Düşünce ve Kuram Dergisi

Neolitik Kültürde Kadın Edebiyatı ve Gelişim Seyri

Beritan Gulan

İnsanlığın toplumsallaşma tarihinde, süreklilik ve hafıza görevi gören kültür olgusu kapitalist modernitenin yapısal kriz yaşadığı bu dönemde bir çok yönüyle yeniden irdelenmeyi ve ifade ettiği toplumsal hakikatini güncellemeyi gerekli kılmaktadır. Ancak egemenlerin de sık sık işgal ettiği ve üzerinde toplum mühendisliği yaptığı bir olgu olduğundan kültürün hegemonya ve sömürü alanı olarak talan olgusuyla karşı karşıya bırakılması “kurumsal ve içerik anlamında” ciddi yarılmalar ve anlam karmaşasına yol açmıştır. Bu konuda en net tanımı Ali Fırat yapmıştır: “Kültürü insan toplumunun tarihi süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanımlamaya kavuşturabiliriz. Yaapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü olarak tanımlarken; anlamlılıkları dönüşen kurumların zenginleşen, çeşitlenen eş güdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür… Toplumu söz konusu olduğunda dar anlamda kültürü anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyeti, sanatı, bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar ise dar anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir. Dolayısıyla temelde bir toplum ancak kurumsal ve içerik anlamı varsa bir varlık olarak kendisinden bahsedilebilir…”[1]Kültür konusu tek başına ciltler dolusu kitaplara konu olabilecek bir lugata sahiptir. Ancak biz bu yazımızda daha çok kültürün maddi ve manevi öğesi olan, kültürde oluşturucu bir etken olarak edebiyat oluşumunda kadının başatlığı ve üstlendiği rol üzerinde durmaya çalışacağız. Hem kültür hem de onun içinden çıkan edebiyatla ilişkisi ve iç içeliğini değerlendirirken toplumsallığın başlangıcına gitmek ve ruşeym halinden başlayarak hangi zaman ve mekan içinde var olduklarına bakmak başlangıcı doğru kavramak açısından önem kazanmaktadır. Bugün birçok bilim insanı ve araştırmacının hiçbir çağla kıyaslanamayacak devrimsel nitelikler taşıdığını söylediği Neolitik Çağı “tarih öncesi” diye adlandırıp görmezden gelmek edebiyat disiplini için muazzam bir külliyat taşıyan kadın dili, kültü, edebiyatı, şiiri ve destansı yaşam çağını yok saymak ve edebiyatı sapmalar ışığında ele almak anlamına gelir. Tam da edebiyatın edepsizleştirilmesi ve erkeğin alanına dönüşmesi bu sapmalar sonucu olmuştur. Tarihteki ciddi sapmalardan biri de her şeyi “söz”le başlatmaktır. Kutsal kitaplar “İlkin söz vardı” diyerek ilk anlamları ve onun yaratıcısı olan kadını toplumsal yaşamın dışına atmak ister. Toplum zihniyetinin kadının anlam gücü ve zekasından mahrum kalması demek bir toplumun cehennemlik acılarla tanışması demektir. Nitekim kutsal kitapların önemli bir bölümü bu cehennem tasvirleriyle doludur, yanı sıra cennet tasvirleri de unutulmamıştır. Ancak söz ve anlam bütünlüğü eril zihniyette o kadar derin bir kopuş yaşamıştır ki, sözün tanrı kelamına dönüşmesi (kutsal kitaplar) bu uçurumu kapatmaya yetmediği gibi daha da derinleştirmiştir. İlk sözcükleri yaratan da sanıldığı gibi buyurgan erkek tanrılar değil, naif ana yüreğine sahip anlam ve sevgi dolu kadınlar olmuştur. Eğer sözün kutsallığından ve edebiliğinden bahsedeceksek bu ancak ana tanrıça zamanların şiirsel dili olabilir. Bu dilin gramerinde emek, anlam, söz ve eylem bir oluş diyalektiğinde birbirleriyle var olmaktadır. Bütünlüklü olan hakikatte fikir (kutsal inanç, kutsal düşünce), zikir (kutsal söz, anlamlı söz) eylem (kutsal emek, yapıcı, yaratıcı eylem) birliği kadın dilinin yaşamdaki oluşturucu gücünün eril tanrıların olduran sözlerinden, nasıl da özsel bir farklılık taşıdığını göstermektedir.

 

Proto Edebiyat

Bilindiği üzere insanlığın klan şeklinde örgütlenme formu toplumsallığın da kök hücresini oluşturmuştur. Varoluşun en uzun dönemidir budur. Kök hücrede yani klanda, edebiyat da vardır ve kültür antropolojisi kök hücrenin edebiyatını hiçbir zaman göz ardı etmemelidir. Bu açıdan edebiyatın kökenini de buradan başlatmak yanlış bir yaklaşım olmayacaktır. Doğanın canlı görülmesi ve varlığın anlamlı kılınma çabası klanın totemlerinde karşılık bulurken bu totemleri klanın mitolojisi olarak da yorumlamak mümkün klanın adı ve kimliği totemdir. Bu soyut kavramlaştırma düzeni klanın edebiyatıdır. Ahlaki ve politik toplumun en sade ve basit halinin yaşandığı topluluklar, ağaçları, taşları, hayvanları, nesneleri ve daha birçok şeyi totemleştirirken, manevi alanı inşa etmekte, büyü törenlerdeki, sözcüklerdeki kutsallıkla dil ve edebiyatı oluşturucu bir unsur olarak geliştirebilmektedir. Duygu yoğunluklu ritüeller, pratikler ve ayinler, maneviyatın (inancın) edebi ifadesini ve ahlakın kutsanmasını oluşturmuyor mu? Kadın edebiyatının maneviyattan kopmamasının bu kutsal ahlakla bağını, her daim hatırda tutmak gerekir. Bu konuda Ali Fırat’ın yorumu oldukça aydınlatıcıdır: “Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem belki de ilk soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk kutsallığı tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirilip tapınılmalıdır.” [2] Ona gösterilen saygı ve inancı aslında kendi varlıklarına bağlılıklarının sembol ifadesidir, kimliklerinin ve güçlerinin farkına varmadır.

Mistik, büyüsel ve kutsal duygularla bağlı bulunulan totem, toplumun maneviyatıdır ve manevi olan edebidir. Totem bir anlamıyla, toplumun maneviyatta kendini edebileştirmesidir.

Büyü ve sihir de o dönemin kadın edebiyatı kapsamında ele alınabilecek olgulardır. Büyü ve sihirle uğraşanlar bilge kadınlardır ve toplumun ilk şifacıları, bilimcileri, hekimleri ve aynı zamanda hatipleridirler. İlk edebiyatçılar olan kadınlar söze sihirsel, mucizevi ve kutsal bir rol atfetmişlerdir. Çünkü sözün toplumda ve insan zihninde yarattığı mucizevi gelişimin tanığı ve eyleyenleri olmaları itibariyle büyü ve sihirde de sözün gücüne başvurmuşlardır. Uyaklı, dizeli ve gizemli olan bu söz öbekleri insanların doğaya seslenişi, ondan yardım istemesi, söze ruh katarak doğadaki enerjiyle birleşmeye çalışmasıdır. Tekrarlanan büyülü sözler, doğada ve hatta evrende kuantumik etki yaratıyor, sesle ve sözle maddeleşen enerji, doğadaki enerjiyle buluşuyor ve toplumda oluşturucu, iyileştirici bir etki yaratıyordu. Örneğin, Fransızca kökenli olan “abrakadabra” sözcüğünün anlamı da eski çağlarda bazı hastalıklara iyi geldiğine inanılan büyülü sözlerdir ve o dönem toplumunda büyülü sözlerin sahibi kadınlardır.

 

Kadın Edebiyatının Oluşması

İnsanlık gelişiminde sözün sahibi olmak, simgesel dil aşamasına geçmek, kendisiyle birlikte bin yıllara yayılan bir kültürü de açığa çıkarmıştır. İnsanlık için bir anlam dünyası oluşturan bu süreci Ali Fırat ilk büyük devrim (dil devrimi) olarak adlandırmış ve geniş bir dil bölgesinin oluşumunun insan türüne muazzam toplumsallaşma, korunma, besin elde etme imkanı verildiğini belirtmiştir. İnsan kültürleşmesinin başat gücü olan simgesel dil onu diğer canlı türlerinden ayırmakla birlikte insan hakikatinin zihniyet ve düşünce gelişiminde de etkin bir role sahiptir. Dilin insan yaşamında ve gelişiminde neden hala aynı önem ve etkiye sahip olduğuna dair oldukça bilimsel cevaplar verilebilir, ancak bu soruya verilecek temel yanıtlardan biri de insansal varoluşun sonsuz bir gelişme arz etmesi olarak söylenebilir. Konuşma dilinin gelişmesi insansal bir faaliyettir. Dil olmadan insan türünün bir kültür yaratmasından bahsedilemez. Dil zekanın enerjisinin form kazanmış halidir ve zekayı görünür kılmakla beraber toplumsallığı inşa etmenin en temel öğelerinden biridir. Anlamın insan toplumu içinde çoğalması, hayat bulması için seslere, kavramlara ihtiyaç vardır. Bunu da dil yapar. İnsan türünün, iletişimi bir üst aşamaya taşıması neolitikte zirve yapmıştır. Neolitik kültürün her alanda hayat bulduğu, gelişip yaygınlaştığı, toplumsal yasalara dönüştüğü bir süreçtir. O nedenle dil devrimiyle Neolitik devrim, soyut belleğini görünür kılmıştır. Neolitik toplumda insanlar kavramları, işlevlerine göre üretirler, toplulukta ve kabile de yer alan bireylerin ad almaları da kendi rol ve yeteneklerine göredir. Kendi özünde olana göre ad alan birey özneleşir, yani kimlik kazanır ve dil böylece bir kimlik olduğunu ortaya koyarak, o bireyin ve topluluğun kültürünü yansıtır. Bu anlamda Ali Fırat’ın belirttiği kavramsal çerçevenin tarihle bugünümüz arasında güçlü bir bağ kurması “dil”in değerini de ortaya koymaktadır. Tanımlama şöyledir: “Dil kavramı, kültür kavramıyla sıkı bağlantılı olup esas olarak dar anlamında kültür alanında başat kavramdır. Dili dar kültür olarak da tanımlamak mümkündür. Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak, estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, an’sal varoluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir.”[3]

Gelişen yaşamda kadının keşfettiği yeni bitkiye ad vermesi, hayvanlara ve doğadaki diğer varlıklara isimler takması her gün yeni kutsal kavramın oluşması, her gün yeni bir anlam ve hakikatle tanışılması anlamına da gelir. Bundan hareketle dil; kolektif hafızanın ve toplumsal zihniyetin gelişiminde yapılandırıcı bir rolde oynar. Unutmamak gerekir ki dilin de bir ruhu vardır. Dil toplumsal yapının sesi olduğuna göre ve bahsettiğimiz toplumsal gelişim süreci kadın zihniyetinin formunu taşıdığına göre dilin de bir zihniyetin etkisiyle şekillendiğini söylemek abartı olmayacaktır. Dildeki dişil eklerin bin yıllardan beri kendini korumaya çalışarak günümüze kadar oluşması, bu gerçeğin somut bir verisi olarak algılanabilir.

“Varlığın evi” olarak tanımlanan dil, edebiyatın da kök hücresi ve temel ifade formudur. Sezginin, duygunun dile gelişi ilk edebi söylemdir. Sanıldığı gibi genel olarak edebiyat ve özelde kadın edebiyatı kurgulanmış metinlerle başlamamıştır. Söze ruh ve duygu veren insanlar edebiyatın da temelini ilk simgesel dille atmış bulunmaktadır.

Sözlü edebiyatın oluşturucusu ve nesilden nesile aktarıcısı olan kadınların kullandığı günlük dilin kendisi edebi bir dil olup eril kavram ve ifadelerden hayli uzak bir dildir. Uygarlıkla gelişen daha doğrusu ayrışan kategorize ediş ve şablonca dil kullanımlarının ahlaki politik toplum edebiyatında varlık bulma şansları yoktur. Örneğin günümüz dünyasında edebiyat dili ve gündelik konuşma dili arasındaki ayrım kapitalizmin kültürel ve edebiyat kırım yöntemleriyle neredeyse bir uçurum halini almıştır. Doğal toplumlarda yaşam dilinin kendisi edebidir. Tarlada, bahçede, evde çalışırken bir araya gelip kutlamalar, tören ve ayinler düzenlerken yaşam edepli ve edebidir. Kadın edebiyatı, üslubu, hitabeti, anlatımları adeta insanların yüreklerinde bir anlam köprüsü kurmuş gibidir. Her şeyin bir hikayesi, tecrübe ve deneyimle elde edilmiş bilgisi vardır. Gördüklerinin güzelliğini anlatmak için doğayla tasvir etme sıklıkla başvurulan bir yöntem gibi görünüyor. Günümüze kadar da edebiyatın, bu benzetme ve tasvirleri kullandığını söylemek mümkün. Kapitalizmin zihniyetine ve kültürel yozlaşmasına daha az maruz kalmış ya da otantikliğini kısmi de olsa koruyabilmiş; topraklarda kadın edebiyatının dil ve yaşam üzerindeki izlerini belirgin biçimde görebilmek mümkündür.

Mezopotamya’da özellikle de Kürtlerdeki gündelik selamlaşma sözcükleri bile hem çok edebi hem de derin felsefi anlamlar taşımaktadır. Örneğin eve gelen misafir karşılanırken “Ser sera, ser çava (baş göz üstüne)” deyimi kullanılır. İnsan gözle görür ve başıyla düşünür. Onun için karşısındakinin kıymeti ve değeri gördüklerinin, düşündüklerinin üstünde bir değerdedir. Son derece ahlaki ve edebi bir söylemdir. Görünenin ötesini kavrama arzusunun bu kadar gündelik yaşam içerisine nüfuz etmesi anlam arayışının ne kadar güçlü olduğunun da göstergesidir. Bu söylem, Ortadoğu halklarının çoğunda aynı minvalde halen kullanılmaya devam edilmektedir.

Toplumsal bir faaliyet olan edebiyatın pozitivist bir akılla yorumlanması onun ahlakla olan güçlü bağının göz ardı edilmesine yol açmış olup kapitalist modernite ile birlikte “elit bir sanat” düzeyine indirgenebilmiştir. Daha doğrusu “yönlendirici, algı üretici araçlarının en etkili yöntemi olarak kullanılmıştır” demek, işlevsellikte yaşadığı yozlaşmayı ifade etmek açısından önemli bir belirlemedir. Elbette işlevselliğinin zihniyet çarpıtmaları için kullanılması Sümer rahiplerinin icadıdır ve onlar kadar bunu iyi kullanan kimse yoktur, demek yanlış olmasa gerek. Edebiyat kavramının köken bakımından Arapça “edep” kelimesinden geldiği görüşü sıklıkla kabul gören bir tanımdır. Bu kavramın ilkin Babil’de ortaya çıktığını ve Arapça değil de Babilce olduğunu öne süren tezler de mevcut. Kavramın semitik bir epistemolojiyle ilgili olduğu görüşü doğru ancak etimolojik olarak Sümerce’ye dayanmaktadır. “Edebiyat kavramının etimolojik kökeni Sümerce “Edduba”dan gelip semitik dil epistemolojisiyle birleşerek bir yere kadar ahlak eğitimi olarak toplum törelerine uygun davranmak biçiminde nitelik kazanmıştır.”[4] Unutulmaması gereken husus edebiyatın her türlü toplumsal yapım işinde mutlaka var olduğudur. Biraz daha somutlaştırırsak toplumun hem anlamsal inşasında hem de yapısal inşasında oluşturucu bir güçtür. Dolayısıyla da esas anlamıyla kolektif zihniyetin canlı organizması ve zihniyet oluşturucu hücresidir. Toplumun kolektif zihniyeti ilk olarak edep üzerine, ahlak üzerine şekillenir. Toplumun öğrendiği ilk ortak bilinç ve kural edepli, ahlaklı olmaktır.

Animizm, Canlı Doğa Edebiyatı

İnsanın evren ve doğayla iletişiminin edebiyatla ilişkisi henüz irdelenmemiş bir konudur. Animizmin tarihini ilk insan topluluklarına kadar götürmek mümkündür. Anime Latince’de ruh anlamına gelir. Animizm doğadaki her şeyin canlı olduğu, dolayısıyla bir ruha sahip olduğu görüşüne dayanır.

Doğa anlamlı göründüğünden ve anlam “canlı” bir mana taşıdığından animizm canlıcılığın edebiyatıdır. Unutmamak gerekir ki, sözden önce de anlam vardı. Anlam sembollerle ifadeye kavuşmuş olup bu semboller düşüncenin sözcüklere dökülmeden önceki formudur. Dolayısıyla semboller edebiyatın kökenlerini oluşturan formlardan biridir. Toplum için bu semboller, kutsallıkla yüklüdür. Canlı görülen sembolleştirilmiş, sembolleştirilen kutsanmıştır. Böylece ilk edebiyat biçimi kutsallık ve canlılık üzerine şekillenmiştir. Sembollerin sözcüklere dönüşmesi dilin gelişimiyle başlamıştır. Nasıl ki ilk sözcükler, doğayı kuramlaştırmak üzerinden geliştiyse animist düşüncenin kökeni de doğa ve evren merkezli şekillenmiştir. Animist düşüncede doğanın da dili ve sözcükleri vardır. Bu dönemin söylencesinde her canlının bir hikayesi vardır. Mesela gök de konuşur, yağmurun yağması, güneşin çıkması, şimşeğin çakması vb. doğadaki tüm devinimler doğanın sözcükleridir. İnsanların bu sözcükleri sezmesi, sembol ve söylencelere dönüştürmesi Neolitik dönem edebiyatının gelişimin de önemli rol oynar.

Animizm insanlığın ilk bilinç formu olup, evreni canlıcılık anlayışıyla kavrayıp anlamlandırmaya ve onunla güçlü bir iletişim içinde olmaya çalışırken, bu gaye ilk güçlü hakikat arayışını da ifade etmektedir. Hakikat, canlıcılık ve edebiyatın birbirleriyle güçlü bağı ilk burada gelişmiştir.

 

Edebiyatın Mekanı Verimli Hilal

Hiç kuşku yok ki her oluş, zaman ve mekanı gerekli kılarken ikisi arasındaki ilişki ise ancak oluşla mümkün olmaktadır. Mekan kavramı coğrafi tanımların dışında insan bilincinde, düşünce formunda ve tabii ki “varlık” kavramında önemli bir yer tutmasına rağmen sosyolojik bir çözümlemesi güçlü bir şekilde yapılmış değildir. Evrenin zaman ve mekan ikileminin birbirine etkisi ve birleşme yetenekleri biri olmadan öbürünün varlığının mümkün olamayacağı gerçeği ve oluşla ortaya çıkan müthiş çeşitlilik, toplumsal tarih açısından çok varoluşsal bir anlam taşımaktadır.

Sıkça ifade edilen “mekansız tarih olmaz” görüşü bizi edebiyatında mekan ve tarihle ilişkisine götüren bir görüş olmaktadır. Nasıl ki insan ve mekan ilişkisi (buna tarihi de katmak gerekir) sosyolojinin ve hatta bilim, felsefe ve dinin temel konularından biri olarak görülüp incelenmesiyse, benzer bir bağıntıyı kadın mekanı, kadın zamanı ve kadın edebiyatı için de yapmak mümkündür. Günümüze sosyal bilimlerine bu yönlü (coğrafya ve insan ilişkisinin göz önünde bulundurulması) eleştiriler yönelten Ali Fırat, en çok gerçek dışı sayılan mitolojilerin coğrafya-insan ilişkisi diyebileceğimiz bu konularla daha çok ilgilendiğini ifade etmektedir. Zaman ve mekanın önemini ise şu sözlerle vurgulamaktadır. “nasıl ki bir madde zaman ve mekan olmadan düşünülemezse, bir maddi olgu olarak toplumun da zaman ve mekan olgusuna çok sıkı bağlı olan özellikler taşımaktadır. Zaman gibi mekan da toplumsal biçimleri için damga vurucu özelliktedir… kültür kavramına yüklediğimiz anlamı da açıklamalıyız. Bununla anlamlı bir ‘uzun süre’ tarih ve toplumun yaşamasında vazgeçilmez özelliklere sahip bir mekanı, coğrafyayı kast ediyoruz. Toplumu sıfırdan bu süreli tarih ve coğrafyayla anlamlandırmıyoruz fakat çok sayıda olan inşa edilmiş toplumsal yaşam biçimlenmesinde temel rol oynadıklarını belirtmek istiyoruz. Toplumların zamanla ve mekanla kayıtlı yaşam halkalarından oluştuğu, her halkanın diğerine bağlılığı kadar kendine özgü bir farkı olduğunu da bu açıklamanın gereği saymaktayız.”

Mekanı bir açıklama kaynağı olarak gören Fernand Broudel hem tarihin tüm gerçeklerini hem de yüzey üzerinde yer tuttuklarından ötürü taraf olan devletleri, toplulukları, kültürleri, ekonomileri gündeme getirmekte olduğunu söyler. Bizce buna edebiyatı da dahil etmek gerekir. O halde kadın edebiyatı kapsamında irdelediğimiz “mekan” kavramından yola çıkıp “verimli hilali” kadın edebiyatının mekanı olarak algılayabiliriz. Bu mekanda neolitik devrimi geliştiren kadının ortak tanımı ve üretim etkinliği içerisinde birbiriyle sürekli iletişimde olması zihinlerinin her gün üretimle ilgili sanatlarla dolu olması kadınların sanatın dilini de yaratmasına yol açmıştır. Meksikalıların “kadınlardan iyi sözlük yoktur.” değerlendirmesi, doğadaki çeşitlilikleri ilk kadının adlandırdığı sözün hem üreteni hem öğreteni olduğu gerçeğini ifade etmek açısından çarpıcıdır.

Verimli hilal insanlık için mucizevi düzeyde ifade edebilecek toplumsal inşanın düşünce gelişiminin maddi ve manevi kültür patlamasının yaşandığı cennetimsi bir mekanı ifade etmektedir. Bugün bile dağlara bakılıp onun görkemliliği ve insanlar açısından taşıdığı anlam üzerine onlarca yazı yazılabilir. Doğa ve mekanın estetiği adeta kendini kadın edebiyatıyla yazdırmıştır. Doğanın güzelliği kadında edebi duyguların şiirsel anlatımına kavuşmuştur.

Kadının mekanla ilişkisi “toprak ana”, “doğa ana” kültünün mekanı yalnızca fiziki olgusuyla değil bunun ötesinde seziyi, düş ve imgelerle kavramasının yarattığı anlamsal ve edebi hakikatlerdir. Unutmamak gerekir ki “insanın dünyadaki ilk mekanı kadın bedenidir.” Neolitik dönemde verimli hilal (kadın mekanı) de insanlığın toplumsal doğuşunun kadın bedeni, ana rahmidir. Doğuran kadın ve doğa kadının yarattığı yaşam elbette edebi olacak ve her yenilik bir edebi kavramla ölümsüzleşecektir.

 

Varlığın ve Hakikatin Edebi İfade Biçimi Olarak: Mitoloji

İnsanlığın düşünce ve zihniyet formunu dil ve edebiyat olmadan düşünmek mümkün olmadığı gibi dil ve edebiyatı da mitoloji kavramından bağımsız ele almak olanaksızdır. “Mitoloji üretmek için kadının toplumsal hafızasına ve düşünsel tecrübesine ihtiyaç vardır.” Birçok icat ve kavram gibi mitoloji de bir kadın yaratımıdır ve hem neolitik dönem kadın edebiyatı üzerinde hem de devletli eril uygarlık sürecinde gelişen edebiyat süreçlerinin tümünde derin bir etkiye sahiptir. Temel zihniyet yapılanmalarını ve dönemin toplumsal hakikatlerini ifade ettiğinden, toplumsal değişimler ve düşünce dünyasındaki altüst oluşlar (eril düşüncenin gelişimi) mitolojik alana olduğu gibi yansımaktadır.

John Fiske; antik çağların dini mitlerinin ve eski ve modern zamanların ateş başında anlatılan efsanelerinin köklerinin ilkel insanlığın zihinsel alışkanlıklarında yattığını, bu efsane ve hikayelerin, insanların doğdukları dünyadaki gözle görülebilir olgularla ilgili sözlerinin var olan en eski kayıtları olduğunu söyler. Söylence, efsane gibi sözlerle kavramlaştırılan mitoloji John Fiske’nin de söylediği gibi bir toplumsal hafızanın ürünüdür ve neolitik dönem edebiyatı için hakikati ifade etmenin başka yöntemidir. Mitolojiye ilişkin en çarpıcı belirlemeyi yapan Ali Fırat ise şöyle demektedir. “Henüz toplumsal tahakkümün (hiyerarşi ve devlet) gelişmediği koşullarda hakikatin başlıca ifade biçimleri mitoloji, din ve sanatlardır. Hakikat açıklamada felsefe ve bilimin payı sınırlıdır. Ağır basan ifade biçimi ise mitolojidir. Mitoloji bilindiği üzere söylence, efsane, masal, öykü biçimindeki anlatılardır. Mitolojilerde mutlaka bir hakikat gizlidir. Daha doğrusu mitoloji, hakikatin bir söylem biçimidir. Uygarlığa bulaştırılmamış din ve mitolojiye göre ,inanç yanı daha ağır basan, hakikat değerliliğine kesinlik katan bir biçimdir.”[5]

Mitoloji, kavram olarak Greko Romen kökenli olsa da esas olarak verimli hilalde boy veren ilk toplumsal yaşam biçimlerinin dilsel, düşünsel, duygusal, tarihsel, toplumsal ve varlığın daha bir çok alanındaki hakikatinin ifade biçimi olmuştur. Mitoloji tümüyle doğa, çevre ve canlılıkla iç içe olup toplumun görkemli anlam formudur. Ali Fırat: “insan zihnini ütopyasız ve mitolojisiz (efsanesiz, destansız) bırakmak bedeni susuz bırakmaya benzer.” demektedir. O halde toplumsal bedenin suyu olan mitoloji iki nehir arası olan Dicle ve Fırat havzasında birikmiş ve oradan bütün zihniyet formlarına ulaşabilen bir akışkanlık ve canlılık seyri izlemiştir. Mitolojinin evren anlayışında da doğayı canlı ve bütünsellik içerisinde görme söz konusu olup olabildiğine özgürlükçü ve doğaldır. Günümüz sosyal bilimlerinin, tanımlamakta güçlük çektikleri bir çok hakikat mitolojik bir dille adeta kendisini haykırır gibidir. Bu hakikatlere ulaşabilmek ya da onların anlam kapısından girebilmek için mitolojileri açıklamaya çalışmaktan ziyade onları kendi döneminin ruhu içerisinde anlamaya çalışmak bizi daha doğru bir sonuca götürür. En eski zamanlarda açıklanmayı bekleyen evren, doğa ve insan gerçekliğinin açıklanmasının yöntemi olan mitoloji, edebiyatın da bir metodudur. Üstelik insan zekasının en gelişkin evresinin güçlü yaratımıyla yüklüdür. Sözlü edebiyatın büyük bir kısmı bu mitolojilerde saklıdır. Sonraki süreçlerde en fazla görmezden gelinecek bu edebiyat metodu (mitoloji) özünde bir çok bilimin özellikle de sosyal bilimlerin ilk kaynağını teşkil edecektir. Kuşkusuz sözlü edebiyatın tarihi insanlığın geçmişiyle de bir paralellik içerisinde olup kültürün şekillenmesinde de temel formlardan biri olma özelliğine sahiptir.

Mitolojiler sözlü edep ve ahlakın yaratıcısı ve taşıyıcısı olan kadın dilinin yeni şiirselliğinin üzerine şekillenir. Zira şiirsel dil, seslerin sözcüklere andan itibaren gelişmiş ve uzun süre anlatımlar bu şiirsel dille olmuştur. İnsanlığın ilk dili şiirseldir. Kuşkusuz bunun mitolojilere yansıması da kaçınılmazdır.

 

Neolitik Kültürün Kadın Edebiyatı

Neolitik dönem edebiyatına damgasını vuran ilk dilin şiirsel deyişlerinin etrafında şekillenen tüm sanatlar ve kültürün yaratıcısı kadındır. Edebiyat günümüzün sınırlandırdığı dar bir disiplinler alanı olmayıp tüm topluma mal olmuş yaşama dair tüm olgulara iç geçirilmiş bir durumdadır. Neolitik dönemdeki simgesel dili, kadın dili olarak tanımlamak yıllardır hakkı verilmemiş bir gerçekliği dile getirmekle özdeş olacağından bu dönemin edebiyat dilinin kadın dili olduğunu başta vurgulamak gerekir. Bu dönemde yaşamın tüm alanlarında varlık bulan kadın edebiyatı çağın toplumsal formu olan kabile kültüründe de oluşan ve oluşturan karakterdedir. Toplumsal bilinç formu olan kabile, neolitik çağda kültürleşmesinin zirvesini yaşarken başta sanat ve edebiyat olmak üzere duygu ve düşünce biçimlerinde derin etkiler oluşturur. Günümüzde dahi kabile kültürünün zihniyet ve ruh dünyasında yarattığı izlere rastlamak mümkündür. Ali Fırat kabile kültür varlığının doğurduğu duygu ve düşünce dünyasının asla küçümsenemez olduğunu, halen insanlığı ayakta tutan bilincin bu kültürel varlığın derin izlerini taşıdığını ifade etmektedir. Bu bakımdan tüm sanat inanç düşünce felsefe ve mitolojilere kaynaklık eden kabile kültürü evrensel bir karakter taşır. Neolitik kültürün de temel özelliği olan demokratik özgür ve eşitlikçi yaşam kültürü kabile formunun yaşam biçimi ve vazgeçilmez ilkesidir. Doğal toplumun gelişkin kabile kültürü, ahlaki ve politik inşasını başarıyla gerçekleştirmiş, sınıflaşmayı yaşamış, toplumun öz demokrasisine dayalı bir örgütlenmedir. Edebiyat bu kabile kültürünün duyumsanmasını ve dile gelişini ifade ederken toplumsal bir hafızayı da oluşturmaya başlamıştır. Kabile kültürü ve edebiyat, kadın etrafında kolektif bir bilinç olarak yükselmiş, kutsanan toplumsallığın yaşam dili olmuştur. Bölgede yapılan bir çok arkeolojik buluntu bu muhteşem kültür ve zihniyetin yaratıcılığını gözler önüne sererken inanç, sanat ve edebiyat açısından tarihin en eski ancak en görkemli eserlerini gün yüzüne çıkarmış bulunmaktadır. İlk neolitik köy örneklerinden biri olan Qotê Berçem’in (Çayönü) en eski evresi M.Ö 11.000’lere tarihlendirilmektedir. En eski besin üretici ve tarımcı köy yerleşimi olma unvanını alan Qotê Berçem’deki dikili taşlar, dile gelip o dönemi anlattığında tapınaklarda bir araya gelen insanların kutsal ritüellerinde, sözlerinde ve yaşamlarının her alanında edebiyatın, edep ve ahlakın ne kadar da başat olduğunu söylemek için bugüne kadar bozulmadan kendilerini günümüze ulaştırdıklarını söylerler. Qotê Berçem’de arkeologların dikkat çektiği özel olarak yapılmış üç yapının tapınak işlevi gördüğü ifade edilmektedir. Kilden yapılmış kadın ve hayvan figürleri, sürek taşları ve tapınak niteliği taşıyan yapılar bu dönemin manevi kültürünün somut emarelerini oluşturmakla birlikte bu tinsel kültürün kadın edebiyatıyla da önemli bir bağı vardır. Gebe kadınlara benzer bazı küçük heykelcikler ana tanrıça kültü olarak yorumlanmaktadır.

Çemê Hallan yerleşkesi de bir diğer önemli neolitik kültür merkezlerindendir. M.Ö 10.000’lere kadar götürülebilecek bir tarihe sahip bu yerleşkede dönemin özelliklerini yansıtan seramik kapların yanı sıra geometrik desenler taşıyan kapların da kalıntıları bulunmuştur. Burada bulunan iki taş kaptan birinin üzerinde köpek motifi diğerinde de sığır başı motifi yer almaktadır. Yazılı tarihle birlikte Sümer, Mısır ve Grek mitolojilerinde rastlayacağımız “boğa” figürünün kökeni bu döneme dayanmaktadır. Bu höyüklerde açığa çıkan her figürün bir mitoloji ve hikayesi olmakla birlikte o dönemin anlam ve yapılanmasına ve edebiyatına dair de önemli veriler sunmaktadır.

Görkemli bir maddi ve manevi külliyat taşıyan Newala Çorê yerleşkesinde “T” şeklinde taş levhalara, kireç taşı heykellere, kilden figür ve maskelere rastlanmıştır. Yine kuş figürlü heykel çeşitli yerlerden gelip ziyaret edilen bir totemdir. Kadınlar bu totemin etrafında en güzel duyguları, duaları, ayinleri, büyü ve ritüelleriyle kült törenlerini düzenliyor, ruhsal uyumu, dengeyi, şiirli yaşamı ve toplumu kutsuyorlardı. Üzerinde dans sahnesi tasvir edilmiş çömlek parçaları kocaman göbekli ve el ele tutuşmuş insan figürleri o dönemin kolektif ruh, duygu ve düşünce dünyasını ve coşkusunu betimler gibidir. Bize o dönemin edebiyatını anlatan bu figürler bir nevi ilkel yazı veya hiyeroglif yazı örneklerini sunmaktadır. Halen bir çok yönüyle yorumlanmayı ve aydınlanmayı bekleyen Göbeklitepe buluntularını da edebiyat kapsamında değerlendirmek mümkündür. İnanç ve tapınak merkezi olarak işlev ve anlam kazanması onu bir edebiyat merkezi haline getirmiştir, yorumunu da yapmak mümkündür. “T” şeklindeki dikili taşlar üzerindeki şekillerde kadın edebiyatının izini sürmek de mümkün. Örneğin dikili taşlarda rastlanan “hilal ay” simgesi akla hemen ay tanrıçası Sin’i getirmektedir. Tanrıça kültü mitolojisinde önemli bir yer tutan tanrıça Sin; bereketin, güzelliğin ve bilgeliğin sembolü olmuştur. Kadın edebiyatında ay canlı bir figürdür ve tanrıçalıkla ifadesi tüm söylence, şiir, öykü ve masallarda yansıma bulmuş, dil zihniyetin gelişimiyle bu roller tersyüz edilmiştir. Başta Kürtler olmak üzere Mısırlılar ve Astekler Ay’ı dişil kabul etmiş ve tapınmışlardır. En kutsal sözlerini onun için söylemiş, onun için Dolunaylı gecelerde dans etmiş, ona dua etmiş, şükran ve nimetlerini sunmuşlardır. Mısır tanrıçası İsis başında ay taşıyan bir inek biçiminde imgelenmiş, Yunan mitolojisinde Selene ayın tanrıçası olarak kabul edilmiştir. Ayın döngüsü yeni yaşamın döngüsünü ifade ederken, yeni yerleşik yaşam kadın etrafında şekillenmeye başlayacaktır.

Dikili taşlarda yoğunca rastlanan simgelerden biri de “yılan” motifidir. Gılgamış destanından başlamak üzere diğer bir çok mitoloji ve yaratılış söylencelerinde kötülük simgesi haline getirilmiş yılan da tanrıça kültünde önemli bir yer tutar. Yılan mitolojilerin, sözlü edebiyatın ve sonrasında gelişecek olan yazılı edebiyatın en önemli karakterlerinden biridir. Tanrıçaların başında ya da kollarına dolanmış biçimde rastladığımız “yılan”, ebedi gençliğin, kendini yenilemenin, şifanın, korumanın, gizemliliğin gücünü ifade etmektedir. Kürt mitolojisinde Şahmaran ya da kadın başlı yılan olarak varlığını günümüze kadar devam ettiren bu simge İsis, Medusa, Hera ve daha pek çok tanrıça da bir güç sembolü olarak sık sık betimlenir. Tanrıça İnanna’nın sahip olduğu ağacın köküne yuva yapan yılan simgesi, yılan mitolojisinde çeşmelerin, büyülü bahçelerin ve değerli nesnelerin bekçisi ve koruyucusudur. Yine bir çok mitoloji de ölümsüzlüğü insanlardan çaldığı söylenen “yılan” kadın kültündeki yeri o kadar etkili olmalı ki erkek tanrı yılanı lanetleyip sonsuza dek yerde sürünmeye ve kadına düşman kılmaya mahkum etmiştir. O halde Göbeklitepe’de bulunan yılan motifi onlarca türevi olacak olan “yılan hikayelerinin” ilk anlaşma ve sembolleşme aşaması olarak kadın kültünde yer edinmeye başlamıştır demek doğru olabilir.

Bazı dikili taşların yüzeyinde insan ayaklı turna figürlerine rastlanması insan ve doğa ilişkisi açısından hayli düşündürücü ve yaratımlarla dolu bir imge gücünün varlığına işaret etmektedir. Hem bu figürü hem de turna ile tilkinin yan yana betimlendiği figürler araştırmacılar tarafından ilk fabl örneği olarak yorumlanmaktadır. Zira tilki, turna (rovî û Quling) ikilisi Kürt hikayelerinde ve sözlü edebiyatında sıklıkla işlenen iki simge olup günümüze kadar varlığını korumuştur. Göbeklitepe’de geyik, keçi, akrep (İsis’in yardımcıları görevinde olan üç akrebi hemen anımsayalım) ördek vb. bir çok hiyeroglif biçimli resimler mitoloji, hikaye, masal vb. edebiyatın özelde de Kürt edebiyatının en çok işlediği figürler olması bu dönemin edebiyatı  için kök hücre işlevi gördüğü gerçeğini bir kez daha serimlemiş olmaktadır.

Göbekli tepedeki ilk hiyeroglifler çok açık ki çanak çömleksiz neolitik dönem edebiyatının ve kutsallığın ifade biçimini oluşturmaktadır. Dikili taşlardaki soyut ve somut sembollerden 16 karakterlik bir alfabe yorumuna giden araştırmacılar da mevcut ancak bu simgelerin tam olarak ne anlama geldiği yani bu ilk hiyeroglif yazı örneğinin bize nasıl bir mesaj ilettiği ve o dönem insanlarının kendilerini hangi hakikat yüklü sözcüklerle ölümsüzleştirdiği henüz çözülebilmiş değildir. Yine bazı dikili taşlardaki sembolik yazı işaretleri olan piktogramların bulunması yazı tekniği konusunda bir gelişmişliğin göstergesi olmakla birlikte güçlü bir zihniyet gücünü de ifade etmektedir. Dolayısıyla tarihi Sümerlerden başlatan tüm yorumlar bu görkemli bulgular karşısında geçerliliğini yitirmiş durumdadır. Benzer bir durumu edebiyat için de söylemek mümkün.

Tanrıça kültürü de diyebileceğimiz neolitik kültürde kadın edebiyatının temel karakterine bakmakta da fayda var. Bu dönemde şiirsel yaşam dili olan edebiyatın hakikatle kopmaz bir bağı vardır. Hakikat kendini en iyi sanatla ifade ettiğine göre neolitiğin anlam sanatı olan edebiyat, hakikatin vücuda gelmesi, insan zihniyeti ve doğayla buluşmasıdır. Ali Fırat: “Şiir tahakküm tanımayan eski özgür toplum dili ve hakikatidir.”[6] der. Bu anlamda şiir duygu, anlam ve düşüncenin özgürlük ruhuyla ifade ediliş biçimidir ve edebiyatın temel formudur. Neolitik dönemin esnek zihin yapısı, çeşitliliği, çeşitlilik özgürlüğün çiçeklenişini ve destansı şiir dili de bunun ifade edilişi olarak toplumsal bilinçte karşılık bulur. Özgür düşünce ve bilincin oluşmadığı toplumlar şiirsiz, sözsüz bırakılmış, hakikatini yitirmiş, edebiyatını kaybetmiş, diline, anlam gücüne yabancılaşmış toplumlardır. Bu dönemde edebiyatı toplumun anlam diliyken, edebiyatın dili de özgürlüktür ve en temel karakteri yaratıcı olmasıdır. Neolitik kültürde gelişen kadın edebiyatı barışın ve uyumun dilidir. Her canlının kutsal yaşam hakkını gözeten kadın, kendi yaratımı olan edebiyatla, barışı, doğa ve canlılarla uyumlu yaşamı ve bunu mümkün kılacağını düşündüğü sihirli sözleri, ilahileri, şarkıları, şiirleri, destan ve mitolojileri en sanatkarane biçimde ifadeye kavuştururken evrendeki görkemli uyumun sesini duyan ve bu sese ses veren önemli bir belgedir. Kanlı savaşların ve çatışmaların sözleriyle tanışmamış, asla bu sürecin edebiyatçısı olmamıştır. Bu anlamıyla kadın edebiyatı, barışın edebiyatıdır.

Kadın zihniyetiyle gelişen kültür ve edebiyat eğitsel bir işleve de sahiptir. Kadının öğrendiklerini ve ettiklerini toplumla paylaşması ve topluma mal edebilmesi doğal bir mecrada gelişen eğitim yoluyla olmuştur. İlk öğretmen ana kadındır. Bu öğretici ana doğadan öğrendiklerini ilk elden çocuklara aktarır. Böylece toplumdaki eğitim, pedagojik evrede başlayıp yaşam sürdüğü sürece devam eden kutsal bir faaliyettir. Davranışlardan, bilgi ve tecrübelerin aktarımına, doğa karşısında hissedilen saygı ve coşkudan çözümlenmeye çalışılan gizemlere kadar bir çok şeyi öğrenme ve öğretme kadın kültürü ve bu kültürde gelişen edebiyatla mümkün olmuştur. Çocuğa karışmayı, beslenmeyi, doğaya saygı duymayı, sevgi, emek ve daha bir çok duyguyu öğreten kadın, toplumu bu yolla kültürlü ve edepli kılmaya çalışır. Doğar doğmaz annenin lorikleri ve ninnileriyle büyüyen çocuk kadının neolitik yaşam kültürü ve eğiticiliği ile tanışır. Erkek, kadın kültürü ve edebiyatıyla eğitilip, edepli, ahlaklı yaşama çekilmektedir. Güdüselliği aşması ve toplumsal yaşama dahiliyeti kadın kültürü ve ahlakıyla gelişmektedir. Bu haliyle kadın, toplumda kültür taşıyıcısı ve kültür aktarıcısı konumundadır. Dilin anadan öğrenilmesi ve anadil olarak adlandırılması günümüz koşullarına değin hakikatini koruyan bir olgudur.

 

Dile Yalan Bulaştırıldı

Neolitik kültürün mirası üzerinden gelişen Sümer uygarlığı ve eril kültür ile sömürü ve fetih alanına kadını alır. Kadın köleleştirilmeden, hiçbir kültürün sömürüye açık hale gelmesi mümkün değildir. Bunun için Sümer rahipleri inşa edilen zigguratlarda bunları o dönem geliştirilen yeni kültürün merkezi olarak da yorumlayabiliriz- mitoloji, inanç ve edebiyat yoluyla uzun süreli bir zihniyet avına ve fethine girişmişlerdir. Kadın kültürünün tam karşıtı olan eril kültür tümüyle toplumun aleyhinde ve karşıtlığı temelinde gelişmeye başlar. Cinsiyetçi karakterde şekillenen bu yeni eril uygarlık, rahiplerin toplum mühendisliğinde, adım adım kadın kültürünü gasp etmiştir. Mitolojiler bu gasp, talan ve tecavüz kültürünün ya da kültürsüzlüğünün anlatımlarıyla doludur. Enki’nin kadının çalması kadın kültürü ve yaratımını gasp etme girişimidir. Gılgamış destanı uygarlık kültürünün dağlı neolitik halka düzenlediği işgal saldırıları ve ihanet kültürünün anlatımı ve edebiyat yoluyla meşrulaştırılmasının ifadesidir. Kadın bedeninin ve zihninin metalaştırılması ve mukaddimelerden sunulması ahlaki ve politik toplumun kıyıma uğratılmasıdır.

Toplumsal inşalar kurgulanmış inşalardır ve bu yönlü hem kurgu hem algı edebiyat ile gerçekleştirilir. Bu anlamıyla eril kültür ve devletli uygarlık da kurgulanmış gerçekliklerdir. Bu kurgular ilkin şaman ve rahiplerin öncülüğünde ve cinsiyetçi bir temelde gerçekleşirler. Daha sonraki hikayeler, masallar, metinler, tabletler bu eril kültürün “kahramanlıklarını” anlata anlata bitiremezler. Erkeklik; güçlü, egemen, hakim, kahraman, aslan, kral ve bilen olarak kurgulanırken dile artık yalan bulaştırılmıştır. Erkeğin üstünlük, onur ve gurur kaynağı; kadının köle cariye, eksik, şeytan, günahkar olduğu gibi egemen-köle, özne-nesne temelli ideolojiler toplumun en derin hakikat çarpıtmaları olmuştur. Sözün kutsallığı yalanla lanetlenmiş eril dil, yazı ve edebiyatla zihniyet tecavüzleri de gerçekleşmiştir. Sözü eril tanrının kelamı gibi sunan bu zihniyet kendini tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarıyla bir adım daha meşrulaştırmıştır. Tanrı’nın insanlara sunduğu vahiylerden eril aklın ve eril edebiyatın hormonları akmaktadır. Tanrı itaatin köleliğin edebiyatı özünde iktidara itaatin edebiyatı olmuştur.

Devlet, hiyerarşi, sınıfsallık, talan ve savaş yeni uygarlığın amentüsü olarak şekillenirken kadın direnişi, kabile, aşiretlerin ve halkların direnişi de sürekli bir başkaldırı ve özgür yaşamda ısrarın öz kültürünü ve kimliğini kurmanın mücadele kültürünü oluşturmuşlardır. Dengbejlik kadın kültürünün ve bu direnişlerin edebiyatı olarak bu yıllarca toplumun hafızasını diri ve canlı tutmuştur. Yine ağıtlar, meseller, lorikler, bilmeceler ve hikayelerin tümü bu yaşam kültürü ve anlamı içerisinde oluşturduğu edebiyat türleridir. Sanıldığının aksine ilk yazıların tabletlere aktarılması da erkekler tarafından değil kadınların hünerleriyle gerçekleştirilmiştir. Yazı ve edebiyat tanrıçası Nidaba öncülüğünde Edduba tapınağında yazılan bu tabletler bir kültür aktarımı işlevini de görmüştür. Nidaba’nın sembolü olan terazi yalnızca adaleti değil, edebi ahlakı ve ölçülülüğü salık vermesi ile de alakalı bir durumdur. Tarihte ilk kadın şair olarak bilinen Enheduanna’nın şiirlerinin çoğu tanrıça İnanna’ya yazılmıştır. İnanna’ya övgü dolu şiirlerinden ötürü ilk feminist olduğu yönündeki yorumlar da mevcuttur. Yine Sophho da şiirlerini tanrıça Afrodit’e ithafen yazmıştır. Örnekler çoğaltılabilir ancak özetle kadın kültürü ve edebiyatı tüm halklara çok büyük bir miras bırakmıştır. Ve bu miras bir çok toplumda bir direniş kültürü oluşturmuştur. Bu direniş kültürünün yazılı veya sözlü de olsa bir edebiyatı yapılmıştır. Buna direnişin edebiyatı da diyebiliriz. İşte bu edebiyat sonraki nesillere direniş kültürünün taşınması ve tercihin şimdiyle buluşturulması gibi bir işlev de görmüş olmaktadır. Bu noktada Mario Lewi’nin “En iyi müdafa alanı edebiyattır.” deyişi anlam kazanmaktadır. Toplum direnişinin edebiyatı onun öz varlığının savunulmasının da bir yöntemi olmaktadır. Mario Lewi şöyle devam etmektedir: “Edebiyat hayır diyebilmektir. Her anlamda tüm bedellerini göze alarak, hayır diyebilmektir.” Tarihte egemenlere, diktatörlere ve eril zihniyete o kadar çok “hayır” demiş bir kültür vardır ki onu yazanlar giyotini de, ölümü de, idamı da göze almışlardır.

Ataerkil kültür en ağır toplumsal sorunlara yol açarken günümüze kapitalist modernite çağında en kanlı ve en sömürgen aşamasını yaşamaktadır. Kültürel asimilasyon ve kültürel soykırım politikaları ulus-devlet formuyla bir çok halkı varlık sorunsallığı ile yüz yüze bırakmıştır. “Tek vatan, tek dil, tek bayrak, tek devlet” edebiyatı halkların inkarı, imhası ve asimilasyonu üzerine inşa edilirken farklılık ise çeşitliliğin; toplumun varoluşsal anlamıyla bağı yok sayılmaktadır. Kültürel yozlaşma, kültür endüstrisi, kültürel hegemonya, liberalizm, popüler kültür, postmodern kültür ve daha da çoğaltabileceğimiz bir çok kavram toplumun özgür yaşam damarlarının kurutulması için daimi bir süreklilik içerisinde dengede tutulmaya çalışılmıştır. Bu nedenle kültürel mücadele 21. yüzyılda hem kadın için hem de ezilen, sömürülen tüm halklar için temel bir mücadele sahası olmaktadır. Bu anlamda alternatif olarak gelişen demokratik modernitenin yaşam kültürü hem yapısal hem de anlamsal olarak güçlü bir zihniyet mücadelesini gerekli kılarken ataerkil kültürün tüm verili yaşam şekillerini ve kültürünü reddetmek önemli bir başlangıç noktası olacaktır.

Bugün Rojava devrimi bir kadın devrimi olarak gelişirken alternatif bir model olarak demokratik, özgür yaşam kültürünü yaşamsal kılmanın somut ve sıcak mücadele sahası olmaktadır. Arin Mirkan’ın bir direniş kültüründen gelmesi ve kendisinin de bu kültüre bir halka daha eklemesi bu çağda kadının ataerkil kültüre büyük darbeler vurduğunun ve onun kültürünü artık alaşağı ettiğinin de somut göstergesi olmaktadır. Rojava’da yaratılan, demokratik, kadın özgürlükçü kültür yalnızca kendi çıkış coğrafyasını değil, neolitikteki ilk kültürel yayılma gibi dünyanın diğer coğrafyalarındaki halkları ve mücadeleleri de etkilemeye başlamış durumdadır. Zihinler esaret ve kölelikten kurtulup özgürleştikçe yaşam kendi özgür kültürleşmesine yeniden kavuşacaktır. Bunun için cesur ve kadınca kalemlerin özgür edebiyatına ihtiyaç vardır.

 

[1] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu, s.18.
[2] Ali Fırat, Bir Halkı Savunmak, s.19.
[3] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt:5, s.29.
[4] A.Ö. Sosyal Bilimler Akademisi, Akademileşme.
[5] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu, s.213.
[6] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu, s.213.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.