyonunu büyük oranda korurken avcı-erkeğin pazardaki hakimiyeti ve dolayısıyla bu alanda geliştirdiği ekonomi anlayışının tüm ekonomik yapıya hükmetmesiyle birlikte toplumsal özgürlükler sorununda baş aşağıya gidiş süreci başlar. Pazar iktidarın, sömürünün, tahakkümün alanına dönüştükçe toplumsallık yara alır. Cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi yaklaşımlar gelişerek toplum cinsiyet, ırk, sınıf, din vb. farklılıklarla birbirinden ayrıştırılır. “zor” artı-ürüne el koymanın temel aracı haline getirilir.

Tüm bunlara rağmen yine de belirtmek gerekir ki kapitalist modernite sürecine kadar ekonomi toplumsal yapıya hükmetme kudreti ve özelliğinde değildir. “Tarih boyunca var olmuş bütün toplumlarda ekonomi sosyal ilişkiler bütünü içinde, onlardan ayrılmayacak bir biçimde yer almıştır.” Ekonominin toplumsal ilişkilerden ayrıştığı, piyasaların tanrı katına çıkarıldığı süreç kapitalizmle birlikte başlar. Bu aşamadan itibaren “azami kâr” kanunu işler ve meta ekonomik faaliyetin merkezine konulur. Bunun için toplumsal yapılar, ilişkiler parçalanır; metalaştırılır ve mutlak tahakkümün kurulduğu nesnelere dönüştürülür. Metalaştırılamayanlar ise “değersiz” addedilerek bir tarafa atılır.

 

Ekonominin İnkârı: Kapitalizm

Kapitalizm o güne kadar metalaştırılmayan alanlara el atar; toprak, emek, parayı metalaştırmadan kendini gerçekleştiremeyeceğini bilir. Bu yapıları metalaştırarak kendini toplumsallaştırmayı ve sürdürmeyi ön görür. Denilebilir ki kapitalizmin en vahşi yüzü bu alanların metalaştırılması ve onun etrafında şekillenen yapılara dönük geliştirilen politika ve ilişki ağıyla kendini açığa vurur.

 

Bu üçlü sırasıyla;

1) Toprak o güne kadar özel ve genel mülkiyet olgusuyla ele alınmış olsa da; üzerinde yaşamın gereklerinin sağlanıp sürdürüldüğü bir yer olma özelliğiyle meta olarak ele alınmaz. Günümüz kırsal toplumların pek çoğunda hala toprağını satmak onursuzluk olarak ele alınır. “Atadan” kalan toprak kolay kolay satılmaz. Ancak dönemin derebeyi, miri, aşiret reisi ve benzerinin maiyeti ile birlikte yaşadığı ve ürün elde edip yaşamsal ihtiyaçlarını giderdiği toprak sanayini ham madde ihtiyaçlarına göre düzenlenmek amacıyla metalaştırılır. Dönem İngiltere’sinin dokuma sanayi yün ihtiyacını karşılama için ekilebilir tüm toprakları meraya çevirme deneyimi tüm trajik boyutlarıyla bilinmektedir. Toprağın metalaşması toprağın sadece alınıp satılmasıyla ilgili değildir. Üstünde yaşayan insanların kültürel dokusunu ve toplumsal ilişkilerini parçalama ve istenilen forma evriltmenin, toplumsal gücü dayatmanın, insaninsan ve insan-doğa ilişkilerini yaralamanın bir yol ve yöntemi de olur aynı zamanda.

2) İnsan varoluşundan beri yaşamını idame ettirmek için emek harcamıştır. Ve insan emeğiyle insanlaşmıştır. Yani emek insan yaşamının temel bir aktivitesi olarak hep süre gelmiştir. Belki de ilk insanın düşünebileceği son şey emeğini satmaktı. İnsanlar köleleştirip çalıştırılsa da emeğin metalaştırılma durumu yoktu. Oysa kapitalist üretim tarzı emek gücüne ve dolayısıyla emeğin alınıp-satıldığı piyasalara ihtiyaç duymaktaydı. Meta’yı üretecek iş gücü maliyet kalemine dahil edilerek alınıp satılabilir bir metaya dönüştürüldü. Özellikle toprak üretimi ile bağı koparılan köylüler kent merkezlerine çekilerek bu amaca uygun tarzda konumlandırıldı. Emeğin metalaşmasıyla insanlar ve toplumsal ilişkiler nesne düzeyine indirgendi. Sonuç itibariyle insan toplumsallığın dışında salt birey olarak ele alınıp meta üretiminde basit bir araç konumuna indirgendi.

3) Para uzun bir dönem insanların ihtiyaçlarını gidermede bir değişim aracı olarak kolaylaştırıcı rol oynamıştır. Özellikle ihtiyaçların çeşitlenip farklılaşması, toplumsal ilişkilerin karmaşıklaşması, uzun mesafelere ticaretin gelişmesi paranın aracı olma rolünü önemli kılıyordu. Ancak yine de kendi başına bir değer değil, bir değişim aracıydı. Kapitalist sistem ise parayı aracı para olmaktan çıkarıp meta paraya dönüştürdü. Ve paradan paranın kazanıldığı, üretimden bağımsız sanal bir ekonomik yapıyı bunun üzerine inşa etti. Böylece piyasa tüm ekonominin belirleyeni, ekonomi ise toplumsal ilişkileri dışına alınıp topluma hükmeden bir özelliğe dönüştürüldü. Böylelikle “komutan para” metalar dünyasının biricik despotu yapıldı.

Kuşkusuz kapitalizmin böyle bir sistem geliştirmesi kendiliğinden ve kolay olmamıştır. Bireyin emeğini satmak zorunda olabilmesi “bireyin aç kalmasına rıza göstermeyen organik toplumun ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu.” Geleneksel toplum yapısındaki dayanışma, paylaşım, ahlaki ölçü ve kendine saygı kültürü kapitalizmin emek piyasasını oluşturması ve insanları en az ücrete, en tortu işlere razı etmesi önünde engel oluşturuyordu. Bu nedenle kapitalizm öncelikle geleneksel toplum yapısını parçalamayı, kurumsallaştırmalarını bir daha dirilmemecesine yok etmeyi düstur edindi.

Sistem tarafından geliştirilen işsizlik, açlık, yoksulluk bilinçli politikalar olup insanları en kötü koşullarda en aza razı etmeyi amaçlar. Bu salt daha fazla kâr elde etme amaçlı değildir. Aynı zamanda boyun eğdirmenin daha kötüsüne razı etmenin yol ve yöntemi olarak dönemin “bilim adamlarınca” geliştirilir.

Hobbes, insanları hayvanlara benzetir ve bu nedenle despota ihtiyaç olduğunu belirtir. Townsend insanın gerçekten hayvan olduğunu ve bunun için yetkileri sınırlı bir hükümetin yeterli olduğunu ileri sürer. İnsanları çalışmaya zorlamanın en etkili aracının açlık olduğunu belirtir. Bir disiplin sağlayıcı olarak açlığın yargıçlardan daha etkili olduğu tespitinde bulunur. Kapitalist ekonomi anlayışı kısmen hümanizmi barındıran A.Smith’ in görüşleri yerine Townsend’i esas alır.

 Dönemin düşünürlerinden Bentham’a göre “yoksulluk toplumda yaşayan doğaydı; fiziksel yaptırımı da açlık.” yani yoksulluk, açlık insana boyun eğdirmenin en acımasız vahşi silahı olarak dönemin “bilim adamlarımca” teorileştirilip sunuldu. Bu teorilerin toplum tarafından kabul görmesi kolay değildi. Uygulanan politikalar geleneksel yapının ahlaki ve kültürel duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Bu nedenle kapitalizm geleneksel toplum kültürünü parçalamadan, kapitalist kültürü inşa etmeden nihai amacına ulaşamazdı. Abdullah Öcalan kapitalizmin bu yapısal özelliğine dikkat çekerek “sermayenin toplumun ana gövdesini giderek işsiz ve yoksul bırakması günlük geçici politikalar nedeniyle değil, yapısal karakteri nedeniyledir.” demektedir.

  1. Polany, “alçalmanın nedeni çoğu kez varsayıldığı gibi bir ekonomik sömürü değil, mağdur tarafın kültürel çevresindeki çözülmedir.” derken kapitalizmin geleneksel toplumu hedefleyen karakterine dikkat çekmektedir. Çünkü geleneksel toplum yapısında bir grup tümden ya aç yaşar ya da hiç kimse açlıktan ölmez. Paylaşım ve dayanışma kültürüyle en yoksul insan bile yaşamını sürdürme olanağına sahiptir. Dolayısıyla insanın kendisine ve topluma saygısı, bağlılığı güçlüdür. En yoksul koşullarda bile insan onuru yüksek tutulur. Bu durum kapitalizmin toplumsal ilişkilere nüfus etmesi önünde engeldir. Toprağın metalaştırılmasıyla geçimlik ekonomiden koparılan köylülerin kentte kötü koşullarda yaşamaya zorlanması toplumsal kültürün yara almasında önemli bir başlangıç olmuştur. Ardı sıra geliştirilen koruma yöntemlerinin onurlu duruşla bağdaşmayan bir dilenci ve avare kültürü yaratması kapitalizmin bu alanlarda her türlü gayri-insani politikalar uygulama zemini sunmuştur.

Burada kastımız feodal sistem özelliklerinin en iyi seçenek olarak sunmak değildir. Biliyoruz ki ekonominin özünden uzaklaşmaya başlaması değişim değerini giderek ekonomik faaliyette belirleyici olması ve kadının ekonomik sürecin dışında kalmasıyla başlar; zamanla gelişip derinleşir. Burada dikkat çekmeye çalıştığımız toplumsallığa dair süreç boyunca süzülüp gelen tüm değerlerin kapitalizm tarafından hedeflenip ortadan kaldırılmasıdır. Adeta kendinden önceki süreçleri yok sayan, tarihi kendisiyle başlatan bu kibrin ciddi bir köksüzleşme ve değersizleşme getirdiğidir. Kuşkusuz gelişen sanayi teknolojisi feodal sistem ilişkilerini çözerken; daha özgürlükçü, ferah düzeyi yüksek, ahlaki ve politik toplumsal bir sisteme evrilmesi de pekala mümkündü. Ancak kapitalizmin toplumsallığın özünü yıkmayı hedefleyen politikalarında başarıya ulaşması ve özgür yaşam arayışlarının güçlü örgütlenememesi kapitalizmin kendisini vazgeçilmez tek seçenek olarak sunmasını getirmiştir.

Yani kapitalizm bir kaçınılmaz son değil, insanlık tarihinin en büyük hatası olarak tarih sahnesinde yer almıştır.

Belirtmek gerekir ki kapitalizmin gelişim sürecinde insan onurunu üstün tutan alternatif model arayışları yok değil. Bunlardan biri kendisi de işçi olarak çalışan R. Owen’in geliştirdiği harekettir. Owen, “sanayi sorununu sosyal olarak yani ekonominin ötesinde ele alan bir yaklaşım” geliştirmiştir. Toplumun bütünsellik içinde ele alınması gerektiğini, ekonominin ayrı bir alan olarak ele alınamayacağı düşüncesindedir. Makineleşmenin insan onurunu yitirmesine neden olamayacağını, makinalı üretimle birlikte insanın kendisine saygısını yitirmeden refah içinde, dayanışarak topluluk olma bilinciyle yaşayabileceğinin uygulama şansına kavuşmuş en somut örneklerden biridir. Owen’in düşünceleri New Lanark fabrikasında çalışanların tüm faaliyetlere kolektif katılım sağladığı, kooperatifçilik tarzında örgütlendiği, sadece iş ile ilgili değil yaşamın tüm alanlarının aynı tarzla örgütlendirilmeye gidildiği, ortak kararlaşma ve planlamaların yapıldığı toplumsal bir yaşam modelidir. Kapitalizmin bireyciliği öne çıkaran yaklaşımının aksine burada toplumsallık vurgusu ön plandadır. Owencilik süreklileşen-yaygınlaşan bir harekete dönüşmese de sendikal hareketin gelişiminde ciddi katkıları olur.

Genel değerlendirmeye tabi tutulduğunda görülecektir ki kapitalizmin aslında ekonominin özüyle çok az ilgisi vardır. Hatta A. Öcalan kapitalizmi “ekonomi karşıtlığı” olarak tanımlar. Çünkü kapitalizm en yaygınlaşmış iktidar olma özelliğiyle talana ve gaspa dayanan bir “zor” sistemidir. Kapitalizm K. Polany’in deyişiyle “insan doğasıyla bağdaşması imkansız bir sistemdir.” Çünkü; ekonomik faaliyet bir bütün olarak toplum kontrolünden çıkarılıp “kendi kurallarına göre işleyen piyasalarca yönlendirilmektedir.” Bir yandan toplum bireyselleştirilerek parçalanırken diğer taraftan piyasaların merkezileştiği ekonomi; toplum üstü bir konuma yerleştirilir. Topluluğun söz söyleme, karar geliştirme gücü azaldıkça piyasalar tanrı katına çıkarılır. Giderek cüceleşen insan karışışında piyasalar devasa görünümlere ve kul-insanın akıl sır erdiremeyeceği karmaşık işlemlere, grafiklere dönüştürülür. Bu değişim çocuğun anaya ikinci ihanetidir. Birincisi; kadının ekonomik süreçlerden dışlanmasıyla yaşandı. İkincisi ise avcı-erkek kültürünün öncülüğünde şekillenen ekonomik anlayışın kapitalist sistemi geliştirerek toplumu ekonomik süreçlerin dışına atmasıyla yaşandı. Ekonominin kadın kültüründen arındırılması; toplumun yitirilmesiyle sonuçlanır.

Kapitalizm “azami kâr” kanunuyla toplumu sermayeleştirip nesne konumuna indirgediği gibi doğayı da aynı kapsam içinde ele alır. Esas olan “kâr”dır. Kâr için her türlü ahlaki ilke hiçe sayılır. Oysa insan tarihsel süreç boyunca “kâr” olgusuna hep kuşkuyla yaklaşmıştır. Aristo kâr için üretimi “insan doğasına uygun olmadığı için” reddeder. Sınırları belli olmayan kârın ve siyasi ilişkilerden bağımsız ekonomik amaçların olmayacağını belirtir. A. Öcalan da “insan yaşamını kâra göre düzenlemek en vahşi iktidar anlamına gelir.” Belirlemesiyle kârın gayri insani yönüne vurgu yapar. İnsanların emeği oranında kazanması kuşkusuz tarihsel süreç boyunca hep olagelmiştir. Ancak kârı merkezine alan bir ekonomik yapılanma yıkıcıdır. Kapitalist sistemin son 200 yıllık tarihi yıkıcılıkta sınır tanımadığını çok iyi ortaya koymuştur.

Kapitalizmin doğduğu coğrafyada topluma yansıması genel hatlarıyla böyleyken; ekonominin doğduğu, kurumsallaştığı değerler sistemine kavuştuğu ve 19. yüzyıla kadar dünyaya öncülük ettiği Ortadoğu’ya dönüşü çok daha yıkıcı ve tahripkar olmuştur. Toplumsal yapıları parçalayan, insanı var oluşsal zemininden kaçırtan sömürgeciliği en vahşi biçimiyle girmiştir. A. Öcalan bu durumu “modernite ekonominin gerçek yaratıcılarından intikam alıyor” tarzında tanımlar.

Bu bağlamda son 150 yıldır Ortadoğu coğrafyası en kanlı sömürgeleştirme savaşlarına sahne olmuştur. Son yetmiş-seksen yıllık ulus devlet uygulamaları ise kapitalizmin “tekçi” anlayışını kültür ve halklar kırımına yol açtığı, yer altı-yer üstü zenginliklerini sermayeye peşkeş çekildiği, halkın açlık ve sefalete mahkum edildiği; yabancılaşmanın “aydınlanma” diye sunularak kabenin Londra, New York’a çevrildiği, tekellerin gölgesinde küçük ve orta ölçekli üretimlerin iflasa sürüklendiği insanların topraklarından sürüldüğü, tarımın-hayvancılığın can çekiştiği özcesi toplumun toplum olmaktan çıkarıldığı bir sürece yol açmıştır. Ne ulus-devlet şekillenmesiyle başa getirilen despotik yöntemleri ne de küreselleşme çağında ulusal ve uluslararası sermayece yönlendirilen milliyetçi, dinci grupların halka karşı yürüttükleri savaş bitti.

Halkların demokratik örgütlenme yapısıyla kendini yönettiği, demokratik komünal ekonomik yapılanmayla halklar lehine sistem kurma olanağı üçüncü bir seçenek olarak her zamankinden daha güçlü duruyor. Bugün Rojava’da yaşanan devrim bir fikrin yaşam bulmuş en somut halidir.

 

Halkların Özgür Yaşam Seçeneği; Komünal Topluluklar Ekonomisi

“Demokratik ulusun ekonomik sistemi; bu barbar uygulamaları durdurmakla kalmaz, toplumun ekonomi üzerinde yeniden denetim kurmasını esas alır.” emeği ve yaşamı üzerinde karar geliştirme yetisi olmayan bir toplumsal yapıda ekonominin gerçek halinden bahsedilemez. Tekellerin, uluslararası sermaye güçlerinin insafına bırakılan ekonomi; sömürüden, gasp ve talandan öteye gitmez. Bu nedenle ekonomiyi toplumsal yaşamın temel çalışması olarak topluluğun denetimine alacak örgütlenme modeli ve değer tanımlamasını yapmak son derece önemlidir. Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk; toplumu oluşturan her kesimin kendi özgünlüğü ve farklılıklarıyla katılım sağladığı ve eşit haklardan yararlandığı komünal yapı içinde ekonomi, “toplumun demokratik faaliyet alanı” olma özelliğine kavuşabilir. Yerele dayanan, katılımcılığı esas alan demokratik özerk yapılanmalarla komünal topluluklar ekonomisi örgütlendirilebilir.

Ekonomik yapı öz değerleriyle buluşturulup demokratikleştirilmedikçe demokratik bir ulus yapısından bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle demokratik ulus inşasında ekonomiyi politikayla; politikayı ahlak ve toplumsallıkla buluşturan bir perspektifle sistem tarifine gitmek önemlidir.

Komünal topluluklar ekonomisinde öncelikle kavramları özüne uygun olarak yeniden tanımlamak bir ihtiyaçtır. Emek, değer, ücret, para, pazar vb. pek çok kavram tanımlandıkları şekliyle ekonomik yapının karakterini belirler. Komünal topluluklar ekonomisinde merkezinde yaşamın yer aldığı bir faaliyetten bahsettiğimize göre tüm bu kavramların yaşamda yer etme biçimi ve etkileri düzeyinde ele almak gerekir. Emeği, meta üretiminde harcanan eforlarla tanımlamak sömürüyü gizleme çabasını ifade eder. Bu yaklaşım başta yaşamsal emeğin sahibi olan kadın emeğinin inkâr ve sömürüsüne onay vermek anlamına gelir. Emek bir bütündür; meta üretimi ile sınırlandırılamaz. Yaşamsal aktivitelere dönük maddi-manevi her girişim emeği ifade eder ve değerlidir.

Emeğin bu tanımından da anlaşılacağı üzere değer için esas alınması gereken ölçü kullanım değeridir.

Kuşkusuz mevcut karmaşık toplumsal ilişkiler ve artan ürün çeşitliliği içinde kullanım değeriyle tek başına ihtiyaçları gidermek zor ve mümkün olmayabilir. Ancak kullanım değerini baz alan bir değişim değerini esas almakla yaşanan değerler arası uçurumlaşmayı aşmak mümkündür ve uygulama kolaylığı sağlar.

Ücret; emeği bireyle ve “an” la sınırlandırma özelliğiyle sakıncalıdır. Kümülatif ve kolektif emeğin inkârını içinde barındırır. Emeğin gerçek karşılığını belirlemekten uzak bir kavram olup yeni bir tanımlamaya ve araca ihtiyaç vardır.

Para; kendi başına bir değer olmayıp sadece bir değişim aracıdır. Paraya meta değerini atfetmek kapitalist aklın ürünüdür. Üretimden kopuk, paradan paranın kazanıldığı bir sistem, özünde ekonominin inkârı anlamına gelmektedir. “para basit bir değişim aracı olmaktan çıktığında en az kılıç kadar güç rolü oynayabilir.”

Üretim ve tüketim süreçlerinin ara halkasında yer alan Pazar ekonominin temel bileşenlerinden biridir. Malların değişim yeri olma özelliğiyle ekonomik faaliyetin en canlı ve hareketli yerleridir. Ancak kapitalizmin pazarı ekonominin üstünde konumlandırıp her şeyi belirleyen pozisyona getirmesi pazarın inkârı anlamını taşımaktadır. Pazarı olmayan bir ekonomi eksiktir, yaşamsallaşma şansı zayıftır; pazarın her şeyi belirlediği ekonomik yapılanmaysa en despotik yönetim tarzıyla aynı şeyi ifade eder. Komünal topluluklar ekonomisi kullanım amaçlı “ sosyal pazar ekonomisi”ni benimser.

Komünal topluluklar ekonomisi temelde maddi ihtiyaçları gidermek amaçlı olmakla birlikte, ekonomik faaliyetin etrafında şekillendiği toplumsal değerlerle beslenmeyi de bir o kadar benimser. Paylaşım, dayanışma, birlikte eyleme, emeğe ve doğaya saygı, inanç salt maddi üretim ve tüketime endekslenen kapitalist sistemin; birey ve toplumun direnç kaynağı olan manevi değerlerini parçalayarak yol aldığını biliyoruz bir yandan devasa moda ve reklam endüstrisiyle sınırsız ihtiyaçlar yanılsaması yaratarak toplum sürekli tüketime şartlandırılmakta, diğer taraftan açlık, yoksulluk en vahşi “ehlileştirme” boyun eğdirme silahı olarak kullanılmaktadır. “Tükettiğin kadar değerlisin” sloganıyla insan maneviyattan uzaklaştırılarak tüketim çarkının basit bir dişlisine dönüştürülmektedir. Bakalım insanın emeği üzerindeki denetimini; ihtiyaç ve istemlerini belirleme gücü ve takati dahi bırakılmamaktadır.

Açlık-yoksulluğun doğal afetler dışında kesinlikle bilinçli yaratılan süreçler olduğunu yukarda ortaya koymuştuk. Fazladan biriktiği yerin karşı tarafında açlık ve yoksulluk boy verir. Kuşkusuz sadece daha fazla sömürmek amaçlı değildir. Aynı zamanda her türlü direnç gücünden yoksun kılmayı hedefler. Türkiye ve Kürdistan da yoksullara yapılan yardımların görüntüleri bu konuda ne ifade etmek istediğimizin en iyi resmidir. Arabaların arkasına doldurulan makarna, kömür torbalarının “yardım” adı altında çamurlu sokaklarda birbiriyle kapışan insanların üstüne atılması yardım değil insanı onursuzlaştırma amaçlıdır. Oysa yardım diye sunulan o insanlardan çalmanın sadece cüzi bir kısmıdır. Toplumdan çalınanların kalıntıları yardım diye sunulurken “merhamet” maskesinin arkasına saklanan cellat kimliğini belirsiz kılmaya çalışır.

Komünal topluluklar ekonomisinde herkesin çalışma hayatına gücü ve yetenekleri oranında katılım sağladığı, kararlaşma süreçlerinde yer aldığı, üretip ortak tükettiği, ihtiyaç temelli bir ekonomik yapılanmayı esas alır. İnsan yaşam kalitesini yüksek kılmanın ötesindeki her türlü birikimi ve karı reddeder. Bireysel refah toplumsal refahla mümkündür. Bu sistem içinde manevi değerlere, ahlaki ilkeye büyük önem verilir. Bu konuda şunu belirtmek gerekir ki geleneksel toplum değerlerinde İMECE kültürü artıürünü paylaşma geleneği, zekat, fitre gibi dini inançlarla yoksula yardım etme kuralı kırsal bölgelerde güçlü yaşayan değerlerdir. Komün yapılanması köyde, mahallede, kasabada, kentte, yaşayan bu değerleri de içine alarak katılımcı, özgürlükçü, özerk bir model oluşturma konusunda en büyük desteği halkın kendisinden alır. Demokratik toplumun özünü oluşturan komün her türlü hiyerarşik, iktidarcı, cinsiyetçi, sömürücü ilişkiyi reddeder. İnsanlar kendi eylemi ve yaşamının karar gücüdür. Komün bir ruhtur, özgür yaşam felsefesidir. Yerele dayanır. Azami katılımı esas alır. “farklılıklarla birlik olma” ilkesini esas alır. İhtiyaçların en doğru tespit edildiği ve adil karşılandığı bir sistemdir.

Kuşkusuz bir komün diğer komünlerle ilişkilenip ulusal ve uluslararası bağlamda ortak bir örgütlenmeye gidildiği oranda başarılı olabilir. Tek başına bir komün kurdun ağzındaki bir kuş gibidir. Bu nedenle yerelde oluşan komün yapılarını kapsayan, ortak perspektifte buluşturan ulusal kurumlara ve politikalara ihtiyaç vardır. Kuşkusuz bunlar hiyerarşik, merkezi bir yapılanma özelliğinde değil demokratik işleyişle çalışan, yerellerin katılımından oluşan, koordinasyon rolü gören kurumlar tazında olmalıdır. Örneğin Amed’te büyük bir umut ve heyecanla açılan kadın pazarı aradan iki ay geçmeden ilgi azlığıyla haberlere konu oldu. Oysa bu çalışma tam da demokratik ulus perspektifiyle şekillenen ekonomik birliklere bir örnekti. Kadının ekonomide aktif yer alması bakımından değerliydi. Ancak bir yandan kadın pazarı kurulurken diğer yandan hemen yanı başında devasa AVM’ler yükselirken, ticaret odalarınca “bakir bölgeye” sermaye için davetiyeler çıkarılırken, komünal yapıları tekelci güçler karşısında koruyacak politikalar kulak ardı edilirken uygulanan her komün girişimi başarısız olur. Kuşkusuz bu başarısızlık komün yapısından kaynaklı değil; ulusal ve uluslararası ölçekte politika geliştirememesinden kaynağını alır.

Bu nedenle toplumsal örgütlenmelerin yerelden çatı örgütüne kadar aynı perspektifle uyum için hareket etmesi ve politikalar geliştirmesi elzemdir.

Sözün başka, pratiğin başka olduğu uygulamalarda başarı şansı yakalanamaz. Unutmamak gerekir ki ekonomik özerklik toplumun öz savunmasıyla eş değerdir. Ekonomik yapı üzerinde denetimini yitiren bir toplumun özgür varlığından bahsedilemez.

Komünal topluluklar ekonomisi doğaya dost bir üretim tarzını esas alır. Doğaya yönelen her tehdit özünde insana yöneltilmiştir. Bu nedenle insan yaşamını kolaylaştıran doğa dostu teknoloji kullanımı esas alınır. Doğayı tahrip eden birikim amaçlı sınırsız tüketimi reddeder. İnsan kadar doğanın da hakları vardır. Buna saygı göstermek ve gözetmek üzün de insanın kendi varlığına yaklaşımıdır. Çünkü yaşam bir bütünü ifade eder. Bir yanı yara alırken diğer yanı sağlıklı kalamaz. Bu anlamda HES’lerle boğulmaya çalışan coğrafyada tarihin yok edilmesi, doğanın tahrip edilmesine karşı olmak yaşamı savunmakla bağlantılıdır. Yakılan binlerce köyü yeniden yaşam alanına dönüştürmek temel üretim kaynaklarıyla bağ kurmak kadar ibadet ölçüsünde değerlidir.

Komünal yapı ekonomik sisteme kadın kültürü yedirilmeden sonuç alıcı olacağı düşünülemez. Kadın katılımının artırılması önemli olmakla birlikte binlerce yıllık tek yönlü gelişen ekonomik anlayışı aşmak için tek başına yeterli değildir. Kadın sistemini geliştirecek, deneyimlerini genel yapılara aktaracak özgün alanlara ve pozitif düzenlemelere belli bir dönem ihtiyaç duyulacaktır. Kadınların planlama ve kararlaşma süreçlerine aktif katılımı son derece önemlidir. Toplumsal cinsiyet rollerini ve cinsiyete dayalı iş bölümünü ortadan kaldırmayı, kadının aleyhine düzenlenmiş her tür yapıyı aşmayı hedefleyen bir sistemle ancak komünal topluluklar ekonomisi inşa edilebilir özelde kadınla özdeşleşen ev içi çalışma alanlarının cinler arası eşit paylaşıldığı bir düzenlemeye kavuşturmak konuya giriş bağlamında önemlidir.

Kürt Özgürlük Hareketinin gelişim düzeyi ve mücadele deneyimi; komünal topluluklar ekonomisinin gerçekleşmesine güçlü zemin sunuyor. Rojava’da gerçekleşen deneyim her bakımdan örnek oluşturuyor. Özerk-demokratik-komünal bir ekonomik yapılanmayla demokratik ulus yapılanmasının mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.