Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültür ya da Yaşamın ve Zamanın Ruhu

Metin Yeğin

Etrafı Meksika askerleri, paramiliter güçleri yani yerli ve milli adıyla korucularıyla çevrili Zapatista komününde, ambargo yüzünden pek bir şey bulunmuyordu. Kara fasulye, kahve ve mısır ekmeği vardı sadece, Mayalar’ın kendi yetiştirdikleri, aylarca her gün yediğimiz. Zapatista komünün ortasında, yabancılar komününde yaşıyorduk. Ne zaman dışarıdan yeni birisi gelse, bir kaç farklı şey getirebiliyordu, eğer asker-korucu çemberlerinde takılı kalmazsa. Üç-dört elma mesela, biraz kurutulmuş et, bir çikolata ya da bir avuç bonbon şekeri. Bunları özenle aramızda paylaşıyorduk. Her biri korsanların gizli definelerini hatırlatan şakaya dönüşüyordu. Mesela bir elma dilimi, oldukça iri bir elmas parçası kadar itibar görebiliyordu ya da bir inci kolye… Son kalmış tek bir bonbon şekerini, Basklı bir kadın arkadaş, kime vereceğinin şakasını yaparken, o sırada komünde olan bir Maya çocuğa verdi. Koşarak gitti çocuk. Biraz sonra onun ailesi ile birlikte komünün koordinatörü geldi. Hepimizi toplantıya çağırdı. “Siz bir çocuğa nasıl şeker verirsiniz” dedi. “Biz çocuklarımızın dilenci olmasını istemiyoruz.”

Yaşamın biçimi, kendi kimliğini ve kültürünü doğuruyor. Bu yüzden egemenlerin kimliklerinin kendisi olan iktidar ve şiddet, bütünüyle, her gün yeniden kendi kültürünü bir bütünsel hegemonya olarak inşa ederken, aynı zamanda buna karşı alter-hegemonya; kolektif, paylaşımcı, dayanışmacı ve onurlu bir yaşam olarak var olmaya çalışır. Komünün kültürü, koşullar ne kadar zor olursa olsun, mutlaka onurlu bir yaşamın, izlerini taşır. Kültür bu yüzden kapitalist toplumda, “Kültür Merkezleri”ne hapsedilmiş, elitist ve üst bir katman olarak, bütün egemen ilişkiler gibi, “yabancılaşmış” iken, doğal toplumlarda, yaşamın doğrudan kendisidir. Bunun manası bu “yabancılaşma”yı kıran, her toplumsal dönüşüm aynı zamanda kendi kültürünü yeniden bulur ya da yeniden inşa eder demektir. Bu nedenle, yaşama dönüşen eylem, aynı zamanda, kültür olarak kendi kimliğini de yaratır.

Brezilya’da MST-Topraksız İşçi Hareketi, hep birlikte büyük toprak sahiplerinin topraklarını çitlerini, machetaları-uzun keskin bıçaklarıyla kırıp içeri girdiğinde, sadece, basitçe toprağın ele geçirilmesi değildir. Yani büyük toprak sahiplerinin çitlerini kırmak, sembolik anlamda da kutsal mülkiyeti parçalamak, kutsal mülkiyeti machetalarla, “Hep birlikte” kırmak ve bununla birlikte, yeni bir kültürün inşa edilmesi demektir.

MST’nin kolektif liderlerinden Charles Trocate ile konuşurken, bu durumu bize tersinden anlatıyordu: “Toprağın temerküzü, tek elde toplanması, büyük toprak sahipliği, kültürün de tek elde toplanmasıdır. Bu toprağın işgali de, topraksızlarla kolektifleştirmek, kültürün de kolektifleştirilmesi, özgürleşmesidir.” Burada kültürün eylemle özdeşleşmesi, eylemin kültüre dönüşmesini anlatabilmek için bugünün hegemonik kültürün işleyişini öncelikle tepetaklak etmek gerekir. Bugün kültüre sözde önem atfetmek için, onu bir üst sınıf ayrıcalığı haline getirmek, kültür taşıyıcılarının seçilmişlerini iyice yücelterek halktan ayırmak, onları sanatçı-kültürcü hale getirerek, bir anlamda ezgiyi ve sözü mana dan ayrı düşürmenin tam kendisidir bu.

Bu o kadar hakim bir durumdadır ki kültür dendiğinde bizim bile aklımıza, öncelikle TRT 1’deki tok sesli spikerlerin sunduğu kültür programları gelir. -Ya da gelirdi demek daha doğrudur artık, bu da pek kalmamıştır.- Arjantin’de ilk kurulduğunda uçak üretilen -son 20 yıl diş macunu tüpü!- ülkenin en önemli fabrikalarından biri İMPA’da, son yıllarında işçi yönetimi vardı. Bu işgal fabrikasının üst katını işçiler, sanatçılara verdi. Sanatçılar burada eylemler için afişler tasarlıyor, kitap kapakları çiziyor, özgürce heykeller yapıyorlardı. Onlarla konuştuğumuzda, ‘Kültürü gerçek ait olduğa yerle, yeniden emeğin kendisi ile buluşturmaya çalışıyoruz, bir fabrika kültürü inşa etmeye ediyoruz.’ diyorlardı. Yine Arjantin’de, bir işgal matbaasında 25-26 yaşında genç bir kadın işçiye, “Patronsuz çalışmak mümkün mü” diye sorduğumda; “Bana bu soru garip geliyor. Ben hep işgal fabrikalarında çalıştım. Bence patronla çalışmak hiç mümkün değil.” diye cevap veriyordu. Tam anlatmaya çalıştığım budur aslında. Bir başka yaşam kendi düşüncesini ve kültürünü ortaya çıkartır. Bu, bugünün sorularını darmadağın eder, saçmalığını açığa çıkartır, komik hale düşürür. Pratikleşmemiş bir şey aslında olmadığı gibi pratiğe dönüşmeyen bir şey de “alter-kültürü” sadece kağıt üzerinde renkli ve güzel kelimelerden öteye taşımaz. Bu yüzden, kültür yaşamın, eylemin kendisi halini aldığında ancak gerçekliğini bulur. Bu yeni bir şeyin inşa edilmesi değildir bir başka anlamda. Daha önce de dediğimiz gibi doğal topluma, yabancılaşmamış, kültürün yaşamdan kopmadığı bir zaman biçimine dönüşmesidir. Yeniden özgürce doğması demektir. Bu yüzden mesela Kürt siyasal hareketinin temel önerilerinden biri olan “ekolojik demokrasi” sadece bir siyasal hedef değil, Kürt halkının yüzlerce yıl yaşadığı, doğal toplum kültürünün, toprağından yeniden yeşermesidir. Bu yüzden ekoloji, o kimliğin ayrılmaz bir parçası olan, bir kültürün kendisidir aslında.   Eskimoyu, elindeki bir deniz aslanı dişini oyarken gören bir beyaz, ondan kendisi için bir heykel yapmasını istediğinde, Eskimo şaşkın bir şekilde ona bakar, “Ben yeni bir şey yapmıyorum ki sadece onun içindeki ruhu açığa çıkarıyorum.” demesi gibidir bu…

Kültür; yaşamın ve zamanın ruhu, her şeye rağmen bu topraklarda hala direnen…

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.