Düşünce ve Kuram Dergisi

Kriz ve Ne Yapmalı: Neoliberalizme Karşı Stratejiler

Cemil Aksu

2008’deki küresel ekonomik krizle “kemer sıkma” politikalarının geri gelmesi, tüm dünyada sağcılığın, faşist hareketlerin yükselişi ve bütün bunların her geçen gün ağırlığı artan küresel iklim krizi koşullarında yaşanıyor olması, hem faşizmin yükselişine karşı hem de neoliberalizm veya kapitalizmin krizine karşı “ne yapmalı?” tartışmalarını daha da harladı. Sağ-popülizmin yükselişine müteakip “sınıf, adalet, eşitlik” söylemleri üzerinden zuhur eden ABD’de Demokratik Parti’de, İngiltere’de geleneksel İşçi Partisi’nde “daha sol” ve “sol-popülist” liderler, hareketler, dünyanın farklı noktalarında süregiden farklı direnişler, bu arada Türkiye’de Gezi ve sonrası seçim mücadeleleri ile mali/ekonomik krizin işçi sınıfında yarattığı hareketlenme ve Ortadoğu’da Rojava’daki “özyönetim” mücadelesi, “ne yapmalı?” sorusuna değişik düzeylerde cevaplar sunuyor.

“Neoliberalizm krizi” koşullarında, “tarihin sonu’na son veren”  bu cevapların ve diğer isyan hareketlerinin istikrarlı bir harekete dönüşecek devrimci bir strateji, “postmodernler”e nispet olsun diye, “meta-anlatı” üretemedikleri söylenebilir. Dolayısıyla, yaşadığımız “kriz”in, egemenler açısından olduğu kadar “karşı-hareketler” için de, tarihsel ve küresel, pratik olduğu kadar teorik, politik olduğu kadar felsefi bir olgu olduğunu görmek gerekiyor. Bu nedenle de krizin şu ya da bu departmanına konumlanmış bir tartışma ile “ne yapmalı?” sorusuna doğru bir cevap bulunamaz. Bu elbette, “kurtuluş” için tek bir yol olduğu ve bunun bulunması, icat edilmesini önermek anlamında değil, en azından “karşı-stratejiler”in kesişimsel, karşılaşmalı bir ortak aura oluşturmasının gerekliliğini iddia eder. Bugün ileriye doğru atacağımız küçücük bir adımın bütün bu tartışmayı içermesi gerekir.

Türkiye ve Kürdistan açısından ise, bugün “ne yapmalı?” sorusu etrafındaki tartışmayı, yer ve zaman açısında sınırlamak baştan kaybedeceğimizin göstergesi saymak gerekir. Saray Partisi liderliğindeki faşizmin engellenmesi ve yenilmesi sadece Türkiye ile sadece bugünle ilgili bir sorun değildir; küresel eğilimler, yeni dünya savaşı/düzeni için yapılan çılgınca/canice rekabet, neoliberal politikaların yarattığı toplumsal -toplum yok- koşullar ve öznellikler ve bütün bunların krizi ile “devrimler çağı”nın “Kısa 20. Yüzyıl”ının bakiyesi olan “devlet ve(ya) devrim”, “kapitalizmden komünizme geçiş” gibi konularda ensemize çöken deneyimleri ve bunlara karşı gelişen eleştirileri beraber ele almak zorundayız.

“Büyük Gerileme”

Yakın zamanda yayımlanan, Bauman, Fraser, Latour, Mason, Zizek gibi birçok çağdaş düşünürün günümüz dünyası üzerine yazılarını bir araya getiren “Büyük Gerileme” isimli kitap, neoliberal küreselleşmenin dünya sistemi’ne dâhil olan (hala dünyanın derinliklerinde “ilkel komünal” yaşayanlar var) herkesi –belki ilk kez- çağdaş yaptığını gösteriyor. Bu çağdaşlık, “kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası”na rağmen/birlikte, dünya sisteminde en “ileri” olan Batı dünyasında olduğu kadar Türkiye gibi (hep Batı’yı 100 yıl geriden takip ettiği söylenen) ülkelerde de, benzer sorunların benzer arayışları ihya ettiği, ortak bir ruh halinin yaşandığı anlamına geliyor.

 

Neoliberalizm “Kendi Suretinden Bir Dünya Yarattı”

Neoliberalizm, bireyin ve toplumun yönetimine dair bir “rasyonalite” ve küresel ekonomik politikalar manzumesi olarak, 1980’lerden itibaren küresel olarak yürürlüğe sokularak finansallaşmanın diğer sektörlerin üzerine çıkarak belirleyici hale geldiği, borçlandırma teknikleri sayesinde hem makro ekonomilerin hem de tek tek bireylerin yönetiminin gerçekleştirildiği, sermayenin küresel olarak faaliyetlerinin her türlü sınırlamadan kurtarılması için ulusal ekonomi ve ulus-devlet hukuklarının olabildiğince aşındırıldığı, üretimin uluslararasılaştırılmasıyla birlikte üretim süreçlerinin de esnekleştirilmesi, iş ve sosyal güvencelerin tırpanlandığı bir emek rejiminin inşa edildiği bir süreç oldu. Güvencesizleştirme, esnekleştirme, borçlandırma, belirsizlik, bireycilik ve rekabetçilik sadece neoliberalizmin ideolojisinin köşe taşları değil bizzat yaşamın temel kodları haline getirildi. Dolayısıyla bu ilkelerle uyuşmayan her türlü örgütün, kolektif yapının, yani sendikaların, sol partilerin marjinalleştiği bir süreç yaşandı. “Başka alternatif yok”, “tarihin sonu” ilanlarıyla çokkültürlülük, melezleşme, “yönetişim” hâkim söylem ve pratikler haline geldi.

“Neoliberalizm, insanların evrensel rekabet ilkesi uyarınca yönetilmesinin yeni bir tarzını belirleyen söylemlerin, pratiklerin, düzeneklerin bütünü olarak tanımlanabilir”. Foucault’nun gösterdiği gibi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan ve giderek derinleşerek Birinci Dünya Savaşı’na ve 1930’lara kadar varan, “liberalizmin uzun krizi”ne karşı, üretim birimlerinde yaşanan sorunlara çare arayan teknik elemanların, çeşitli düzeylerde çalışanların geliştirdikleri çözümlerin yaygınlaştırılması ve bazı düşünürler tarafından bunların genel politika olarak benimsetilmesi yönündeki ikna/baskı çabaları sonucunda evrensel bir norm haline gelmiştir. Neoliberal akılsallık tarihsel süreç içindeki çeşitli olay ve pratiklerin yanı sıra, eğitim alanı, medya, finansal kuruluşlar, uluslararası kuruluşlar, kurumlar ve şirketlerdeki söylem ve düşünme biçimlerinin yayılması ile de yakından ilgilidir. Dolayısıyla neoliberalizmin farklılığı öncelikle ve temel olarak bir akılsallık olması ve bu sıfatla, sadece yönetenlerin eylemini yapılandırmaya ve örgütlemeye yönelik yeniliklerle beraber, yöneti lenlerin de tutumlarını yapılandırıp örgütlemesinde yatar. Dolayısıyla neoliberalizm “stratejistsiz bir strateji” oyunu sonunda, “toplumsal güçler ile kimi iktisadi koşullar arasındaki bazı ilişkilerden yola çıkarak dünya çapında yeni bir norm şeklini” almıştır.

Şimdi onun 2008’den beri dindirilemeyen krizine, hem egemen sınıflar (sağ-popülizm, illiberalizm, vb.) hem de ezilen sınıflar kendi cephelerinden çözüm yolları geliştirilmeye çalışıyor. 2000’lerin başından itibaren neoliberalizmin krizine çare arayan sağ ve sol hareketler kendilerini gösterdiler. Yeni yüzyılın başından itibaren istikrarlı olarak yükselen “aşırı-sağ”, faşist, sağ-popülist/otoriter hareketler/partiler ve küreselleşme karşıtı toplumsal hareketler.

1999’da Jöng Hade’nin FPÖ’sinin Avusturya’da ikinci parti olması, 2002’de Le Pen’in Fransa cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura kalmayı başarması, Türkiye’de RTE’nin ardı ardına gelen seçim başarıları, Filipinler’de Dudarte’nin, İsrail’de Netayahu’nun, Hindistan’da Modi, Rusya’da Putin’in ‘ebedi başkanlığı’, ABD’de Trump, Macaristan’da Orban, İngiltere’de Brexit çıkışı… Aşırı-sağla birlikte, göçmenlere/mültecilere karşı olduğu kadar başka kapitalist ülkelere karşı da ulusal duvarların, korumacı politikaların yükseltilmesini savunan güçlü lider kültünün geri dönüşüne tanık oluyoruz. Neoliberalizmin çokkültürlülük söylemi ise yerini kültürel milliyetçilik, yeni tipte ırkçılığa bırakmış durumda. Terörizm gerekçesiyle “özgürlükler ülkesi”nde güvenlik siyaseti temel haline geliyor.

Diğer taraftan, yine 1999’da Seatle, 2001’de “Başka bir dünya mümkün” sloganıyla Porto Alegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumu, IMF ve DB’nın toplantılarının protesto edilmesi, 2008’de Occupy Wall Street, İspanya’da indignodos hareketi ile başlayan Podemos, Yunanistan’da Sryza, Arap Baharı isyanları ve Türkiye’de HDP ve Gezi-Haziran İsyanı deneyimleri, geleneksel partilerin dışında ve bir tercih olarak bu partilerden uzak duran, çok merkezliliği, yerelliği, katılımcılığı, doğrudanlığı (doğrudan demokrasi, doğrudan eylem) ve yatay örgütlenmeyi düstur alan bir demokrasi arayışını ihya etti. Yani ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et”, Avrupa’daki protestolar, hatta  en son izlediğimiz Sarı Yelekliler’i, sadece ekonomik krizin sonuçlarına yönelmiş bir protesto olarak görmemek gerekiyor. Bu eylemler, üzerine yazan Badiou, Zizek gibi birçok düşünürün, eylemlere katılanların kendilerinin de ifade ettikleri gibi sistemin kendisini tartışmaya açmaktadır. Hatta Wallerstein (2011) bu protestoları, 1968 eylemlerinden bu yana en önemli politik muhalefet örneği olarak görüyor ve 68’in mirasçısı, devamı şeklinde yorumluyor.

Her biri kendi içinde birçok sorun, farklılık içerse de, birbirlerine karşıt ya da ilintili bu iki küresel eğilim/ hareketin, neoliberal kapitalizmin yarattığı dünya sorunlarına bir tepki ya da çözüm arayışı olduğu söylenebilir. İlk büyük krizini 2008’de yaşayan neoliberalizmin krizine karşı gelişen her iki hareketin kendi içinde de krizler, çıkışsızlıklar yaşanmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, sermaye güçleri “doğal olarak”, göç, ‘terörizm’, güvenlik, eşitsizlik, iklim krizi, küresel rekabet, demokrasinin krizi gibi sorunlara çare ararken, bu sorunların olabildiğince mağdur ettiği ezilenler, emekçiler, kadınlar, ekolojistler, dışlananlar da direnişin program, strateji, örgüt modeli, demokrasi anlayışı gibi konularda ne yapacağını, hangi yolu tutacağını, nasıl ortaklaşacağını cevaplamaya çalışıyor.

Büyük Gerileme kitabına dönersek, yazarlarından birkaçının ortaklaştığı temel noktalardan biri, sağ-popülizmin yükselişinin sınıfsal dinamiğinin, 1980’de dünyaya dayatılan neoliberal politikaların mağduru olan kesimler, yani sanayi işçileri, küçük işletme sahipleri, işsizler ve yıkıma uğramış kırsal nüfus ve endüstriye bel bağlamış kesimlerin olduğu söylenebilir. Çünkü neoliberalizmin finansallaşmış kapitalizmi sanayi üretiminin önüne geçti, çalışan nüfusun şartları kötüleşti, reel ücretler düştü, güvencesizleşme, sosyal güvenlik politikaların/kurumların ortadan kalktı.

Avusturya’da, 2016’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde mavi yakalı işçilerin yüzde seksen beşinden fazlası aşırı sağ milliyetçi-muhafazakar adaya oy ver di, Almanya’daki yerel seçimde bir işçi kenti olan Mecklenburg-Vorpommern eyaletinde Almanya İçin Alternatif’e yüzde otuzdan fazla destek çıktı, Fransa’da 2015’teki yerel seçimlerde Ulusal Cephe işçi sınıfının yüzde ellisinin oyunu aldı ve İngiltere’nin Brexit referandumunda geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy çıkan bölgelerde en fazla destek oyu çıktı.

Çünkü sağ-popülizm tam da finansallaşma, kozmopolitizm, ulusal korumacılığın ortadan kaldırılması gibi ilkeleri savunan neoliberalizme ‘karşı’ ulusal duvarları yükseltmeyi, ülkesini yeniden “büyük” yapmayı vaat ediyor. Trump, ABD’yi yeniden “Büyük ülke” yapmayı vaad ederken RTE’de Osmanlıcılık üzerinden aynısını yapmayı deniyor. Bu yeni sağ-popülist liderlerin ortak noktalarını Arjun Appadurai şöyle özetliyor: “Hepsi de, yabancıl yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasi bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar. Neoliberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine –Hindistan, Türkiye, ABD ya da Rusya’ya- en uygun biçimine gayet dostça bakıyorlar. Hepsi, yumuşak gücü sert güce çevirme çabasında. Ve hiçbiri, azınlıklar ve muhalifler üzerinde baskı kurmaktan, ifade özgürlüğünü sınırlandırmaktan ya da hukuku rakiplerine zulmetmek için kullanmaktan çekinmiyor.”

Sağ-popülizmin bu küresel yükselişi, dünyada bir kez daha demokrasin, insan hakları, basın özgürlüğü, mülteci hakları gibi “liberal değerler”in yerel ve küresel düzeyde siyasi tartışmaların gündeminden düşmesine neden olmaktadır. Sağ-popülizm, tıpkı faşist hareketler gibi, yine mevcut sistemden en fazla etkilenen alt tabakalardan destek alarak gelişiyor. Dolayısıyla, liberalizmin krizine yanıt olarak gelişen neoliberalizmin krizini konuşurken, ekonomi-politik ile sınırlı değil, yarattığı öznelliklerin krizi açısından da değerlendirmek gerekir. “Kriz”in bir tarafının da, “Kısa 20. Yüzyıl”dan bakiye kalan, toplumsal hareketlerin krizi ve bu krize karşı geliştirilen akılsallık ve “karşı-stratejiler”in krizi olduğunu da görmek gerekir.

 

Ne Yapmalı: Tarihsel ve Güncel, Küresel ve Yerel Soru(nlar)

Lenin’in Ne Yapmalı kitabının alt başlığı bilindiği gibi, “hareketimizin canalıcı sorunları”dır. Yani, soru, geleceğe dönük değil, bugüne dair ve direkt örgüt(lenme) sorunu ile ilgilidir. Fakat örgüt sorunu, sadece pratik meselelerle ilgili değildir. Kendiliğinden hareket ile komünist hareket/parti arasındaki ilişkinin nasıl tasavvur edildiği, Marksizm/sosyalizm ile işçi sınıfı, teori ile pratik, aydın ile “sıradan insan”, akıl ile beden arasındaki ilişkinin nasıl tasavvur edildiği gibi derinliğe sahiptir.  Bu tartışma, iradenin rolü, bireyin rolü, fikirlerin rolü, partinin rolü, liderin rolü, merkez komite ya da politbüronün rolü gibi dallanır budaklanır. Ezcümle, Ne Yapmalı? politikanın alanından çıkarak felsefenin alanına da geçen bir sorudur.

Bu tartışmada genel olarak, ekolojiden bir kavramı ödünç alarak, “alt çizgi kayması sendromu” yaşanmaktadır. Balıkçılık bilimi uzmanı Daniel Pauly’nin icat ettiği “alt çizgi kayması sendromu”, her neslin kendi çocukluğunda içine doğduğu çevre koşullarını doğal kabul etmesi anlamına geliyor. Günümüzün birçok Marksizm okuması bunu hatırlatıyor. Devrim, parti, örgütlenme, hareket, halk, sosyalizm vb. gibi birçok konuda “altçizgi kayması sendromu” yaşanıyor. Bu açıdan, bize miras kalan Marksizm büyük oranda Kautsky ve  esas olarak da Lenin’den ve Sovyetler’den dolayımlanmış durumda.

Žižek, Balibar ve Badiou’nun “Bugün Marx’a başvurmak ne anlama geliyor?” sorusuna yanıt olarak yazdıkları yazı dizisinde, Balibar’ın dikkat çektiği gibi, “gereksinmesini duyduğumuz Marx okuması (ki kuşkusuz değişik yönlerden taslaktan çok ötedir ve çok sayıda iç açıcı yorum biçimi altındadır) “sosyalizm sonrası” bir okuma olarak tasarlanmalı ve örgütlenmelidir, Marx’ın sosyalizminin eleştirel bir raporu da dahil olmak üzere. Bu da komünizminin eleştirel bir raporunu da zorunlu kılar.”  Her ne kadar Balibar, “Marx’ın yazdığı ve düşündüğünden, soruları korumak ve yanıtları yeniden düşünmek gerektiğini” önerse de, bu tartışmayı Marx’ın ve devamcılarının sorularını da yanıtlarını da içerecek şekilde yapmaktan da kaçınamayız.

Bu tartışmada esas sorun, psikolojik barikattır. Belli bir tartışmanın selametinin yapıldığı psikolojik ko şullara bağlı olduğu söz götürmez bir gerçek. Belki buna Traverso’nun dediği gibi melankoli demek gerekir; “tarihsel bir geçiş sürecini kuşatan hisler ve duygular konstellasyonu, yeni fikir ve proje arayışlarının, yitip giden devrimci deneyimler dünyasının ardından duyulan keder ve yasla bir arada” varolan bir melankoli. Bu konuda, geleneksel sol partileri, militanları güdüleyen temel itkinin, 20. Yüzyılın en azından ikinci yarısının, Badiou’nun dediği gibi, on yıllık “Kızıl Dalga”nın da bitmesinden sonra, savunma pozisyonunda geçmiş olmasıdır. Yani “kriz tartışması”nın, “gün ortasında karanlıkta” doğmuş olması “asrın gece yarısı” ile sonuçlanmış olmasıdır. Daha açık söylemek gerekirse, inkisar-ı hayal ve yenilgi psikolojisidir.

Melankoliden Çıkış…

“Gün ortasında karanlık”ta yapılan bir tartışma ile “tarihin sonu” imparatorluğunda “başka türlü bir dünya mümkün” isyanlarının yarattığı “çatlak”ta tartışmak başkadır. Kabul edelim; 1999’daki Seatle eylemi ile artık inkisar-ı hayal âleminden çıkış başladı. Rahatlayalım; her ne kadar “sosyalizm öldü” ise de, “başka türlü bir dünya mümkün”. Ve bu “mümkün”, kendiliğinden zuhur etti. Bu kendiliğindenlik, bize hata yapabilme, yanlışlanabilme ve yanlıştan dönebilme imkânı yaratan bir kendiliğindenliktir.

Şimdi, bu rahatlıkla, kendiliğinden hareketle hemhal, onun arayışlarıyla hemdert olarak, fakat sürekli geleceğe, hareketin başarısına (devrime) kilitlenerek, bu politik bakış açısıyla her anda “ne yapmalı” tartışması yapılabilir. Çalışmamızı, kendiliğinden hareketin içinde konumlanarak, onun başarısına hasredersek, peşinde koşmamız gereken bilgi değişecektir. Zizek’in ısrarla vurguladığı budur: “Somut bir durumdaki evrensel hakikat ancak tamamıyla partizan bir konumdan dile getirilebilir.” Bir hareketin kendi yolunda gitmesini sağlamak, o hareketi etkileyen –sonsuz- güçlerdeki her türlü değişime –somut durum- göre ne yapması gerektiğine karar verme çalışması, çabasıdır. Foucault’nun “iktidar ilişkileri” kavramı da tam da bunu ifade eder ve bu ilişkiler içinde, partizanlık, hareketin başarısı için başkalarının hamlelerini de belirlemeyi amaçlayan hamleler yapmaktır. Bu hamleler aynı zamanda başkalarının aynı karakterdeki hamlelerine karşı hamlelerdir. Hareketin arayışlarına, sorularına, onun karşısında ve(ya) ötesinde, bir “idea”dan hareketle, belli bir hakikatin sahibi olarak cevaplar veren ortodoks hareketler, “iktidar ilişkileri”nin dışına, karşı-devrimci bir pozisyona düşmekten kurtulamaz.

Costoriadis’in dediği gibi, gelinen noktada ya da her zaman “uzun zamandan beri ne bir düşünümü ne de bir eylemi harekete geçiremez olmuş bir öğretiye sadık kalmakla, öncelikle değiştirmek istenen şeyin kavranmasını ve toplumun içinde o topluma karşı gerçekten karşı çıkan ve onun o anki biçimiyle gerçekten mücadele eden şeyin tanımlanmasını gerektiren bir projeye, toplumun radikal bir biçimde dönüştürülmesi projesine sadık kalmak” zorundayız. Benzer bir tartışmayı yapan Badio da, bir doktrine ya da örgütlenme geleneklerine alışkanlıklarına değil, devrimci projeyi hareket ettiren motivasyona ve onun şimdiye dönük eleştirisine ve geleceğe dönük tasavvuruna, en önemlisi dünyayı insanların kendilerinin değiştirebileceğine olan bağlılığa sadakate vurgu yapıyor. Ama belki bizi asıl etkileyen Lenin’in çağrısı olmalıdır: “Bütün bunlar, yarım yüzyıldan daha az bir süre önce yazıldı; ve bugün, çarpıtılmamış bir Marksizmi yeniden bulmak ve onu geniş halk yığınlarının bilincine yerleştirmek için, arkeolojik kazılara girişmek gerekiyor. Marx’ın, yaşamış olduğu son büyük devrim üzerindeki gözlemlerinden çıkardığı sonuçlar, tam da proletaryanın yeni bir büyük devrimler çağı başladığı anda unutulmuş bulunuyor.”

Ne Yapmalı Tartışmasının Dalgaları

Devrimci/toplumsal hareketlerde “ne yapmalı” tartışmasının Lenin sonrası dönemde üç kez, bugünkü gibi, bir canlılık kazandığı ileri sürülebilir. İlk canlanmanın ‘68 dönemi yaşandığını hatırlayalım. Sovyetler Birliği’nin yarattığı hayal kırıklığı ortamında bazıları Mao’nun “kültür devrimi”nden, Gramsci’nin hegemonya kavramına, Frankfurt Okulu’nun “kültür endüstrisi” eleştirisine, odağında sınıf ve sınıf bilinci, devlet-proletarya diktatörlüğü, bürokrasi, yapı, yabancılaşma, gibi kavramların olduğu felsefi ve politik tartışma, sonradan sönümlenmiş olsa da, Marksizm içinde bir çoğullaşma, çatallanmalar yaratmıştır. 1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgali üzeri ne İngiliz Komünist Partisi’nden ayrılan E. P. Thompson “Balinanın Dışında” adlı makalesinde, o döneme özgü politik konjonktürü şöyle tanımlar: “Doğuda ve Batıda, yeni bir kuşak, eski dünyanın karamsarlığından ve yeni dünyanın otoriterliğinden eş zamanlı olarak kopup, insan bilincini tek bir sosyalist hümanizm içinde kaynaştırabilecek midir” diye sorar.

Savaş sonrası dönemde kültürel mücadele sosyalistlerin gündeminde daha öncelikli bir yer kazanır. Socialist Register çevresinde toplanan birinci sol, bu durumu işçi sınıfının kültürel dönüşümü yolunda daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği şeklinde yorumlarken, New Left Review çevresince temsil edilen ikinci sol ise işçi sınıfının tüketim kültürüyle tümüyle hipnotize edildiğini, bu nedenle devrimci özne olarak aydınlara yönelmek gerektiğini savunur. Bu dönemdeki tartışmalara konu olan sorunsallar bitmiş, konular tüketilmiş değildir. Dolayısıyla bugüne bir bakiyesi kalmıştır.

İkinci canlanma, ’89 sonrası tartışmalarında görmekteyiz. Negativ-canlanma yani “yenilenme”nin yenilgi, teslimiyet haleti ruhiyesiyle ele alındığı bu dönemin tartışması NLR’nin “yenilenme” sayısıyla başlayıp, geleneksel İşçi Partilerinin “üçüncü yol” adıyla neoliberalizme eklemlenmesini, diğer taraftan da “radikal demokrasi”ye yönelmişti. Yine de bütün bu dönemin tartışmalarının toptan negativ ya da faydasız/zararsız olduğunu iddia etmek doğru olmayacaktır. Devrimin hem felsefenin hem de politikanın gündeminden çıktığı bu dönem başka düşünsel coğrafyalarda derman arayışının öyle ya da böyle fikri ve politik bir çeşitlilik, zindelik, beceriler elde etmesini sağladığı söylenebilir. “Küreselleşme karşıtı hareket” de dahil olmak üzere “yeni toplumsal hareketler” üzerinden ortaya çıkan yeni konular, yeni pratikler, yeni deneyimler eski konuların, pratiklerin ve deneyimlerin yeni/başka tarzda ele alınması açısından da fırsat yarattı. Çünkü dönüşen koşullar, yeni teoriler ve pratikler gerektirir.

Bu da, 2000’lerden itibaren yeni bir fikri canlanma yarattı. Negri-Hardt, Badiou, Ranciere, Zizek, Bosteels, Balibar, gibi dünyanın önde gelen bir çok felsefecinin de dahil olduğu, iktidar, devrim, özne, strateji, özgürlük, meclis, müşterek, demokrasi kavramları etrafında dönen Ne yapmalı, Nasıl yapmalı/yaşamalı tartışması sürüyor. 2009’da “Komünizm İdesi üzerine”, 2011’de “Komünizm, Yeni Bir Başlangıç mı?” adıyla gerçekleştirilen konferanslar, Hart-Negri ikilisinin İmparatorluk, Çokluk, Ortak Zenginlik’ten sonra henüz Türkçeye çevrilmeyen Assamble kitapları, Zizek’in Bir İdea Olarak Komünizm, Yeniden Lenin gibi kitapları, Holloway’ın İktidar Olmadan Kapitalizmi Yenmek ve diğer kitapları, Dardot ve Laval’ın Müşterekler adlı kitapları, Badiou’nun Komünist Hipotez’i, Socialist Register  dergisinin Ekim Devriminin 100. Yılı münasebetiyle çıkardığı Devrimi Yeniden Düşünmek sayısı gibi çalışmaları bu tartışmanın belli başlı çalışmaları olarak zikredilebilir. Ayrıca, Razmig Keucheyan (Aklın Sol Yarısı. Yeni

Eleştirel Düşünceler Atlası) ve Jacques Bidet, Stathis Kouvelakıs’in (Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz) günümüzdeki farklı direniş, isyan ve Marksizm anlayışlarını eleştirel olarak ele alan kitapları da bu listeye alabiliriz.

Yeni Hareketler, Yeni Arayışlar, Yeni Stratejiler

Badiou, kırkıncı yıl dönümünde yani 2008’de yaptığı bir konuşmada,  Mayıs 68’e dair, daha önceki dönemlerde rastlanmayan derece ilginin arttığına dikkat çekerek, “cesaret kazanmak ve içinde bulunduğumuz uçurumun en dibinden tekrar herekete geçmek için olası bir ilham kaynağı ve bir çeşit tarihsel şiir olarak Mayıs 68’e geri dönülmekte” olduğunu ifade eder. Ve Mayıs 68’in dört farklı unsurun bileşkesi olduğunu söyleyerek (liseli ve üniversiteli gençlik hareketi, işçi hareketi ve yerleşik değerleri ve adetleri sarsan “özgürlükçü” ’68 dışında) esas Mayıs 68’in (dördüncü unsurun), “politika nedir” sorusunu ortaya attığını savunmaktadır. O zamana kadar, sınıf, mücadele, örgüt, öncülük, parti vb konularda herkes “ortak bir dil”i konuşmaktaydı. Mayıs 68’de ve onu takip eden yıllarda bu ortak dil öldü ya da büyük oranda öldü. “Fabrikalarda dahi disipline, alışıldık grev tarzlarına, iş içerisindeki hiyerarşiye, sendikanın hareket üzerindeki otoritesine itirazla yükselecekti. Akabinde işçi eylemi ya da halkçı eylem normal çerçevesinin dışına taştı, anarşik ya da kanunsuz inisiyatifler olarak değerlendirildi. Ve belki de daha da önemlisi, temsili demokrasinin ve onun seçimlere dayanan parlamenter çerçevesinin, ‘demokrasi’nin kökten kurumsal, yapısal ve devletsel eleştirileri sözkonusuydu.”

Bugün biz, kendisi de bir 68’li olan Badiou’nun o günleri anlatırken kullandığı “herkesi kendi toplumsal konumuna hapsetmeyi reddeden bir siyasal pratik”, “denenmemiş yollar, imkansız karşılaşmalar” gibi tanımlamaların bile yeterince yansıttığı, Mayıs 68’in doğurduğu zorlu sorularla cebelleştiğimizi söyleyebiliriz. Badiou’nun söylediği gibi, evet, 68’in çağdaşlarıyız (s.55).

Fakat bu çağdaşlığın sınırını ya da özünü iyi tanımlamak gerekir. 68’de eleştirilerin hedefi olan geleneksel ya da modern paradigma, “kapitalizmden komünizme geçiş süreci”nde, “yabancılaşma”nın aşılarak “özgürleşme”nin gerçekleşmesi sürecinde, siyasal stratejinin merkezine devleti koyar. Bu trajik bir paradigmadır, çünkü, bir sınıf diktatörlüğü olarak devlet, hem devrimin “amacı” hem de kurulacak yeni toplumun “aracı”dır. Siyasetin temel sorunu/hedefi “devlet/iktidar”dır. Devrim, burjuvazinin diktatörlüğünün aracı olarak devlet, parçalanmalıdır, fakat sosyalizmin yani “geçiş aşaması”nın selameti için, proletarya tarafından –yeniden- inşa edilmelidir de. Devletin ne olduğundan çok ne işe yaradığına yani araçsallığına odaklanan bu anlayış “reel sosyalizm” ülkelerinde hem de ceberut bir devlet yarattı hem resmi doktrin haline getirildi. “Geçiş sorunu” da böylece yüzyılın komünist örgütlenmeler, sömürgecilik karşıtı mücadeleleri tarafından benimsenen formasyona kavuşmuş oldu.

Badiou’nun belirttiği gibi, 68’le başlayan ve günümüzde de devam eden sistem karşıtı hareketlerin ortak özelliği, “geçiş sorunu”nu bu şekilde doktrinleştiren siyasetten farklı/karşıt olarak, “devlet iktidarı”nı fethetmeye yönelik devrimci stratejisi yerine gündelik yaşamın devrimcileştirilmesini esas alıyor olmaları. “Moleküler devrimler” olarak da adlandırılan bu hareketler, büyük iktidarın yerine makro iktidarları hedef seçiyorlar kendilerine. Gündelik ilişkilerde yeni toplumsallık ya da öznellik biçimleri yaratılarak, biriktire biriktire, büyük iktidarın yok edilebileceğini ya da olacağını savunuyorlar. Başka bir ifade ile toplum ve insan analizinde kullanılan makro ölçekler yerine “atom-altı parçacık” düzeyindeki iktidar ilişkilerini sorunsallaştırarak, bu mikro alanlardaki iktidar ilişkilerini ya da stratejileri, siyasetin merkezine taşıyorlar.  Kadınlar, gençler, normatif olmayan cinsel yönelimleri olanlar, burjuva demokratik ulusal devrimlerin çözüme kovuşturamadığı ve hala baskı altında olan etnik gruplar, ırk ayrımcılığı mağdurları, göçmenler, engelliler, yaşlılar, ya da nükleer silahlar başta olmak üzere kapitalist gelişmenin teknolojik düzeyde yarattığı ekolojik yıkıma karşı gelişen çevre ve ekoloji hareketleri gibi.

’68 sonrasında konsensüs, katılımcılık, yataylık, lidersizlik (temsiliyet karşıtlığı) gibi ilkelerin öne çıktığı hareketler, Jodi Dean’in işaret ettiği gibi, “anarşist atılım” yarattı. Bu “atılım”ın neoliberalizmin yeni öznellik pratikleri ile de uyumlu olduğu söylenebilir. Bütün bu gelişmeyi, sadece “reel sosyalizm”in ve ona bağlı hareketlerin yarattığı inkisar-ı hayalin bir sonucu olarak okumak yanıltıcıdır. Böylesi bir okuma, kuantum fiziğinin keşfini Newton fiziğinin hayal kırıklığına bağlamakla aynı anlama gelir.

Bütün bu gelişmelerin emperyalizmin, neoliberalizmin bir komplosu olarak okumak geleneksel sol için işlevsel bir yaklaşımdır. Hem kendi marjinal durumunu açıklamada hem de sınıfa kaçarak, aslında doğru konumda olduklarını ispatlamak açısından bu böyledir. Bununla beraber “mikro iktidar ilişkilerine karşı mikro mücadeleler”in, kimlik ve ekoloji gibi alanlardan hareketlerin gelişmesi Keynesçi politikaların emek-sermaye arasındaki çelişkileri yumuşatmasına karşılık, diğer eşitsizlik biçimlerinde aynı yumuşatmayı başaramamış olmasında aramak gerekir. Aynı zamanda zaten çözümlenmemiş olarak var olan bu eşitsizliklerin mağdurlarının –sosyalizm baskısı altında- liberal demokratik sistemde, çok hızlı gelişim gösteren medyanın sunduğu kendini ifade etme koşullarından başarı ile yararlanmaları sözkonususdur. Ve bu hareketlere atfedilen siyaset yapma tarzlarınının da yine bu teknolojik koşullardaki değişimle bağlantılıdır.

Bu hareketlerle birlikte hâkim hale gelen, en olgun ifadesini Negri-Hart’ın çalışmalarında bulan evrimci strateji, kapitalizmin doğal gelişiminin iletişim, toplumsal işbirliği ve maddi-olmayan emek ya da bilgi proletaryasının gelişimi ile kapitalizmin sadece bir kabuğa dönüştüğünü ileri sürer. Toplumsal alanda (bu kavramın atasının 18-19. Yüzyılın “sivil toplum” olduğunu hatırlayalım) öz-örgütlenmelere dayalı, kolektif katılımcı küçük adımlarla kapitalizmi ve devleti yerinden edeceğini varsayar. Bu evrimci stratejinin temel sorununun yaşamın örgütlenmesine dönük süreçlerin sermayeden ve devletten bağımsız olarak ele alınmasıdır.

İtalyan sendikacı Porcaro, toplumsal alan örgütlenmelerini esas alan bu stratejinin İtalya Komünist Partisi tarafından zaten uygulandığını savunuyor. Bugün toplumsal alan örgütlenmesi stratejisini savunanların referansının Gramsci’nin olması bu yüzden normal. Gramsci, burjuvazinin ideolojik ve kültürel hegemonyasını tesis ettiği alan olan “sivil toplum”da “mevzi savaşı” ile karşı kurumlar ve pratikler geliştirerek “manevra savaşı”na yani devlet üzerinden siyasi iktidarın ele geçirilebileceğini düşünüyordu. Togliatti liderliğindeki parti, bugün önerilen toplumsal alan stratejisini “kitle partisi”, “halk örgütleri” ve “kızıl belediyeler” ile hayata geçirdi. “Ama burjuvazi tarafından sözünü ettiğimiz kaleler (veya devletin ‘yatay’ kurumları ile büyük üretim ve toplumsal yeniden üretim yapıları), özelleştirmelerle, esneklikle, âdemi merkeziyetçilikle, tüm kültürel üretimin bir kapitalist işletmeye dönüştürülmesiyle paramparça edildi.”

Porcaro’nun İtalya deneyiminde çıkardığı sonuç, “ele geçirilmesi gereken şey, sivil toplum kalesi değildir… sermayenin genel karargahı ve devlettir”. Bu sonucu sadece İtalya deneyiminin başarısızlığına değil aynı zamanda kriz döneminde burjuvazinin, hegemonyacı strateji yerine dolaysız güç stratejisini geçirmesine bağlıyor. Bu açıdan Porcaro’nun uyarısı çok yerinde, zira neoliberalizmin krizine karşı hem küresel olarak gelişen sağ-popülist politikalar hem de Türkiye ve Kürdistan’da AKP-MHP iktidarı tarafından yürürlüğe sokulan “Çöktürme Planı” örnekleri önümüzde durmaktadır. Dolayısıyla neoliberalizmin gelişme evresindeki koşullarla kriz evresindeki koşullar, bu evrelerde devletin yasal zor aygıtı olarak işleyişi ile toplumsal alan örgütlenmesi stratejisi yeniden gözden geçirmek gerekmektedir.

Porcaro, “özörgütlenme ve doğrudan ve/veya katılımcı demokrasi biçimlerinin geliştirilmesi stratejisi” ile “devlet gücünün ele geçirilip yeniden tanımlanmasını amaçlayan strateji” arasında bir “eşgüdüm” olması gerektiğini savunarak, iki strateji arasındaki açıyı kapatmaya çalışıyor. Fakat bu uzlaştırma/”eşgüdüm” çabası, birinci stratejinin temel kaygısını anlamamaktadır. Çünkü birinci strateji, yukarıda da ifade edildiği gibi, “reel sosyalizm”de devletin bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş olmasına karşı panzehir olarak geliştirilmiştir. Yani zaten sorun, klasik Marksizmdeki parti, devrim, diktatörlük tartışmasında, tam da “devlet”in ne olduğu netleştirilmeden, onun bir araç olarak ele alınarak, “devletin ele geçirilmesi”ni savunmaktır. Dolayısıyla “toplumsal alan” stratejisinin devleti görmeyen siyasetinin handikapı “devleti ele geçirme” stratejisi dolduramaz. Aksine, icat etmemiz ve peşinden koşmamız gereken strateji “devleti çözüştürecek”, “parçalayacak”, “kelimenin tam anlamıyla devlet olmayan”, “komün” biçimlerini yaratacak bir stratejidir.

20. yüzyılın geleneksel devrimci hareketlerin başarı ve başarısızlıklarıyla, yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen sistem karşıtı hareketlerin arayışlarının bugüne bakiye bıraktığı sorunu şudur: “[…]bugüne dek devrimci alanda hiç de devrimci olmayan bir şeyi, yani devlet aygıtını, asıl baskı organizmasını kendi tarzında yeniden üretmeyen bir makine var olmadı. İşte devrimin problemi: bir savaş makinesi nasıl güncel sistemin içinde oluşan bütün kaçışları onları ezmeden ve devlet aygıtını yeniden üretmeksizin hesaba katabilir?” Başka bir ifadeyle, artık yani geçen yüzyılın bakiyesinden hareketle, siyasetin en azından komünist siyasetin temel sorununun/hedefinin “devletin/iktidarın sönümlen(diril)mesi” olarak yeniden tanımlamak gerekir. Dolayısıyla bugün “devlet ve ihtilal” değil, “devlet veya ihtilal” üzerine yazmak gerekir.

Lenin, “içinde toplumun sosyalist yeniden-örgütlenmesinin oluşması gereken siyasal biçimleri ‘keşfetmek’ için” “Devlet ve Devrim” meselesi üzerine çalışmaya başlamıştır. Hem de en hareketin en hararetli olduğu dönemde. Burada ütopyacılar, anarşistler ve 2. Enternasyonal partilerinin “devlet” konusundaki pozisyonlarını ele alırken “ütopyacılar büyük çabalar göstermişlerdi” der. “Anarşistler, siyasal biçimler sorununu toptan bir yana atmışlardı. Çağdaş sosyal-demokrasi oportünistleri, burjuva parlamenter demokratik devletin siyasal biçimlerini, aşılmaması gereken bir sınır olarak kabul etmişler ve, bu biçimleri parçalamayı gözeten her girişime anarşizm adını vererek, bu ‘model’ önünde secdeye kapana kapana alınlarını aşındırmışlardır.”[5] Lenin’in yaptığını yapmak istersek, bugün, Lenin’in Devlet teorisini de (çalışmasının ilgili diğer kısımlarını da) bu akımlarla beraber yeniden değerlendirmekten kaçınamayız. Leninist yöntem bunu gerektirir.

Çünkü Marx’a göre, modern “devlet ve devrim” sorunsalı,   “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.”  Ve “İşçi sınıfı hazır olan devlet makinesini olduğu gibi ele geçirmek ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez”. Bu açıdan baktığımızda, Sovyetler’in sonucunun da bu kaderi paylaştığını, yani Komün’e geçemediğini inkâr edemeyiz. Elbette “geçiş”in başarıyla sonuçlanmamış olması, Lenin’in (önceli Marx’ın) düşüncelerini otomatik olarak olumsuzlamaya yetmez. Ama Bolşeviklerin iktidara gelir gelmez karşılaştıkları bürokrasi, kitlelerin geri çekilmesi, “elektrifikasyon+kolektivizasyon=sosyalizm” formülasyonu gibi birçok sorun, daha ilk baştan doğum lekeleri ile doğduğunu düşündürüyor.

Devlet tartışmasını, bugün, 1917’deki gibi “büyük dünya tarihsel devrimler çağında” ufukta bir devrim gözükmüyorken ya da yanı başımızda Rojava’da, Kürdistan’da başka bir devrim yaşanıyorken, yapmamızı gerektiren de tam da bu “doğum lekeleri”dir. Çünkü “kapitalizmden komünizme geçiş süreci” hakkında yaşanmış deneyimlerin olgun bir bilgisine, eleştirisine sahip olmadığımızda bir trajedi yaşamaktan kendimizi nasıl sakınabiliriz? Devlet ve Devrim’in belli bir paradigma içinde zuhur ettiğini nasıl unutalım; “emperyalizm ve zayıf halka teorisi”, “öncü parti teorisi”, her ne kadar sonradan geliştirilmiş olan “tek ülkede sosyalizm” vb.  Dolayısıyla tam da Lenin’in Marx’ı okurken altını çizdiği tanımlamaları ve icat ettiği tanımlamaları bu sefer biz altını çizerek okumalıyız ve yine Lenin’in dediği gibi “içinde toplumun sosyalist yeniden-örgütlenmesinin oluşması gereken siyasal biçimleri ‘keşfetmek’ için” büyük çaba göstermeliyiz.

Bugünkü, hâlihazırda süregitmekte olan hareketlerde komünizm ve doğrudan demokrasi ya da temsili olmayan demokrasi kavramları beraber kullanılıyor. Kapitalist olmayan ekonomik üretim ve mübadele biçimlerinin yaratılması yönünde, patronsuz işyerleri, topluluk temelli ekonomiler, adil işbirliği deneyimleri, kâr amacı gütmeyen kooperatif işyerleri, işgal edilmiş konutlarda kolektif yaşam pratikleri, MST hareketinin toprak işgalleri yoluyla komünler yaratması, Zapasitaların özerk komünal topluluklar örgütlemeleri, Rojava’daki halk meclisleri gibi eylemci grupların yaratıcı ve deneysel pratiklerinde olduğu kadar, “İşgal Et”, Gezi İsyanı gibi “meydan hareketleri”nde de, ekoloji ve kadın örgütlerinde de “temsiliyet simyası”nın aşılması, doğrudan demokrasi temel talep olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu deneysel, daha doğrusu ütopik pratikler içindeki militanlar (aktivistler) örneğin cinsiyet, yaş, deneyim, kimlik hiyerarşisi olmaksızın doğrudan demokratik karar alma süreçlerinde yer almak, ayrımcılığın tüm biçimlerine karşı olmak, devletten ve sermayeden bağımsız örgütlenmek, gibi yeni bir ortaklık için etik, politik ilkeler oluştururken, diğer deneysel/ütopik gruplarla da bu temelde, eşitlikçi ilişkiler kurmaya da yönelmektedirler. Yani hareketin belki ilk evrelerinde baskın olan “tanınma”, öncelikle kendini varetme pratiği yerini, “tanışma”, kesişimsel bir ortaklık kurma pratikleri almaktadır. Çoğu zaman da birçok militan aynı anda birden çok mücadele alanının içinde yer almaktadır. Bu durum yeni bir devrimci militanlık tipolojisi ya da etiğinin gelişmesini sağlıyor.

Dolayısıyla bugünün, sistem karşıtı hareketlerin temel sorunu şudur: hem zaman hem mekan hem de sorunsal olarak farklı eylemler, pratikler, örgütlenmelerde mündemiç olan, üretilmiş olan ortak değerleri, birbiriyle ilişkilendirmek, tekil, yerel, parçalı hareketler, galaksiler arasında bir ortaklık, evrensellik, ortak anlatı kurmak, icat etmek. İçinde olduğu hareketin başarıya ulaşması için, herhangi bir kesiminde yer alan herkesin bu sorun etrafında stratejik bir pratik geliştirmesi kaçınılmaz. Bu pratik, her zaman, belli bir an’da ve mekan’daki güçler arasında biteviye değişim halindeki farklı, çatışan, uyuşan, kesişen stratejilere karşı/birlikte kendi stratejini geliştirme çalışmasıdır. Foucault, stratejinin üç anlamı

olduğunu söyler: Birinci anlamı, belirli bir ereğe varmaya çalışırken kullanılan rasyonalite. İkinci anlamı, “belirli bir oyundaki taraflardan birinin, başkalarının eylemlerinin nasıl olması gerektiği konusundaki düşüncelerine ve gene kendince başkalarının onun davranışlarını nasıl düşüneceğine ilişkin kanılarına göre hareket etme biçimini” anlatır. Üçüncüsü ise, “bir çatışma durumunda, rakibi mücadele araçlarından yoksun bırakmak ve onu mücadeleden vazgeçmeye zorlamak için kullanılan yöntemler”dir. Bu üçü de belli bir andaki mücadelede bir arada olur. Bir mücadelenin başarısı bu üç anlamıyla, stratejisini geliştirme ve uygulama kabiliyetine bağlıdır.

Günümüzde, geleneksel Leninist modele göre örgütlenmiş partiler hem işçi sınıfı hem de kadın, ekoloji gibi yeni toplumsal hareketler içinde etkili bir güce sahip olamamaktadırlar. Neoliberalizmle birlikte sanayi yerine finans, hizmet, iletişim/teknoloji gibi sektörleri öne geçerken güvencesizleştirme, çalışmanın zamansal ve mekânsal olarak esnekleştirilmesi gibi teknikler, işçi sınıfının kültüründe parçalanma yaratarak geleneksel örgütlenmeleri krize soktu. Sendikaların uzlaşmacı ekonomik taleplerle sınırlı, bürokratik birer aygıta dönüşerek sınıfa sırtlarını çevirmesi, partilerin de sınıfa ulaşacak “volon kayışları”ndan mahrum kaldığı bir durum yarattı. 90’lı yıllardan beri “sendikal kriz” üzerine birçok çalışma yapılmasına rağmen, sendikalardaki mücadele yönetim değişikliği ötesine geçemedi. Devlet sektörü yerine özel sektörün almaya başladığı ve güvencesiz, esnek çalışma biçimlerinin hızla yayıldığı koşullarda, sendikalar eski güçlerini kaybederken “işçi sınıfına/ ideolojisine bağlı” sol-sosyalist/komünist partiler de ne teorik ne de pratik olarak bu “kriz”e çare üretebildiler.

Geleneksel parti formları, merkeziyetçi örgütlenme, bürokrasi ve yabancılaşmayı yeniden üretme gibi açılardan birçok eleştiriye maruz kaldı. Bazı “en”lerle tanımlanan Parti ile sınıf ya da “kitle” arasındaki ilişkinin geçen yüzyılın deneyimlerinde sınıfın burjuva toplumundaki edilgen, yabancılaşmış varoluş koşullarını değiştirmeye yetmediği görüldü. Ekim Devrimi’nde kitlelerin geri çekilişi ile Parti’de ve Devlet’te yönetici pozisyonuna gelenlerin bürokratikleşmesi sürecinde de aynı sorunun yaşandığı söylenebilir. Bütün bu deneyim üzerinden, “dışardan bilinç”, “bilgi ve aydının rolü”, “profesyonel devrimciler/parti üyeleri”, “devrim yapma” gibi birçok konunun yeniden ele alınması gerektiği açık.

Geleneksel partilerin, sorunlarına rağmen, on yılları bulan bir süreklilik ve ağır baskı koşullarında varlığını koruma deneyimi sağladığını görmek gerekir. Ayrıca ulusal ve uluslararası alanda da bağlantılar kurmakta daha başarılı olabilmektedir. Bu geleneksel partilerin dışında ve bir tercih olarak bu partilerden uzak duran, çok merkezliliği, yerelliği, katılımcılığı, doğrudanlığı ve yatay örgütlenmeyi düstur alan ekoloji, kent, kadın hareketleri ise, sağ-popülist hareketlerin yükselişiyle birlikte güçlerini, etkilerini sürdürememekle yüz yüze kalmış durumda. Küçük küçük kolektifler, kooperatifler, dayanışma ağları, platformlar, teorik araştırma grupları, güvencesizlerin örgütlenme girişimleri, mahalle birlikleri şeklinde her yerde herkes bir örgütlenme çabasındadır. Bu çok ‘normal’, çünkü neoliberalizm tarafından kamusallığın yok edildiği belirsizlik ve güvencesizlik ortamında hayatta kalmak için “herkes başının çaresine bakmak zorunda”. Fakat devletin yasa ve silah gücü olarak burjuvazinin elinde sopa olarak kullanılması karşısında, bu hareketlerin liberal demokrasilerde olduğu kadar etkili olamadıkları görülüyor. Ayrıca, her ne kadar, temsili demokrasinin ötesinde, gerçekten katılımcı, kararlarda herkesin söz sahibi olabildiği bir doğrudan demokrasi, meclis gibi örgütlenmeleri savunsa da, demokrasinin ne olduğu konusunda, meclis denilen şeyin Sovyet, konsey gibi yaşanmış deneyimlerden farkının ne olduğu gibi pek çok konuda bir fikir birliği sağlanmış değil. Yerellik ise, sadece siyasi ve ekonomik olarak değil, NATO gibi askeri olarak da küresel örgütlenmiş küresel kapitalist güçlerle nasıl baş edileceği konusunda tereddüte neden olmaktadır. Bu ve başkaca sorunlar, bu hareketlerin de yeni formlarda örgütlenmek gerektiğini düşünmeye itiyor.

Bu koşullarda kriz ve “ne yapmalı?” sorusuna yanıtlar da ana akım partiler/örgütlerden değil, batini hareketler ve akademik soldan geliyor. Batini hareketler, krizin belli bir momentine odaklanmış eleştiri, tartışma ve pratikler üzerinden eyliyor ve konuşuyorlar. Deneyimleri üzerinden teorik arayışlara giriyorlar. Akademiden gelen yanıtlar ise, daha çok belli projeksiyonların mevcut duruma tutulmasıyla sınırlı bir aydınlık yaratıyor. Bu çalışmaların temel eksikliği deneyim ve örgütlenme sorunları konusundaki eksiklikleri. Bu, bu tür öneri, tartışma metinlerinin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Bazı şeyleri, bazen daha iyi görmemizi sağlıyor ya da tersi. Genel olarak “ne yapmalı?” sorusuna “tek yol/doğru” cevap verecek durumdan uzaktayız. Zira, 20. Yüzyılın bütün deneyimi, buna eklenen 68 sonrası gelişen yeni örgütlenmeler, hareketler, fikirler özne-örgüt-strateji konularında söylenmedik/yapılmadık bir şey bırakmış değiller. Öyle ki, kelli felli komünist partileri ve onların on yılları bulan deneyime sahip liderleri ile yeniyetme gençleri, kadınları, performatif eylemleriyle adından söz ettiren yeni aktivistleri, hatta siyasalbilimcileri ve felsefecileri eşitleyen bir cahiliye devri/arafı sözkonusu. Hiçbir kuram ve deneyim “tek yol/doğru” için ikna edici güce sahip değil.

Cahiliye, kapitalizmin eleştirisinden çok alternatifin ne olduğu, nasıl kurulacağı yani kapitalizmden komünizme geçiş süreci/sorununa dairdir. Dolayısıyla, yapılmayan, olmayan bir şeyi yapmaya kalkışıldığı her durumda olduğu gibi, cahiliye normal bir durum sayılabilir. Özne-örgüt-strateji gibi ağır konulardaki “bölünmüşlük” olumsuz bir hal olarak kültürümüzde yerini koruyor. Bir’lik ideali her yerde ve her zaman ufkumuzda afili bir yer tutmaya devam ediyor. Birlik ideali modern siyasetin de bir idealidir. Toplumun birliğini nasıl sağlayacağız sorusu toplum sözleşmesi kuramlarının temel sorunsalıdır. Sınıfın birliği, ekoloji hareketinin birliği, kadın hareketinin birliği, yerel hareketlerin birliği, enternasyonalizm ya da onun yerini alacak birlik, komünist hareketlerin birliği, çokluğun birliği…

Kapitalizmden kurtulmak için ne/nasıl yapacağız sorusuna yeni bir cevap bulmamız, toplumsal dokunun farklı noktalarında ortaya çıkan aynı tip normları yayan “söylem, düzenek ve politikalar” arasında sürekli mekik dokumakla gerçekleşebilir. Bu  “söylem, düzenek ve politikalar”ı kendi aralarında karşılıklı kesişimler sayesinde bir teori kurulabilir.

Ama öncesinde bütün çokluğun bir çeviri hareketine ihtiyacı var. Ne yapmalı, nasıl yapmalı sorusuna bütüne şümul bir cevabımızın olmadığı şimdiki koşullarda, teori ile pratik arasında, pratiklerle pratikler arasında biteviye bir çeviri süreci. Teoriye yeni toplumsal koşulların ve pratiklerin öğrettiklerini öğretirken, yeni pratikleri sosyal bilimlerin, felsefenin farklı projeksiyonlarına maruz bırakarak testlerden geçirmek, dünyanın farklı yerlerindeki farklı temalara odaklanmış hareketleri, pratikleri farklı yönleriyle tercüme ve tecrübe etmek gerekiyor.

Karşı karşıya olduğumuz “süredurmakta olan komünizm hareketinin sorunları” sadece Marksizm içi ve Marksizm ile hısım ve hasımları arasındaki teorik mücadele ile aşılamaz. Ama bu olmadan  da aşılamaz. Neoliberal kapitalizmin yarattığı “toplum”da zuhur eden hareketlerin kısmi, yerel, süreksiz/kesintili, geçici pratiklerin yeniliklerini genelleştiren, evrenselleştiren bir teorik çalışma yapılmak zorundadır. Yeni teoriler bu yeni pratiklerden doğar. Eski teorilerden yeni pratikler çıkmaz. Zaten komünizmin bir teorisi yoktur, onun kapitalizme karşı direnişlerde ortaya çıkan kolektif pratikler, müşterekleşmeler üzerinden üretilmesi gerekir. Yeni Komünizm, “mevcut gerçekliği yıkıp geçen hareketler”in yarattığı yeni normlar, pratikler, söylemler arasındaki kesişimsel ilişkiler alanında zuhur edecektir. Yapılması gereken de bu hareketleri, pratikleri besleyecek, yayacak yeni pratiklerdir. Tam da bu yüzden bu yeni teorinin bir yazarı olamaz, daha çok bir yazarlar kurulu tarafından üretilebilir. Bu yazarlar kurulunun temel hasleti de tercümanlardan oluşmasıdır. Farklı yerlerdeki farklı hareketleri birbirine çeviren tercümanlar ofisi yeni parti’dir.

Bu yeni parti’yi bir galaksiler konfederasyonu olarak düşünmek de gerekir. Aslında bazı partiler bunun ilk örneği vermiş durumda. Bazı Kürt partilerinde ve HDP ile Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nde gördüğümüz gibi, Parti içinde özerk “Kadın Partisi” biçimi, Leninist Parti teorisinde önemli bir yenilik olarak görülebilir. Parti içinde özerk “Kadın Partisi”, genel olarak, “kadın sorunu”nun özgünlüğüne bağlı olarak, özgürlük mücadelesinin sadece kapitalizme karşı değil aynı zamanda “erkeklere”, “erkeklik bilinci”ne karşı da, kadınların ayrı bir örgütlenme ile vermesini savunan bir anlayış. “Kadın Partisi”, sadece “kadın sorunu” kapsamındaki mücadeleyi değil, aynı zamanda Parti’nin genel mücadelesi ile kadınların neler yapacağını da belirlemektedir. Parti içinde “Kadın Partisi”nin kararlarının olduğu gibi Parti’nin merkezi kurulları tarafınca tartışılmaksızın onaylanması biçiminde uygulan bu model, 20. Yüzyılın kadın hareketlerinin bir başarısı olarak görülebilecek bu yenilik. Bu partiler hem bir sınıf partisi hem de bir kadın partisi olarak kendilerini tanımlamaktadır. Leninist Parti’nin, “Kadın Partisi” ile yaşadığı yenilik, ekoloji ve diğer nevi şahsına münhasır mücadeleler için de genişletilebilir. Buna en yakın olan ise hiç kuşkusuz ekoloji. Parti içinde Ekoloji Partisi. Dolayısıyla onlar şimdilik iki galaksinin –sınıf ve kadın galaksilerinin- konfederasyonudurlar.

Türkiye’de de ne yapmalı, nasıl yapmalı/yaşamalı soruları etrafındaki tartışmalar özellikle Gezi sonrasında daha kitlesel olarak yapılmaya başlanmış ve bazı girişimlerde de bulunuldu. Öncesinde de elbette dünyadaki küreselleşme karşıtı hareketlerden, kadın ve ekoloji hareketlerinden esinle, “solda yenilenme” tartışmaları yapılagelmiştir. Gezi öncesinde, aslında dünyadaki hareketlerden esinlenerek A. Öcalan tarafından yapılan, büyük oranda Kürt sorunun çözümüne odaklanmış tarzda kurulmuş olsa da, HDK, özyönetim önerisi, meclis, katılım, temsiliyet gibi örgüt formu açısından getirdiği yenilikler açısından böyle bir tartışmaya örnektir. Gezi’den sonra kurulan forumlar ve Haziran Hareketi de “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” vaadini diri tutarak, “meclisleşme” çağrısını pratiğe geçirmeye çalıştılar.

Bununla beraber bu tartışmalar tarihsel ve küresel düzeyde bir tartışma haline getirilemedi. Gezi ile ilgili hem parti yayın organları hem de “bağımsızlarca” üretilen metinlerin düzeyi, kapsayıcılığına bakarak bile bu sonuca varılabilir. Gezi üzerine üretilen metinlerin büyük kısmı, bazı filozofların kavramları üzerinden yaşananların açıklanmaya/anlamlandırmaya yönelik metinler olmanın ötesine geçememiştir. Örgütsel olarak sıkça dile getirilmesine rağmen, “yenilenme”, Gezi kitlesine ulaşma/kapsama gerçekleşmemiştir. Tersine, bu dönüşümü, açılımı yapamayan (ya da yapamadığı için) sosyalist partiler –bazıları devletin gözaltı, tutuklama saldırılarıyla- kimi darlaşmış, kimi pasifize olmuştur. Kimlik siyaseti yerine sınıf siyaseti yapma söylemiyle Kürt hareketini dışlayarak kurulmaya çalışılan Haziran Hareketi de, kimlik siyaseti fazla baskın olsa da kimlik, emek ve ekoloji arasında ittifak kurmayı hedefleyen HDK-P de “radikal demokrasi” olarak belirlediği programını ve stratejisini ete kemiğe büründürmede – 7 Haziran sonrası devletin şiddetli saldırıları, imha operasyonları elbette çok etkili oldu- başarılı olamadı.

Türkiye ve Kürdistan devrimcileri, küresel olarak yürüyen bu tartışmaya daha fazla müdahil olmak/müdahale etmek zorundadırlar. Birincisi, esas olarak Biz de bu hareketin parçasıyız. Ve esaslı bir parçasıyız, zira dünyanın en direngen örgütlerine, hareketlerine sahibiz. Ayrıca çok güncel bir gelişme olarak, neoliberalizmin ikinci kriz dalgasının vuracağı/başlayacağı ülkelerden biriyiz. İkincisi, neoliberal kapitalizmin krizinin en ağır ve faşist şiddetin en fazla yaşandığı bir coğrafyada gerek HDK-P gerek Gezi gerekse de Rojava deneyimleri ile bu tartışmaya müdahale edebilecek çok fazla deneyim ürettiği için. 3. Dünya Savaşı’nın ön muharebelerinin yapıldığı Ortadoğu’nun “orta yeri”ndeki Kobane direnişi ve Rojava’da yaşanan meclis, komünalizm, ekolojik yaşam deneyimleri, küresel olarak bütün ezilenlerde büyük sempati ve ilgi ile karşılanmıştır. Dünya Kobane Günü Asya’dan Latin Amerika’ya birçok ülkede selamlanmaktadır. Bunlardan daha önemlisi ise, bütün bu hareketlerin, toplamda yarım asrı geçen tarihlerinde yenilmelerine neden olan “eski tarz”ı tekrarlamaya –ve yine yenilmeye- niyetleri yoksa, bugüne ve geleceğe dair yeni perspektifler, stratejiler geliştirebilmeleri (hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması) için küresel ve tarihsel olarak yapılan bu tartışmanın tedrisatından geçmek zorundadır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.