Düşünce ve Kuram Dergisi

Neoliberalizmin Temsili Demokrasisine Karşı Toplumun Radikal Demokrasisi

İbrahim Çoban

Demokrasi Perikles’in tanımıyla başlamıştı. Perikles Bir’in, Az’ın ve çok olanın yönetimleri olduğunu söyler. Kendisi çok olanın yönetimi anlamında,  demokrasiyi önerir. Tabii bu, kendi dönemi içerisinde çok önemli bir düşünceydi, deneyimdi ve uygulaması yapıldı. Bu nedenle bir kent demokrasisi deneyimi varsa, Eski Yunan’daki bu düşünce ve pratikleşmeye dayanır. Ama 18. yüzyıla gelindiğinde,  toplumsal- komünal deneyimler ve devrimler çoğaldıkça Perikles’in tanımı ve Yunan kent demokrasisi ihtiyaca cevap veremez olur. Paradigmasal yeni bir tartışma başlar. Acaba kent deneyimi modern çağda uygulanabilir mi? Ya da nasıl, ne kadar uygulanacaktır? Bir sıkışma yaşandığı kesindir. Burjuvazi ve ulus-devlet yetmiyordur. Yaygın demokratik ulus deneyimleri var, ama bir sistem ve düzenden yoksunlar. Aristokrasi önemli oranda aşılıyor. Kilise deneyimi zaten gerici bulunuyor, yetersiz kalıyor. Bütün bu devrimler, komünal hareketlilikler, Aydınlanma,  Reformasyon, Rönesans düşünceleri kendi içinde demokratik bir düşünce ve pratikleşme getirmişlerdi. İşte bunlar yeni tartışmalara sebep olur.

Başlangıç tartışması olarak,  çoğunluk demokrasisi biçiminde günümüze kadar gelen demokrasinin, artık yetersiz gelmesi gündeme gelir. Çoğunluk demokrasisi %51’in demokrasisidir. %51 tamam da, %49 ne olacak? Zaten esas mesele ezilenler için her zaman %49’dur. Tartışma, Paradigmasal olarak demokrasinin yeni bir tanımının yapılması gereğine doğru ilerler. Demokrasinin yeni tanımın da,  çoğunluğun değil, herkesin herkesi yönetmesi söz konusudur ve öncüleri de Kuzey Amerika ve Avrupalı düşünürlerdir;  o dönemin devrimcileridir. Avrupa ve Kuzey Amerika hattında bir devrim deneyiminin yaşandığı muhakkak.  Jefferson’ı, Tocqueville’i, Avrupa aydınlanmacılarının hemen hepsini, özellikle Spinoza’yı anımsayabiliriz.

Tabii böyle bir demokrasinin pratik zorlukları vardır, düşünsel alt yapısının geliştirilmesi gerekir ve tartışma devam eder. Herkes herkesi yönetmelidir. Bu yönetim,  çok olanın, %51 olanın yönetiminden çok daha fazlasını kapsadığı için doğrudur. Ama pratikte nasıl gerçekleşecektir? Herkesin herkesi yönetmesi için “eşitlik ve özgürlük ilkesi olmalı” derler. Böylesi bir durumda herkesin, herkes kadar yönetme gücüne, sahip olması gerekli görülür. Yönetim, iktidar tek kişi de birikmişse herkesin herkesi yönetmesi deyim yerindeyse hikâyedir. Bunun gerçekleşmesi için herkeste bir yönetim gücü bulunmalıdır. İkinci kural; eğer herkesin herkesi yönetmesi, yavaş yavaş demokrasi olarak gelişecekse, o zaman herkesin aday olması, herkesin aynı güçte olması, herkesin istediğini seçip seçmemesi özgürlüğü de olmalıdır; buna da “özgürlük ilkesi” derler. Bu tartışma demokratik dünya adına bir kazanımdır. İlk defa özgürlük, eşitlik ilkeleri evrensel hale gelir. Demokrasi, çoğunluğun azınlığı yönetmesinden kurtulmaya başlar.

18. yüzyıl Avrupa devrimlerinin getirdiği demokrasi tanımı evrenselleşmiş değerler getirir. Demokrasi, özgürlük ve eşitlikle anılmaya başlanır; ilk defa evrenselleşmiş küreselleşmiştir. Daha önceki deneyimler sınırlı kaldı, özü ifade etmedi. Bir tek Neolitik deneyim söylenebilir belki. Uygarlıkla beraber kölecilik, toprak sahipliği, kilise yönetimi geldi; modern çağdan önceki hiçbir sistemde demokrasi yoktu. Ancak Avrupa devrimleriyle beraber demokrasi anacıl- neolitik dönemden sonra ilk defa evrensel-küresel bir hale gelmeye başladı. Bu bir kazanımdır.

Avrupa veya Amerika demokrasileri iyi midir, kötü müdür sorusu karşısında hemen ikiye bölünülür. Bazıları kendi durumuna bakar ve “gerçekçi olalım yani baya baya farklılıkları yönetiyorlar” der. Bazıları da ideolojik yoruma bakar, onların da yapamadıklarını söyler; neticede her iki yorum da sıkışır kalır. Hâlbuki öyle değildir; bu, düalist bakmadığımızdan kaynaklanır. Onların devletleri, ulusal, sınai, modernite mekanizmaları ayrıdır. Ama koskoca bir demokratik deneyimden geçerek insanlığa kazandırdıkları da vardır. Şimdi! Doğu’da bu evrensel değerler tartışılıyor ki, birer devrim ürünüdür hepsi. Herkes kendini görünür kılmasaydı, herkesin herkesi yönetmesi, herkesin yönetimde pay sahibi olması, istediğini seçip istediğini reddetmesi, özgürlük alanlarına kavuşması tartışılamazdı. Tabii daha sonra bunun sakıncaları da olacaktır. Çünkü hiçbir olgu tek karakterli ilerlemiyor.

Temsil Mekanizması

Özgürlük ilkesinde de, eşitlik ilkesinde de yavaş yavaş sınırlar belirdi. Gerçekten de bahsedildiği kadar özgür olunamamaya başlandı. Gerçekten yönetim mekanizması söylendiği kadar paylaşılamamaya başlandı. Zaten bu bir devrim programıydı, ama karşı cevaplar da geldi. Tabii demokrasi bile kendiliğinden sorunsuz işlemez. Bu anlamda bu mekanizmalar üçüncü bir ögeye ihtiyaç duydu. Herkes herkesi nasıl yönetebilir sorusuna karşı üçüncü bir mekanizma üretildi: “Temsil mekanizması.” Böylece diğer iki mekanizmanın sıkışması engellenmek istendi.

Temsil mekanizmasında,  bazıları seçilir ve bir yerlerde kendilerini seçeni temsil ederek, herkesin herkesi yönetmesi yöntemine aracılık eder. Aslında herkes, başkasını yönetme anlamında temsil edildiğinde, gerçekten yönetiyormuş gibi bir mekanizma oluştu. “Benim gönderdiğim temsilci gitmiştir. Hepimiz bir yere gidemeyeceğimize göre, o gitmişse benim temsilim oradadır” denildi. Özgürlük ve eşitlik ilkesinin pratik hayata geçirilmesinin bir mekanizması olarak kolaylık sağladı. Fakat tabii üç mekanizma da sorunsuz işlemedi. Sonuçta ise yine yöntem olarak ulus-devlet,  önemli oranda bu mekanizmaları bizzat işletir hale geldi. Zaten içli dışlı bir mücadele vardı, devrimin yaygın kazanımları oluşmuştu. Neticede bu kazanımlar peyderpey devlet mekanizmaları tarafından ele geçirildi.

Temsilin yarattığı sorunlardan biri, temsil seçeneğinde yalnızca öne çıkarılanların seçilebiliyor olması;  ikincisi, adayların kısa bir zaman için seçilmeleri ve seçmenlerin tercih haklarının sınırlılığıdır. Seçildikten sonra denetleme yoktur. Seçilen süreler belli ve o sürelerde geri çağırma hakkı da mevcut değil. Bu, başta kısmen vardıysa da sonrasında hepten ortadan kalkmıştır. Böylelikle her temsil eden, temsil ettiği topluluğa bağlı olduğu kadar, yerleştiği devlet kurumlarına da bağlı oldu. İkili bir durum çıktı. Çok güçlü kişilikler değilseniz, kesinlikle bu mekanizmada, bu parçalanmışlıkta devlet hâkim olur. Hem içinden çıkılan bir grup var, o temsil ediliyor, her temsilci bir bağla o topluluğa bağlıdır. Hem de içinde çalıştığı bir mekanizma var. Bu anlamda devlete de bağlıdır. İşte bu parçalanma yaratır.

Bir temsilci tüm mekanizmasıyla devlet dışı değilse, öyle de kalamıyorsa kesinlikle çok kötü bir rol ifa eder. Toplum temsil ediliyormuş, yönetiliyormuş gibi gösterilir ama maaş yukarıdan alındığı, temsiliyet yukarıdan aşağı işlediği için, var olan mekanizma bir süre sonra toplumu devlete bağlar. Egemenliğin iki yanının olduğunu hatırlayalım. Hobbes’un söylediği temsil aslında budur; yönetilenin rızasını yaratmak!

Devrimcilerin niyeti başlarken bu değildi, temsiliyet mekanizmalarını bunun için geliştirmediler. Ama iş, bazı kurnaz burjuva liberal demokrasi ideologları için temsilin çok güzel bir ölçü mekanizması olmasına vardı: “Toplumlar, halklar devletten tepki duyacak kadar uzak olmamalı, ama onunla birlikte yönetiyor durumuna düşecek kadar da yakın olmamalı” ilkesi hayata geçirildi. Buna “makul uzaklık” denildi. Toplumun, sanki devleti de yönetiyormuş gibi içine gireceği fikrini uyandıran,  çok ideal bir mekanizma kuruldu. Toplumu devlete bağlayan her mekanizma, eğer bilinçli bir tarzda “devlet + demokrasi” şeklinde işletilmiyorsa;  mekanizma olarak,  öngörülmüş burjuva demokrasisinin asma yaprağı rolünü oynar. Bilinçli değilse, eğitimsizse, yüksek ahlakı yoksa demokrasi gelenekleri ve kurumlaşmalar tarafından denetlenmiyorsa bu mekanizma kişiyi yer. Üç yüz yıllık temsili demokrasi mekanizmasının işleyişi böyledir.

Temsil mekanizmasının krizleri şu anda tartışılıyor. Çünkü toplumlar uyandı. Yönetiyormuş gibi gözüküyor olsa da, yönetmediğini fark etti. Aslında egemenliğe tepki fazla olabilir, ama rızaya dayalı olarak oraya katılım olduğu için devletin bütünlüğü, iktidarı tamamlanıyor. Bu mekanizmaların binbir halini geliştirdiler. Şimdi sivil toplumculuk yapıyorlar. Devleti küçültüyorlar, belediyeleri büyütüyorlar. Bunların hepsi sus payıdır; toplumda yönetime katılıyormuş algısı yaratma yollarıdır. O nedenle sert eleştirerek temsili demokrasi adını koyduğumuz mekanizma, nihayetinde toplumu devlete bağlamanın yöntemidir; temsilci de bunun ara mekanizmasıdır.

Demokrasinin Özü Devletsizliktir

Bu mekanizmalar evrenseldi. Bugün de yanlış olmayabilir, hala da kullanılmalıdır. Ama özünde egemenlik oluşturmamalı, yaratmamalıdır. İktidar ve devletle bütünleşmemeli, toplum alanında kalmalıdır. Demokrasinin özü devletsizliktir, devletsiz olunmayan bütün demokrasiler yanlıştır. Bazen “doğrudan demokrasi” olduğu için temsili yapılara gerek olmadığı söyleniyor. Hayır, temsili demokrasiler de olur, sorun değildir. Kafa karışıklıkları var. “Devlet + demokrasi” çerçevesinde temsili demokrasiler de olur. 40 milyonluk bir halkı bir meydana toplayıp doğrudan yönetemezsiniz. Komünler kadar temsili yapılar da olacaktır. Bunlar hiç önemli değil. Kendi mekanizmalarınızı yaratmanın yanı sıra demokrasinin genel mekanizmalarını da kullanabilirsiniz. Ama bu mekanizmalar egemenlik, iktidar ve devlet üretmemeli; ölçü budur. Bu mekanizmaların esas sorun olduğu, gelip takıldığı nokta buradadır. Egemenlik üretmeyen mekanizmalar bulmaya ihtiyacımız var.

Spinoza demokrasinin mutlak olduğunu söylemiş. Ona göre, diğer sistemler ve hükümet yönetim biçimleri, insanın doğal yaşayıp toplumsallaşmasının çarpıtılması olmaktadır ki, insan  demokrasi ile yaşamını mutlak olarak sürdürecektir. Kısacası insanlık ölmediği, toplum bitmediği sürece eninde sonunda doğal formlarını isteyecektir. Sosyalist eleştiri aslında Avrupa devrimler tarihine sahip çıkmak, geliştirmek istedi. Sosyalistler demokrasi, eşitlik, özgürlük ve temsil için ciddi laflar söylediler. Sosyalizmin ilk teorisinde yönetme mekanizmalarıyla üretim mekanizmaları bir olarak düşünülmüştür. Araya başka mekanizma girmemesine özen gösterdiler.  Doğrudan demokrasiyi ekonomi üzerinden söylediler, bu doğruydu. Bir topluluk üretmelidir, dağıtmalıdır. Eğitimini, sağlığını, sosyal alanını, siyasal alanını bir bütünlükle yönetmelidir. “Yönetim ve sosyal alan ayrı, yönetim ve ekonomik alan ayrı, diğer alanlar ayrı olamaz” dediler. Toplumsal bir bütün tarif ettiler. Özellikle yönetim mekanizmasıyla toplumun diğer sekiz alanının arasına giren farkın sömürü yarattığını söylediler. Bunun özel olarak söylendiği alan ekonomiydi. Onu başat kılmaları eleştirilse de, doğrudan demokrasi çabaları görülmelidir. Bu çerçevede meşhur bir söz var sosyalizmde; “üreten yönetmelidir” denir.

Üçüncü doğruları devlet ve iktidar yapılarının alttan demokratik topluluklarla inşa edile edile küçültülmesi, söndürülmesi gereğiydi. Aslında bu yapıların temsil yaratmadığını, tersine; anti-temsil, geniş anlamda anti-demokrasi yarattığını söyleyip,  bu durumun alttan komünal toplumsallaşmanın, demokrasinin geliştirilmesiyle bitirilmesini önerdiler. Marks klasik üslupla, “devlet söndürülmelidir” dedi.

Sosyalizmde aslında parti bir temsiliyetti, demokrasi payıydı. Bütün sosyalistler en örgütsüz yapının ezilen yapı olduğunu fark etmişti. Kadınlar, göçmenler, kentlerdeki ezilen sınıflar ve alt sınıflara yakın olan dürüst aydınların temsili yoktu. Herkes örgütlüyken, ezilenler örgütsüzdü. Üretimden dıştalanmış, yönetim hakları ellerinden alınmıştı. Aslında çok uzun boylu devrim savaşı düşüncesi ikinci plandadır. Toplumda üreten, ciddi olarak toplumsal hareketlilik içerisinde yaşayan, her şeye katılan, ama yönetimde payı olmayanları kim temsil edecek? Bolşevik parti ya da genel sosyalist partilerin düşünce yapısı bu soruya cevap temelinde şekillendi.

Sosyalist parti, temsili olmayanların temsiliydi. Bu anlamda demokrasinin temel bir bileşeniydi. Hatta devlet dışı düşünülüyordu. Böyle düşünüldüğü için kapitalist üretimin, klasik iktidar yapısının dışında bir güç olarak görülüyordu. Marks’ın temel eserlerinin hepsi buna dayanır. Ama ne yazık ki uygulama bunun tersi oldu. Düşüncelerinde yanlışlar vardı, o ayrı. Ama başlangıçta öyle değildi. Zaten öyle olsaydı,  bu kadar kazanım yaratılamazdı. Çoğumuzun zannettiği gibi sosyalist parti, devrim kesilmiş ülkeyi yönetecekmiş gibi doğrudan bir iktidar çekirdeği olarak asla düşünülmedi. 18.-19. yüzyıllarda böyle düşünülmedi. ilk uygulamalar bunu gösteriyor.

Tabii Rus Devrimi ile içine girilen genel bir pratik var. Sonuçta, aşağıdaki devrimden sonra yukarıya oturdu. İsmi “Politbüro” konuldu. “İktidar proleterlere, devlet komünistlere!” Bu da sosyalizmin meşhur bir sloganıdır. Halk ve temsil edilmeyenler yine aşağıda kaldı. Hatta kurulan mekanizmalar özel kapitalizmden daha fazlalaştı. Düşünelim! 10 milyonluk bir sendika olur da,  hiç mi yönetimde söz hakkı olamayıp basit bir devlet aracı, toplumun yönlendirilme biçimi olur! Devleti aşağı doğru büyütmüşler, mekanizmaları kurmuşlar. Demokrasiyi, toplulukları devlete bağlamanın mekanizmalarına çevirmişler. 40-50 yıl bir devlet başkanı, en yüzeysel bir seçimin bile yapılmamasıyla iktidarda yer aldı. Temsiliyetin komünallik-kolektivite adı altında totaliteryanizme kadar vardırılmasına doğru koşabildi. Böylelikle, demokrasi problemi olduğu gibi kalmadı, giderek ağırlaştı.

Paris Komünü

Paris örneği Komün açısından da, Marks’ı etkilemişti, çok etkili mekanizmaları vardı. Gerçekten de Sovyetler, Paris Komünü mekanizmalarını biraz daha genişletebilirlerdi. Yapmadılar, tersi oldu. Temsilcisini seçme, istediği zaman geri çekme, isçiyle aynı maaşı verme, kadın ve çocukları kilise dışında eğitme, kadınlara açık bir yapılanma teşkil etme gibi yönleriyle,  Paris komünü gerçekten iyi bir deneyimdi. Ama kendi kendini yönetme sınırlarında kaldı. Sovyetler o sınırlara bile -bir süre sonra yaşanmasına rağmen- çoğu sefer ulaşamadı. O nedenle modern demokrasi hep burjuva programa mahkum kaldı. Kendi kendini devletsiz yönetemediği gibi, temsille yönetme sınırlarını da aşamadı.

Bu nedenle demokrasi krizdedir. Eğer demokrasiye açılım yaptıracaksak, Ali Fırat’ın tezlerini iyi anlamak durumundayız. Kesinlikle demokrasiyle egemenlik üretilmemelidir. Devletsiz demokrasiye geçilmelidir. Bir de sistemin modernitesi demokratik olmalıdır. Demokratik bir sistem geliştirilmek isteniyorsa sosyalistlerin, demokratların başta söylediği radikallikle olmalıdır. Modernitesinin içinde toplumun ahlaki ve politik olması, devletinin kesinlikle olmaması, konfederalist yönetilmesi, ulusunun farklılıklara açık olması gerekir. Ama bu, liberal temsiliyet sınırlarıyla olmaz. Devletli farklılıkla,  devletsiz farklılık çok ayrıdır. Avrupa’daki demokrasi arayışları devletli çözümler denemektedir.

Norveç’te, İskandinavya’da hayran olunacak kadar devlet içi farklılık vardır. Zaten çoğu kimse  farklılıkların bir aradalığına dair tezleri inceleyince “E zaten neoliberalizm buydu” diyebiliyor. Ama fark devletsizliktir. Devlet olmadan farklılıklar kabul edildiği zaman, bu toplumsal öze uygun bir farklılıktır. Ama devletli durumda farklılık sadece laftır, genişletilmiş haklardır ve istediği zaman da geri alır. İstediği zaman faşizme geçer, istediği zaman temsil boyutlarını artırır, istediği zaman da Avrupa’nın yaptığı gibi her tarafı sömürür, oralardan derlediği parayı, sosyal devlet diye halkına dağıtır. Buna da “demokrasidir” der.

Amerika’da El Kaide çıktı diye bir çırpıdabir çırpıda toplumun birçok haklarını geri aldılar. Sağlık bile tartışıldı. Obama parasız sağlık hizmetleri için bir kanun geçirdi. Bunu bir devrim saydılar. Oysa parasız sağlığı Paris Komüncüleri yüzyıllar önce hayata geçirmişti. Amerika’da o kanun yürürlüğe girene dek, dünyanın kavgası oldu. Yani istediği zaman hakları geri alıyor. O zaman demokrasi, artık bir toplumu özüne uygun olacak şekilde,  devletsiz bir biçimde yönetmenin bütün genişliği içinde tartışılmalıdır. Biz buna ‘radikal demokrasi’, ‘komünal demokrasi’ diyoruz. Ama kullanılırken de bütün farklarıyla ortaya konulmalıdır. Onun için krizlerinden söz ettik. Devletsizlik ve iktidarsızlıktan bahsedilmiyorsa, farklılıktan bahsedilemez. Yanlış olur, neo-liberalizmde kalınır. Mücadele yoksa sınıf azalmıyor, cinsiyetçilik azalmıyorsa, “biz farklılıktan yanayız” denilemez. Kapitalizm bu tür şeylere çok hazırdır. Eğer cinsiyet sömürüsü ortadan kalkıyor, sınıf azalıyorsa ona demokrasi diyebiliriz. Orada farklılıkları tanıyabiliriz ki bunun mekanizması da uygulayanlara aittir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.