Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürdistan Örneğinde Göçün Panzehiri

Hüseyin Sürensoy

İnsanlık tarihi bir anlamıyla göç ve göçler tarihidir. Göçün her ne kadar çok çeşitli ve farklı nedenleri olsa da insan toplumuna yaşattığı ve yaşatılan anlamsızlık duygusuyla yabancılaşmanın ilk adımıdır. Göçün kategorik aşamaları bulunmaktadır. İnsan tekinin büyük kitleler halinde Afrika’dan çıkışı ve dünya gezegenine dağılışı en büyük göç hareketi olduğuna şüphe yoktur. Doğal yaşam koşullarının daraldığı sürecin bir ürünü olmuştur. Ağırlıklı olarak fiziki bir göç olmakla birlikte dünyanın diğer bilemediği kıtalarına doğru başladığı bu göç hareketi beraberinde kültürel öğeler de taşır. Tek merkezli olan bu dağılım çoklu merkez ve alanlara doğru yayılışı insan evladının göçle beraber bilinmezliğe de yelken açtığı bir gerçektir.

Bu uzun fiziki ve kültürel göçün dünya zamanı ile yaklaşık iki milyon yıl sürdüğü tahmin ediliyor. Ara durakları, kesintileri olmakla birlikte göç devam etmişti. Ortadoğu coğrafyasına varış süresi bu zaman diliminin sonu; ama yeni bir başlangıcın da ilk adımı olmuştu. Bu sürecin en temel özelliği ise biyolojik evrimden çok kültürel yaratımların ve çoğalarak evrimleşen sürecin çeşitlilik kazanması olmuştur. Verimli Hilal’den de Avrupa’ya dönük bir ve birçok göç hareketi olmuştur. Burada ağırlık kazanan ve daha belirgin bir tonla görünen göçün fiziksel göçten çok kültürel göçün olmasıdır. İlk göç ile tüm dünya gezegenlerinde bir göç karakteri yaratmış oldu. Tarihin başlangıcından günümüze kadar süreklileşen ve kesinlik kazanan bu tarihsel göçler beraberinde çok büyük toplumsal sorunların da kaynağı oldu.

İnsan toplumunun bu dinamik hareketliliği kendi içinde de çok çeşitli, farklı ve bir o kadar da karmaşıklıklar yaratmıştır. Sorunu sadece insan topluluklarının bir yerden başka yere gitmesiyle sınırlı değil, çok daha karmaşık ve boyutludur. Göçü sade bir mekânsal değişim biçiminde ele alamayız, etki boyutları çok daha derinliklidir. Göçün kültürel bir alışkanlığa dönüşmesi insan toplumu üzerinde büyük sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik etkiler yaratır. Özellikle ulus-devlet oluşumuyla başlayan bu göç ve göçerme stratejisi toplumlarda büyük travmalar yaratmıştır. Biyolojik/fiziksel yaşam koşullarının sürdürülmesi için gerçekleşen ve doğasal bir zorunluluk taşıyan göçlerde bu travmanın etkileri çok az görülmektedir. Asıl psikolojik travmanın yaşandığı süreç/süreçler zoraki göçlerdir.

 

Direnişlere Bir Cevap Olarak Göçertme

Ulus-devletler çağı savaşlar çağıdır. Devlet(ler)in birbirlerine olduğu kadar toplum/toplumlara karşı savaştır. Ulus devletler homojen bir yapı taşır. Savaş sürgün, göç ve yıkım demektir. Toplumu, etnisite ve farklı inanç gruplarını savaşla terbiye etme -fiziki yok oluş- bu da olmazsa göçertme stratejisiyle farklı bir forma geçer. Açlığın, yoksulluğun ve sefaletin yarattığı göç ile devlet olgusunun tahakküm gücüne dayanarak yaptığı göç aynı anlam değeri içermez. Sömürgeleştirme stratejisi sonucu gerçekleştirdiği göç ettirme politikasıyla egemenliğini tümden göstermek ister. Göçertilme politikasıyla egemenliğini tümden göstermek ister. Göçertilme politikası sömürgeleştirme stratejisinin başarısızlığının doğurduğu sonuçtur.

Bu strateji dünyanın neredeyse tüm bölgelerinde sürdürülmüş ve halen sürdürülmekte ısrar edilmektedir. Göçe zorlama, bunu belli bir oranda başarma, o toplum kesimini varoluşundan koparmadır. Burada esas alınan ve amaçlanan hedef toplumun bir kesimini tarihinden, kültüründen ve doğal yaşam habitatından koparmaktır. Sömürge politikasındaki başarısızlık iç göçü ya da iç sürgünleri devreye koyma sürecidir. Devletin temel işlevi sınırları belli olan toprak parçası içerisinde yaşar tüm vatandaşlarının toplumsal talep ve haklarını korumak, geliştirmek ve savunmaktır. Eğer ulus-devlet bu stratejiyi tersten uygulamaya başlarsa sonuçları ağır olacak bir sürecin önünü açar. John Locke, “Eğer devlet vatandaşlarının haklarını korumazsa, geriye uygun tek bir cevap kalıyor. Devrim!” derken bir tarihi gerçeğe vurgu yapıyordu. Göç ve göçertme politikası toplumun belli kesimlerinin devlete karşı direnişe geçmesinin ortaya çıkardığı sonuçtur. Bu sonucu doğuran çeşitli etkenler var.

Ulus-devletin ideolojisi ayrımcılığı benimser. Bir kimliği, bir başka kimliğe, bir inancı bir başka inanca karşı vb. üstün kılarak varlığını bu çatışma zemini üzerinden sürdürür. Üst kimlik yaratarak bunun dışında olan tüm kimlikleri ise alt grup kimliği sayar. Bunu kabul etmeyen yapılara karşı “zor aygıtları” kadar diğer sosyo-kültürel aygıtları bir yöntem olarak devreye koyar. Ulus-devlet ideolojisi sanayi devrimine kadar dinsel boyutluydu. Sanayi devrimiyle birlikte motivasyon değişince aygıtlar da değişti. Dinsel ideoloji artık kapitalizmin sermaye piyasasına uyum sağlayamıyordu. Bunun yerine homojen toplumun duygusunu okşayan milliyetçilik ideolojisi konuldu. Milliyetçilik sadece milletini, vatanını sevmek değildi aynı zamanda diğer milletlerden, kimliklerden daha büyük ve güçlüydü. Bu da yetmiyordu! Diğer etnik yapıların da bunu benimsemesi, kabullenmesi gerekiyordu. Temel strateji oluşturulmuştu: Ya tam bir biat ya da tam bir fiziki yok oluş. Eğer bunlarda başarı sağlamazsa yabancılaşma, asimilasyon, iç göç ve sürgünlerle kendi stratejisini tamamlama amacı taşıyordu. Öyle ki artık ırkçılığa varan milliyetçilik büyük toplumsal yıkımlar, yok oluşlar ve göç ettirmeler yaşanıyordu.

Özellikle 20. yüzyıl, milliyetçiliğin ırkçılığa doğru büyük ivme kazandığı yüzyıl olmuştu. Önce ulus-devlet savaşları ve sonra da canavarın bağırsaklarını yemesi gibi içe dönük etnik ve inanç temelli kıyımlar. Buna karşı duruş sergileyen etnik yapılar/inançlar kendi devrimci çıkışlarını başlatmaya ve toplumu devlete karşı örgütlü direnişe kaldırınca büyük felaketler çağı başlamış oluyordu. Devletin yaklaşımı ise pratik çözümdü; bastırma, sindirme, eğer bu sonuç almazsa iç göç ve sürgünlere tabi tutarak devrimci direnişi bastırmak. Göç olgusu ulus-devletin negatif anlamda bir temel özelliğidir. Dünya-sisteminin de gelmiş olduğu boyutunu da göstergesidir…

Göçe tabi tutulan etnisite içte eritilmeye (asimile etmeye) tabi tutulur. Devrimci hareketle bağını kestirmeye ve yalnızlaştırmaya çalışarak bir anlamda devrimi boğmaya çalışır. Köklerinden kopartılan halk kesimi içeride “ehlileştirme ve evcilleştirme” politikasıyla sonuca gitmeye ve üst kimliğin içinde milliyetçi bir damarı egemen kılmaya çalışır. Güç yoğunluğunu buraya angaje eder. Özellikle 20. yüzyılda ve Birinci Paylaşım Savaşı sonrası ezilen toplum kesimlerinin ulusal kurtuluş savaşları ile tarih sahnesine çıkan uluslara karşı devletin stratejisi imha ve inkar politikasıydı. Ulus-devletin milliyetçi ideolojisi bunu dayatıyordu. Ulus-devlete biat etmeyen tüm ulusların (ezilen uluslar) direnişe kalkma değil, köle olma hakkı ve görevi vardı. Diğer tüm yollar kapatılmıştı. Bugün dünya genelinde yaşanan etnik temelli sorunların kaynağında sömürge yapılarına karşı direniş içinde olan halk kesimlerinin mücadelesi yatmaktadır. Sömürgecilerin temel stratejisi çok açıktır; direnişi ezmek. Ulus-devletin homojenliğe -onlara göre- “helal” getirmek isteyenlere karşı devletin baskıcı gücü onun demir eldivenli elini gösteriyordu. Fiziki imhanın yanında yaşadığı coğrafya da çıkarma, onu göçe zorlama, göçertme, yabancılaştırma vs. en bildik yöntemlerdir. Bunu yaparken dayandığı ideolojik saikler var. Ulus-devletin “tek”liği üzerine bina eder. Devletin temel karakteri şudur: Kendine karşı direnen her toplum kesimini yapabilirse fiziki bir imha bunu başaramazsa iç sürgünler, iç göçlerle süreci tamamlamak ister. Bunu milliyetçi ideoloji ve ırkçılık hastalığına vardıracak derecede tırmandırır. Özellikle 40-50 yıldır süren bu çatışmalı sürecin ortaya çıkardığı ağır sonuçlar ortadadır.

Bilindiği gibi ırkçılık Avrupa merkezli ulus-devlet rejimlerinin besmelesi olan, “bilimciliğin” bir zihinsel tasavvuru, ürünü olmuştur. Yaşadığımız gezegende tüm ulus-devletler bu ürünün müşterileri oldular. Sömürge yapılar bunu çok iyi pazarladılar ve ihraç ettiler. Bu da bir ezme biçimiydi, 1938’de ve daha öncesinde yaşananları bundan bağımsız ele alamayız. “Bir Türk dünyaya bedeldir” sloganı devletin resmi ideolojisini gösteriyordu. İmparatorluk çağında uluslar, inançlar ulus-devlete nazaran daha özgürlerdi. Merkezi yapıya bağlılığı vergi ve asker vermekle yükümlüydü. Mirlik, beylik vb. statüleri vardı. Bu statü ulus-devlet inşasıyla bozuldu. Bilindiği üzere Türkiye tarihi boyunca Kürdistan üzerinde hak iddia eder. Buna karşı Kürdistan tarihi hem Osmanlı İmparatorluğuna hem de Türk-ulus devletine karşı isyanlar sürecidir. Bu isyan son 40-50 yıldır da devam etmektedir. Kürtler sömürgeci dış otoriteye bağlı olmamak için isyanlar sürecine başlamıştı. İsyanın amacı çok açıktır! Sömürgeci otoriteye boyun eğmeyen Kürt halkının sömürüyü reddeden, direnişe geçen isyancı yapısıdır. Buradaki isyanın temel karakteri, isyanın belli şart ve koşul altında da olsa kişisel bir isyandan çok toplumsal karakter taşımasıdır. Kölece ve kölelik halinde yaşamamak için direnişe geçmişlerdir. Onların tabiriyle “bu son isyan” da bastırılacaktır. Öyle ki artık isyan ve isyanı ezme bir kültürel karakter kazandı. Tabi bunun içsel ve dışsal nedenleri bulunmaktadır. Türk milliyetçiliği zamanla ırkçılığa da varan sapmalar içine girdi. Ona göre Kürdistan denen bir coğrafya yoktur. Kürtler “dağlı Türklerindir” politikasını benimsemişlerdir. Aynı zihniyet bir çizgi halinde devam etmektedir.

Türkiye özgülünde milliyetçi ve ırkçı söylemlere eğilecek olursak şöyle bir sürecin yaşandığı görülür: Türkiye’de ırkçılık ağırlıklı olarak Osmanlı İmparatorluğunun dağılmaya başladığı süreçlere denk gelir. Burada etnik bazlı hiyerarşiye bağlı olarak yaklaşan Türk devletinin akademik ve bilim çevreleriyle bunun devamı niteliğinde olan ve Kürt özgürlük hareketi ile girilen çetin savaşın 1990 ile günümüze kadar süreklileşen ikinci dönemi bulunmaktadır.

Birinci kategoride yer alanlar genelde devletin fideliğinde beslenen, büyüyen ve Avrupa pozitivist bilimciliğiyle şerbetlenen aydın, sosyolog, antropolog, akademisyenler ve bunların bir kısmının devlet eliyle desteklenen dergi, mecmua vb. yayın organlarının kafatasçı (ırkçı) yaklaşımları var. Bunlar Türkiye’de “ırk” temelli kavramı fiziksel/biyolojik amaçlı olarak Türk sosyo-kültürüne sokan ırkçı beyinlerdir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sürecinde ülkedeki Yahudilere/Ermenilere (1915) uygulanan soykırımla bunun startını vermiş oluyorlardı.

Bu ırkçı anlayışın ikinci versiyonu geç cumhuriyet döneminin yüzüncü yılına doğru ve özellikle 1990’lar savaş sürecinin yoğunluk kazandığı dönemin zihinsel aklıdır. Bu akıl Kürt halkını cumhuriyetle demokratik ve özerk temelde buluşturmak yerine özgürlük talebine kurşunla cevap veren bir şiddet dalgasıyla cevap verdi. Bu dönemin aydın aklı ile ırkçı atalarının keskin kavramlarını kullanmaktan çok daha çok yumuşatılmış, liberalize edilmiş kavramlara sığınmayı tercih ediyorlardı. Yaşamın her alanına biyolojik kavramlardan (ırkçılık vb.) çok bunu çağrıştıran, toplumun zihin dünyasını şoven dalgayla zehirleyen bir diskur kullanmaya başladılar. Hem toplumsal yaşamda hem de devletin resmi kurumlarında ve basın-yayın kollarında bu yoğun bir şekilde işleniyordu. Burada esas alınan ırkçı bazı söylemden çok hem inanca belli bir vurgu yapılırken, beraberinde etnik yapıyı da kullanmayı ihmal etmiyorlardı. Yani şöyle benzetmeye gidilebilir: Sünni Müslüman ve Türk olmayan tüm kesimlere karşı bir resmi ideolojik diskur kullanılıyordu. Klasik ve klişe haline gelen, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” yaklaşımı yaşamın tüm alanlarına sızdırılmıştı. Bu tanımın dışında kalanlar her türlü dışlamaya, horlanmaya, aşağılanma ve daha pek çok anti-demokratik yaptırımla karşı karşıya kalıyorlardı.

Neden bu ideoloji halen kapsam alanını genişleterek ve büyüterek devam etmektedir? Bunun cevabı Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde gizlidir. Kuruluş süreci, “demokratik ulus” felsefesini esas almaya çalışan bir karakteri vardı. 1924’e kadar belli düzeylerde inkar ve imha yoktu. 1924 Anayasası bu ortak yaşam felsefesini dinamitleyen bir ırkçı anayasaydı. Etnisite ve inançları tümden yok sayan bir rejim inşasıyla perçinlenen nitelikteydi. Direnen güçler Kürt halkıydı. Türklere karşı isyanlar sürecinin fitili ateşlenmiştir. Yapabilirse fiziki imha değilse göçertme ve başkalaşıma uğratma veya Türkleştirme stratejisi benimsenmişti. Ta o zamanlarda batıya göç ettirme politikası devreye konulmuştu. Kürdistan Kürtlerin ve orada yaşayan diğer etnisite ve inançların değil Türklerindir! Buna karşı uzun bir sessizlik dönemi sonrası ve 1970’lerin başında ortaya çıkan PKK hareketinin ilk tespiti, “Kürdistan sömürgedir” tezi işleniyordu.

Türk devlet ideolojisi kuruluş felsefesinin başlangıç ilkelerine en hassas bağlılığı sergilemekten geri kalmadı. Türk ulus-devletinin bir Fransız versiyonu olduğunu biliyoruz. Devlet inşasını da Bismarck’a göre değil de Napolyon’a göre inşa etti. İktidar inşası katı ve homojendi. Her şey buna göre oluşturulup dizayn edildi. Batıya göç ettirilen Kürtler büyük yaşam zorlukları yanında bilmedikleri bir dil, kültür ve coğrafya da yaşamaya mecbur bırakıldılar. Bu bir toplumsal travmaydı. Etkileri ise halen devam ediyor. Kültürel ve dilsel asimilasyon fiziki kırımdan çok daha ağır bir sosyo-kültürel travma karakteri taşıyordu.

 

Soykırıma Karşı Fiziki ve Zihinsel Mücadele

Türk sömürgeciliğinin başat karakteri olan pragmatizminin kökeninde ezilen, sömürgeleştirilen ya da sömürgeleştirmek istediği kesimlerin toplumsal kontrol ve denetimi çok boyutlu, sistemli bir şekilde işgal altında tutulmaktadır. Devlet böylece kendi siyasal, ekonomik ve kültürel diktatörlüğünü egemen kılar. Fakat buradaki siyasal egemenlik gücünün en önemli ayağı kültürel boyuttur. Sömürgeleştirilen toplumun kendini nasıl algıladığından çok nasıl algılanacağını telkin eder. Tüm dünyayla evereni nasıl algılayacağının “ideolojik aygıtlarla” benimsetmeye çalışır. Ezilen toplumun zihinsel dünyasıyla oynar. Onu ele geçirir. Sömürü zaten böyle başlar. Kültürel asimilasyon böyle başlar. Kendisi olmaktan çıkma, üst kimliğe benzeşme travmanın psikolojik boyutudur. Frantz Fanon’un tabiriyle söylersek, “Siyah Avrupalı beyaz maske üzerine siyah bir deri” olarak görünmesine benzer. Sömürgeleşen kadar sömürge olanın göç durumu da sömürgeci kimliği taklit etmeye ve onun gibi olmaya, ona benzemeye çalıştığını görüyoruz. Özne olmaktan çıkar ve nesneye dönüşür. A. Öcalan’ın çözümlediği gibi “Kölelik zihinde başlar” değerlendirmesi Kürtler için çok daha geçerli gibi görünüyor.

Türk ulus devletine karşı bir özgürlük çıkışı yapan PKK hareketi kesintisiz yarım asırlık mücadelesiyle Kürdistan toplumunda ve diğer merkezi coğrafyalarda büyük dönüşümlere yol açmıştır. Özellikle Kürt halkına kazandırdığı özgüven kadar sisteme karşı mücadele etme, sistemin dışına çıkma, araçlarını yaratma, direnişle zafere gitme motivasyonunu, bilincini kazandırmada büyük bir kültür oluşturdu. “Ehlileştirme ve evcilleştirmeye karşı çık ve direnişle varlığını koru” stratejisini kültür haline getirdi.

Yahudi halkı için denilir ki bir “diaspora” halkıdır. Kısmi anlamda doğrudur. Ama bu tanım en çok Kürt halkı için geçerlidir. Tarihin Mezopotamya’dan başlamasından sonra ve günümüze kadar bu diasporalık durum Kürtler için kendi gölgesi gibi devam etmektedir. Kürtlerin salt kendi ülke merkezleri dışına dağılan/dağıtılan bir halk değil, kendi yaşam mekanı içinde de iç sürgün yaşamış, coğrafyasında diasporalaşmış bir halk konumunda olmuştur. Bir parçadan diğer parçaya geçen Kürtler diasporalık sayılmışlardır. Dört parçaya bölünmüşlüğün ortaya çıkardığı siyasal, kültürel ve ekonomik sonuçtu.

Ulus-devletlerin bu konuya dair temel stratejileri çok açıktır. Kendisi için risk gördüğü toplumsal gruplara karşı her türlü yöntemi mübah sayar. Önce inkar et ve sonra fiziki kırıma başla! Bunun sayısız örnekleri var. Bu konuya dair en çarpıcı değerlendirmeyi Marc Nichanian yapar. Söyle der: “İnkar olmadan soykırım olmaz. Daha da fazlası, inkar soykırımın özüdür…” Bu her şeyi ele veriyor. Fiziki kırım ve sonrası göçertme planıyla soykırım tamamlanmak istenir. Türklerin Birinci Dünya Savaşı sonrası ve yeni ulus-devlet cumhuriyetinin kuruluşu sonrası benzer bir süreç işler. Özellikle 1925 ve sonrası devlet paradigmasının kırıldığı ırkçılığa varan milliyetçiliğin doğurduğu sonuçlar insan hafızasına sığmaz niteliktedir. Bu tarihten sonra hatta daha öncesi 1919-1921 arası ve 1938’e kadar ki süreç ıslah etme planlarıyla yürütülmüştür. Bundan sonrası Kürtleri batıya göçerme ve Türkleştirme planlarına hız vermiştir.

Türk ulus-devleti kendi tarihini yazarken sahte ve çarpıtılmış bir tarih anlayışı üzerine kurgular. Öncelikle de Kürtleri planlı bir sistematik kuşatılmışlık cenderesine alarak, her türlü yöntemi deneyerek onları tarih dışı yapmaya çalışırken ve bunu meşru olduğu kadar hukuki dayanaklarını da oluşturarak yapar. Bu sömürgeleştirme stratejisine rağmen ne tarih kitaplarında ne de günlük basın-yayın dünyasında bir tek cümleye rastlanmaz. Basın-yayın başta olmak üzere tarihçiler akademisyenler vb. tamamı devletin hışmına uğramaktan çekinip korktukları için suskundurlar. Birkaç aykırı ses duyulsa da onlarda hedef yapılıp sessizleştirilir. Ya zindana atılır ya da mültecileştirilerek toplumdan uzak tutulur.

Anayurtlarından sömürgeciler tarafından zorla göçertilen Kürtler merkezi kentlerde zorlu bir yaşam sürmek zorunda kaldılar. Sömürge dışı kalmaya çalışan bu kitleler büyük kentlerin varoşlarına yığılarak kendi “gettolarını” oluşturdular. Aslında bu varoşla gettolaşma beraberine sömürgeci güce karşı bir kendini koruma stratejisine dönüştü. Zamanla bu kesim rejim için korkulması gereken temel güç odağı olarak görülmeye başlandı. Her ne kadar amaçlanan tümden Türkleştirme politikası güdülmüş olsa da bunun çok da verimli, başarılı ve sonuç alıcı olmadığı görülmüştü. Belki birkaç noktada (dil asimilasyonu, ucuz iş gücü vb.) başarılı olsa da ulus devlete tam bir uyum, entegrasyon sağlayamamıştır. Bu merkezlerde gettolaşarak kendi örgütlü gücünü oluşturmuştur. Kürt özgürlük mücadelesinin bundan payı elbette reddedilemez. Aslında bir nevi anavatanı gettoya taşımışlardı.

Bizim gibi sömürgeleştirilmiş alt topluluklarda yaşanan göç olgusundan sonra sömürge kentlerinde yeniden buluşmaları ana topraktaki yaşam geleneklerini, kültürünü sürgün mekanında tekrardan yaşamaktır. Dikkat çeken esas yön ise öz toprağından kopartılan, göçertilen topluluklar bir güvensizlik durumu, kaygısını da yaşarlar. Sömürge kentlerinde gettolaşmalarının bir diğer önemli sebebi de sömürge ülke politikasından duyulan kaygıdır. Yaşam kaygısı onları yeniden gelenekselliğini sürdürmek ve bir güvenlik barikatı oluşturmak için gettolarda/varoşlarda bir araya gelirler. Böylece aynı kültürü, dili, geleneği yabancısı oldukları bir toplum içinde sürdürürler. Böylece dil ve kültür birliğini farklı bir coğrafyada korumuş olurlar; devletin göçertme stratejisi bir dönem sonra amacın dışında bir rota izler. Farkında olunmadan özgürlük mücadelesinin çeperlerini genişletmiş olurlar. Göçle dışta kuşatayım derken bu kez kendisi içten kuşatılmış duruma düşer. Böylece toplumsal sorun çok daha karmaşık bir boyut kazanır.

Sömürgeciliğin göçertme stratejisi bildiğimizin çok daha ötesindedir. Burada amaç sadece “denizi kurutup balığı yakalama” değil. Yani Türk devletinin Kürt özgürlük hareketini boğmak, onu dayanaksız bırakıp marjinalleştirmekle sınırlı değil. Daha çok boyutludur. Toplumun özgürlük isteyen kesimini cezalandırmak değil, kendi toplumuna ve diğer inanç ve etnisitelere de çok açık bir tehdittir. Toplulukların özgürlük taleplerini boğmaya dönük verilen mesajdır. Çok seçenekli savaş ve sömürge stratejik yaklaşımıdır.

Ama bu göç ettirmeyle asıl ve vazgeçilmez olarak hedeflediği ve planladığı dil ve kültürel asimilasyonudur. Asimilasyon bu coğrafyanın bir icadı değildir. Tarihsel köklerinde buna rastlanmaz. Asimilasyon, yakın tarihli Avrupa merkezli modernitenin bir icadıdır. Hedeflediği esas amaç göçerttiği, yabancılaştırdığı, özgürlük talebinde bulunan toplumsal grupların kendi öz kimliklerinden vazgeçmeleri ve sömürgeci gücün üst kimliğini benimsemeleri, kabul etmeleridir. Özcesi kendilerini inkar etmeleridir. Sömürgeci güç bu politikasını geliştirirken onun alt yapısını da önceden oluşturur. Kendi burjuva anayasasını buna uygun olarak hazırlar. Bunun sayısız örnekleri vardır. “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” tanımı ırkçı bir anayasal tanımdır. Peki, Türk olmayanlar hangi tanıma girecekler? Etnik yapıları kendi üst kimliklerine göre tanımlarlar. İnkar, anayasaya ırkçılık biçiminde yansımıştır. Asimilasyona, ret ve inkara karşı durmak, özgürlük talebinde bulunmak sömürge anayasasına göre suç kapsamına alınmıştır.

Sömürgeci sistemin dil ve kültür asimilasyonuyla hedeflediklerine bakıldığında çok da başarı elde edildiği sanılmasın. Dünya pratikleri bunu çok çarpıcı bir şekilde bize veri olarak sunmaktadır. Göçe tabi tutulan topluluk(lar) zamanla sömürgeci gücün dilini de öğrenerek çift dilli bir özne konumu elde eder. Kültürel olarak da içine girdiği toplumun kültürünü de özümseyerek bir “melez kültür” yapısı oluşturur. Göç eden topluluk sömürgeyi içselleştirirken öte yandan sömürge de sömürgeleştirmek istediğini içselleştirmeye başlar. Böylelikle çift dilliden melezleşme kültürü sömürgeyi ve sömürgeciyi aynı anda etkileşim haline sokar. Çift dilli bir yapıya kavuşan ezilen topluluk kesimi bu ikinci dil hamlesiyle aslında sömürgeci devletin siyasal ve politik yaşam çeperinde kalmamak için kendine yeni bir manevra alanı açmış da oluyor. Bu onun iki dil ve kültür ile siyasal alanı kendi lehine kuşattığının da göstergesi oluyor.

Sömürgeciler kendileri dışındaki herkesi tarihsiz sayarlar. Onları hep köle olarak görürler. Sömürgeciler göre onlar tarihsiz halklardır. Bir tek yaşam hakları var üst kimliğe köle olma hakkı! 1930’ların Türkiye’sinin sloganı bu değil miydi! Ona göre, “Afrika tarih dışıdır.” Bu söylem her ne kadar onun filozofluğuna yakışmasa da Avrupa entelektüel aklın nasıl çalıştığının da bize gösteriyor. Türkiye Anayasasının 66’ncı maddesi Hegel’in düşüncesiyle örtüşür niteliktedir. Milliyetçiliğin ve ırkçılığın doğum yerinin neden Avrupa olduğuna dair Hegel vb. yaklaşımlarına bakınca çok daha iyi anlaşılır durumdadır. Tabi İsrail teolojik eksenli milliyetçiliği ilk olması açısından ayrı bir öneme sahiptir.

Göçe tabi tutulan ve kent varoşlarına doldurulan bu özgürlük potansiyeli kitle ezen güç tarafından süreklileşen bir saldırı konseptiyle karşı karşıya kalır. Bunu Türklerin Kürtlere ve özellikle de 1990 sonrası bunu çok daha yakıcı şekilde görürüz. Anavatanından zorla göçe tabi tutulan Kürtlerin bir şekilde güvenlik problemi doğmuştu. Tüm gezegenin göç stratejisinde bu durum yaşanır. Özelde Kürtler şunu biliyorlardı: Türk devletinin saldırgan politikaları ve iktidarsal gücünü kötüye kullanacağını kestirmek zor değildi. Kürtler varoşlarda ve anavatanlarında bu gidişatı durdurmak için direniş devrimi yoluyla savaşı içerden vermekti. Özgürlük için eyleme geçmeyle devletin inkar ve imha stratejisi böylece darbelenmiş oluyordu.

 

Göçün Panzehiri: Öze Dönüş

Devletli-uygarlık sistemi inşa edildiğinden bu yana toplumu öyle bir inşa sürecine almış ki toplum sürekli ve kronikleşen bir kaos içinde varoluşunu sürdürmektedir. Bunu bir strateji olarak benimserken, hedeflediği temel amaçlardan bağımsız değildir. Toplumu kaosa sürükleyen, onu hep savaş içinde tutan sistem bu çatışmalı süreçten beslenen iktidar gücü varlığını buna borçludur. Savaşı kültürleştirerek toplumu kendi doğasına yabancılaştırdı. Böylelikle toplum üzerinde egemenlik kurma, onu sömürme çok daha basit ve kolay oldu.

Elbette ki toplum tümden teslim olmuş, köleliği kabul etmiş demek yanılgı olur. Toplumun doğal, komünal özgürlük damarı hep canlı olmuştur. Bu canlılığı örgütsel boyuta taşıyan devrimci ideoloji uygarlığa karşı kendi devrimci pratik eylem hattını da oluşturmak zorunluluğu vardı.

Bugün doğal toplumun özgürlükçü çizgisinin devrimci mücadelesini veren halkların başında Kürt halkı gelmektedir. Bugün bile Türk devleti Kürdistan toplumuna karşı savaş açmış durumda. Özellikle 1990 sonrası özel savaşın tüm Gladio yöntemlerini devreye sokarak özgürlük devrimini bastırmaya çalışmaktadır. Göç ettirme ve merkezin çeperinde din ve milliyetçilik kıskacına alarak, özüne yabancılaştırmaya çalışmaktadır. Özüne yabancılaşma diğer tüm kırımlardan çok daha yıkıcı boyuttadır. Toplumun doğal gelişim yüreği ve zihninde ne din ne de milliyetçilik vardı! Toplumun doğal dünyası özgürlüktür. İnsan varoluşsal olarak özgürdür.

İktidarın gücünü, en kötü şekilde Kürdistan toplumu üzerinde en katı ve etkili biçimde kullanması özgürlük gaspıdır. Güç bunun doğurduğu en kötü sonuçtur. Öze dönüş salt göçertilen ana toprağa yeniden dönüş anlamına gelmez; öze dönüş Kürt halkının varoluşuyla yeniden özgürlük temelinde buluşmasıdır. Kötücül Türk devletinin tekçi Katolik Hıristiyan politikasına karşı özgürlük direniş devrimine yeniden katılmakla eş anlamlıdır. Türk devletinin bu faşizan iktidar gücünü kötüye kullanmasını ancak özgürlük eylem gücüyle karşılık vererek durdurmak mümkündür. Göçün yarattığı bütün psiko-sosyal travmalar ancak direniş devrimiyle iyileştirilebilir.

Öze dönüş, varoluşun kaynağına dönüştür. Kürtler için bu kaynak tarihin ilk başlangıç mekanının adıdır. Komünal toplumun, halkının ana toprağına sömürge varoşlarından yeniden kaynağına akıştır. Her akış bir yenilenmedir. Doğal oluştur. Kürt özgürlük mücadelesinin ideolojisi özgürlüğe, kurtuluşa götüren bir ideolojidir. İçinde büyük düşünceler, duygular, düşler ve umutlar taşıdığı için Türk devletinin hışmına uğramaya başlamıştı. Öte taraftan Kürt halkı kendini bu ideolojiyle yeniden özgürleştirme fırsatı yakalamıştır. Öldüren ideoloji (Türk devlet ideolojisi) ile yaşatan ve eylemsel kılan özgürlük (Kürdistan özgürlük mücadelesi) ideolojisinin arasındaki varoluşsal fark budur.

Öze dönüş anavatanda inşa edilen ahlaki politik toplumcu sisteme yeniden katılım demektir. Kürdistan toplumu varoluşunu kalıcı kılmak için bu ahlaki ve politik düşüncelere en uygun ve doğasına da uygun olan eylemselliği gerçekleştirmesi gerekir. Dönüş buna denk düşen bir pratiktir. Varoluş kaynağını yeniden çoğaltmak, büyütmektir. Özün varoluşla buluşması ise özgürlüktür, kendisi olmasıdır, yaşam buluşmasıdır.

Göç ettirmenin birçok sebebi olduğunu biliyoruz. Ama en temel gerekçe farklı bir dünya talebinde bulunmaları olmuştur. Bu ise özgürlük dışında başka bir şey değildir. Ve ezenin en çok korktuğu budur. Çünkü özgürlük egemenliğin sonudur. Farklı bir dünyadan korkarlar. Özgürlük kötülükle beslenen iktidar gücüne karşı kolektif mücadeleyi mümkün hale getiren iradenin yoğunluk kazanmış biçimidir. İktidarsal güçten kopmadır! Öze dönüş bu kolektif irade yoğunluğuna yeniden katılımdır. Yani özgür yaşam isteğindeki kararlılıktır. Merkezi otoritenin çeperinden özgür yaşam merkezine doğru akıştır. Kürt halkı bu özgürlük katılımı eksikliklerine ve Türk devletinin faşizan baskılamalarına rağmen akışını cılız da olsa sürdürmektedir.

Türk devleti göç politikasını yaşamsal kılarken hedeflerinden birisi de toplumsal yarılma kadar tek tek özneler bazında bir kişilik bölünmesi yaratmaktı. Varoşlara, gettolara sıkıştırılan Kürtler dinci, milliyetçi ve cinsiyetçi uygulamalarla sindirmeye çalıştı. Dil ve kültür erozyonuyla bu başkalaşım süreci tamamlanmak istendi. Böylece tümden üst Türk kimliği içinde homojenleştirmekti. Bu stratejini yarım asırlık savaş boyunca sonuç vermediği görüldü. O zaman Türk devleti stratejiyi şöyle güncellemeye çalıştı: “Madem üst kimlik içinde eritemiyorum o halde en azından özgürlükle bağlarını zayıflatayım. Yani amaçsız ve iddiasız bırakayım.” Neo-liberalizme en uygun stratejik yaklaşım bu oluyordu. Tüm ideolojik araçlar buna dönük seferber edildi. Bu politik (kısmi) değişimi nereden anlıyoruz? Göçe tabi tuttuğu Kürtler yeniden göçerttiği bölgelere “geri dönüşü” özendirmesi, teşvik etmesinden anlamak mümkündür. Hatta maddi destek sağlama noktasında bir beyanı, bir açıklaması da vardı.

Kürtler öze dönüş algılaması çok farklı bir düşünsel, duygusal ve ideolojik içerik taşıyordu. Onlar doğal varlıklarını ancak ana toprağına, kök merkezine yani özgürlük alanlarına dönerek ahlaki politik toplum olacaklarına inanmışlardı. Göçteki ağırlıklı yapı bunu özümsemişti. Özgürlük mücadelesi olmadan doğal varoluşlarını sürdüremeyecekleri bilincine ulaşmışlardı. Sadece fiziki varoluş yetmiyordu. Bu fiziki varlığı anlamlı kılmak kökleriyle, tarihiyle ve kültürüyle özgürlük temelinde yeniden buluşturmak istiyorlardı.

Sömürgecilik sömürgelere, “insandışılaşmayı” dayatır. Ezme ideolojisi ezilene karşı,ezilenin insan olma vasıflarını yitirmesi için tüm gücünü kullanır. Türk sömürgeciliği yüzyılı aşkın bir süredir Kürtlere, “insandışılaşmayı” bir paradigma olarak dayatıyor. “İnsandışılaştırmak” demek insanlığını elinden alma, onu çalmadır. Bunu dil, kültür, coğrafya, gelenek vb. maddi ve manevi olguları yasaklayarak yapıyor. Bundan en çok etkilenen ise göç kırımına tabi tutulan insanlarda yaşanır. Sürgün ve iç göç yaşayan, hele hele kendi anavatanından zorla koparılan Kürtler de bu psiko-sosyal travma daha ağır yaşanır. İkiye bölünme, yarılma dediğimiz şey tam da budur.

Kürt halkı bir bütün olarak mı yaşayacak ya da parçalı bir varlık olarak mı varoluşunu sürdürecek? Türkler Kürtleri parçalı halde yaşatmak için göç stratejisini uyguladı: Parçala ve yönet. Kürdistan’dan kopartılan göç parçası yeniden bütünle buluşmak için öze dönüş için arayış içinde oldu. Fiziki kopuş olsa da göçteki Kürt halkı duyguda ve düşüncede kopuşu sağlamadı. Varlıklarını bütün olarak uzakta da olsa korumayı başardı. Öze dönüşü bu eksende sağlamaya çalıştı. Türk devletinin şiddet yüklü tüm araçlarına karşı varlıksal bütünlüğünü korumaya dönük hamleler oldu. Türklerin, “insandışılaştırma” politikası anlamsızlaştı.

Göç ettirmenin bir diğer önemli boyutu ise Türk devletinin Kürdistan’ı tümden insansızlaştırmaya çalışırken sadece kendi tahakküm anlayışını egemen kılmakla sınırlı değil. Bunun barındırdığı tehlike ezilenlere yani Kürtlere kendi ideolojik bilinçlerini içselleştirmeye çalışırlar. Burada içselleşen şey Kürtler tarafından ezenin yani Türk ideolojisinin içselleştirilmesidir. Yaratılmak istenen temel düalist ikilem budur. Kürler varoşlarında ya kendileri gibi ve kendileri olarak kalacaklar ya da ezenin, iktidarsal gücün ideolojisini benimseyip içselleştirecekler. Temel ikilem burada ortaya çıkar; ya tümden bir kabulleniş, entegre olma ve yabancılaşma veya kendi tarihsel kültürünün kolektif bilinciyle yaşamak! Kürt halkının diasporası kolektif ve komün kalmayı tercih etmiştir.

Bunun yanında Türk ulus devletinin faşist karakterinin işgalci ve dayatmacı gücü Kürt halkına ve onun düşünme biçimine de hep bir müdahale içinde olmuştur. Kürtlerin zihinsel kodlarıyla oynayarak, öze dönüşün tüm özgür katılımın çıkışlarını kapatmak istemiştir. Yaşamı salt biyolojik bir kerteye indirgeyerek ana toprakla olan bağını tümden yıkmak, koparmak istemiştir. Bilinci çarpıtılmış, düşünsel üretim araçlarından yoksun bırakılmış Kürdistan toplumunu yönetmek çok daha kolay olacaktı. Böylece onların özgürlük umutlarını kırmayı hedefliyordu.

Ezen Türk devleti bunu yaşatırken, kendisi için hedeflediği en temel olgu ise insan olmaktır. Bu durum onun göstermekten çekindiği, maskelediği temel olgudur. Kürtleri tarih dışına itip onları insandışılaştırıp yok sayma stratejisi, onun gerçek yüzünü örtük hale getirmesinde gizlidir. Onun için insan olma stratejisi Kürtlere karşı ve diğer inanç ve etnisitelere karşı ezen/sömürge olmayla eş anlamlıdır. O nedenle çok bariz olarak olmayan bir tarih bilinci yaratıp kendini tarihin biricik, tek yaratıcı öznesi sayar. Her şeyi kendi insan oluşuyla başlatır. Ezen sömürgeci kimliğini örtmeye çalışmanın adı olmuştur.

Türkiye- Kürdistan düşük yoğunluklu savaşı farklı boyutlara evrilerek devam ediyor. Sömürgecilik halen tüm yapısal kurumlarıyla varlığını sürdürmektedir. Ki çoğu ülkeler bağımsızlık savaşlarını sömürgeciliğe karşı kazanmış olsalar bile bu tümden sömürgeciliğin bitirildiği anlamına gelmez. Kürtlerin koşulları ise çok daha zor ve çok parçalı yapısı bulunmaktadır. Sömürgecilik bir zihinsel olaydır. Zizek’in tabiriyle zihinlerin köleleştirilmesidir. Göçe maruz bırakılan Kürtler için bu süreç çok daha zorlu ve yakıcıdır. Hem dil ve kültür asimilasyonuna karşı savaşmak durumundadırlar hem de özel savaşa karşı varlık-yokluk mücadelesiyle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Öte yandan merkezin varoşlarına sıkışan bu kitleler sosyal uyumunu da bir şekilde sağlamak ve sömürgecilik zihniyet yapısından kendini korumak gibi bir tarihi sorumlulukla da karşı karşıyadır. Çünkü Türk sömürgeciliği katmerlidir. Hem Türk kimliğinin ırkçı vurgusu hem de Katolik Hristiyan öğeleri de sentezleyerek, dinci-milliyetçi bir karakter taşımaktadır. Zihinlere tarihsel olarak yapışıp kalmıştır. Bundan dolayı göç diasporasının öze dönüşü sanıldığı kadar kolay gerçekleşmemektedir.

Günümüz modernitesinin, biyolojik ırkçılığın farklı bir formuna evrilmiş gibi gözüküyor. Kültürel ırkçılık kavramı biyolojik ırkçılığın yerini almış durumda. Bu anlayışın, zihinsel bozukluğun arkasında yatan şey kendi kültürünü (ezen kültürü) diğer kültürlerden üstün görmedir. Türk devleti bir adım da öteye giderek başta kültürü olmak üzere tüm dil ve kültürlerin Türk kültüründen doğduğunu gerçek bir paradigma olarak sunar. Devletsel gücünü kültürel güce dönüştürür. Bunu özellikle de göçe tabi tuttukları Kürtlere karşı çok yönlü, baskın ve bir o kadar da imha edici olarak kullanır. Öze dönüşün en büyük savaşımı bu kültürel ırkçılığa karşı veriyor, vermek durumundadır. Varoluş ve özgürlük kültürsüz olamaz. Kültürel ırkçılıkta derinin rengi, saçının ve yüzünün esmerliği vb. gibi fiziksel görünümler çok geçerli değil. Onun yerine kültürün biçimi egemen kılınmıştır. Ezenin kültürü her türlü kültürün üstündedir. Doğal olarak derinin ve saçının rengi gitmiş ama onun yerine kültürün rengi geçmiştir. Buradan bakınca yabancılaştırma ve toplumun kendine ait dokusunu bozmanın en tehlikeli biçimi kültürel ırkçılık olmuştur.

Kürtlerin baskıya karşı direnişleri özgürlük talebinden başka bir anlama gelmez. Öze dönüşü kendi anavatan kültürü, dili ve gelenekleriyle özgür ve özerk bir biçimde buluşmak anlamına gelir. Öze dönüş özerk yaşamdır. Ama kendi kültürü, rengi ve diliyle. Sömürge yapısının homojen baskısından kurtuluş ancak öze dönüşün özerk birey ve toplum düşüncesi ve eylemiyle sağlanabilir.

Göç bir anlamda özgürlükten düşme halidir. Öze dönüş ise düşme ve tarih dışı olma bilincini eylemselliğine özgürlükle yeniden buluşmadır. Zorunlu göç doğal olmayandır. Özgürlük ise doğaldır. Öze dönüş ise doğal olmayanın doğal olana buluşmasıdır. Ahlaki politik toplum sistemi doğal olanın sistemidir. Buradan bir analoji ile durumu ifade edersek, şöyle demek daha doğru olur: Bütün nehirler denizlere doğru akarlar. Öze dönüşün de bu açıdan kendi ana toprak, doğal yaşam alanına yeniden dönüşü ifade eder. Çünkü öz de doğaldır. Göçe zorlanmış Kürt halkı tarihin yazımında, oluşunda özne halktır. Bu komünal özün yeniden özgür doğuş mekanına kavuşmasıdır.

Öze dönüş aynı zamanda kültürel eylem gücüne kavuşmasıdır. Kürt kültürü ilk yaratılan kültürdür. Bu güçlü kültür sayesinde tarih dışı olmaktan kurtulmuştur. Bütün göçertmeler, sürgünler ve fiziki kırımlara rağmen tarihin doğru tarafında yer edinmiş olan bu kültür göç olgusuna karşı bir direniş kültürü refleksiyle özüne kavuşmayı eylemsel kılmaya çalışmaktadır. Kültürün bu eylemsel gücü ezen Türk devlet yapısına karşı bir politik güç konumlanışıdır. Bu açıdan öze dönüş kendisi için yaşamda ve özgürlükte kalmanın gerekçesidir.

Sonuç olarak, öze dönüş aynı zamanda ahlaki politik toplumun özgürlük temelli özerk yaşamını özgürlük hamleleriyle yeniden yapandır ve kendini gerçekleştirendir. Öze dönüş Kürtler için ahlaki olanı kabul eden, benimseyen ama kötü olana karşı da savaşım içinde olan bir zihniyet taşır…

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.