Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültür ve Kültürel Oluşum

Berfin Dilan Güven

Kültür kavramının tanımından önce, bu kelimenin etimolojik kökenine bakıldığında, Latincede “inşa etmek” manasına gelen “cultura” (colere, cult+tura) sözcüğünden türediği görülür. Birçok batı dilinde benzer şekilde telaffuz edilen bu sözcük tarımla doğrudan ilişkilidir. Fransızca’da “culture” terimi toprağı ekip biçme anlamına gelirken Romalılar otlakların işlenmesine “agricultura” demişlerdir. Toprak ve kültür arasında kurulan bu benzetmeden yola çıkılarak, toprağın kutsal görüldüğü tarım toplumlarında kültürün de bir o kadar önemli olduğu kanısına varmak zor değildir. İnsan gruplarının avcı-toplayıcı hayattan yerleşik düzene geçişi ile olan değişim -neolitik devrim- farklı kültürlerin oluşmasını ve bu kültürün; insanların yaşayış biçimleri, ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesini de beraberinde getirmiştir. İnsanın pasif ve alıcı olduğu durumda yani ilk süreçte kültürün oluşum temelleri belirmiş, insanın doğayla daha aktif bir biçimde ilişki kurup üretmeye başladığı ikinci aşamada ise kültür oluşup gelişmeye başlamıştır, bu süreç neolitik çağla beraber hız kazanmıştır.

Pek çok kavramda olduğu gibi kültür kavramında da yıllar içinde belli değişimler yaşanmış ve kavram ilk kullanım halinden az ya da çok farklılaşarak daha geniş anlamları kapsayacak biçimde günümüze ulaşmıştır. Bugünkü anlamında kültür en genel tanımıyla; bir toplumun yarattığı, onun ürünü olan ve toplumun kimliğini yansıtan maddi manevi tüm unsurların birleşimi ve o toplumun değerlerine  inançlarına ait her şeydir. Kültür, doğada kendi halinde var olmayan, insanın yapıp etmeleriyle meydana gelen ve insan tarafından üretilen bir olgu olduğu için, insanın var olduğu ve ihtiyaçlar yahut başka bir sebepten ötürü bir arada bulunmaya, klan şeklinde yaşamaya uyum sağladıkları zamanlardan itibaren oluşmaya başlamıştır. Kültür kavramında tanım bulan sanat, dil, din, edebiyat, estetik yargıları, mimari ve daha pek çok alt unsurun doğada kendinden var olmayışı ve insanın bu inşayı oluşturmadaki çabası, doğaya subjektif bir bakış açısıyla bakmayı geliştirmiştir. “Güzellik doğada yoktur, benim doğaya bakmamda vardır” bakış açısı, tam da bu anlamda bir sübjektifliği ifade eder. Öyle ki, insanın özne olduğu bu durum göreceli gibi duruyor olmasına karşın Kant’ın transandantal estetik anlayışıyla paralel bir biçimde bireyselden evrensele geçiş anlamında kullanılmıştır. Elbette doğada kendi halinde oluşan güzellikler mevcuttur, ancak bu üretimlerin tekdüze bir sürekliliği vardır ve bunlar devamlı aynı biçimde tekrarlandığı için kültürü oluşturan alt ögelerin içinde yer almaz.

Kültür bireye indirgendiğinde kişisel yargılar, öznel eleştiri, bireysel zevk gibi tanımlamalarla birlikte o bireyi bir canlı olarak diğer canlılardan ayıran etmen biçiminde zuhur eder. Bu, kültürün dar ve toplumdan koparılmış anlamına atıfta bulunur, oysa kültür nesilden nesile aktarılan toplumsal bir değer birikimi-mirasıdır. Tek kişi düzeyinde kültür; edinilen, özneye bağlı, bireysel özelliktedir; ulus düzeyinde ise, tarihselliğin damgasını taşıyan, kuşaktan kuşağa aktarılan, insanlar arası ortaklaşa bir varlık olarak görülür.

 

Kültür-Birey-Toplum İlişkisi

Geçmişten günümüze birey toplum ve kültür arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Kültürü oluşturan insandır, bunun yanı sıra insanın toplumla kurduğu bağı oluşturan ve bireyin kimliğini belirleyen de kültürdür. Kültürü üreten, inşa eden insanlar aynı zamanda ekolojik yaşamın bir parçasını oluşturur ve bu durum, bireyi topluma, kültüre ilintili kılar. Kuşkusuz, kültürbirey-toplum ilişkisinin irdelendiği bir anda, daha önce söylediği çok şey nedeniyle Emile Durkheim’ı anmak gerek. Bu anlamda Emile Durkheim katı bir toplum savunucusudur denilebilir. Çalışmalarında kültür kavramını etraflı bir biçimde tartışmıyor olsa da onun “kültürel olan”ın peşinde olduğu fazlasıyla hissedilir. Durkheim, bireyi bütünüyle topluma tabi kılması ve toplumsal sorunların çözümüne öncelik vermesi sebebiyle katı toplumcu olarak görülen bir sosyologtur. Öyle ki, onun intihar üzerine çalışmalarından önce intiharın bireysel bir olgu olarak görülmesi yaygınken Durkheim intiharın, büyük oranda birey-toplum arasında bir ortaklaşmanın yakalanamamasından kaynaklandığını savunup toplum olmadan bireyin, aynı şekilde birey olmadan toplumun düşünülemeyeceğini söylemiştir. “Toplum insanın kişiliğini belirler. Bireyin insanlaşma süreci toplum sayesinde olur ve toplum ile bireyin çatışması mümkün değildir.” [1]

İnsan ve toplum arasında kurulan güçlü ilişkinin kültür yaratmaya dönüşmesi insanın yeni yaşam tarzında duyduğu ihtiyaçlara yönelik çözümler ekseninde şekillenmiştir. Tarihin ilk çağlarında, insanın doğa ile kurduğu ilişki hayvanlarda olandan farksız yahut çok belirgin olmayan bir biçimde farklıdır. Bu dönemdeki ihtiyaçlar; zorunluluk temelindedir. Zamanla insanın ihtiyaçları doğadaki diğer canlıların özellikle de hayvanların ihtiyaçlarından farklılaştıkça yeni bir insanlaşma ve beraberinde de artık zorunluluk temelinde olmayan ihtiyaçlar gelişmeye başlar. Bu durum insanları bir arada yaşamaya, toplumsallaşmaya mecbur bırakır ve insanlar belli bir dayanışma içinde yazılı olmayan kurallara uyum sağlamaya çalışarak yaşarlar. Durkheim ilkçağ toplumlarındaki dayanışma biçimine “mekanik dayanışma” derken, ilk çağa nazaran çok daha bilinçli bir biçimde modern toplumlarda kurulan dayanışmaya ise “organik dayanışma” demiştir. Ona göre Modern toplumlarda her ne kadar

“bireycilik” ve beraberinde getirdiği bencillik hat safhada gibi dursa da bu durum bir illüzyondan öteye geçemez. Çünkü organik dayanışma ile bağlı olan toplumlar, birbirlerine her bakımdan ihtiyaç duyacak şekilde yaşamlarını idame ederler. Bir terzi kendisi için gerekli elbiseyi dikebilirken avcılık konusunda kendini geliştiremediği için besin ihtiyacını toplumun oluşturduğu bir başka kurumdan karşılamak zorundadır. Bu da modern toplumlardaki insanların birbirlerinden ayrılmasının önündeki engellerden biridir. Bu iş bölümü ve uzmanlaşmanın en uç halinde insanlar kendi ellerindeki meslek dışında hiçbir iş yapamayacakları ve kendi temel ihtiyaçlarını dahi yerine getirmekten yoksun kalacakları için tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Fakat Rojava örneğinde de görüldüğü üzere bu tehlikeye zemin hazırlanmadan insanlar belli işleri yapabilir ve yine başka işleri yapan başka insanlardan ihtiyaçları ölçüsünde destek alabilirler. Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmanın inşa edildiği Rojava’da; kurulan akademiler, mahkeme salonları ve halka ait diğer kurumlar günümüz devletlerinde alışık olunan, devasa boyutlarda ve içinde bin bir tane bürokrasinin işlediği, halkın yabancı kaldığı, toplumdan kopuk yerler değildir. Oralarda eğitim veren ya da yargıç, hakim, avukat olan kişiler de donanımlı, entelektüel olma ön koşuluyla birlikte; halkın içinden kişilerdir ve “uzmanlaşma” adı altında tamamen sisteme hizmet verip kapitalist çarkı döndüren kişiler değildirler. İş Bölümünün olumlu perspektiften ele alındığı, hedeflenen ve arzulanan bu toplumlarda kültürün yeni bir tanımı ortaya çıkmaktadır. Kültür, bir amaca hizmet etmeyen ve kişilerin haklarını, özgürlüklerini yok sayıp yalnızca belli bir zümreyi itibar sahibi yapan adetlerin, gelenek-göreneklerin bütünü değildir. Buna karşılık kültür, her bireyin kendi hayat tarzına göre belirlediği, tamamen bireysel çıkarları dâhilinde oluşturduğu yaşayış biçimi de değildir. Kültür, insanın toplumsal gerçekliğine ahlak ve etik temelinde ışık tutan, bir sürekliliği olan ve o topluma has coğrafi koşullar, tarihi olaylar vb. çerçevesinde şekillenen ve birikerek ilerleyen değer yargıları, yaşam tarzıdır. Her kültürel değer, yaratıldığı dönemin ruhunu kendi içinde barındırır. Bu kültürel değerleri şekillendiren toplumsal değişimler hızla gerçekleşirken kültürel değişimler ve yeni kültür yaratımı da kaçınılmazdır.

Bu kültür döngüsünü Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler, kültürü olumlayan bir yaklaşımla tarih felsefesini açıklamada “Dünya Tarihi Nedir?” sorusunu doğa-tarih ayrımından hareketle “doğa olarak dünya” ve “tarih olarak dünya” şeklinde anlamlandırmıştır. Onun “tarih olarak dünya” dediği şey tam da bu kültür alanına işaret eder. Doğa olarak dünyadan farklı olarak, mekan mantığında değil zaman mantığında oluşan, insanın oluşturduğu bu dünya bir kültür dünyasıdır ve kendi tanımıyla “yazgısal”, kaderseldir. Burada akla ilk gelen, kültür-coğrafya ilişkisi de göz önüne alındığında “Coğrafya insanın kaderidir.” [2] sözü oluyor. Farklı dönemlerde, koşullarda ve mekanlarda yaşamış iki farklı tarihçi, kültürün kaderle ilişkili olduğuna değinmişlerdir.

Spengler, yaşadığı 20. Yüzyılın buhranlı döneminin de etkisiyle kendinden önceki pek çok tarih felsefecisinin aksine tarihin çizgisel değil döngüsel olduğunu ve bir çöküş yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu öngörmüştür. Ancak bu çöküşe bir kültürün yıkımı denilebileceği gibi bambaşka bir kültürün  başlangıcı da denilebilir. Onun kültürü ele alışı, pek çok Batı merkezli anlayışın aksine oryantalist bir bakış açısıyla değil, hiçbir kültürün diğerinden üstün olmadığı, kültürden medeniyete giden, medeniyeti olumsuzlayan anti kapitalist bir yaklaşımladır.  Bu durumu mevsim benzetmesiyle daha iyi açıklamıştır: ilkbaharın kırsal bir kültürün oluşum aşamasına tekabül ettiğini ve henüz medenileşmenin izlerinin görülmediği aşama olduğunu; yaz ve sonbaharın yavaş yavaş medeniyetin izlerinin oluştuğu, kurumlaşma ve şehirleşmenin oluştuğu aşama ve son olarak kışın da artık şehirlerin büyümesiyle beraber bir çöküş aşaması olduğunu ve ilk oluşan kırsal kültürle hiç alakası bulunmayan bir başka kültürü –popüler kültürü- oluşturduğunu söyler. Ancak buna tam anlamıyla yeni bir kültür denilemez. Olsa olsa bir geçiş aşaması denilebilir.

Spengler kış mevsimine tekabül eden ve medenileşmenin doruklara ulaştığı bu aşamada kendi tabiriyle “ikinci bir dindarlık” olgusunun oluştuğunu belirtmiştir. Burada insanlar, kültürün bir alt bileşeni olan dine değil, sistemin onların inanmasını beklediği dine inanmaya zorlanır. Bu sahte bir dindarlıktır ve kültürün yıkılmasıyla beraber kaçınılmaz olarak boy gösterir. Bu durum günümüz mevcut devletlerinde de fazlasıyla görülmektedir.

Bugün Avrupa toplumuna bakıldığında olumsuz anlamda bir kültür değişimi söz konusudur. Avrupa’da algılanan toplumsal değişim istemi, geçmişi inkar etme bağlamında vücut bulduğu için, tekdüze devam eden ve ruhsuz olan bir toplum ortaya çıkmıştır.  Günümüz Ortadoğu toplumlarında ise, geçmiş kültür denilince yalnızca İslam’ın anlaşılması ve geçmişi yeterince objektif tahlil edememe durumundan kaynaklı kültürel ve toplumsal değişimlerde sınırlılık ortaya çıkıyor. Ortadoğu toplumunun kültürüyle arasındaki bu çıkmaz bağı Ali Fırat şu şekilde yorumlamıştır: “Ortadoğu toplumu için 19. ve 20. yüzyıllar kapitalist strateji tarafından fethedilmekten ibarettir.  Kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısıyla (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm) bölgeye yüklendiği bu dönem, krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemidir. Binlerce yıllık tarihsel yaşam, -kültür- kendi içinden çıkan beş bin yıllık uygarlık yapısının çözülüşü ile tam bir kuşatılmışlığa alınıyor. Kendi uygarlık artıklarıyla kapitalist modernitenin ittifakı, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın bunalımını sürekli derinleştirmiştir. Bunalıma, niteliğini yaşadığı köklü geçmiş ve kapitalist modernite stratejisinin uzun süreli saldırısı verdirmiştir. Toplumsal öz, varlık olarak paramparça edilirken anlam ve hakikat olarak da kaotik bir durum yaşamaktadır.” [3]

Bugün hakim olan kapitalist modernite ve devletçilik zihniyeti hem Batı hem de Ortadoğu toplumunu kültürel bir çıkmaza sürüklemektedir. Toplumların bu kültür yıkımı gerçekleştiğinde ise bireylerin kültürsüzleşmesi, dolayısıyla “ahlak”sızlaşması kaçınılmazdır. Ancak toplumun mu bireyin kültürünü yıktığı yoksa bireyin mi toplumun kültürünü yıktığı sorusu bir nevi çatışmadır.

 

Çokkültürlülük ve Çokkültürcülük

Ortak bir kimliği oluşturabilmek için, sanat eserleri, adetler, alışkanlıklar, inançlar gibi bir takım maddi veya manevi değerler gereklidir. Kültür, bu şekilde geçmişin mirasından, kolektif bellekten hareketle inşa edilir. Bu ortak kimlikteki değerler farklı ve çok çeşitli de olabilir. Bunu görmezden gelmek kültürün tek bir biçimini ele almak, “öteki”nin görmezden gelinmesine sebep olacaktır; “Kültürün topluluk için bütünleştirici ve ortak kimlik, değer oluşturucu olduğu doğrudur, ama bu durum topluluktaki ortaklığın tek biçimlilik olmasını gerektirmez.” [4] Burada kültürel farklılıkların bir çeşitlilik ve zenginlik olarak ele alınmasının beklendiği açıktır. Ancak mevcut kapitalist devletlerde bu çok kültürlülük tanımı içi boş bir düzlemde yansıtılıp yaşatılmaktadır. Çokkültürcülük ise anlam olarak yeni olmamasına rağmen kavram olarak dünya genelinde ve coğrafyamızda oldukça dar anlamıyla, yeni kullanılmaya başlanmıştır. Çokkültürlülükle benzer bir kavram olmasına rağmen yaşamdaki karşılığı düşünüldüğünde tam zıddı bir kavram denmesi yanlış olmaz. Çokkültürcülük, çokkültürlü devletlerin bu durumu onayladıkları politikadır. Ancak bugünkü ulus-devletlerin, çokkültürlülüğü uyguladıkları oranda olumlu göstermesinin ve “ülkelerinin farklı zenginlikleri” kisvesi altında sunmalarının sebebi tamamen ekonomik, siyasi çıkarları ve ulus-devlet anlayışının sürekliliğini sağlama istekleridir. Çokkültürcülük bu dar anlamından çıkarılıp bir “insanlık ilkesi” olarak ele alındığında pratik yaşamda olumlu yönleri olduğu ve birleştirip bütünleştirmede faşizmin karşısında bir konum aldığı görülür. Devlet-toplum veya toplumun geneli-azınlığı karşılıklı olarak birbirlerini özne olarak kabul ettiğinde bir arada ve farklı kültürlerle yaşanabilir. Çokkültürlülük demokratik bir toplumun olmazsa olmazı niteliğindedir. Çokkültürlü bir toplum, çeşitliliğin taleplerini göz ardı edemez. Günümüz devletlerinin hemen hepsi çok kültürlü bir toplum yapısına sahiptir ancak bunun ilkesel ve politik yansıması konusunda “ talepler ve beklentiler ile elde edilen haklar” farklıdır.

Devletlerin tekçi asimilasyon politikasıyla kültürel çeşitliliğin yok edilmesi hedeflenmektedir. Devlet, kültürel azınlıkların değerlerini ve istemlerini görmezden gelerek onları çoğunluk olan başka ulusal kültürlere asimile etme çabasındadır. Sistemde ancak kendilerinden bekleneni yaptıklarında azınlıklar toplumun bir parçası olabilirler. “Şayet kendi kimlik ve kültürlerini koruma konusunda ısrarcı olurlarsa o zaman gerek devlet gerekse devlet desteğiyle toplumun çoğunluğu tarafından ayrımcılığa ve her türlü kötü muameleye maruz kaldıklarında şikâyet etmemelidirler” biçiminde bir yaklaşım mevcuttur. Slavoj Zizek çokkültürcülüğü, çok uluslu küresel kapitalizmin ideal ideoloji formu olarak görür. Ona göre çokkültürcülük, tersine çevrilmiş, göndermesi kendinde bir ırkçılık biçimi, “mesafeli bir ırkçılıktır.” Zizek, çokkültürcülüğü ırkçılık olarak nitelemesinin sebebini de şu şekilde belirtir: Çokkültürlülük “adalet” ilkesiyle birlikte ahlaki-politik bir zeminde değil, göstermelik uygulanmaktadır. Buna karşın, eğer çokkültürlülük adına yakışır bir biçimde yaşatılmak isteniyorsa “adalet” kavramını da düzgün bir biçimde uygulamak gerekir. Çünkü “Adalet ilkesi gereğince herkese kendi kimliğini geliştirebilmesi için eşit şans verilmelidir.” Demokratik Modernitede çokkültürlülük kolektif kimliklerin politik mekanizma kullanılarak toplumsal kurumlara ve alanlara yansıtılmasını esas alan değerler bütünüdür.

Sonuç olarak, günümüz koşullarında ister özerk bir kanton ister bir devlet yapılanması olsun, bu sistem içinde azınlıkların “bireyselliğini” ve hemen ardından ahlaki bir zeminde “toplumsallığını” yaşamasına izin verilmez ve asimilasyon uygulanırsa; bu durum toplumda tutunmaya çalışan halkı gerek iç savaşa gerek de kültürel dinamikleri olan ekonomik, siyasi kaoslardan oluşan bir bunalıma sürükler. Bunun sonucunda ise kültürün korunması ve yeniden ahlaki-politik temelde kültür oluşturulması imkansızlaşır. Bu saldırı hali toplumu ya fiziki soykırıma ya da beyaz soykırım denilen kültürlerin yozlaştırılmasına götürür. Bu açıdan  kapitalist modernitenin çözülmesi istenirken güçlenmesi kaçınılmaz olur. Çünkü kapitalist modernite “modernliğini” kültürün bir kadavra gibi parçalanarak kültürel kodlardan hareketle yeni mal  ( Eşya, para, et yığını insan ve iktidar birikimi ) üretimi yaparak geliştirir. Bu durumda toplumun öz değerlerini oluşturan kültüre sahip çıkmak zorunludur. Unutulmamalıdır ki bir halkı yok etmek isteniyorsa, bu ilk etapta kültür yıkımı üzerinden gerçekleşir, ve halklar direndiği, mücadele ettiği oranda varlıklarını koruyup amaçlanan düzene ulaşacaktır.

[1] Emile Durkheim, İntihar, 1897
[2] İbn Haldun
[3] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü
[4]  Anthony P. Cohen, Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Ankara, Dost Kitabevi, 1999, s. 18-19.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.