Düşünce ve Kuram Dergisi

Küresel Sürüleştirme Hareketi: Kültür Emperyalizmi

Nurettin Amed

“Yayılmacı” karakter taşıyan tüm iktidar biçimleri emperyalizm kavramıyla açıklanabilir. Yayılmacılık ya da diğer deyişle işgal hareketi, kadim öncülleri olan ilk imparatorluklardan günümüze tüm tekelci güçlerin temel karakteridir. Bu yayılmacılık askeri, siyasi, ekonomik olduğu kadar ideolojik ve daha genel anlamda kültüreldir. Kültürel yayılmacılık tüm yayılmacılık biçimlerinin en tehlikelisidir çünkü toplumlar aleyhine köklü ve kalıcı etkilerde bulunur, düşünce ve yaşam tarzlarını değiştirerek tüm karşı koyma iradesini felce uğratır.

Başka bir kültürü asimile etmek, kendisine benzeştirmek kültürel emperyalizm olarak adlandırılır. Kültürel emperyalizme eski çağlarda da rastlanmıştır fakat hiçbir dönemde kapitalist hegemonyacılık dönemindeki kadar güçlü ve etkili olmamıştır. Öyle ki bu dönemde askeri işgallerden daha fazla kültürel işgallere önem verilmiştir. Geçmişteki işgal ve yayılmacılıktan farkı kültürel yayılmacılığın başat hale gelmesidir.

Kültüre verdiği önemle klasik sol yaklaşımlardan belli ölçüde ayrışan Antonio Gramsci “kültür yapısının devletin zor kullanma tekelinden daha fazla etkili olduğunu” ifade etmiştir.[1]

Kültür toplumsal varoluşun karakteridir, insanlığın maddi-manevi tüm üretimini ifade eder. Toplum ile kültür özdeş ele alınabilecek kadar iç içedir. Toplumun ürettiği her değer bir kültürü ifade etmektedir. Egemenlik sistemleri ise başından itibaren toplum karşıtlığıyla yani kültür karşıtlığıyla var olmuştur. Bunun için toplumun kültürel değerlerini çarpıtmaya yarayacak her türlü maddi-manevi olguyu araçsallaştırmıştır. Özellikle kapitalizmin hegemonyasını inşa etme süreci yapay kültür üretimiyle at başı gelişmiştir.

Kültür alanı günümüzün yüksek yoğunluklu ama en uzun süreli çatışma alanıdır. Askeri stratejilerde yüksek yoğunluklu savaşlar kısa süre kapsamında mümkün olmakta fakat kültürel alanda yürütülen savaş, derinliği kadar uzun süreli olmasıyla da farklı bir karakter çizer. Bu çatışma Huntington’ın Batı adına yeni düşmanlar tanımlamak için “Medeniyetler Çatışması” tezinde ileri sürdüğü gibi “Batı ile Diğerleri”, “Batı ile Çin” ya da “Batı ile İslamiyet” çatışması değildir. Küresel kapitalizmin toplumlara dayattığı bir “küresel benzeşme, tek tipleşme” hareketinden bahsediyoruz. Uyguladıkları temel yöntem ise kültür endüstrisidir.

Kapitalizm, teslim alamadığı kültürleri yok etmeye yönelirken, uzun vadede kalıcı sonuçlar doğurabilen bir yöntem olarak kültür endüstrisini devreye koymuştur.

Kültür endüstrisi üzerine ilk sistematik ve eleştirel değerlendirmeler Frankfurt Okulu tarafından gerçekleştirilmiştir. Okulun öncülerinden olan Adorno kültürün artık bir endüstri halini aldığını; insanların kültür üretemediğini, sadece kültür endüstrisinin nesneleri haline geldiğini iddia ediyordu. Kültür sorgulamaları Adorno’yu Marks’ın ünlü alt yapı-üst yapı ayrımını red etmeye götürmüştür. Marks’a göre, endüstri bir alt yapı kurumuyken kültür bir üst yapı kurumudur. Adorno ikisini birleştirerek “kültür endüstrisi” kavramını kullanır. İtirazında haklı olan Adorno çözümün -toplumdaki sınıf mücadelesini yadsımadan- kültürel karakterde olabileceğini gör müşse de dili sürekli olumsuzlayıcıdır; olumsuzlukları göstermek dışında fazla bir seçeneği yoktur. Adorno’da sorun toplumun tümden batmış olduğunu iddia ederken çıkışı bulamamasıdır. Bu yüzden sanattan beklentisi dünyanın kötü halini anlatmasından öte bir şey değildir. Çünkü kültür endüstrisinin rolü insanları aptallaştırmak, dünyayı olumlamak, sistemi yaşanılabilir göstermektir. O halde sanat bunun tersini yapmalı; birey olarak sanatçı dünyayı kurtarmaya soyunmalıdır!

Frankfurt Okulu, bütünsel bir alternatif oluşturamadığı halde hem kapitalizme hem de reel sosyalizme getirdiği eleştiriler temelinde var olanı tespit etme konusunda yoğunlaşmıştı. Bugün daha iyi görülmektedir ki kapitalizmin elinde kültür en fazla kar getiren fabrikalardan daha sonuç alıcı bir endüstri halini almış ve aynen metalar gibi üretilip insanlığa sunulmaktadır. Böylece derin ve büyük bir bağımlılık ilişkisi yaratılmakta ve kapitalist sömürgeciliğin işi bir hayli kolaylaştırılmaktadır.

Kültürleştirme adı altında yürütülen faaliyet kültürsüzleştirmedir. Kültürün direngen karakteri bilindiğinden en çok bu alan üzerinde durulmakta, zihniyetten yaşam tarzına dek toplum nefes alamaz tarzda kuşatılmakta ve sahte bir ortam sağlanarak “şimdi kanat çırpabilirsin” denilmektedir. “Bu kültürel süreç, emperyalizmin maddi merkezindeki iktisadi ve siyasal mekanizmanın, yaşamsal, etkileyici ve güç kazandırıcı karşılığı olarak görülmelidir.”[2] Kültür endüstrisini siyasal egemenliğin diğer araçlarıyla tamamlamaya çalışan ve yapısal-derin bir kriz içinde bulunan küresel kapitalizm, finans kapitalin sanal ve küresel aldatıcı diliyle; özgürlük, eşitlik, adalet söylemleriyle tutunmaya çalışmaktadır. Bu söylemlerin yaşamsal karşılığı tam bir uyuşturucu etkisi yapar ve birbirinin kopyası olan sürüyü oluşturur; reddettiğinde krize girer, çekiciliğine kapıldı mı sistemin en uysalı haline gelir.

Söylemin moda-kopya oluşturucu gücü Fransız Devrimi ardından burjuva kültür inşası şeklinde başlamıştır. Paris’te temsil edilen giyim-kuşam ölçüleri yeni modanın ne denli kuşatıcı olduğunu ortaya koymuştur. Giysilerin dili vardır konuşurlar ya da devamı olan kitaplar gibidirler, art arda okunduğunda ortaya çıkan sonuç bir kişiden başlayıp tüm bir sistemi tarif etmeye yarar. Paris yeni yaşam tarzının merkeziydi ve burjuva yaşam tarzı, kadın-erkek elitlerin terzi makası tarafından belirlenecekti. Artık “kadınlar merveilleuse (hayran kalınacak), erkekler ise incroyable (inanılması güç, harika) giyineceklerdi.”[3] Fransız Devrimi aynı zamanda kadın ve erkeğin toplumsal rollerini kesinleştiren bir süreçtir. Buna itiraz eden Olympe de Gouges giyotinle idam edilirken, orijinal kültür taşıyıcısı olan kadının özgürlüğü için mücadele eden herkese ilham kaynağı olacak ve kültür emperyalizmi açısından en büyük korku kaynağı haline gelecekti.

Hem toplumsal hareketlerin hem de kültürel dönüşümlerin öncüsü olan kadın karşısında emperyal tutum kopya kadın ve kopya erkekler oluşturmayı esas alır.

Orijinal hiçbir kültürel değer üretme becerisi ve derdi bulunmayan, tamamen bir kopyalama sistemi olan neo-liberalizm tüm dünyayı adeta bir podyuma çevirmiş ve herkese göre davranabilen, herkesin dilini bilen ve herkesin beğenisini kazanacak, kanatlar takmış bir melek görünümündeki manken olarak ortaya çıkmıştır.

Neo-liberalizm Nietzsche’nin estetik anlayış için yaptığı tanımı bile kopyalamıştır: “İyi hafiftir. Tanrısal olan her şey narin ayaklar üzerinde tüy gibi adımlarla yürür” der. Manevi anlamda yerli yerinde olan bu tanımlama maddi yaşam ve görünüm konusunda kapitalist modernite sınırlarını aşma konusunda o kadar iddialı değildir. Çünkü kullandığı benzetme daha çok Batı’lı ve postmodernist bir beğeniyi ortaya koymaktadır. Postmodernizmin ufku bu kadardır. Daha doğal ve evrensel temelli olanı Doğu’dadır. Şöyle ki, eski Tanrıça kültü genellikle şişman kadın figürlüdür ve bu da güzelliğe çok özlü bir bakışı yansıtmaktadır. Öncelikle estetiğin kadınla temsil edilmesi oldukça anlamlı olmuştur. Hele ki şişman kadın figürleri olayı çok farklı kılmıştır. Hatta bugünkü tüm beğeni ölçülerini yerle bir edecek kadar çarpıcıdır.

Salt biçimi esas alan yaklaşımın çirkinliğine karşın doğal toplumun güzellikleri kendi biçimini de yaratır. Özlü olan her şey değişkenlik gösteren mekân ve tarihi süreç içerisinde çeşitli formasyonlar kazanmıştır. Bu anlamda güzellik kendini biçime de her düzeyde yansıtmıştır.

Eski tanrıça figürlerinin şişman kadın heykelleri şeklinde temsil edilmiş olması günümüzdeki estetik anlayışın ne derecede bozulmuş olduğunu da ortaya koymaktadır. Güzellik varoluşun, yaratılışın, bereketin, sevginin, özgürlüğün ve yaşamın kaynağına atfedilen bir değer olurken şimdi milimetrik fiziki ölçümlerle ele alınmaktadır. Bu da aslında erkek egemen aklın yarattığı bir durumdur ki kökeni Greko-Romen kültürüne dek gider. O kültüre temellik eden Yunan mitolojisindeki tanrıça ve kadın figürleri bu erkek akıl tarafından yaratılmış ve kapitalizmin tezgahında yeniden işlenerek günümüz insanlığına musallat edilmiştir. Kadının karakterini tarif eden erkek akıl giysilerini de belirlemekten geri durmayacaktı. Kadının pantolon giymesi olayına bu mitolojilerde rastlanmıştır. Truvalı Paris’in kaçırdığı Helen tarihte ilk kez pantolon giymiş kadın olarak bilinir, Paris’in pantolonunu giymiştir. Pantolon giymek ince beden ister! Kadın bedeni üzerinden estetik değerlerin çarpıtılması tüm çirkinliklerin kaynağı olmuştur. Bu bir süreç işidir. Birdenbire olmamıştır. Bu nedenle yapay kültürel üretimler zamanla doğalmış gibi karşılanmıştır. Böylece toplumsal değer yargılarındaki güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü yer değiştirmiştir.

Nietzsche “müziğimizin melankoliği, hipnozcu” diye adlandırdığı Wagner karşıtlığını anlattığı eserinde kötü olan için “kişiyi kurnazca kaderciliğe sürükleyici nitelikte ama bu arada popüler olma özelliğini de koruyor” şeklinde bir tanımlama yapar. Günümüzdeki “çirkinlik, yanlışlık, kötülük” alabildiğine popüler olmuş, “güzel, doğru ve iyi” diye kendini pazarlama konusunda uzmanlaşmıştır.

Kültür emperyalizminde etik ve estetik değerler aslında yok edilmiş ya da güdüler sınırına indirgendiği halde en özgürü, en şahanesi olarak sunulmaktadır. Bunun en temel kanıtı kadının cinsel bir obje olarak kullanılma durumunun sınırsız bir hal almış olmasıdır. Şekil verdikleri kadın şahsında toplum tasavvuru yapmakta, kadın eliyle toplumsal kültürleri kuşatmaktadırlar. Toplumun terzisi olarak yetiştirdikleri kadın eliyle tüm insanlığa ortak bir elbise biçmektedirler. Fakat bunun tek tip bir elbise olduğunu gizlemek için modanın çeşitlilik, renklilik dilini kullanmaktadırlar. Aynı tutum dünyanın en ücra köşesindeki kültürlere yaklaşım konusunda da kendisini göstermektedir. Hepsine ulaşabilmek için hepsini desteklediklerini iddia etmektedirler.

Küresel kapitalizm yeni liberal teorisi “her yerel kültürü desteklemek” biçimindedir. Bu politikanın arkasında her yerele varıncaya dek sömürünün taşırılması ve her yerin kültürünün küresel kapitalizmin kültürünün bir parçası haline getirilmesi amacı vardır.

Kültür emperyalizmiyle tekçi kültürün her yere taşırılması hedeflenmektedir. Bu sayede karşısında hiçbir direniş odağının kalmaması sağlanacaktır. Bu hedefe doğru giderken uygulanan yöntemler sadece kapitalist kar önündeki engelleri ortadan kaldırmıyor, toplumsal kültür üzerindeki etkileriyle insanlığı yeni bir evreye taşırıyor. İnsan ilk kez bu derecede insan olmaktan çıkarılırken en iyi insan tanımı buymuş gibi herkese benimsetiliyor. Arzu ve istekler öylesine kışkırtılıyor ve öylesine parlak bir şekilde sunuluyor ki ışıklarının köreltici etkisiyle adeta uçarcasına ve büyük bir mutlulukla köleliğe doğru koştuğu halde özgürlük şarkıları söyleyen bir insanlık durumu ortaya çıkıyor.

Foucault’un “biyoiktidar” olarak adlandırdığı bedenler üzerine kurulan iktidar tekniği kültür emperyalizminin bir icadıdır. Biyoiktidarın küresel uygulanışı sömürüyü küreselleştirmiştir. Buna karşın toplu mu ve çelişkileri sadece sınıf tahlilleriyle ele almak sömürüyü ortadan kaldırmamıştır.

Günümüz kapitalizmi mal-meta ve emek sömürüsünden daha çok kültür endüstrisiyle kendini ayakta tutmaktadır. Kültür metalaştırılıyor, insanın ruhu, zihni, iradesi, zamanı metalaştırılıyor. Bundan daha derin bir kırım görülmemiştir.

Sinsice bir yöntem olan kültür endüstrisi ve onun küresel dilinin kullanımı, kültür olmayanı kültür olarak sunma, insanların kültürel üretimi yerine kendi imalathanesinde hazırladığı sahte kültürü dayatma, insanı-toplumu yeniden sürüleştirme hareketidir.

İlk uygarlıklar arasında kültürel karakteriyle öne çıkan Babil, hukuku fethetme aracı olarak kullanır. Hammurabi yasaları çarpıcı bir örnektir. Kölelik düzeninin evrensel meşrulaştırma aracı olan bu yasaların mutluluk ve adalet getirdiği söylenir. O kadar kalıcı bir yanılgıya yol açmıştır ki günümüzün en demokrat geçinenleri bile hukuk olmadan toplumsal düzenin sürdürülemeyeceğini ileri sürerler.

Hukuk uygulamasının ilk kaynağına bakıldığında algı oluşturma ve korku siyasetiyle birlikte devreye konulduğu görülmüştür. Asur tabletlerinde okunduğu üzere, kral yaptığı katliamlarla, baş kesmelerle, tecavüzlerle, köle sayısıyla övünür, korku salarak yönetmeye çalışır. Toplumsal ilerleme sağlandıkça korku ve hukuk kıskacına sahte bir şefkat siyaseti eklenir. İskender’in kılıç zoruyla girdiği Doğu’daki Helenistik dayatması ilk küresel çaptaki kültür emperyalizminin örneği haline gelir. Romayla başlayan “barbarların” terbiye edilmesi, onlara medeniyet götürülmesi söylemi Amerika ve Afrika kıtalarının işgalinde devam eder. “Derimizin renginden başka her şeyimizi kaybettik” diye özetlenen Anglo-Amerikan Kültürü acımasız bir örnek olarak önümüzde durur. Bütün bunların tek suçlusu kapitalizm değildir.

Sisteme karşı olduğunu iddia ettiği halde sistem içinde yaşamayı normal gören ve buna meyleden her tutum ve hareket kültürel emperyalizme hizmet eder. Dahası emperyal tutuma karşı dostlarının yanında yer aldığını iddia eden ama hep akıl verme konumunda kalan dostluk anlayışı bile kültür emperyalizmini geliştirir. Kültür emperyalizmi, toplum üzerinde -özellikle de dost görünümüyle- korkutucu tüm uğraşlardan daha etkili sonuçlar elde eder.

Toplum ahlakı ve moral değerleri, korkuyu yenebilecek güçtedir. Fakat aldatıcı sevgi gösterileriyle toplumun ahlakına-vicdanına-direnişine karşı çok ince ağlar örülür. Rus Çariçesi Katerina Fransız devriminden nefret eder ama Fransız aydınlarıyla yazışmaktan geri durmaz. Polonya’yı işgal ederken “size özgürlük getiriyoruz” diyebilecek kadar Fransız edebiyatından yararlanır.[4] Tıpkı ABD’nin Somali, Afganistan veya Irak işgallerinde olduğu gibi yeni söylem “özgürlükçü” lafazanlık olur.

Liberalizmin dincilik, bilimcilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi tezgâhlarında örülen ağlar tüm toplumu sarmaya başladığında bir içselleştirme olgusu yaşanır. Yabancılaşma artık yabancılaşma olarak görülmez; yabancılaşma, benzeşme olgusu ilerlemenin, çağdaş olmanın, hatta nerdeyse insan olmanın tek ölçütü haline getirilir.

Bir dönem Fransız diline ve modasına olan özenti daha sonra Amerikanlaşmaya dönüştü. Amerikan markası ve yaşam tarzı Dallas türü dizi filmler eşliğinde topluma benimsetilirken günümüzde dünyanın en ücra köşesindeki toplumların bile artık kendilerine ait dizi filmleri, markaları, yerel kılıflı ama kapitalist karakterli idolleri bulunuyor. Yani neredeyse herkes kendi kimliğiyle, içselleştirerek, hiç karşı koymadan liberalizmi yaşamaya başladı.

Batının bireycilik üzerinden fethi kolay olurken Doğu buna karşı yine toplumsal kültürün gücüyle direnir. Direndikçe sopa sırtından eksik edilmez. Ama Doğu yine direnir; kapitalizmi içselleştirmez. Devreye yeni kültür ajanları sokulur. Bunların başında ulus-devletler gelir. Ulus-devletler eliyle kültürler yıkıma uğratılmaya çalışılır. Ulus-devlet kaleleri yetmez olunca devreye Truva atları sokulur. Türkiye’de dinin kullanılma potansiyeli açığa çıkarılır ve tamamen faşist olan partiler Truva atı olarak inşa edilir. Bu süreçte ılımlı İslam söylencesi bir kültürel fetih aracı olarak devreye konulur. Faşist partiler cilalanarak bir marka haline getirilir. Markalaştırıldıktan sonra her türlü vurucu güçle donatılır; marka tüm kötülükleri gizlemeye yarar. Markalaştırma özel savaş merkezle rinin eliyle sol yelpazeyi de kapsamına alır. Efsanevi gerilla komutanı Che bile markalaştırılmaya çalışılır. Faşistler Che resimli tişörtler giyer, Küba purosuyla poz verir. Markalaştırma hareketiyle, devrimlerin ve toplumların değerleri özünden boşaltılmak istenir.

Kapitalizm bir markalaştırma hareketi olarak toplumun en kutsal addettiği değerlere el uzatmaktan çekinmez. Din, dil, ulus, ahlak, kadın birer pazar aracı haline getirilerek toplum içten fethedilmeye çalışılır. Özgürlük söylemi kullanılarak en vahşi çürütme siyaseti bile erdemlilik olarak sunulur. Apolitik, duyarsız, renksiz, güvensiz bir dünya yaratılır. Benzeşme olgusu herkesi birlik olmaya yöneltmez aksine farklılıkları yok ettiği için tahammül sınırlarını da ortadan kaldırır ve herkesi herkesin kurdu haline getirir.

 

Kültür Emperyalizminin Yöntem ve Teknikleri

İki büyük dünya savaşından çıkarılan derslerle emperyalizm hem ateşli savaşlarda hem de yaşam karşısında daha incelikli stratejiler üretmiştir. Yerel, etnik, dinsel, mezhepsel görünümlü vesayet savaşları bolca devreye konulurken öte yandan kültürün her alanında ekonomiden siyasete, mutfak kültüründen giyim-kuşama, mimariden resim, müzik ve diğer sanat dallarına her konuda toplumların yaşamına yön verilerek sömürü kolaylaştırılmıştır. Bunun için stratejik konseptler oluşturulup uygulanmıştır. Mc ile başlayan markalar, Hollwood imzalı filmler dönemi “soğuk savaş” stratejileriyle sürdürülmüş ve küresel çapta psikolojik harp uzmanlığı gelişmiştir. “İnsani Yardım”, “Yerel Kültürlere Özgürlük”, “Gerginlik”, “Küçük Sızılar”, “Dolaylı Tutum”, “Genişleyen Sel”, “İstikrarsızlık” vb. adlarla yüzlerce askeri-politik ve sosyal strateji devreye konulmuştur. Her biri farklı yollarla kapitalizm adına zafer elde etmenin kurallarını anlatmakta fakat hepsinde toplum bir av olarak görülmekte ve avcı gibi yaklaşılmaktadır.

Kültür emperyalizmi kendiliğinden bir süreç değildir; kurnazlıkla, hileyle, aldatmayla kurulmuş kapsamlı planlamalarla geliştirilir. Kullanılan yöntemler ise şu şekilde özetlenebilir:

-Medyayı en temel silah olarak kullanmak

-Kendini merkez olarak kabul ettirmek, çevrenin ona

uymasını sağlamak

-Kafa karışıklığı yaratarak toplumu düşünemez ve şaşkın hale getirmek

-Toplumsal ilgileri önemsiz konulara çekmek

-Toplumsallığın dağıtılması, bireyciliğin şahlandırılması

-Spor, edebiyat, sinema, magazin, eğlence ihracı

-Tüketim ve şov toplumunun yaratılması

-Kültür olmayanın kültür olarak sunulması

-Kendisine ait olmayanın kendisine aitmiş gibi benimsetilmesi

-Ürünlerin standartlaştırılması, şirketler ve NGO’lar eliyle bağımlılık yaratılması

-Yerel değerlerin ve farklılıkların marjinalleştirilmesi

-Tek tipleştirmenin “moda” aracılığıyla gizlenmesi

-Uyuşturucu, hırsızlık fuhuş çetelerinin örgütlenmesi

-Herkese sanal bir kimlik verilmesi, sanal özgürlükle

oyalanmanın sağlanması

-Seçim ve analiz olanağının ortadan kaldırılması

-Sanal ihtiyaçların icat edilmesi ve gerçek ihtiyaçların yerini alması

-Ölçülebilen değerler dışında hiçbir değer yargısının tanınmaması, maddi başarının tüm başarıların babası haline getirilmesi.

“Coğrafi keşifler” adı altında geliştirilen vahşi sömürgeciliğe eşlik eden misyoner faaliyetlerinde silahın yanında “özverili” din adamları rol oynamıştı. Zamanla kazandıkları tecrübe sayesinde bu kadar özveriye gerek kalmadan işlerini yürütmeyi başarmışlardır. Özellikle iletişim araçları gelişip yaygınlık kazandıkça kültür emperyalizmi daha etkili hale gelmiştir. Böylece kapitalist modernite tüm insanlığı kuşatan evrensel bir din olma yoluna girmiştir. Nasıl mı? “Cennet anahtarı” yerine herkese küçük bir parça “iktidar” dağıtarak!

Herkesin elindeki küçük iktidar sayesinde de “denetim toplumu” kendi kendini denetleyen bir topluma dönüştürülmüştür. Bu olguya kapitalizmin en büyük başarılarından biri olarak bakılabilir. Son büyük icatları olan sanal sermaye ve sanal toplum olgusu nu geçerli hale getiren internet tekniği sayesinde de yüzlerce yılda yaptıkları tahribattan daha büyüğünü sadece birkaç yıl içinde gerçekleştirmişlerdir.

 

Kültür Emperyalizminin Son Küresel Hamlesi Sanal Kültür

“Dünyayı makineleştirme düzeyimiz kadar ciddi bir olgu, yaşamlarımızda toplumsal olanı teknik olandan ayırt edemeyişimizdir.” M. Bookchin Adorno ve arkadaşları “Kültür Endüstrisi” kavramı üzerine kafa yorarlarken henüz internet icat edilmemişti. “Sanal”, “Simulark” gibi teknikler gelişmemişti. Kültür emperyalizminin bu son icatları “dünyayı bir köye” çevirmiştir. İletişim tekniği olarak evet insanları bir köy içindeki mesafe kadar yakınlaştırmıştır. Fakat toplumsallık adına ilk defa insanlığı bu kadar birbirinden uzaklaştırma becerisini göstermiştir. Bu küresel projenin adı sanal toplumdur. Toplumun yerine “sanal toplum” ikamesi başarılırsa kültür emperyalizmi önünde hiçbir engel kalmaz. Toplum, insanların ortak yaşantısı sonucunda, tüm çeşitliliği içinde, duygu ve düşünce birlikteliğinden doğan bir varoluş formudur. Ortak yaşam olmadan toplum olmaz. İnternet ağlarının bağımlılık derecesinde kullanılması ortak yaşamı geliştirmeye değil dağıtmaya yarıyor. Bu anlamda sosyalleştirici değil asosyalleştiricidir. Toplumsallaşmaya değil bireycileşmeye yol açıyor. Üstelik yeni bir tür bağımlılık yaratıyor, internetsiz yaşam mümkün değilmiş gibi mobil aygıtlar sayesinde her gün, her dakika internette gezintiye çıkılıyor. Uzaklara gidilirken yakınlardan kopuluyor.

Bir zamanlar televizyon için sosyal ilişkileri azalttığı, hatta çeşitli sosyal sapmalara yol açtığı eleştirisi yapılırdı; sanal alan ise sadece sosyal bir sapmaya değil sosyal bitişe götürüyor. Buna rağmen internet ortamı yeni bir tür sosyalleşme aracı olarak tanımlanabiliyor. Oysa adına “sosyal medya” denilmesi bile kendi içinde paradoks taşıyor.

Milyonlarca insanın birbiriyle telefonda konuşması veya internet üzerinden haberleşmesi toplum olmak anlamına gelmez. Ahlaki ilkeler, kültürel yaratımlar, politik kurumlar olmadan da toplumun olabileceği iddia edilebilirse o zaman “sanal toplum” da olabilir. Ama tersi durumda sanal toplum diye bir toplum çeşidinden bahsedilemez.

Kavram üretmek veya kavramlara farklı anlamlar yüklemek ideolojik işlerin başında gelir. “Sanal toplum” kavramlaştırması neoliberalizmin en vurucu silahlarından biri durumundadır. “Ne de olsa sanaldır, karşılığı yoktur” denilip geçilemez; sanal olandan öyle bir karşılık türetilmiştir ki tarihin hiçbir faşizan iktidarı bu derecede etkili bir toplum kırım aracı bulamamıştır. Sermayenin sanalıyla en büyük vurgunlar yapılırken toplumun sanalıyla neler yapılmaz ki?

Finans-kapital ne kadar toplum dışılıktan kaynağını alıyorsa sanallığın bu kadar geliştirilmesi de aynı nedene dayanıyor. Burada sistemin çok çarpıcı bir yönü açığa çıkmakta; toplumun kendisi varken sanalına niye ihtiyaç duyduğu, kapitalizmin toplumdan dışlanma düzeyini göstermektedir. Kapitalizmin dayanacağı gerçek bir toplum olsaydı sanalına ihtiyaç duymazdı. Bir neden budur. Diğeri ise, kapitalizmin “sanal toplum” yaratma yoluyla gerçek toplumu adeta ihtiyaç olmaktan çıkarmaya çalışması, bastırması, dağıtması şeklindeki hedefidir.

Bilinçsiz internet kullanıcısı ve bağımlısı ne kadar çoğalırsa sürüleştirme hareketi o kadar küresel hal alacaktır. Amaçlanan budur. Fakat buradan internet gibi görsel veya yazımsal iletişim araçlarına karşı olduğumuz ve interneti her kullananın sürüleşeceğini iddia ettiğimiz gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Sanallığı gerçek yerine koydurmada internete oynatılan rol, şimdiden en faşizan devlet kurumlaşmalarından daha tehlikeli hale gelmiştir. Küresel düzeyde bir faşizmle karşı karşıyayız. Bunu görmek gerekiyor.

İnternet veya çağın birçok teknik imkânı doğru kullanıldığında toplumun yararına olabilir. Fakat özellikle internet sistemi ve yapısallığı, toplumda yapı bozucu bir rol oynayabilecek kadar hem de hiç farkında olmadan kötü kullanıma açıktır. Bir yönüyle toplumu hayallerle avutur, bir yanıyla da hayalsiz, ütopyasız, ruhsuz bir şekillenmeye iter. Herkese sanal bir kimlik oluşturma ve hatta “durumun nedir?” gibi sorularla sahte bir şekilde kendini değerli hissetme imkânını verdiği için toplumun reflekslerini öldürür. Yaşamını felç eden düzene karşı çıkacağına internette sanal bir yaşam, sanal bir özgürlük kurmak yoluyla tepkilerin den arınır.

Sanal kimlik, olmayan kimlik anlamına gelse de varmış gibi kabul görüyor. Buna sahte kimlik demeyi tercih edenler vardır. İnternet ortamındaki ikincil kimliktir; gerçek olan kimlikle aynılık veya benzerlik taşımak zorunda değildir. Yaş, cinsiyet, sınıf, meslek gibi özelliklerin hiçbiri gerçek olmak zorunda değildir. Bir sistem ancak bu kadar yapay olgu yaratabilir ve ancak bu kadar olgucu olabilir.

Yorum ve yaratıcı gücün maddeye kıstırıldığı; tüm zamanların ana sıkıştırıldığı, hakikatin olay ve olguya indirgendiği iç karartıcı felsefi bir düzleme geçilmiştir. Yorum yok, sürekli olay bombardımanı var. Ne kadar çok olay ve olgu o kadar normalleştirme, o kadar kanıksatma, alıştırma! Bu sayede belleksiz, iradesiz, amaçsız, günübirlik yaşayan bir tipoloji yaratılmıştır.

İnsan arzuları üzerinde korkunç derecede oynanmış, sahtelik-ikiyüzlülük ilk defa bu kadar değer görür olmuştur. Bir yanıyla, gerçek yaşamda hiç elde edemediği kimlik özelliklerini varmış gibi insanlara sunuyor, bir yandan da bu olanak insanları ikiyüzlü hale getirebiliyor. Hatta daha ileri gidildiğinde ikincil dediğimiz sanal kimliğin birincil, yani asal kimliğin yerini tutması, ilkinin tamamen terk edilip ikincinin benimsenmesi mümkün olabiliyor. “Bilinmeyen kimlik” gerçek kimlikten daha cazip hale gelmişse insanın kendinden, gerçeklikten kaçışı normalleşmiş demektir.

Mesele, aslında olmayanın gerçek yerine geçmesi ve daha da vahimi bireyin buna ikna olmasıdır. Sanal olguculuk, Avrupa merkezli pozitivist aklın ulaştığı zirvedir. Olguculuk, hakikatleri maddeye indirgerken yeni sanal olguculuk insanı maddeleştirmiş, robot haline getirmiştir. Ne kadar olgun varsa o kadar insansın! Örneğin ne kadar “takipçin”, ne kadar “beğenenin” varsa o kadar varsın; ne kadar “erişim” imkânın varsa o kadar özgürsün!

Makinalaşma, ruhsuzlaşma, zihnin ve bedenin birbirinden kopması, emeğe ve ürettiklerine yabancılaşma, toplumdan kopma vb insanın yabancılaşmasına dair teorilerin en ilerisi sanal kimlikle oluşuyor. Sahte kimliklerin toplamından yeni bir “toplum” oluşturmayı, faşizmin küresel çaptaki en büyük projesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Tüketim, eğlence, şov artık her şeydir; bunlara da bireysel olarak sanal medya üzerinden ulaşmak mümkündür. Topluma gerek yoktur! Toplumla ilişki kurmadan da yaşanabileceğini sanmak ve buna inanmak insanlığın düştüğü en dip nokta olmaktadır.

 

Zihniyetteki Emperyalizm

İtalyan savcının “yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız” dediği Gramsci hapishanede el yazması üç bin sayfa ve 30 defterle karşılık verdiği gibi insana getirdiği tanımla filozofik tutumunu özetlemiştir. Ona göre “İNSAN ZİHNİYETTİR!”. Günümüzdeki bilgelik tutumu da bu temeldedir.

Sümerlerden beri insanı egemenlik altına almanın en temel yöntemi zihniyet yaratma operasyonları olmuştur. Bir gasp ve tekel sistemi olan kapitalizm, toplumlar üzerindeki hakimiyetini zihniyet ve yaşam tarzı üzerindeki etkisiyle sağlama konusunda uzmanlaşmıştır. Kapitalizm unutturur ve benzeştirir! Beş bin yıllık bir egemenlik sisteminin ve bu birikime dayalı olarak gelişen kapitalizmin zihniyet ve yaşam kalıplarından sıyrılmayı söz düzeyinde ifade etmek kolay olabilir. Fakat sadece son yüz elli yılın sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin -tüm kahramanca direnişlere rağmen- yaşadığı trajediye baktığımızda bile bu işin çok da kolay olmadığı görülmektedir.

Kişiliğimiz, geleneklerimiz, halkımız, bölgemiz, insanlığımız ve evrenimizle tanışmamız, farkında olmamız önünde bin bir türlü tuzaklar ve şaşırtıcı labirentler örülmüştür. Kapitalizmin esas rolünü burada, yani kendimize dair hakikatleri karartmasında, dolayısıyla ürettiği bilgi yapılanmasında aramak gerekir.

Hakikat yitimi toplumun uğradığı en büyük felakettir ve bunun da tarihi devletli uygarlığın ortaya çıkışına kadar uzanır. Bu konu, kölenin nasıl yaratıldığı öyküsüyle-sorusuyla çok çarpıcı tarzda irdelenmiştir. Tüm egemenlik inşasının başında gelen zihniyet çalışması olmadan, sadece zor aygıtlarıyla veya ekonomik koşullarla insan köle haline getirilemezdi. Bu olgu, çağdaş kölelerin yaratılması işinde de geçerlidir. Çağdaş kölenin yaratılması sürecinde kapitalizmin ideolojisi olan liberalizm devreye girer. Bireycilik şahlandırılarak insan toplumsallıktan koparılır. Toplumsallıktan kopan insan güçsüzdür. Artık üzerinde her türlü operasyon yapılabilir. Tarihi, kültürü, kimliği, kişiliği tezgâhta yaratılır. Bu tezgâhların en büyüğü ulus-devlettir.

Hiçbir sistem ulus-devlet kadar kitlesel halde köle-sürü yaratma gücünde olmamıştır. Liberalizm ve onun en vurucu silahı olan ulus-devlet toplumdaki tüm farklılıkları tek potada eritme gücünü gösterirken moda adı altında bolca farklılık yaratma oyunuyla da kendini gizleyebilmiştir. Toplumun demir kafese alınması ile ilk kölelerin yaratılması süreci arasında nicelik dışında fark yoktur.

Toplum kocaman bir açık hava hapishanesine alınmış ve faşizmin tezgâhında şekillendirilmeye başlanmıştır. Total Kurumlar olarak adlandırılan hiyerarşi tezgâhların yanına bir de balla kaplanmış zehir oyunlarını da eklediğimizde toplum üzerinde her türlü denetim sağlanmış olur. Özellikle popüler kültür alanında sağlanan gelişmeyle birlikte geçmişin tanrı-krallarından daha tehlikeli bir egemenlik kültürü inşa edilmiştir. Geçmişin korku salan kralı bugün bisikletiyle insanların arasında gezip sempati toplayan başkana-başbakana dönüşmüştür. Ona da gerek kalmamış, devletler şirketleşmiş-şirketler devletleşmiş; iktidar ise tüm topluma yayılmıştır.

Liberalizmin ideolojik versiyonları olan bilimcilik, dincilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilik sayesinde toplumda modernizm bataklığına batmamış birey bırakılmamıştır.

Kendini, kimliğini, ahlakını unutan toplum köleleştirilir, kolay yönetilir. Anlam, zihniyet, etik-estetik yitimi kapitalizmin unutturma ve benzeştirme faaliyetinin vardığı düzeyi anlatmaya yetmektedir.

Neolitiğin anlam dolu şiirsel yaşamından, tüm doğayı kendisi gibi canlı düşünen zihniyetinden, toplumsal ahlakının konuşturduğu estetiğinden umutsuzca, kölece, çirkince yaşama geçişin öyküsü bilinmeden hiçbir bilmeden bahsedilemez. İşte kapitalizmin yaptığı şey tüm bu bilmeleri birer bilinmezliğe götürme, şaşırtma ve kendi hakikatini tek hakikat olarak sunma ve kabul ettirmedir. Bu konuda Avrupa bilimciliğinin oynadığı rol başat durumdadır. Bilgiyle oynanırken tarihle, toplumla, insanla ve doğayla oynanmıştır. Bilgi parçalanırken tüm evren parçalanmış ve evrenin temel karakteri olan “farklılıkların birliği” yerini koyu bir tekçiliğe bırakmıştır.

Ulus-devletlerin fiziksel, zihinsel, kültürel tektipleştirici soykırımlarına karşı verilebilecek en anlamlı yanıt ise toplumun tüm farklılıklarını birlik içinde yaşatabileceği devletsiz bir toplumsal savunma ve özgürlük sistemidir.

Tarihi, kültürü, ekonomisi elinden alınan, ahlaki ve politik iradeden yoksun kılınan halklar gerçekliğine karşı direnişlerin sonuç alıcılığı devlet ve iktidar alanına uzak durulduğu ölçüde mümkündür.

Bozuntuya uğramış kültürel zeminin toplumda ve insanda yarattığı erozyondan kurtulmak bir yana bunun farkına varmak bile dervişane bir yoğunlaşmayı gerektirmektedir. Gramsci’nin devrim anlayışının kültür üzerinde yoğunlaşması yaşanan yabancılaşmayı derinliğine fark etmesinden kaynaklanmıştır. Bozuntuya uğramış kültür ortamında yeni insanlar çıkmaz; bu ancak ondan kopuşla gerçekleşebilir.

Egemenlik sisteminin şekillendirdiği kültür ortamından devrimsel kopuş haricinde özgür kişilikler çıkmaz. Kırk kez zemzem suyuyla yıkansa bile egemenlik sistemi çok incelikli halde kendini sürdürür. Tek çare toplumsal kültür zemininde kendini yeniden ve adeta küllerinden yaratırcasına var etmektir. Bu anlamda kültüre “öze dönüş hareketi” denilmesi anlamlıdır.

Öz kültür mutlaka yaşamımızı değiştiren kültürdür. Yaşam biçimi haline gelmeyen ve pratikleşmeyen tüm teoriler gibi yaşam biçimi haline gelmeyen bir kültür de faydasızdır, hatta buna kültür demek bile mümkün değildir.

Toplumsal kültürle buluşmak bireysel zaafların, ailenin, aşiretin, dar ilişkilerin, çevrenin, memleketin hatta ülkenin sınırlandırıcı karakterini aşmakla mümkündür. Bazen toplumun birer unsuru olan bu formların içinde-sınırlarında yaşamakla “toplumsallaşma” birbirine karıştırılır. Bu durum düşüncedeki geriliği, özellikle de zaman ve mekân algısının gelişkin olmadığını gösterir. Demokratik ulus çağında toplumsallaşmanın kapsamı geçmişin dar sınırlarıyla ele alınamaz. Hele ki evrensel karakter hiç kazanılamaz. Büyük insanlık ailesiyle bu şekilde buluşulamaz. Dar sınırların aşılması kültür emperyalizmine karşı durmanın ve kültürel dönüşümün ana konusudur.

İçe kapanmayı esas alan ya da diğer kültürlerle bir arada yaşamayı sadece “hoşgörü” düzeyine indirgeyen yaklaşımlar aslında en tutucu göründükleri anda bile liberalizmin bir tek fiskesiyle yıkılıp gidecek kadar zayıf kalmaya mahkûmdurlar. Çünkü insanlığın ortak kültüründen ve diğer halkların kültürleriyle paylaşım ve etkileşim içinde olmaktan kendilerini koparmışlardır. Bu yüzden de dar, zayıf ve güçsüzdürler. Hatta milliyetçiliğe oldukça açık bir zemin sunarak egemenlik sistemleriyle bütünleşirler. “Kültür fetişine saygı göstermek, kültürlerin içinde özgürleşme ve değişim için bir potansiyel bulmaya çalışmak yerine onları insanlık müzesinde saygın bir yere koymayı istemek demektir. Birilerinin sapkın kültür tanımına hizmet etmek için homofobiyi ve cinsiyetçiliği, sınıf zulmünü ve ırkçılığı kabul etmemiz gerekir.”[5]Ayrıca tarihte birçok örneğinde görüldüğü gibi, kültür konusuna dar sınırlar çizmek, baskıcı siyasal rejim oluşturmanın bir aracı olarak da kullanılmıştır.

Bu süreci tersinden okuyup özgürlüğü “hiçbir yere ait olmamak” şeklinde ele alan sahte evrenselci yaklaşıma karşın özün, orijinin, yerelin, tikelin evrenselle bağı kurulduğunda sorunun cevabı bulunmuş demektir. Dar sınırlarda kalmakla sağlanamadığı gibi kendi toplumsallığını inkâr ederek de evrenselleşme sağlanamaz. Kültür emperyalizminin kültürleri nasıl yok ettiğinin farkında olmayan birçok toplum kültürel olarak tarih sahnesinden silinmiş, bu da özellikle kültürün en temel öğesi olan dil yitimiyle gerçekleşmiştir.

 

Kültür Mezarlığı

Maddi olarak kendilerini zenginleştiren tekel güçleri bunu, dünyayı manevi olarak yoksullaştırma pahasına yapmış, özellikle kültürlerin ve dillerin ölümünü planlı tarzda gerçekleştirmişlerdir. Şimdi dünyanın en büyük mezarlığı olarak “ölü diller” olarak adlandırılan bir kültür mezarlığı oluşmuştur.

Dil konusu sadece yok olma tehlikesi yaşayan diller açısından değil toplumsal kültürü yansıtıp yansıtmaması açısından da tartışma konusudur. Bu anlamda dilin iktidarcı niteliklerden arındırılması ve anadilin bununla birlikte aynı önemde ele alınması kültürel çalışmaların başında gelmektedir.

İngiliz yazar John Ruskin’in sözleriyle ifade edersek: “Bir aydın dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki anadilini gerçekten bilsin. Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asıl olanları âdilerinden ayırsın. Karanlık kelimeler vardır, arılar gibi vızıldayan kelimeler. Taşıdıkları hiçbir düşünce yoktur, kimse tarafından anlaşılmazlar. Ama yine de herkesin ağzındadırlar. Onlar için yaşanır, onlar için ölünür: Hayalimizin rengine bürünürler. Göremeyiz onları, pusudadırlar. Ve bir atılışta parçalar bizi. Dilimizin her kelimesi başka bir dilden gelmiştir. Nice ülkeler dolaşmıştır bize gelinceye kadar… Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanemizde. Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.”

Dil bizzat dilin sahibi tarafından ihanete uğramışken hakikatin dili olamaz. Hakikati ifade etmeyen bir dil hangi ulusun dili olursa olsun tuzaklarla doludur. Dildeki tuzaklar kültürün temeline konulmuş dinamit gibidir. Onun üzerine inşa edilecek her yapı tehlikededir.

Yabancılaşmanın vardığı düzey karşısında dil başta olmak üzere kültürün her boyutunda kendiliğindenliği aşan, olağanüstü bir çaba ve çalışma gerekmektedir. Sanat alanındaki yansımalar ve bu konudaki eleştirilere bakılırsa yabancılaşmanın ne denli incelikli tarzda nüfuz ettiği daha iyi görülür.

 

Yaşam ve Sanattaki Emperyalizm

Modernizm kavramı ortaya atıldığından beri tüm kültür-sanat alanındaki beğeni ölçüleri, kabul ve redler buna göre geliştirilmiştir. Merkezinde bireyin olduğu bu ölçüler o derecede çarpık hal aldı ki kadın bedenini santimetrelerle ölçmeye dek vardırdı.

Maddi ölçümler esas alınınca kır yaşamının yıkımı pahasına kentlerin devasa boyutlarda büyümesi sorun yapılmamıştır. Doğa kırımına yol açan nükleer teknoloji ve hidroelektrik santrallere dayalı barajlar olağan ve zaruriymiş gibi gösterilmiştir. Kültür emperyalizmi kendini mimariye de yansıtmış ve yerel mimari değerler öldürülmüştür.

Öz-biçim, işlevsellik-biçimsellik ya da tarihsellik-sanatsallık tartışmaları karmaşıklaşan kent yaşamında mimarinin çoktan aştığı sorular olmuş; mimari anlayış lüks ve rahat yaşama endekslenen endüstriyalizme ve kâr amacına bağlı hale getirilmiştir. Mimaride hâkim anlayış artık ne geçmişe özenen nostaljik ya da sanatsal kaygılar ne ekolojik kaygılar ne fikirler ne de hayallerdir. Varsa yoksa ranta düşkünlük ve ondan nemalanmaktır.

Egemenlik yarışlarında ölmüştür mimari. Heybetli devasa binalar-salonlar karşısında minicik kalan insanlar! Mimaride olduğu gibi tüm sanat alanlarında maddi ölçümlere dayalı “sanat eserleri” yüceltilmiş insanlar böcekleştirilmiştir!

Sanatta kesinlikli ölçülere, kurallara tepki olarak ortaya çıkan akımlar bile bireyciliği derinleştirmekten başka sonuç vermemiştir. Bahsini ettiğimiz bu dünyanın “tuvaleti” bile sanat eseri olarak üne kavuşturulmuştur!

20.Yüzyılın başlarında Avrupa ve Kuzey Amerika’nın en önemli sanatçısı bireysel anarşist olarak anılan ve “anti sanat” sayılan “eserler” yapan Marcel Duchamp’tır. İnsan ürünü herhangi bir hazır eşyaya imzasını atıyor ve sanat dünyasında sansasyon yaratıyor. “Çeşme” adını verdiği baş aşağı duran bir pisuar en meşhur sanat eserleri arasına giriyordu.

Güya burjuva olanın “iğrençliğini” ortaya koyma adına, kalıpçılığa, kuralcılığa karşı geliyor ama pop kültürün gelişim sürecini de başlatmış oluyordu. Dadaizmin 1922 yılından sonra etkisini yitirdiği iddia ediliyor ama günümüzün pop ve tüketim kültüründe yeniden üretildiği ve bir hayli rağbet gördüğü görülüyor. Hatta daha absürd hale gelmiş bulunuyor: İnsanın iç organları, bağırsakları, cinsel organları sanat eseri diye sunulabiliyor. Pop’un vardığı düzey tam da Dadaizmin karşı çıktığı düzey oluyor! Katkısını inkâr edemeyiz.

Toplumsal zeminden kopuk, onun anlam dünyasına hitap etmeyen bir kültür ve sanat anlayışının dil, din, yeme-içme, giyim-kuşam, mimari vb. yaşam alanlarında bir karşılığının olamayacağı açıktır. Bireysel ve toplumsal yaşamı birbirinden kopardıktan sonra ya tamamen toplumsalın boğucu baskısı ya da bireyse lin çılgınlık derecesine varan çıkışı ile karşılaşılır. O halde optimal dengeyi yakalamak toplum ve bireyin yaşamını gerçek anlamına kavuşturabilir.

Sanat elbette bireysel yetenek ister, kendine has üslup, tarz ve özgüven ister. Fakat tarih ve toplumdan kopuk bir bireysellik popüler veya endüstriyel kültürden öteye geçmez. Bireycilik toplumsal değerlerin içini kemiren kurtçuktur. Çoğu zaman ne yaptığını bile bilmez. Çark dönüyorsa ona göre her şey yolundadır. Tüketim kültürünün çarkları arasında olduğu halde kendisiyle gurur duyan, kanatlandığını sanıp şan-şöhret aptalı haline gelmiş kibir abidesi bir tipolojinin sanatından bahsedilemez. Kültürel emperyalizm de bunu yapıyor. İşte o filmlerde, sinemada hep aynı şey var. Ben ajan sinema diyorum. Bireyi komünaliteye, toplumculuğa düşman hale getirme durumu var. Kültürel imha en az askeri gladio kadar tehlikelidir.”[6]

Bayağı örnekler o kadar çoğalmış durumdadır ki neredeyse faşizmden daha tehlikeli sonuçlara yol açan bir sanat-çılık düzeyi ortaya çıkmıştır. Daha da ötesi iyi ve kötü, yanlış ve doğru, güzel ve çirkin iç içe geçmiş, muğlak bir ruh, fikir ve sanat dünyası oluşmuştur.

Kültür emperyalizmi karşısında tek çare kapitalist modernitenin zihniyet ve yaşam kalıplarından kurtulmaktır. Buna “kültürel kopuş” demek mümkündür, ayrışmak da denilebilir.

Kültür emperyalizminin kullanım malzemesi olmaktan öteye gitmeyen sanat-çılık karşısında toplumların direngen ve yenilmek bilmeyen kültür ve sanatı, öze dönüş sayesinde farkını yaratabilmekte, toplumsallıkla bağı oranında hakikati açığa çıkaran bir rol oynamakta ve insanlığı aydınlatmaktadır.

Kültür emperyalizmi ileri düzeyde küresel bir hal almışken buna karşı büyük insanlığın siyasal hedefinde küresel demokrasi örgütlenmesi, kültürel hedefinde de evrensel kültür kurumlaşmalarının olması gerekir. Bunun için kültürün anayurdunda başkaldıran kültür gerekli cesareti ve umudu vermektedir.

[1] Antonio Gramsci, aktaran Edward Said, Kış Ruhu, Metis Yayınları, 2000.
[2] Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, Hil Yayınları, 1998.
[3] Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar.
[4] Sovyet Bilimler Akademisi, Uluslararası İlişkiler Tarihi, May Yayınları, 1979.
[5] Vijay Prashad
[6] Ali Fırat, Ada Görüşmesi, 2014.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.