Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültür ile Coğrafya İlişkisi

Musa Şanak

  Ruhê mirov zû rengê cihan digre û cih jî zû rengê mirov digrin.[1]

Yazımızın konusu dil-kültür ile coğrafya arasındaki ilişki ve etkileşimdir. Temel bir perspektif oluşturmak ve yönümüzü belirlemek için kendimize temel kimi sorular sorarak konuya giriş yapabiliriz. Örneğin zihinsel esneklik ve simgesel dilin gelişmesi ile bağlantılı olarak ifadelendirilen kültürel gelişme ile toplumsal gelişme arasında nasıl bir ilişki vardır? Toplumsal gelişme ile dil-kültür anlamındaki gelişmeyi özdeşleştirebilir miyiz?

Tarihsel bir süreç içinde ortaya çıkan dilsel-kültürel gelişmeyi belli bir zaman mekan boyutu bağlamında oluşan tarihsel toplumun kimliksel bir ifadesi olarak tanımlayabilir miyiz? İkinci doğa olarak tanımlanan toplumsallığın birinci doğa olarak nitelendirilen gerçek doğa/coğrafya ile ilişki ve çatışmasını nasıl izah edebiliriz? İbn Haldun’un da dediği gibi coğrafya kader midir?

Bextîyar Elî’nin romanında bir kahramana söylettiği gibi gerçekten de insanın ruhu erkenden doğup büyüdüğü yerin rengini alıyor mu? Örneğin bizler kendimize Amedî, Mahabadî, Hewlerî, Efrînî dediğimizde ya da bajarî, gundî, çiyayî, deştî… dediğimizde ruhen bu yerlerin rengini aldığımızı mı ifade etmiş oluyoruz? Yine Hz. İbrahim’in, Exmedê Xanî’nin, Qazî Muhammed’in şu veya bu bilge, önder ya da peygamberin diyarı dediğimizde bunların ruhen bu yerlere renklerini verdiğini mi belirtmiş oluyoruz?

Dünyada bir zamanlar yedi binden fazla dilin konuşulduğu söyleniyor. Bu dil-kültür çeşitliliğinin coğrafi farklılıklarla bir ilişkisi var mıdır? Varsa nasıl izah edebiliriz?

Günümüzde kullandığımız Çiya, Zinar, Robar, Baran, Şîlan, Bager, Havîn, Berfîn, Kendal, Şêro, Zozan, Kanî, Kulîlk, Beybûn… vb. isimleri dil-kültür ile coğrafya arasındaki ilişki ve etkileşimin somut birer göstergesi olarak kabullenebilir miyiz?

Özetle coğrafi farklılık ve çeşitliliğin toplumların zihniyet ve yaşam tarzları, yeme-içme, giyim-kuşam, üretim ve örgütlenme tarzları, sanat-edebiyat ve mimari biçimleri… üzerindeki etkisini nasıl izah edebiliriz? Bu etkiler kendisini nasıl görünür kılıyor?

Özellikle son birkaç yüzyılda sömürgeciliğin talancı ve asimilasyoncu dayatmaları sonucu binlerce dil-kültür ögesi zorla yok edilip işlevsizleştirilmiş, kimi alanlar diller-kültürler mezarlığına dönüştürülmüştür. Bunlardan daha fazlası da ölümün eşiğine sürüklenmiştir. Toplum kırımın özgün birer biçimi olan bu dil-kültür kırımları ile doğadaki binlerce bitki ve hayvan çeşidinin yok edilmesi arasında nasıl bir ilişki var?

Ali Fırat: “Toplumsal gelişmede kültür ve uygarlığın yerini ve zamanını belirleyiciliği ile birlikte katkısı oranında değerlendirmek durumundayız.”[2]Yukarıdaki sorulara bu perspektifle bütünlüklü bir cevap vermeye çalışacağız.

 

Kültür Nedir?

“Kültürel gelişmeyi zihnin esnekliği ve simgesel dilin gelişimi ile birlikte artan maddi nesnelerin toplam ifadesi” olarak tanımlayan Ali Fırat, kültürü de dar anlamda: “Bir toplumun zihniyetini, düşünme kalıplarını ve dilini ifade” eden bir olgu olarak tanımlamaktadır. Ardından buna ihtiyaçları gideren tüm araç-gereçleri, besin maddelerini, onları üretme, saklama ve dönüştürme biçimlerini, bütün güzellik araçlarını üretim, savunma ve tapınma biçimlerini de dahil ederek kapsamlı bir kültür tanımına ulaşmaktadır.

Özetle zaman ve mekan bağlamı içinde üretilen maddi ve manevi değerlerin tümüne kültür denilmektedir. Kültür toplumsal kimliğin en temel ve somut göstergesi olarak toplumsal gelişme ile özdeşleştirilebilir.

Dil ile kültür olguları da özdeşleştirilebilecek niteliktedirler. Kültürün çekirdek ögesi ve bütünleştirici gücü dil oluyor. Bu özelliğinden dolayı kültürü dar anlamda “eşittir dil” diye tanımlayanlar da vardır. Çünkü ulus ya da toplumların dünya görüşünü ve de ortak değerlerini oluşturan her şeyi onların onur ölçüleri, coğrafi terim ve tanımları, folklor, müzik, edebiyat, bilim vb. tüm tarihsel birikimleri yüzyıllar içinde süzülerek birer sözcük ve deyim biçiminde sembolleşip onların dil hazinesine akmakta, bu hazinenin kalıcı bir parçasına dönüşerek korunmaktadır. Toplumsal gelişmenin en güçlü dinamiği olan dil sayesinde kültür kapsamına giren diğer değerler de tanımlanıp anlamlandırılıyor. Dil olmasa onların yeni bir biçime kavuşturulması ve nesilden nesile aktarılması da mümkün olmayacaktır.

 

Bir Toplumsal Kimlik Olarak Dil-Kültür

Zihnin esnekliği ve simgesel dilin bir ürünü olan kültürel gelişme ile toplumsallık sağlam bir temele, anlam gücüne ve kimliğe kavuşmuştur. İnsanlık tarihinin %98’lik bir bölümünü oluşturan klan dönemi toplumsallığın kök hücresi olarak tanımlanıyor. Son birkaç yüz bin yıllık döneme kadar da mimik ve el kol hareketlerinden oluşan bir işaret dili kullanan klanlar arasında belirgin bir farklılıktan söz edilemez. Farklı coğrafyalarda yaşayan klanlar arasında kimi farklılıklar olsa da genelde benzer özelliklere sahip oldukları kabul edilmektedir.

Araştırmalar sapiens türünün yaklaşık olarak günümüzden 150-200 bin yıl önce simgesel dil özelliğine yaklaştığını, takriben 50 bin yıl önce de ilk defa işaret dilinin yerine geçen simgesel değer kazanan seslerle anlaşmaya başladığını ve eskiden de olduğu gibi yine Rif hattından kuzeye açılarak dünyaya yayıldığını gösteriyor. Geniş toplulukların kullandığı ortak simgesel dil ilk ayırt edici kimlik öğesi olarak tarih sahnesine çıkıyor, toplumsallığı doğurup ana rengini veriyor. Ali Fırat “Belki de tarihin henüz keşfedilmemiş ve adı konulmamış devrimine ‘dil devrimi’ demek uygun olabilir.” diyerek dilin bu tarihsel rol ve önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca Zagros-Toros hattında tarihsel süreç içinde ortaya çıkan Aryan dil-kültür grubunun gelişiminin de “gerek dilin oluşumu gerek köklü bir kültürel altyapıya temel teşkil etmesinin tarihsel ve coğrafi koşuluna bağlı olduğunu” belirtiyor. Araştırmalar aryan dil-kültür grubunun yaklaşık olarak M.Ö 10.000-4000 yılları arasında iyice kavramlaştığını ve sonrasında geniş bir alana yayıldığını göstermektedir.

Çobanlık ve aşiret kültürü açısından oldukça zengin sayılan semitik dil-kültür grubu Zagros-Toros hattının hemen güneyine düşen çöllerde oluşmuştur. Zamanla bir peygamberlik/amirlik kurumuna dönüşen şeyhlik/seyidlik ile göksel tanrı oluşumu olan “El, Allah” kavramları da çölün yeknesak özelliklerini yansıtmaktadırlar. “El, Allah” da bir tür toplumsal kimlik oluşumudur.

Çin-Tibet dil-kültür grubunun oluşum alanı Sarı ırmak, mavi ırmak ve şin çinng ırmaklarının kıyılarında gerçekleşmiştir. Çini kuzeyden güneye doğru kateden bu üç nehrin oluşturduğu bereketli geniş alüvyonlu ovalar bu dil-kültür oluşumunun ana rahmi olmuştur. Afrika’nın sahel ve tropik batı bölgeleri bantu dil kültür grubunun oluşum alanı olmuştur. Bu alanlarda şekillenen Bantu dil-kültürü zamanla tüm Afrika’ya yayılmıştır.

Ural-Altay dil-kültür grubu da orta Asya’nın ural-altay ve Moğolistan çevresinde oluşup Finlandiya, Japonya, Kore vb. yerlere kadar yayılmıştır. Bunlara Okyanusya yerlilerinden oluşturduğu dil-kültür grubunu da eklemek mümkündür.

Her dilin kelime dağarcığının önemli bir bölümü üzerinde hayat bulduğu coğrafyaya ilişkin coğrafi terimlerden, o coğrafyadaki canlı ve cansız varlıklara verilen adlardan ve bu kelimelerden türetilen çok sayıda bağlantılı yeni kelimeden oluşmaktadır. Beş-altı alanda oluşan beş altı dil-kültür grubundan yedi binden fazla dil-kültür oluşmuştur. Bu da dil-kültür çeşitliliği ile coğrafi çeşitlilik arasında paralel ve doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir.

 

Coğrafyanın Dil-Kültür Gelişimindeki Temel Rolü

Doğa içinde yeni doğa inşa edip onu peyderpey çevresine ve dünyaya yaymanın temelinde ne yatıyor? Neden Zagros-Toros hattında ortaya çıkan aryan dil-kültür  grubu diğer bütün alanlardan önce neolitik devrimi gerçekleştirdi? Hatta bunu gerçekleştirmekle de yetinmedi. Bu neolitik kültürü nasıl tüm dünyaya taşırabildi?

Eğer uygun bir coğrafi ortama, uygulanabilir iklim yapısına, doğal tarla düzenindeki bol bitki ve  ve hayvan çeşitliliğine, av hayvanlarının zenginliğine, güvenlik için gerekli olan mağara yapısına sahip olmasaydı bu özelliklerinden dolayı insan topluluklarının toplanıp yıllarca barınabileceği bir alan olmasaydı; konum itibariyle  Rif hattından gelen toplulukların toplandığı ve dünyaya dağıldığı bir özelliğe sahip olmasaydı burada yerleşik yaşama geçme, bitki tanımına geçme, meyve ağaçlarını kültürleştirme ve hayvanları evcilleştirmek, en önemlisi de bütün bunların kurumlaşmasını sağlayan neolitik zihniyetin oluşumunu gerçekleştirmek mümkün olabilir mi? Açık ki yaklaşık olarak 50 bin yıl öncesinden alanda ortaya çıkan simgesel dil, coğrafi koşulların da elverişliliği ile birlikte alandaki topluluklara muazzam bir toplumsallaşma, besin elde etme ve korunma olanağı sunmuştur. Neolitiğe özgü olan çömlekçilik, dokuma, el değirmeni, tekerlek, tarıma uygun saban ve hayvan koşumu yapma vb. teknikler ile sanat ve din de bu dönemde kurumlaşmışlardır.

Sınıflı-kentli ve devletli uygarlığın doğuşunu dil-kültür ile coğrafya arasındaki ilişki ve etkileşimde yeni bir aşama olarak nitelendirebiliriz. Çünkü yeni zihniyetin toplumsal ilişkilerde yarattığı kırılma, aynı zamanda insan-doğa/toplum-doğa ilişkisine de yansımış; birinci doğa ile ikinci doğa arasındaki optimal denge ve uyum bozulmuştur.

Ahlaki ve politik toplumu doğuran ve onun neolitik tarzda kurumlaşmasına temel teşkil eden coğrafi özellik ve koşullar, binlerce yıl sonra ondan sapmayı ifade eden sınıflı-kentli ve devletli uygarlığın doğuşuna da zemin oluşturmuştur.

Üretimdeki fazlalıkla birlikte nüfus artmış, köy yerleşimleri geniş bir alana yayılmıştır. Köyler büyümüş, tarım aşağı Mezopotamya’ya doğru genişlemiştir. Toplumsal yönetimde yeni arayışlar başlamış, uzmanlık ve deneyimin yönetimdeki rolü artmıştır. Sabanın bulunması, alüvyonla toprakların tarıma açılması ve sulama tekniğinin geliştirilmesi ile birlikte erkeğin üretimdeki rolü artmış, giderek erkek eksenli aile ve toplum şekillenmesi ortaya çıkmıştır. Hiyerarşi ve hanedanlığın doğuşu ile birlikte sınıflı-kentli ve devletli uygarlığın zihniyet yapısı da şekillenmeye başlamıştır. Tapınak etrafında mitolojik bir kurguya dayalı olarak inşa edilen sınıflı-kentli ve devletli uygarlık giderek kurumlaşıp yayılmaya başlamıştır. Neolitikten devraldığı değerleri dönüştürme ve mitolojik yaratma sayesinde sınıflı-kentli ve devletli sistemini göksel düzenin yeryüzündeki versiyonu olarak inşa eden sahipler, insanı kulluk-kölelik zincirleri ile kendilerine bağlama başarısı göstermiştir.

Sınıflı-kentli ve devletli uygarlığın gelişimi ile birlikte ortaya çıkan sapma Sümerlerden itibaren derinleşerek günümüze kadar gelmiştir. Yayıldıkça nüfuz ettiği her alanda yeni bir biçim almıştır. Bu sapmaya karşı sürekli direniş halinde olan ahlaki ve politik toplum unsurları da bu direnişlerini tarihin her dönemine özgü bir biçimde sürdüre gelmişlerdir. Sınıflı-kentli ve devletli uygarlığa karşı direnişler iki ana eksende gelişmiştir. Birincisi, kölelik dayatmasına karşı direnen kabile, aşiret vb. toplulukların etnik nitelikli özgürlük eğilimidir. Dağ dorukları, çöllerin derinlikleri, derin vadiler bu direnişlerin merkezleridir. Neolitik değerlerle uygarlık sürecinin olumlu yönlerini kendisinde sentezleyen Zerdüştlük, Manicilik, Mendekilik vb. ahlaki ve felsefi yönü önde olan düşünsel akımlar bu etnik direnişlerin zihniyet yapısını oluşturmuştur. Kölelerin sınıfsal nitelikli direnişleri ise daha çok ibrahimi gelenekte de ifadesini bulan dinsel, mezhepsel temelde gelişmiştir. Bu iki direniş eğilimi çoğunlukla iç içe gelişmiştir.

 

“Her Giya Li Ser Koka Xwe Şîn Dibe.”[3]

Nasıl ki bir toprakta yeşeren bir ot o toprağın renk ve özelliklerini alıyorsa, herhangi bir coğrafyada yaşayan bir topluluk da inanç ve düşünce yapısı itibariyle o coğrafyanın renk ve özelliklerini yansıtır. Yine yeme-içme, giyim-kuşam, gelenek-görenek bakımından da yaşadığı coğrafyanın özelliklerini yansıtır. Animizmde insan kendisini yaşadığı coğrafyanın bir parçası olarak görmüştür. Ayrım yapmadan çevresindeki her şeyin kendisi gibi bir ruha sahip olduğunu düşünmüş ve her şeyi kendi eşiti olarak algılamıştır.

Totemizme giderek kendisini doğadaki bir varlık ile özdeşleştiren insan, neolitikle birlikte her bir doğal güce tanrısal bir anlam ve kutsallık atfetmiş; toplumsallığın merkezinde yer alan kadını “TOPRAK ANA” ile özdeşleştirmiş ve kadını tanrıçalık katına yükseltmiştir.

Baharla birlikte doğanın yeniden canlanışını, mevsimsel üretim ve etkinlikleri, tarihi nitelikli sosyal olay ve eylemleri ifade eden Newroz, Paskalya, Mayasız ekmek, Gaxan, Hıdırellez, Ekim, Hasat, Bağbozumu, Yaylaya çıkma, beranberdan, berxbir vb. bayram ve etkinliklerin toplumsal hafızadaki kökleri de bu kadim dönemlere kadar uzanmaktadır. Bu gibi bayram ve festivaller coğrafya-inanç ilişkilerini gözler önüne seren çarpıcı örneklerdir.

Kürdistan’ın dağlık yapısından dolayı ta Sümerlerden beri bu coğrafyada yaşayan kabile ve aşiretler “kurtî” yani “dağlı, dağ halkı” diye tanımlana gelmiştir. Neredeyse her dağın bir mitolojik öyküsü vardır. Her dağ bir inanç merkezi olarak anlam kazanmıştır. Cudi ve Ararat’ın Nuh tufanı ile ilişkilendirildiği, Munzur’un Alevilik, Şangal’in Ezidilik ve Şaha dağının yaresanilikle ilişkisi biliniyor. Bunlara Sabalan Dağı-Zerdüştlük ilişkisini de ekleyebiliriz.

Kürtler kendilerini ateşin ve güneşin çocukları olarak tanımlıyorlar. Ateşin Kürtlerin inanç sisteminde bu kadar köklü ve güçlü bir yere sahip olmasının nedeni nedir? Ateş “nur”laşarak yeni tarikat ve akımlara da yansımıştır. Ateşin bu önemi ile Kürdistan’ın çiyayi gerçekliği arasında doğrudan bir ilişki vardır. “Ferhenga Mitolojiya Kurdî”de bu husus şöyle açıklanmıştır: “Hiç şüphesiz bu biraz da doğa ve coğrafya ile alakalıdır.(…) Ortadoğu’daki en yüksek, en çetin ve soğuk yerler Kürdistan coğrafyasında bulunmakta. Bu nedenle ateş bu coğrafyadaki en kıymetli şey olmuş. Bunun aksine Arabistan’ da hava çok sıcak olduğundan, orası için de soğuk hava en değerli şey olmuştur. Bu yüzden Kürtler cennetlerinde ateşe yer verirken; Araplar onunla cehennemlerini inşa etmiştir.”[4]  Arapların cehennemlerinin bir yüzü ateş, bir yüzü de kutup soğuğudur. Ateşin bu kadar değerli oluşunu ifade eden bu satırlara bir ek yapmak gerekir. Bilindiği gibi Kürdistan’daki dağların önemli bir bölümü sönmüş volkanik dağlardan oluşuyor. Toplumsal hafızanın sürekliliği içinde bu dağlardaki volkanik hareketlerle izini de görmek mümkün. Hele de mini buzul çağında binlerce insanın bu volkanik dağların içlerine doğru uzanan mağaralara sığınıp, onların içten içe yanan yüreklerine tutunarak hayatta kalmayı başardıkları biliniyorsa bu izlerin değeri daha bir artmaktadır.

Kürtler dağlar kadar, bu dağlardaki yüzen nehir gibi, ağaç, kaya ve mağaralara; bu dağlarda yaşayan bitki ve hayvanlara da kutsallık atfetmişlerdir. Hemen hemen her köyde bir veya birkaç doğal ziyaret mevcut. Sadece Dersim yöresinde adları sıkça duyulan; gulbang, dua, şiir, kilam ve çiroklara konu olan Munzur gözeleri, Gala Xizir, Kaniya Ana Fatma, Ruyere ve Xaskar, Düzgün Baba, Tujik Baba, Silbüs ve Stare gibi onlarca ziyaret var. Her yörede evliya ve velilere atfedilen mekanlar var. Ezidilerin Kaniya Spisi, Müslümanların zemzemi, Hristiyanların ayazma ve vankları da benzer birer örnektirler. Kışları oldukça uzun ve sert geçen dağlık yaşam alanlarının insanın sosyal ilişkileri, toplumsal örgütlenmesi, gelenek görenekleri ve kendini savunma yöntemleri üzerinde de güçlü bir etkisi oluyor. Örneğin köleleştirmeye, işgal ve istilaya karşı doğal bir sığınma alanı olan dağlar, aynı zamanda her kabile ve aşiretin diğerlerinden bağımsız ve ayrıksı kalmasını, diğer kabile ve aşiretlerle ilişkilerinin sınırlanması sonucunu da getirmiştir. Çetin doğa koşullarına karşı aile, kabile ve aşiretler güçlü bir dayanışma içine girmeden ayakta duramazlar. Bu durum bireyin güçlenmesini engellediği gibi kendinden olmayana karşı kolay kolay güvenmeme, kendi bölgesi dışında kendisini hep tehlikede ve huzursuz hissetme vb. sonuçlar da yaratmıştır. Mizaçtaki sertliğin; aile, kabile ve aşiret bağlarını aşarak ulusal bir ufka erişmekte zorlanmanın, geleneksel bağ ve ilişkiler içinde kendini rahat hissetmenin “dağlı olma” gerçekliği ile ilişkisi vardır. Sertlik ve keskinlik dağlı birer özelliktir. Tepeden bakmak da öyle.  Sırtını dağa ve yüzünü güneşe veren köy yerleşimleri en iyi savunma konumunu ve de coğrafyaya uyumu ifade ediyor.

Her topluluk/halk yaşadığı coğrafyaya has bir yeme-içme ve mutfak kültürü geliştirmiştir. Ev içinde kullanılan araç gereçler de yakın zamanlara kadar coğrafyaya özgüydü. Her şeyini kendi üreten, kendi kendine yeten bir durum vardı. Günümüzde bile illerin tanıtımında o illerin özgün yemek kültürü çeşitleri önemli bir yer almaktadır. Bazı bölgelerde buğday, bazılarında pirinç, bazılarında ise daha çok deniz ürünlerinin tüketilmesi de bunun iyi bir göstergesidir. Farklı coğrafyalarda yaşayan halkların ekmek tüketimi, ekmek yapma biçimleri, ürettikleri ekmeklerin çeşit ve tatları da farklı olabiliyor.

Giyim-kuşam ile coğrafya arasında da köklü bir ilişki vardır. Dokuma örnekleri, dokumada kullandıkları yün, kıl, boya, tevn, teşî vb. malzeme ve teknikler de yörelere özgüdür. Giysilerinin renkleri doğayla iç içe şekillenen ruhsal durumlarını da yansıtıyor. Daha yakın bir zamana kadar da coğrafyamızda iç içe yaşayan halkların her birinin kendine özgü bir giyim-kuşamı vardı. Hatta her aşiretin şal û şapîkleri, fîstan ve mîntanları, kadınların başlarına koydukları kofinin bağlanma şekilleri bile kendine özgüydü. Her ilin folklor ekibinin kullandığı kostümler bu özgünlük ve çeşitliliği yansıtan kalıntı biçimindeki değerlerdir.

Coğrafi özellikleri en iyi yansıtan kültürel öğelerden biri de mimari eserledir. Çünkü coğrafi yapıya Uygun tasarlanıp inşa edilmeyen yapılar hem uzun süre ayakta kalamaz, hem de işlevli olamaz.

Dağların doruklarında ve çöllerde, ekvator bölgesinde ve kutuplarda, muson yağmurlarının etkili olduğu alanlarda ve deniz üzerinde, heyelan, sel ve deprem riskinin olduğu yerlerde bütün bu hususlar vr coğrafyanın kendi özellikleri gözetilmeden aynı tarzda bir mimari yapı tasarlanıp, aynı malzemelerle inşa edilebilir mi? Edilirse ne olur ya da ne kadar kalıcı ve işlevli bir sonuç alınmış olur? Köylerin daha çok güneşe bakan dağ eteklerine kurulurken, düzlük alanların daha çok tarım alanı olarak kullanılması; yazın yaylalara çıkıp kışın kışlak dene yerlerde konumlanılması anlamlı bir mimari özelliktir ve doğa ile uyumun göstergesidir.

“Mısırlı, Mikenia’lı ve Peru’lu gibi bütün halklar devasa malzemeler kullanılırken, gerektiği kadar taş bulamayan (aşağı) Mezopotamya’lılar, saraylarını kurutulmuş kilden oluşan yapay tepeler üzerinde yaptılar.”[5] Bazin, Japonya’da bolca taş malzeme bulunmasına rağmen eskiden deprem korkusuyla hemen hemen tüm yapıların ahşaptan yapıldığını içlerinin de yine aynı sebeple kağıt levhalarla odalara bölündüğünü belirtiyor. Harran’ın kerpiçten yapılma kömbetli evleri de yazın serin, kışın da sıcak oluşları ile bilinmektedirler. Bunlar da coğrafi koşullara özgü mimariye uygun birer örnektirler.

 

Sanayi Devrimi Sonrasında Yaşanan Değişim

Sanayi devrimi ve sonrasında ortaya çıkan devasa bilimsel-teknolojik gelismeler dil-kültür ile coğrafya ilişkisi nde köklü bir değişime yol açmıştır. Bu yüzden bu gelişmeyi insan/toplum-doğa ilişkisinde, yani dil-kültür ile coğrafya ilişkisinde yeni bir aşama olarak tanımlayabiliriz.

Sınıflı-kentli ve devletli uygarlık ilk oluşumundan itibaren neolitikten devraldığı maddi ve manevi kültürel değerleri kendi zihniyetine uygun yeniden biçimlendirmekle yetinmemiş, her aşamada bunlara yeni katkılarda bulunmuş, özellikle maddi kültür alanında ciddi gelişmeler kaydetmiştir. Buna rağmen de ta Sümerlerden sanayi devrimine kadar geçen sürede adeta bir tarım, fetih, talan ve gasp tekeli biçiminde varlığını sürdürmüştür. İlk kez sanayi devrimi ile birlikte temeli neolitik dönemde atılan tarım ve tekniği bütünüyle aşan bir bilimsel-teknik gelişme kaydedilmiştir. Sanayi devrimi öncesinde  sınıflı-kentli ve devletli uygarlığın toplum üzerindeki etkisi merkezden çevreye doğru uzaklaşıldıkça azalıyordu. Devlet ile toplum arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. Devletin iktidar merkezi adeta bir kale içinde toplumdan yalıtılmış halde hükmünü icra ediyordu. Şehirler coğrafi olarak savunmayı kolaylaştıracak şekilde kuruluyor, coğrafyanın avantajlarından yararlanıyordu. Birer uygarlık merkezi olan şehirler kapitalist modernite aşamasına kadar da köy-kırsal yerleşim okyanusu içindeki birer adacığı andırıyordu.

Sınıflı-kentli ve devletli uygarlık ilk kez kapitalist modernite aşamasında, daha çok da sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan muazzam bilimsel-teknolojik gelişmeler sayesinde tüm dünyaya hükmetme olanağı bulmuştur. Şehirler sırtlarını dağlara vermekten vazgeçmiş, surların dışına çıkıp ovalara yayılmış, genişledikçe bereketli tarım topraklarını da yutar hale gelmiştir.

Bilimsel-teknolojik gelişmeler sayesinde dünya devasa küresel bir köye dönüşmüştür. Dünyanın en ücra köşeleri ile hegemonik merkezler arasında anında iletişim kurulabiliyor. Farklı coğrafyalar arasındaki fiziksel sınırlar/engeller asılmış, coğrafyalar arasındaki geçirgenlik, ilişki ve etkileşim artmıştır. Devlet ile toplum arasındaki sınırlar ortadan kaldırılmış, devlet iktidarı toplumun en ücra birimine kadar taşınılarak, bir tür devletçi toplum/ulus yaratılmıştır. Göçebe ve yarı göçebe topluluklar zorla yerleşik yaşama geçirilerek kontrol altına alınmıştır. Kontrol edilmesi zor olan dağlık alanlardaki yerleşimler çeşitli gerekçelerle boşaltılarak yerleşim alanlarının düzlük alanlara, kolay denetlenebilir bölgelere top lanması sağlanmıştır.

Doğal varlıklar ticari birer meta olarak görülmüş, “doğal kaynakların işletilmesi” adı altında dağların altı oyulmuş, verimli topraklarla birlikte on binlerce yıllık tarihi birikim ve değerlerde baraj sularına gömülmüştür.

Bilimsel-teknolojik gelişmeler savaş ve askeri militarizmin denetimine sokulmuş, dünyada eşi görülmemiş bir yıkım yaratılmış, insan topluluklarının yerleşim alanları yerle bir edilmiş, insanlar hem kendi ülkeleri içinde hem de dünya genelinde göçmen konumuna düşürülmüştür. Sürgün temel bir politika olarak sisteme alternatif olmaya çalışan kesimlere dayatılmışır. Yersiz yurtsuz kalanlar birer yama gibi şehirlere eklemlenen varoşlara yığılmış, bir ekmeğe muhtaç hale getirilerek dilenci konumuna düşürülmüştür. Sistemin sürüklediği bölgesel savaşlardan kaçanlar denizleri aşarak hegemonik merkezlere akmaya çalışmıştır. Öyle ki sulara gömülmeyip bir yerlere ulaşanlar kamplarda toplanarak sıkı bir kontrol altına alınmış, rehabilite edildikten sonra sisteme dahil edilmiştir. Rehabilite edilemeyenlere ise hayat zindan edilmiştir.

Betonlaşma, toplumu kontrol etmeyi ve olası kültürel hareketleri anında zorla bastırmayı kolaylaştırmak amacına uygun olarak tasarlanan şehirlerin her biri neredeyse bir ülkenin tüm olanaklarını, tüketebilecek bir leviathan’a dönüşmüştür. Bu sapkınca gelişme nedeniyle her yağmur sonrasında bir “doğal afet” manzarası ile karşılaşılmaktadır.

Kapitalist modernite zihniyetinin bilimsel-teknolojik gelişmeyi denetimine alma ve yönlendirme tarzı insanlığın geleceğini tehdit edecek sonuçlar doğurmuştur. Binlerce dil-kültür değerinin yok olmasına, doğadaki binlerce bitki ve hayvan türünün ortadan kalkmasına neden olmuştur. Giyim-kuşam, yeme-içme, mimari tarz, her alandaki ticarileştirme, tekelleşme ve tektipleştirme, toplumu atomize etme, bireyi robotlaştirmaz. Sürekli tüketen bir makineye dönüştürme toplumu toplum olmaktan çıkarıcı olmuştur.

Kapitalist zihniyetin toplumsal dinamiği ve doğal çevreyi tahrip eden yıkıcı ve yok edici dayatmalarına karşı insanlık tarihinin tüm olumlu değerlerini açığa çıkarma, direnişçi kültür mirasını güncelleştirerek demokratik uygarlık mücadelesine temel yapmak hayati bir önem kazanmıştır. Bilimsel-teknik gelişmeler yeni bir zihniyetle ele alındığında insanlığın açlık, göçebeleşme, işsizlik z doğal tahribatın önlenmesi ve insan-doğa ilişkilerinin yeniden onarılmasına hizmet edebilir. Coğrafyalar arasındaki sınırların ortadan kaldırılması, farklı coğrafyalar arasındaki geçirgenliğin, ilişki ve etkileşimin artması toplumsallığın özgür gelişme dinamiği olan dil-kültür çeşitlenmesine oldukça anlamlı bir katkı sunabilir. Bilimsel-teknik gelişmeler bir başına ne yararlı, ne de zararlı olarak addedilebilir. Onu yararlı yada zararlı kılan ona hükmeden zihniyettir. Kapitalist zihniyet onu endüstriyalizme dönüştürürken demokratik uygarlık zihniyetiyle o ekolojik endüstriye dönüştürülebilir. Dil-kültür çeşitliliği eskiden daha çok dar bir coğrafyada şekillenip, o coğrafyanın özelliklerini yansıtırken yeni aşamayla birlikte çok farklı coğrafyalarda dil-kültürlerin gelişimine önemli katkılarda bulunabilirler.

 

Sonuç

Dil-kültür ile coğrafya arasındaki ilişki ve etkileşim toplumsal tarih boyunca değişim gösterse ve üç önemli aşamadan geçse de, denilebilir ki; önem ve anlamından pek bir şey kaybetmemiştir. Başlangıçta dar bir alanın etkisi ağırlıktayken giderek diğer coğrafyaların da katkı düzeyleri artmıştır. Bilimsel-teknolojik gelişmeler dil-kültür ile coğrafya ilişkilerinde köklü değişimlere yol açsa da bu ilişkiyi ortadan kaldıramamış ya da anlamsızlaştıramamıştır. Değişim aralarındaki ilişkiyi yeni bir biçim kazandırma şeklinde gerçekleşmiştir.

Mekan dil-kültür gelişimi açısından toplumsallığın yerel-evrensel hattaki gelişimini ifade ederken; za man ise onun derinliğini; yani tarihsel gelişim seyrini ve evrimini anlatmaktadır. Buradan hareketle dil-kültür gelişimi açısından zaman ve mekan boyutu genel kültürel toplum var oldukça önem ve anlamını koruyacaktır diyebiliriz. Birinci doğadan kopuk, andan tamamen bağımsız bir ikinci doğadan söz edilemeyeceğine göre toplumsal gelişme diyalektiği bu iç içe gelişme seyrini sürdürecektir.

Nasıl ki esen fırtınalar bir ağaç ya da bitkinin onu toprağa bağlayan köklerinin önem ve anlamını azaltmıyor aksine arttırıyorsa; kapitalist zihniyetin birer kasırgayı andıran saldırıları da dil-kültürler ile boy verdikleri coğrafyalar arasındaki bağların önem ve anlamını azaltmamış tersine arttırmıştır. Böyle olmasaydı sömürgeciler tarihimizi sular altında bırakır, şehitlerimizi yıkıp demografyasını değiştirmeye kalkışabilir miydi? Şehir ve köylerimizin; dağ, ova ve ırmaklarımızın adlarını değiştirirler miydi? Bizi yermiz-yurdumuzdan zorla söküp zorunlu göçemecbur

bırakırlar mıydı?

Öyleyse “yitirileni yitirilen yerde arama” şiarıyla tarih boyunca bizlere kaybettirilen değerleri doğru yerde arama; toprağın, unutulmaya ve eritilmeye terk edilen kültürel değerlerimizin, tarihsel toplumun dil-

lendirdiği bir öz dönüş çağrısıdır.

Duyulup hayat bulması dileğiyle…

 

[1] İnsan ruhu  çevrenin rengini çabuk alır ve çevrede insan ruhunun çabuk rengini alır.
[2] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 1.
[3] Her ot kendi kökleri üzerinde yeşerir.
[4] Kamuran Yitik ve Ramazan Çeper, Ferhenga Mitolojiya Kurdî, s.18.
[5] Germain Bazin, Sanat Tarihi, s. 32.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.