Düşünce ve Kuram Dergisi

Kurucu Kimlik ve Toplumsal Doğa

Ruşen Öner

Pozitivist sosyal bilimler toplumu tanımlayamamaktadır. Ya aşırı kaba-materyalist ya da aşırı metafizik yorumlardan kendilerini kurtaramamaktadırlar. Her iki yorum da bütün çehreleri ile birbirini besliyor ve aynı kapıya çıkıyor. Her ikisinde de toplum, dıştan belirlenen ve iradesizce teslim olunacak veya tersine göbek bağının mutlaka kesileceği bir olgu olarak ele alınıyor. Bunun devletçi-iktidarcı bakış ve özellikle kapitalist sistemin bilimci yapısı ile bağları vardır. Burada toplum ve toplumsal varoluş bir zorunluluktan ibaret, dolayısıyla özgürlük-dışı bir alan olarak oldukça olgucu bir bakışla çözümlemekten tutalım, “akılsız” düzene sokulması gereken maddi bir yığın olarak değerlendirmeye kadar özünde hep dış yönlendirmeye ve düzenlemeye tabi tutulması gereken bir mühendislik nesnesi gibi ele alınmaktadır. Bütün yeniliği içerisinde sosyal-bilimler, diğer bütün bilimlerin günahını ve değirmen taşını boynuna dolanmış haldedir. Şekilsizleştirici, tanımsızlaştırıcı ve anlamsızlaştırıcı teorik karmaşasıyla günümüz ideolojik hegemonyaya en fazla hizmet eder konumdadır. Devrimler çağının en kaotik-çalkantılı dönemecinde ve egemenlikli sistemin toplumsal başkaldırılar karşısında en güçsüz ve alternatifsiz olduğu süreçte 19.yy, dahegemonik çıkışa temel oluşturmuştur. Comtecu “Pozitif sosyoloji”, toplumsal tarih içerisinde hep marjinal kalmış, ayıplanmış kapitale dayalı gasp ve tekel olgularını ideolojikleştirilmesinde ve hegemon hale gelmesinde temel taşları döşemiştir. Toplum, üzerinde maddi-manevi tekellerin kurulduğu bir iktidar kaynağı haline getirilmiştir. Kapitalizmin kendisini adeta en gelişkin, son ve ebedi “toplumsal sistem” gibi sunması onun bu ideolojik hegemonyasından kaynaklanmaktadır.

Çağımızın insan zihnine musallat olmuş temel kanserleşmesi liberalizmin ideolojik egemenliğidir. Toplumsal doğayı; toplumsal değişim ve gelişimi büyük bir öz yıkıma uğratan ve kendisi olmaktan çıkaran bu kanserleşme, anlamsızca ve oldukça yıkıcı büyümelerin önünü açmaktadır. Liberalizmin gücü onun bütün karşıtlıkları kendi içerisinde üretebilme çatıştırabilme esnekliğindedir. En katı-dogmatik firavuni toplum yorumlarından tutalım, en liberal bireycilik temelindeki “modern” toplum yorumlarına kadar hepsi liberalizmin varlık kaynağı ve sebebidir. Liberalizm, kendi içinde kendi kıyımını getiren zihniyet, birey ve toplum gerçekliğidir. Her başkaldırı, kendi sonunun ve sorununun başlangıcıdır, yaratıcısıdır. Her özgürlük arayışı liberalizmin tuzaklarında iktidar üretimine dönüştürülüyor. Toplum ve toplumsal akıl, usanç ve bezginlik içerisinde kendisine yedirilmiş bitmez-tükenmez çatışmalardan bitap düşmekte ve tanınmaz hale getirilmektedir.

İnsan zihniyetini ikilemler üzerinden kendi doğasına ait olmayan çelişkilerle parçalamak, boğuşturmak ve kullanmak insanın metafizik gelişimini önemli oranda çarpıtmıştır. Kendisi ile savaştırılan ve kendisine karşı kurulmuş zihniyet çarkları arasında insan, büyük bir yalnızlık, iletişimsizlik ve en önemlisi de köklü bir yabancılaşma çağını yaşamaktadır. Yabancılaşma, insanın kendi emeğinin, ediminin ve tarihsel-toplumsal gelişim köklerinin dışında, tüm bunlardan soyutlanmış olarak kendisini tanımlaması; aslında tanımlayamaması durumudur. Kendi varoluşu anlamsızlaştırılan insan, usanç ve tatminsizlik içerisinde bir tüketim makinesine dönüştürülmektedir. Temel sorun, insanın kendi toplumsal köklerinden koparılması ve bu köklerin ana damarlardan beslenememesidir. İnsan kendi varoluşunun temel niteliklerinden ve amaçlarından kendi iradesi ve bilinci dışında koparılmaktadır. Bireycilik bu anlamda insanın kendi özüne ve gelişim doğasına karşı en büyük düşmanlık ve darbedir. Aynı zamanda kapitalist hegemon sistemin de temel ideolojik dayanaklarındandır. Kapitalist hegemon sistemin üçlü sacayağı olarak tanımladığımız ulus-devlet, endüstriyalizm ve kapitalist sermayecilik yapısallığı yanında temel ideolojik dayanaklarını aşmak önemli olmaktadır.

İnsan gelişiminin temel zihniyet yapıları toplumsal gelişiminin bir ürünü olduğu gibi, tersinden de toplumsal gelişim insanın temel zihniyet yapılarının bir ürünüdür. Karşılıklı birbirini besleyen ve birbirini koşullayan, birbirinden koparılamayacak gerçekler olarak bir bütünselliği ifade etmektedir. Toplumsallık esasta bir zihniyet inşasıdır. Ortak anlam dünyası, değer yargıları, evrenle doyurucu ve kurucu ilişkiler, algılar, davranışlar ve tepkiler tümüyle toplumsallığın inşasıdır. Buluşan, birbiriyle etkileşen, ortaklaşan anlamlar –yanlış, anlaşılmaz veya saçma gibi olsalar bileve birbirini besleyen, büyüten veya küçülten ama birbirini tamamlayan davranışlar toplumsallığı beslemektedir. Göbekli Tepe, M.Ö. 12.000 yıl öncesi toplumsallığın ekonomik ve zorunluluk koşullarının ötesinde ritüellerle ve simgelerle ortak zihniyet

inanç-anlam dünyası etrafında geliştiğini ortaya koymaktadır. Bütün boyutlarıyla insanlıktan gizlenmezse, Göbekli Tepe, insan zekâsının ve toplumsallığın rüşeym halinde nasıl birbirine sarmaşık bir örgü oluşturduğunu daha net ve açık bir şekilde gösterecektir. Günümüze kadar da insanlığın bütün temel zihniyetini oluşturan inanç sembolleri imgeleri orada yalın bir şekilde görülmektedir. Bunlar binlerce yıl sonra bile insan hafızasını ve duygu-ruh dünyasını derinden şekillendiren imgelerdir. Aslında toplumsal tarih içerisinde daha dünümüz sayılır. 14000 yıl üzerine eklenen ancak bu temelin farkındalığını yaratma çabası olmuştur. Bu kuşkusuz azımsanmayacak bir çabadır. Fakat milyonlarca yıllık bir zekâ gelişimi, yaşam birikimidir, toplumsal hafızadır karşımızda duran. Aslında kendi dinamiği, diyalektiği ve gelişim-değişim çizgisi olan bir varoluştan bahsediyoruz. Yani bütün canlılığı ve özgürlük potansiyeli ile evrenin en gelişkin doğasından bahsediyoruz. Bunu salt bazı mekanik ve maddi zorunluluklara indirgemek; insan bilincinin ve varlığının oluştuğu ve yapılandığı canlı ilişkiler bütünlüğünden koparmak anlamına gelmektedir. Evrenin bilinçte yeniden kurulması, anlam oluşturma ve farkındalık, temel potansiyellerin açığa çıkarılması, aidiyet ve zihinsel bütünlük toplumsal koşullarda gerçekleşir. Özgürlük, toplumsallığın kendisini bütün potansiyeli ile evrenle birlikte var etmeye devam ederken gelişim ve değişim potansiyelini zaman-mekân içerisinde gerçekleştirmesidir. Dolayısıyla toplumu salt dogmalardan, sınırlardan ve kaskatı kurallardan ibaret görmek yanlıştır ve oldukça bilinçli bir çarpıtmadır. Evrensel bir gerçekleşme, kendini aşma gücünde olan, oldukça esnek, canlı bir organizmadır. Bu doğadan daha yaratıcı, daha büyük bir özgürlük kaynağı ve inşa gücü olamaz. Toplum her insanla ve her insanda kendisini yeniden inşa eder. Bu akışa, bu “büyüye”, hatta bu aşka en büyük hakikat olarak ermek, kuruculuğun ve inşa gücünün esasını oluşturmaktadır.

Felsefenin küçültülerek, aslında biraz da belirsizleştirilerek-silikleştirilerek sıkıştırıldığı, salt akademik analizlere boğulmuş ve soyut yaşam ve kazanç reçetelerine indirgenmiş hali, yaşam değeri ve anlamı üretemiyor. Hakikate ulaştırmıyor. Toplumsallığın ruhu metafizik bütün yönleri –inanç, ahlak, vicdan, özgürlük gibi temel bilinç, davranış ve eylem kılavuzları çarpıklaştırılmış bir felsefe alanına, soyut-öznelci bir bilgi sevgisine sıkıştırılmıştır. Bilimcilik azman olup toplumsallığın ana gövdesini kültürekonomi-siyasetele geçirmiş, yutmuştur. Bu nedenle bilimci yaklaşım, olgucu-belirlenimci nesnelci yapısıyla toplumun bedeni üzerinde operasyonlar gerçekleştirirken soğuk iktidar ve azami kâr dışında bir gaye gütmemektedir. İnsanın temel zihniyet formlarının bu kadar bütünlüğünden koparılması, birinin diğerinin inkârı ve küçültülmesi üzerinden bina edilmesi ve asıl işlevlerinden saptırılması, hakikat algısında hem büyük çarpıtmaları yaratmış ve hem de hakikat yoluna kocaman engeller dikmiştir. O nedenle de toplumsallığı, bilinçte birbirine yapışık olan ruha ve maddeye ayrıştırmak insanı felç etmektir. Çağımızın bütün yıkıcılığının temelini oluşturan aşırı rasyonellik, apolitik, fanatik ve aynı ölçüde pragmatik insan zihniyet yapıları ile insanlık adeta askıya alınmış gibidir. İnsan bu yapısıyla kendi zincirlendiği kayayı da beraberinde sırtında taşır hale gelmiştir.

Aşırı öznelcilikle aşırı nesnellik arasında bir sarkaç gibi oradan-oraya savrulmaktan yorgun düşmüş, mutsuz, öfkeli ve kendisini hiçbir şekilde kuramamaktadır.

Bunları aşmak, hatta farkına varmak bile çok zor. Bilimselliğin-inancın-felsefenin birbirine yapışık olduğu canlıcı düşünüş ve yaşam hakikate daha yakın durmaktadır. Hannah Arendt toplumsallığın kurucu temel işleve sahip zihniyet formlarının nasıl birbirine karşıt ve yanlış kurulduğunu, özellikle özgürlüğün algısında oldukça çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Ona göre özgürlük esasta siyasetle sıkı bağlar içinde olmasına karşın, liberalizm onu felsefi bir sorun haline getirmiştir. Hatta liberalizmin özgürlüğü siyaset-dışı alanlarda, oldukça göreceli ve soyut bir alanda insanın kendi içsel-öznel dünyasında başlattığını belirtir. Özgürlüğün siyasetin bittiği yerde başlatılmasının, yani toplumsallığın dışında tanımlanmasının bireyciliği ne kadar beslediğini Arendt ortaya koymaktadır. Arendt, özgürlüğü ve buna bağlı olarak mutluluğu özel alanla değil, siyasal erkin sağlıklı bir şekilde paylaşımıyla özdeşleştirmekte ve böylece bir kamu mutluluğu kavramının sınırlarını çizmektedir. Kendi dışındaki iradelere rağmen veya onların dışında bir özgürlük arayışı, önünde-sonunda yıkıcı ve iktidarı üreten bir bilinç çarpıtmasıdır. Neredeyse her olguya ve görünüme özgürlük payesinin biçilirken esasta insanın gerçek gücünü ve gerçekliğini bulacağı ilişkiler bütünlüğünden koparılması tam bir çıkmazı yaratmaktadır. Günümüz dünyasında apolitik, siyasetten kaçtıkça özgürleşeceğini sanan ve siyaseti devlet idaresine indirgeyen zihniyet hâkimdir. Kurucu kimlik esasta politiktir. Çünkü toplum politiktir. Politikayı Önderliğimiz şöyle tanımlamaktadır; “Toplumun özgürce yönetilerek gelişmesi ve bireyselleşmenin gelişim sağlamasıdır… Hatta politikayı özgürlükle özdeşleştirmek mümkündür. Burada toplumun hem düşünce hem de eylemle kendiliğini, kendi kimliğini bilince çıkarması, geliştirmesi ve savunması söz konusudur.” Hatta Önderlik politika ile ahlakı özdeşleştirmekte; “Politika daha çok günlük olarak yaratıcı, koruyucu ve besleyici rol oynarken,… ahlakı toplumun politik hafızası olarak değerlendirmek mümkündür.” Kurucu kimliğin en önemli özelliklerinden birisi kavramların oluşum, gelişim ve değişim gücünü, canlılığını ve ruhunu kavrayabilmektir.

Kadının neden bu kadar namahrem, toplumun dışında kapalı, etrafı örülü, sınırlandırılmış özel alana kapatıldığını ve etrafında gelenek, ahlaki değer yargılarından ve sayısız imgelerden, kadın tanımlarından oluşan taştan perdenin oluşturulduğunu ve en önemlisi de bu perdenin arkasındaki terbiye edilme ve evcilleştirilme durumunun sonuçlarını derinden anlamak mümkündür. Toplumsallığın kaynağı ve esas kurucu öznesi olarak kadın ile toplum arasında bu kadar korku, kuşku, güvensizlik, hatta düşmanlığın ekilmesi, en temel ideolojik çarpıtmadır. Salt kadın açısından değil, özelde toplum için sonuçları daha ağır olmuştur. Kendisini gerçekleştiremeyen, gelişim ve değişimini sağlayamayan toplum, en derinden bir güdümlenmeye ve yönlendirilmeye açık bir nesne konumuna getirilmiştir. Çünkü kendi politik-ahlaki doğasını yaşayamamaktadır. Kendisini kuramamaktadır.

Tüm bu gerçekler ışığında kurucu kimliği nasıl tanımlayacağız? Her şey aslında negatif temelde kurulmuştur. Eleştirmek, direnmek, karşıtlık veya protesto yine aynı minval üzerinde negatif pozisyonu güçlendiriyor; karşıtına dönüştürüyor, kendisine entegre ediyor. Egemen paradigma böyle kurulmuştur. Bu paradigmayı aşmak derin bir toplumsal bilinci ve eylemi koşulluyor. Kurucu kimlik, özde toplumsallıktan kaynağını alan ve beslenen bir aidiyet, sorumluluk ve gerçekleşme durumudur. Toplum birden ne kurulur, ne de yıkılır. Toplumlar devrimlerle yaratılmaz, kurulmaz. Toplumların kendi doğasını özgürce yaşamasının önünü açabilir. Zihniyet devrimlerini, yeni davranış, bakış ve değer yargılarının oluşumunda önemli bir rol oynarlar. Ancak toplum zaten öyle bir doğadır ki; yaşam ve gerçekleşme, değişim ve dönüşüm onun kendi karakteridir. Gelenek haline gelmiş değerleri, dogmaları, denenmiş-sınanmış doğruları ölümüne muhafaza etmeye dönük bir eğilimle birlikte, hep sorgulayan, en iyisini arayan, yenilenmeye dönük yaratıcı, özgürlükçü bir eğilim toplumun kendi varlık diyalektiğinde vardır. Bunun çelişki ve çatışması toplumsal ekolojinin ve diğer bütün varlıkların temel karakteridir. Hiçbir şey yerinde ve aynı kalmamaktadır. Dünkü toplum, asla bugünkünün aynısı değildir. Bir bireyin bile zihniyet değişimi, farkındalığı toplumsal yapının muhtevasını değiştirme gücündedir. Ulaşılan bütün fizik kuramları, bilimsel bilgi ve yaşanmışlıkla ulaşılan anlam-yorum gücü bile bütün eko-sistemlerin kapalı hale gelmedikçe kendisini hep kurduğunu, kapalı hale geldiğinde ise hep kaosa–ki kaosu da aslında oluşumun bir parçası olarak değerlendiriyoruzeğilimli olduklarını ortaya çıkarmıştır. Bunun bir genel mücadelekarşılıklı etki ve sosyal-bilim gelişiminde doğru ve yeterli formüle edilmesi önemli olmaktadır. Sayın Öcalan’ın Özgürlük Sosyolojisi bu anlamda yeni paradigmanın temel bakış ve zihniyetini çok duru bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplumsal yapının esnekliği, demokratik ahlaki-politik doğası engellenmez, zayıflatılmaz, kaskatı zihniyet kalıpları içerisinde hapsedilmezse, nesnelleştirilmezse kendisini kesintisiz kurma yeteneğindedir. Tarih ve toplum kurucu kimliğin kök kaynağı olmaktadır. Çünkü insan tarihsel toplumun bir nevi somutluk kazanması, gerçekleşmesidir. Birey sıfırdan asla başlamamaktadır. Arkasında bir geleneğin, kültürün, dilin ve politik-ahlaki yapının şekillendirdiği bir dünya bulunmaktadır. Bireyin buradaki kuruculuğu, üzerine ekleyeceği oranındadır. Toplumsal değişim ve gelişimin yaratıcı bir öznesi haline gelmesidir.

Dikkat edilirse günümüze kadar birey hep bir şeylere karşıtlık veya bir şeyler karşısında kurulmuştur, tanımlanmıştır. Kadın erkek karşısında veya erkeğe göre tanımlanmıştır. Sınıf kimlikleşmesi, karşı sınıfa göre veya onun karşısında tanımlanır. Diller-kültürler hep “gelişkin dil” veya “modernite” karşısına oturtulmuştur. Hep bir şeyler karşısında kategorize edilerek ya daha üstün veya daha altta bir varlık olarak nitelikler atfedilmektedir. Ya da bir bütünün basit, vasat bir çarkı gibi kitle haline getirilmiştir. Bu durumda ya direnecek ya da teslim olacak gibi bir ikilem içerisine sürüklenmiştir. Bir şeyleri yıkmak, inkâr etmek, küçültmek, yerine yenisini kurmak veya tabi olmak birey haline gelmenin yolları olarak sunulmuştur. Yanlış kurulmuş bir var olma durumudur bu. Farklılıkları yadsımayan, farklılıkları ötekileştirmeden bir arada yaşama gücünü göstermek; demokratik bir öz irade gelişimi ve katılımı esas alan bir ilişki bütünlüğünü yaratmak kurucu kimliğin temel bilinç ve yaşam esasları olmaktadır. Salt çözümleyen, eleştiren, mahkûm eden, fakat alternatifini yaşamsallaştıramayan yaklaşımın negatif yönleri öndedir. Ortaklaştırmak, değiştirmek, anlamlandırmak, aşmak, ön açmak pozitif kurucu niteliklerdir. Kuruculuğu bu anlamda esasta bireyin sağlıklı toplumsallaşması, yeniden koptuğu toplumsal değişim, dönüşüm ve doğasına katılım olarak değerlendirmek mümkündür. Kuruculukta analitik zekâ ile duygusal zekâ dengelenmiştir. Çözümlemek, fakat aynı zamanda anlamak, hissetmek ve çıkışın gücünü-iradesini ortaya çıkarmak; bunun güven, bilinç ve iradesinin oluşumuna ön ayak olmak, farkındalığı yaratmak esastır. Toplumsal sorumluluk-görev bilinci ve tutkusu, toplumsallığın kendi kendini inşa eden doğasını kavramak ve ona kendi yaratıcı potansiyeli ile katılmak kurucu kimliğin kendisi olmaktadır.

Özellikle içerisinde bulunduğumuz süreç; Ortadoğu’da yaşanan büyük kaos ve uluslar arası hegemonik güçlerin bu kaosu yönetmek ve idare edilebilir düzeyde tutarak Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme politikaları karşısında toplumların, kültürlerin ve bütün toplumsal kesimlerin kendi kendini yönetme, bütün farklılıkların kendisini öz iradesiyle temsil ederek katılması temelinde ortak özgür yaşam ve özgür toplum mücadelesine bütün bilinci ve eylemi ile katılım göstermek, yükselen değerlerin kuruculuğunun esası olmaktadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.