Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtlerin Horasan Göçleri

Nesrin Akgül

Göç, toplumsal tarihin kendini anlatıma kavuşturduğu en güçlü hikâyelere, destanlara, ağıtlara konu olmuş hafızalardan biridir. En büyük insanlık trajedileri bu hikâyeler etrafında örülür. Hikâyelerin kurbanları olan toplumlar kendi varlıklarını oluşturan coğrafyadan bir şekilde ayrılıp arkalarında nice anı bırakırlarken, yeni yaşamın belirsizliğine kulaç atarlar. Anayurtlarını, vatanlarını bırakmak çoğu zaman zorunlu sebeplerle ortaya çıkarken; bu durum sosyolojik, psikolojik, kültürel, ekonomik nice değişimin ve altüst oluşun da sebebi olur. Aidiyet duygusunu şekillendiren mekânsal yapı, o toplumun kimliğini bina eden beraberliğin de yapısal harcı olur. O doku iklim koşullardan tutalım, mimariye, üretimden beslenme ve barınma koşullarına kadar toplumun kendini inşa etmesinde belirleyici bir güç oluşturur. Yerleşik yaşamın oluşum ve değişim dinamikleri olan mekânsal faktörlerle beraber kültürde kimlik kazanır. Kültürel formasyon kazanılırken, o toplumun toprakla, mekanla sağladığı ilişki yönlendirici olur. Toprakla kurulan bağ, toplumsal hafızanın bedeni olur. O beden toplumsal hafızasını ve aidiyetini de coğrafyayla kazanır. Coğrafya toplumsal hafızanın kendini dokuduğu, rengini kazandığı zemin olarak yurt ve yurtseverliğin temsilini yapar. Aidiyetin bu zeminde şekillenmesiyle toplumsal yapı ahlaki ve politik gelişimini sağlar. Kendi olmayı başardıkça da öz gücünü tesis eder. Aidiyet bilincinin gelişim sağlaması toplumsal iradeleşmeyi ve savunma gücünü yapılandırır. Bu da kendi topraklarında yaşamayı başarmakla ilgili bir durumdur. Bir toplum için yabancılaşmanın başlama noktası da, yaşadıkları mekânın sömürgeleştirilmesi veya bu mekânlardan zorunlu göç etmeyle beraber ortaya çıkar. Bir sömürge politikası olarak zorunlu göç ettirme, o toplumun kendi anavatanından veya hafızasından koparılması demektir. Bu da toplumsal tarihin her döneminde yaşanan bir iktidar politikası olarak karşımıza çıkar.

 

Erkek İktidarın Zorunlu Göç İle Hedef Aldıkları: Kadınlar

Her göç aslında, bir savaş hikâyesinin ödettiği bedel olarak karşımıza çıkar. Bu bedeli ödeyen esas güç olarak kadın ve çocuklar, göç hikâyelerinin en mağdur kahramanı olurlar. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında dile getirdiği Troya savaşı tarihe hep doğu ve batı arasında ki ilk savaş, Truva atı hilesi, Aka hükümdarı Menelaos’un eşi Helen’in Paris tarafından kaçırılmasıyla başlayan savaş diye geçer, ancak kimse bu büyük savaşta göç ettirilen kadınların neler yaşadığını pek bilmez. Oysa bu savaşta yenik düşen şehrin kadınları esir olarak göç ettirilirken, götürüldükleri yerlerde tecavüze ve tacize uğramış, köleleştirilmiştir. Şehrin soylu kadınlarından Cassandra’nın esir düşüp, sığındığı tapınakta; bu mekânın kutsallığı bile yok sayılarak, Akalı Ajax tarafından tecavüze uğraması dönemin sembol anlatımlarından olmaktadır. Ya da Palmira’nın hükümdarı Zenobia’nın Roma İmparatorluğunca esir alınması ve peşi sıra Roma’ya avlanmış bir hayvan misali altın zincir ve kafeste sürgün götürülmesi, göçün tarih boyunca en fazla kadınları etkilediğine örneklerdir. Aynı örneklere yakın tarihte Kurdistan’da yaşanan soykırım politikalarında da rast geliriz. Ermeni soykırımında zorla göç ettirilen kafileler, sürgüne gönderildikleri yerlere giderlerken en fazla hafızalara kazınan manzaralar, göç yolundaki kadınların sırtlarında bohçaları ve ellerinde bebekleriyle yola çıkmış halleridir. Bu sürgün sürecinde Ermeni kafilelerin yaşadığı hırsızlıktan tutalım her türlü saldırıya karşı en büyük trajediyi yaşayanlar, kadınlar olmuştur. Yol boyunca tecavüze, tacize uğrayan kadınlar, kaçırılmaktan tutalım, katliama varana dek nice insanlık suçuna maruz kalmışlardır. Dersim soykırımı sürecinde kara vagonlara bindirilen sürgün mağdurlarının içinde yer alan ve bugün “Dersim’in kayıp kızları” olarak da isimlendirilen kız çocuklarının yaşadığı trajedi, yakın tarihimizin insanlık suçları içinde yerini almıştır. Bu tarihsel kesitler bize zorunlu göç trajedilerinden en fazla etkilenen kesimlerin kadınlar ve çocuklar olduğunu da anlatır. Hangi tarih ya da hangi coğrafya da yaşanırsa yaşansın, zorunlu göç, erkek iktidarının ve militarizminin bir sonucu olarak önce kadını hedeflemiştir.

Göç olgusu tarihsel olarak ele alındığında; bu göçlerin yaşanan savaşlar, adaletsiz gelir dağılımı, insanların daha yaşamaya elverişli yerlerde yaşama tercihi, doğal afet ve iklim değişikliği ile yaşandığını görürüz. Bununla beraber göçebe ve hayvancılıkla uğraşan toplumlar için de göç, her dönem devamlılığını sağlayan bir yaşamı devam ettirme yöntemi olarak da tercih edilebilmiştir. Kuraklık, otlağın yetmemesi, kıtlık, iklimsel değişimler ve afet gibi olağan üstü olaylarda göç sebebi olmaktadır. Tüm bu sebeplerle insanlar yaşadıkları yerleri değiştirirler. İçinde yaşadıkları toplumdan başka bir topluma ve mekâna yer değişimi yaparlar. Göç ne sebeple gerçekleşirse gerçekleşsin beraberinde o toplumlarda sosyolojik, ekonomik, psikolojik, siyasal her alanda değişim yaratır. Bu durum hem göç edeni hem de göç edilen yerdeki insanları etkileyen bir değişim halidir. Gönüllü ya da zorunlu olarak ne şekilde yaşanırsa yaşansın göç, göç eden için bilinmeyene doğru yol almaktır. Ve bu bile o insanlarda psikolojik yıkım etkisi yaratır. Bununla beraber göç toplumsal değişim ve hareketlilikte de dinamik bir rol alır. Sosyal ve kültürel değişimde negatif ve pozitif etkinlikte rol alır. Bu nedenlerle çok boyutlu etkisi görülebilen göçleri, sadece bir yer değiştirme olayı olarak ele alamayız. Görüldüğü gibi özelde de savaş gibi etmenlerle ortaya çıkan zorunlu göçlerde bahsettiğimiz belirsizliğe yol alan insanlar, ortaya çıkan travmatik süreç nedeniyle geçişkenliği ve uyumu kolay sağlayamayabiliyor. Bu da toplumsal alanda ciddi uyumsuzluk ve aidiyet sorunu yaratıyor. Bir bireyin bu süreci uyum sağlayarak atlatma süreci toplumsal katılım verimliliğini de düşürebilmekte ve aidiyet duygusunun yerleşiklik kazanması da uzun bir sürece yayılabilmektedir. Kendi olma ve kendini katabilmeyle ilgili varlık kazanma süreci dahi bu nedenle zorlaşmaktadır. Totalde de göç eden bir halkın var olma sorununu olumsuz anlamda etkileyen göç sorunu, o halkın gittiği yerde gettolaşmasına neden olmaktadır. İçine kapanan, dışa karşı savunmacı kalan veya tersinden kendini unutarak, yeni yapıya uyum sağlama adına asimilasyona kapı aralayan sosyolojik duruşlar da bu süreçlerin sonucunda gelişmektedir. Bununla beraber zamane sorunlarından biri olarak göç edenin, göç ettiği yerdeki toplum/birey veya devlet tarafından ötekileştirilmesi, dıştalanması, ucuz emek gücü olarak ele alınması ve vatansızlığın yanı sıra en temel insan haklarından “vatandaş” olamadığı için yararlanamaması da yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik vs. sorunlar içinde olabilmektedir. Bu nedenlerle sebep ve ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle göç çok yönlü ele alınması gereken bir olgu haline gelmektedir.

 

Ekolojik Mültecilik

Her dönemde farklı şekillerde yaşanan göç, kapitalist modernite çağında küreselleşmeyle beraber yeni bir boyut kazanmıştır. Sanayileşme, endüstriyalizm, bunun sonucunda doğan ekolojik sorunlar, artan nüfus, büyüyen kentleşmeyle beraber; kırsal yaşamdan ve toprağa dayalı üretimden kopulması ve elbette ki vahşi kapitalizmin yarattığı yıkıcı savaş ortamı, çağımızda yaşanan göçlerin temel nedenlerini oluşturmaktadır. Bu göçler daha çok iç ve dış göçler şeklinde tanımlanıp; hem dış hem de iç göçler sonucunda büyükşehirler de kontrolsüz bir nüfus artışı ortaya çıkmaktadır. Kentsiz kentleşme denen çarpık kentleşme de bu şekilde bir sorun olarak daha da büyümektedir. Kırsaldan kente yoğun akış bir yanıyla tarıma dayalı üretimi öldürürken, öte yandan kentleşme sorunlarını da ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber çağımızın temel sorunu haline gelen ekolojik sorunlar ve iklim krizi de göç hikâyesini büyüten etmenlerden olmaktadır. “Ekolojik mültecilik” olarak tanımını bulan bu sorun, göç sorununa yeni bir evre kazandırmıştır. Aslında tarih boyunca çevresel nedenlerle, iklim değişikliğine bağlı olarak insanlar kitlesel olarak göç edebilmiştir. Ancak vahşi kapitalizm çağı ve endüstriyalizm ile beraber ortaya çıkan iklim krizi ve küresel ısınma sorunu; kaynakların kapitalist güçlerin ve devletlerin elinde toplum aleyhine kullanılması gibi sorunlar nedeniyle ortaya çıkan sonuç, kitlesel göçler olmaktadır. Bu da orta ve uzun vadede küresel dünyada nüfusun kontrolsüz bir dağılımla yerleşim sağlayacağı, göç edenlerin bu nedenlerle statüsüz kalacağı, kentlerde tüketimin ve sanayileşmenin artmasıyla paralel çevre kirliliğinin de artması gibi ciddi ekolojik sorunların doğmasına neden olmaktadır.

 

“Güvenlik” Politikası Sonucu Gerçekleştirilen Göç

Göç bir sonuç olarak ele alınırsa, bu sonucu yaratan en önemli etmenler arasında savaşların yer aldığını görürüz. Tarih boyunca yaşanan her savaşta kitlesel göçler ortaya çıkmıştır. Bu göç zorunlu göçler alanında tanımlanan ve hayatı yerinden edilenlerin hikâyesini tanımlar. Bu öyle bir trajedi yaratır ki göç edenlerin bu uğurda ödedikleri bedel, hayata tutunmak için hayatını ortaya koyan bir tercih haline gelir. Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle Ege Denizi’nde 100 bin insanın ölmesi, insanın yaşama hakkını korumak için nelerden vazgeçebileceğini ya da göze alabileceğini düşündürtür insana. Bu tercihe itilen insanlar daha iyi bir yaşam uğruna yola çıktıklarında yaşamayı başarmış olsalar dahi, içine itildikleri kötü yaşam koşulları nedeniyle ciddi bir yaşam hakkı ihlaliyle karşılaşmaktadırlar. Bu güncel sorun tüm dünyayı küresel olarak sarmalayan ve üzerinden milliyetçiliğin körüklendiği, göç karşıtı söylemlerin arttığı, göçmenlere karşı kötü ve katı muamelelerin arttığı bir ortamı yaratmaktadır. Elbette bu sorun bugünün sorunu olamamaktadır. Ancak güncelde yaşanan göçmen sorunu sebep ve sonuçlarıyla daha da derinleşmişse, bunun sebebi kapitalist modernite ve onun ulus devlet yapıları olmaktadır. “Her ulusa bir devlet” diyerek egemen ve homojen uluslar yaratan, bunun keskin sınırlarını çizen ideoloji ve siyasetin göç sorununda rolü daha derin olmaktadır. Bu nedenle yerinden edilen insanlara karşı devletler güvenlik politikası uygulayarak, sorunu güvenlik meselesi haline getirmiş bulunmaktadır. Göç edilen yerlerdeki toplumların içine itildiği yabancı düşmanlığı ve ırkçılık da bu güvenlikçi devlet politikalarından bağımsız değildir. Bu durum göç eden insanların neden ve kimlerin savaşının bedeli olarak göçe maruz kaldıklarının da üstünü örtmektedir. Küresel güçlerin yarattığı savaşın mağduru olan insanlar, göçün müsebbibi haline getirilerek, yanlış ve hedefli bir algı oluşturulmaktadır. Zorunlu göç ettikleri yerlerde davetsiz misafir olarak görülen göçmenler, zaman içinde ülkelerine geri dönme koşulları kalmadığında bulundukları ülkede yoksulluk içinde yaşamaktadır. Göç eden toplumların içine itildikleri kötü yaşam koşulları, göç edilen yerdeki toplumların ötekileştirici yaklaşımıyla buluşunca da yaşanan sorunlar toplumsal krizleri arttırmaktadır. Göç edilen yerdeki toplumlar ile göçmenlerin ekonomik, sosyal, siyasal, sosyal uyum sürecinin doğru yönetilememesi krizin derinleşmesine kaynaklık etmektedir. Bu da toplumsal iç çatışmalara kapı aralamaktadır.

Göçün tarih boyunca en yoğun yaşandığı alanlardan olan Kurdistan bölgesi, savaşın süreklilik kazandığı bir bölge olması nedeniyle de göç hikâyelerini bağrında taşımakta ve göçün yarattığı tüm sorunlardan etkilenmektedir. Bu durum Kurdistan’ın merkezi bir bölge olma özelliğiyle ilintili tarihsel bir olgudur. Toplumsal tarihin başlangıç sürecinden beri bu coğrafyanın kendisi, avcı göçebe topluluklardan tutalım yerleşik yaşama geçiş süreci ve sonrasına kadar sürekli nüfus hareketliliğine tanık olmuştur. İlk toplumsal devrimin başladığı, ilk uygarlıkların doğduğu yer olması sebebi ile hem iç göçler hem de dış göçler hız kesmeden devam etmiştir. Aşağı Mezopotamya’da başlayan uygarlaşma süreciyle beraber başlayan Sami topluluklarının göçü, bu topraklarda Sami toplulukların devletleşmesine kadar varan bir süreci doğurmuştur. Peşi sıra birçok istilacı grubun da akın ve işgaline tanıklık eden bu coğrafya da sürekli demografik değişimler yaşanmıştır. Bu değişimlere rağmen Mezopotamya coğrafyasının yerli halkı olan Aryen topluluklar, esas direnişlerini zorunlu göçe karşı direnmeye çalışarak yapmıştır. Proto Kürtlerin dağlara sığınma tercihi de bu direnişin bir sonucu olarak gelişmiştir. Buna rağmen Aryen topluluklarında kah coğrafi nedenleriyle kah savaş ve işgale karşı iç göçü yoğun olarak yaşadığına tanıklık ederiz. Zaman içinde dış göçe de maruz kalan Aryen topluluklar, bugüne kadar dünyanın farklı coğrafyalarına da göç eder olmuştur. Kendi yurdunun sürgünü olan Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Acem topluluklar ve daha nice Mezopotamya yerli toplulukları göçü hayatta kalmanın bir zorunluluğu olarak tercih etmeye itilmiştir. Soykırım kıskacındaki Kürt halkının göçü en yoğun yaşadığı süreçlerden biri olarak uygarlık merkezinin Mezopotamya’ya kaydığı İslam uygarlık çağı ve kapitalist modernite çağını işaretleyebiliriz. Bu süreçler soykırım ve işgalin devlet politikası olarak süreklilik kazandığı zamanlar olmuştur. En son Êzidxan’a dönük gelişen DAİŞ işgal ve saldırısıyla beraber, Êzidî halkının yaşadığı göç, yüzyılın en büyük göç ve soykırım hikâyelerinden biri olmuştur. Kürtlerin bu sonu gelmez göç hikayeleri içinde öne çıkan bir süreç olarak 14-15-16. yüzyıllarda yaşadıkları göçe kısaca projektör tutarak, totalde yaşanan göç sorununa tarihsel kesitlerle tanım getirmeye çalışalım.

 

10-15. Yüzyılda Kürdistan’da Göç

Kürdistan coğrafyasında göçün en yoğun yaşadığı dönemlerden biri olan 14-16. yüzyıl aralığı, kimi karakteristik özellikleriyle öne çıkar. Bu süreç Kurdistan’da hem Moğol işgal ve saldırılarının yoğun yaşandığı hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuyla beraber Ortadoğu’da yeni bir uygarlık gücünün doğuşu ve büyümesine sahne olunan bir süreçtir. Bu döneme kadar Kurdistan halkaları, İslam hegemonyasında, karşı İslam’ı temsil eden Emeviler ile başlayıp Abbasiler süreciyle devam eden imparatorluk güçlerinin hakimiyeti altında kendi varlık mücadelelerini vermektedir. Karşı İslam olarak gelişen Arap Sünniliğine karşı bölge halkı otokton yapısı ve geleneksel inançlarıyla kendi inanç yapısını korumak ve aynı zamanda varlıklarını sürdürebilmek adına da sürekli bir direniş ve göç halinde olmuştur. Resmi Sünni İslam uygarlaşması ve yayılmacılığı karşısında bölge halklarının etnik kimlik, mistik hareketler, tarikatlar, tasavvufi akımlar gibi nice demokratik uygarlık güçleriyle sergiledikleri direniş ile oluşan göç haritası demografik yapıda da değişimlere sebebiyet verir. Yerel halkın belli bir merkezden içe doğru sağladığı göç beraberinde hem göç edilen yerdekilerin hem göç edenlerin iç içe geçmesine, kültürel dokunun kendini sentezlemesine ve inançlarında senkronize olmasına da sebebiyet vermiştir. Bu da pozitif anlamda Mezopotamya’nın çok kültürlü bir yapı kazanmasına da yol açmıştır. Bugüne kadar gelmeyi başaran her Kurdistani kimliğin bağrında çok kimlikli bir yapı taşıması ve aynı geçişkenliği diğer kimliklerin de sağlaması, aynı zamanda köklü kültürel dokusunu başka yapılara da taşırabilmesi, yaşanan göçlerin tarihsel bir sonucu olmaktadır. Bu göç haritasına bakıldığında 10-13. yüzyıl aralığında bugünün Irak ve İran dediğimiz bölgesinden ya da Bağdat merkezli coğrafyadan Kuzey Kurdistan, Anadolu’ya ve Horasan bölgesine ciddi bir göç akışı olduğunu görürüz. Diyebiliriz ki, Aşağı Mezopotamya dediğimiz bölge İslami yayılmacılık ve Moğol istilası karşısında, en kadim inançları ve kimlikleri bağrında taşıyan yapısıyla dış ve iç göçlerle demografik ve kültürel senkronizasyonu süreklileştiren karakterini korumayı başarmıştır. Merkezi önemini hiçbir dönem kaybetmeyen Mezopotamya bölgesinin işgal, istila ve savaş sonrası yaşadığı göçlere cevabının yukarda belirttiğimiz şekilde olması; entegrasyonun senkronik ve geçişken şekilde sağlanması da coğrafyanın karakteristik bir direniş özelliği haline gelmiştir.

Kültürel bir toplum olan Kürtler, aynı süreçlerde Arap ve Moğol istilalarına karşı yaşadığı iç ve dış göçler nedeniyle Balkanlar’dan Hindistan’a kadar göç etmiştir. Bu göçlerde hem karşılıklı çoklu kimliklerin kazanılmasına sebep olmuş hem de özelde ovada kalmak yerine dağlara göç edip burada yaşamayı tercih eden Kürtlerde de varlıklarını koruma stratejisi ortaya çıkarmıştır. Bu strateji kendi aşiret ve kabile kültürüne en çok bağlı kalan ve ova Kürtlerine göre daha çok içe kapalı bir yapı oluşturarak işgal ve asimilasyona karşı özgür yaşam ısrarını koruyan bir sosyolojik doku ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber aynı dönemlerde özelde Moğol istilası karşısında İslam dışı kalmış Kalenderi, Vefai, Haydari, Bektaşi gibi birçok tarikatın da Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’ya göç etmesi önemli olmaktadır. Bu göçler sonucunda, göç edilen bölgelerde ki yerel halk ve onların inançlarıyla yaşanan geçişkenlik, yeni kimliklerin, örgütlenmelerin veya karşılıklı etkileşimlerle değişimlerin yaşanmasına sebep olabilmiştir. Özellikle de 13. yüzyıldan sonra Abbasi İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra peşi sıra oluşan Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve Selçukluları da yıkan Moğol istilasıyla geçen dönemde Kurdistan ve Anadolu’ya ciddi bir Türk ve Moğol göçü yaşanmış; bu da bölge demografyasının değişmesine neden olmuştur. Ardından Kurdistan bölgesinde doğuşunu yapan Osmanlı ve Safevi uygarlıklarının karşılıklı bir çatışma diyalektiği içinde bölgede varlık kazanması toplumsal tarih açısından ciddi yıkım ve göçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Tüm bu sonuçlarla egemen ve istilacı devletlere karşı halkların göç ederek, göç ettikleri yerlerde belli değişim ve etkilenmeleri yaşayarak var olma stratejisini farklı farklı hayata geçirmelerine tanıklık ediyoruz. Abdullah Öcalan’ın bu sürecin karakterine dair ortaya koyduğu çözümleme de önemli olmaktadır:

“13 ve 14. yüzyıllarda Haçlı ve Moğol saldırıları bölgede çekirge sürüleri gibi bir kırıma yol açar. Göçler, dağlara çekilmeler devam eder. Bölge tekrar çalkalanır. Bu sefer geleneksel bölünme ve savaş çizgisi İran merkezli Safeviler ile Anadolu ve Balkan merkezli Osmanlılar arasında çizilir. Bir nevi Bizans-Sasani ikilemi yenilenmiş olur. Yavuz Selim’in 1514 Çaldıran zaferi ile ‘Kürtlerin Sünni kesimiyle beraber’ klasik doğu sınırı en doğudan çizilir. Kurdistan’ın günümüze kadar sürecek bölünmesinin temeli atılır. Sınır boylarından sık sık içeriye dönük saldırılar olsa da 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile günümüze kadar sürecek Kurdistan bölünmesi ve Anadolucu güçle İrancı güç arasında ki sınır hattı resmen çizilmiş ve tanınmış olur. Mezopotamya ve Kürtlerin büyük çoğunluğu Osmanlı İmparatorluk sınırında kalmış olur.”

Bu noktada Kürt göçünün ve Kurdistan bölünmesinin tarihsel durağını tanımlayan Osmanlı ve Safeviler arasında yaşanan sürece kısa bir izlek oluşturarak, Kürt Aleviler de “Horasan’dan geldik” efsanesine dönen göç haritasına kısa bir izlek oluşturabiliriz.

15. yüzyılla başlayan Safevi ve Osmanlı devletleri arasındaki çatışmalı süreçler Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgede meydana gelir ve bu savaştan en fazla etkilenen halk da Kürtler olur. Bu iki büyük devlet merkezi uygarlık olma adına başlattıkları savaşı, Şii ve Sünni ideolojik kimliklerine dayalı olarak verirler. Din kimliği adı altında başlayan savaş, özellikle Osmanlı devletinin Kızılbaş inançlı halklara karşı en fazla devlet terörünü uyguladığı bir sürece evrilir. Bu durum toplumsal yarılma ve dağılmaların, bu süreçlerle beraber artmasına neden olur. Bu nedenlerle de Kurdistan tarihinin en kapsamlı göçleri bu süreçte yaşanır. Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Kurdistan’ın ikiye ayrılır ve Kurdistan topraklarının dörtte üçü de Osmanlı sınırları içinde kalır.

Dönem Osmanlı’nın resmi inanç olarak Sünni İslam’ı kabul ettiği, Safevi karşıtlığı ile Kızılbaş topluma ciddi baskı, inkar ve imha politikalarını uyguladığı bir dönemdir. Bu dönemde Osmanlı, Kızılbaş toplumun Safevilerle ilişkisini kesmek için bu hattı “insandan arındırılmış bölge” haline getirir. Yavuz Selim bir devlet politikası olarak Kızılbaşlara dönük katliamlar yaparak, tarihe Kuyucu Murat Paşa olarak geçen sadrazamına verdiği yetki ile 40 bin Kızılbaş’ı diri diri kuyulara atarak, katleder. Pir Sultan Abdal’ın idamı, Şeyh Bedreddin hareketinin bastırılması, Celali isyanları ve bunun kanlı şekilde bastırılması da bu sürecin bir parçası olarak yürütülmüştür. Elbette Kızılbaş topluma karşı yürütülen baskılar sadece Osmanlı devleti ve salt Kızılbaşlarla sınırlı olmamıştır. Ancak şu parantezi açmakta da yarar var: Yazar İzady, “Kürtler” kitabında Kürt tarihçisi Şerefeddini Bitlisî’nin yazdığı Şerefname’ye dayanarak, bu süreçte Kürtlerin hâkim dininin Yazidî olduğunu belirtir. Bu durum Kürtlerin genel olarak bu sürece kadar da İslamiyet’e karşı direnerek, kendi inançlarını koruduğunu serimler. Yani Osmanlı devletinin kendinden olmayan, özelde de kendi döneminde Yezdan veya Kızılbaş olarak tanımlanan inançta olan Kürtlerin geneline karşı bir saldırı ve baskı politikasının uygulandığını anlatır bize. Bununla beraber Safevi devleti de kendisine destek sunan, hatta devletin kuruluşunda rol oynayan Kızılbaş topluluklara karşı zaman için de baskıcı bir politika içine girerek, bu topluluklara günümüze kadar da devam eden Şiileştirme politikasını uygulamıştır. Bugün de Horasan dediğimiz ve vakti zamanında Kürtlerinde göç ettirildiği bölgede Şiiliğin hakim inanç kimliği olması bununla ilgili bir sonuçtur. Aynı Safevi devleti kuruluş aşamasında, Şah İsmail emriyle Osmanlı’ya karşı kendisini tanıdığını beyan eden 22 Kürt aşiretini esir almış, Şah İsmail’den sonra iktidara gelen I. Abbas döneminde Kürtlere dönük baskı politikalarına karşı gelişen Dımdım Kalesi direnişini de kanlı bir şekilde bastırmıştır. Görüldüğü gibi iki iktidar gücü de özelde Kürtlere dönük baskı politikasında birbirinden ayrışan bir tutum içinde olmamıştır.

Bu baskı ortamında iktidarların yaygın olarak kullandığı göç politikası, bir cezalandırma yöntemi olarak devreye girmiştir. Bu durum iktidarın süreklilik yaratan baskıcı uygulamaları sonucu kendine yaşam alanı bulamayan toplumların da zorunlu olarak göçü tercih etmesiyle de gidilen bir yol olmaktadır. Osmanlı toprakları sınırları içinde yaşayan Kızılbaş Kürt toplumu inanç kimlikleri üzerinden yaşadıkları baskı nedeniyle kendileriyle aynı inancı taşıdıklarına inandıkları Safevilere sığınırlar ve bu süreçte çok ciddi bir göç hareketliliği yaşanır. Belirtmekte yarar vardır ki bu dönemde iki ülkenin sınırında yaşayan Sünni Kürt aşiretleri de yaşanan savaş ve baskı nedeniyle Safevi bölgesine göç eder. Göçün merkezi olan bölge de Horasan olmaktadır. Horasan “güneşin doğduğu yer” olarak, tarih boyunca sistem dışı kalmış yapı ve toplulukların sığındığı mekân olmuştur. Daha resmi Sünni İslam’ın yayıldığı dönemde, merkezden uzak olması sebebiyle muhaliflerin örgütlendiği bir mekân olmuştur. Yine Moğol istilası döneminde Kürtlerin, Türklerin, Acemlerin ve diğer halkların batıya doğru toplu göçlerinin, yaşanan istila sürecinin bitmesiyle beraber tekrar tersinden bir göçle Horasan’a dönmeleriyle sonuçlanması da bölgenin göç haritasında sürekli mobilize olduğunu serimler. Aynı süreçlerde, yani 14. yüzyılda Timur istilasıyla Horasan’dan Kurdistan, Azerbaycan, Anadolu’ya sürekli bir göç dalgası olmuştur. Anlıyoruz ki henüz Safevi ve Osmanlı arasında yaşanan Çaldıran Savaşı öncesinde de Horasan hem göç alan hem de özelde Kurdistan ve Anadolu’ya göç veren bir bölge olmuştur. Çaldıran Savaşı ile beraber bu göç dalgasının daha da yoğunluk kazanarak devam ettiğini görüyoruz.

15. yüzyılla beraber Osmanlı baskısı karşısında Safevi topraklarına göç eden Dersim, eski adıyla Çemişgezek sancağında bulunan Kızılbaş Kürtlerin, “Rıza Şehri” hayaliyle önce Tebriz’e oradan da Horasan’a göç etmeleri gerçekleşir. Şah İsmail’de Kızılbaş inancında yer alan “Rıza Şehri” ütopyasını kullanarak, Kurdistan’da yaşayan Kızılbaşları kendi yanına çekmek istemiştir. Eşit ve özgür yaşamın Safevi topraklarında olduğuna inanan topluluklarda, özelde de Çemişgezek sancağındaki aşiretler, Osmanlı baskısına karşı Safevi topraklarına göç eder. Ancak Kürtlerin Horasan göçü salt Çaldıran Savaşı sonrası başlayan bir süreç değildir; bilakis kaynaklar M.S. 438-550 yılları arasında Gor Kürtlerinin buraya, sınır koruma amacıyla yerleştirildiğini ve bunun da Kürt Geli devletinin nüvesini oluşturduğundan bahseder. Kürtlerin 1245-1383 yıllarında Horasan’da kurduğu Geli devletinin bu temel üzerine kurulduğu ve zaman için bunun Deylemiler olarak da tanımlandığı öngörülür. Yani Horasan Kürtler için tarih boyunca göç alıp veren, mobilize olma özelliği taşıyan bir mekân olarak görülmelidir. 15. yüzyılla başlayan süreçte günümüz İran topraklarına göç eden Kürtlerin önce Tebriz’e yerleştirildiği, sonrasında da buradan bir devlet politikası olarak Horasan’a göç ettirildiği bilinir. Horasan, Safevi devletinin sınır yeridir ve Safevilerde Kürtleri hem merkezden uzak bir şekilde kontrolde tutmak için hem de sınır güvenliğini sağlamak adına bu bölgeye yerleştirir. Çemişgezeklilerin yanı sıra diğer Kürt Alevi ve Sünni Kürtlerin Horasan’a yerleştirilmesi ise 1550 yıllarından sonra olur. Safevi şahı Şah Abbas’ın iskân politikası neticesinde Kürtler Özbekistan ve Türkmenistan sınırına yerleştirilir. Kaynaklar yaklaşık olarak 45-60 bin hane halkının buraya yerleştirildiğini yazar[1]. Şah Abbas döneminden sonrada buraya göç eden Kürtler, Kürt aşiret konfederasyonu olarak tanımlayabileceğimiz önce Çemişgezeklû sonra Zaferanlû ismini alan bir yapı oluştururlar. Bunun dışında bölgede aynı dönemlerde Kurdistan’dan Horasan’a göç eden aşiretlerin Şadan konfederasyonunu da kurduklarını biliyoruz. Buraya göç eden aşiretleri çoğunluklu olarak Kuzey Kurdistan’da Van-Muş-Bitlis, Dersim, Bingöl, Diyarbakır, Kars, Iğdır, Ardahan, Erzurum’dan, az sayıda da Sivas, Maraş, Adıyaman, Malatya bölgelerinden geldiğini, Horasan dışında Ermenistan ve Laçin’e de bu göç akışının sağlandığını belirten Faik Bulut, devamla göç eden aşiretleri şöyle sıralar: “Sıpkan, Baski, Berifi, Milan, Zilan, Şadilli, İzoli, Redkan, Helikan aşiretleri Horosan’a göç ederek burada aynı sıra ile Sipkunlu, Pazuki, Berivanlu, Milanlu, Zilanlu, Şadıllu, İzanlu, Redkanlu, Helikanlu isimlerini, Ermenistan’a göç eden Mamikan Mamikanlu; Meman Mamyanlu isimlerini alır.”[2]

Şerefxan, İran’da bu süreçte etkili olan aşiretleri şöyle sıralar: Lek, Zend, Razbehan, Metilec, Hasiri, Şehrezori, Mezyar, Kelani, Eminlu, Memeloyi, Kec, Kurani, Zikti, Kelegir, Pazuki, Wehi, Çemişgezek (Keykanlu, Şıhkanlu, Karamanlu, Keyvanlu, Sufiyanlu (Sofiyan), Tupkanlu (Topkan)), Erebkırlu. Bunların içinde sonradan Çegni ve Zengilerin de Horasan’a göç ettiğini belirtir. Yazar Hamza Aksüt ise Horosan’a göç eden aşiretler hakkında şunları belirtir:“Şah İsmail, Şah Tahmasb, Şah Abbas dönemlerinde Horasan’a Kürt aşiretleri sevk edilmiştir. En büyük sevkiyat, sınırı Özbek ve Moğol saldırılarından korumak amacı ile 1598 yılında yapılmıştır. Özbekleri yenen Çegni aşiretinden Budak Han vardı. Şah Abbas bu emiri Meşhed’e vali olarak atadı. Çemişgezek aşireti beyi Şahkulu Sultan ve Zengi aşireti beyi Genc Ali Han da Özbeklere karşı koyanların arasındaydı. Şah Abbas, Çemişgezek aşiretini Horasan’a yerleştirdi. Horasan’a yerleşen öteki Kürt aşiretleri Rışvan, Milan, Kuhpinikli, Zağferan, Gawliyan’dır. Horasan’a yerleşen bu toplulukların nüfusu 45 bindir. … Günümüzde Horasan’da yaşayan Zağferan obasının kökeni Mardin ve Dersim’dir. Horasan’da Zağferan’a Çemişgezeki de denmektedir. Oba bu adı Mardin’in hemen güneyinde ki Zağferan düzlüğünden almış olabilir. Bozulus içinde Zağferanlı obası 1540 tarihinde 50 hane ve 2 nefer nüfusa sahipti. Oba, Urfa’nın Bozova nahiyesindeki İlyas Pınarı, Çömlekçi ve Kaya Haydar nahiyesindeki Tozluca köylerinde yerleşikti. Zağferanlıların bir kolu da günümüzde Siverek’tir.”[3] Ayrıca bu göç sürecine Osmanlı baskısından kaçan Sünni Kürt aşireti Celalilerin de dahil olduğunu belirtelim.

Araştırmacılar Horasan’a 15. yüzyıl sonrası ikinci göç dalgasının 16-17. yüzyıllarda Osmanlı döneminde Celali isyanları sonrasında yaşandığını belirtirler ve bu dönem göçe zorlanan aşiretleri de şu şekilde sıralarlar: Reşvan, Canbegi (Cihanbeyli), Şexbizini, Milan, Şadiyan, Rutan, Zırıkan, Sêvêdi, Terîkan, Mikailan, Mirdesiyan, Molîkan, Badîliyan, Nasîri, Koçgiri, Mahosi, Belikan, Çelikhan, Oxçiyan, Cutikan, Xelikan, Sefikan, Pisiyan. Araştırmacılar bu göç sürecinde, 45 bin olarak tahmin edilen Kürt ailesinden 15 bininin Horasan’a hiç ulaşamadığı ve bunlarında göçe başladıkları noktadan sonra Horasan güzergâhı içinde herhangi bir yerde aşiret olarak yerleşim sağlamış olabileceklerini belirtirler.

Nitekim, aslında göç haritasını en iyi veren done aşiretlerin dağılım ve yerleşim haritası olduğunu bilerek ve buna bir izlek oluşturulursa, hangi aşiretlerin göç yolunda kaldığı ve hangilerinin ulaştığı anlaşılır. Kürdistan’daki bu göç mobilizasyonu nedeniyle her bir aşiretin farklı bir bölgede, dağınık olarak yayılım sağladığını görürüz. Nitekim özellikle de Horasan göç hikâyesinde yola çıkan aynı aşiretler içinde bir kısmının Alevi bir kısmının Sünni olması da bu süreçle ilgili bir durum olmaktadır. Her aşiret gittiği yerde gönüllü ya da zorunlu asimilasyonla bir şekilde değişim sağlamıştır. Örneğin Faik Bulut Horasan’a dair yapmış olduğu saha araştırmasında buraya göç edenlerin çoğunun Şiileştiğini belirtir. Yani zamanında göç eden Alevilerin de devletin asimilasyon politikasıyla Şiileştiğini ama Kürt kimliklerini koruduklarını belirtir.

Anlaşıldığı kadarıyla Kürtlerin göç haritasında en mobilize olduğu hattı oluşturan Horasan bölgesi ve güzergâhına 14. yüzyıldan itibaren 500 bin Kürt konumlanmıştır. Bu hat sadece Horasan’a gidiş güzergâhı olmuyor; ayrıca Horasan’dan da dönüş güzergâhı oluyor. Yani bir şekilde bu bölgeye göç eden Kürtlerin, daha sonra buradan iç veya dış göçü yaşamasıyla oluşan bir opsiyonel yerleşim olabilmektedir. Horasan’a Karacadağ’dan göç ettiği öngörülen (kimi kaynaklar da Dersim der) İzol aşiretinin buradan tekrar göç edip, Dersim, Sivas ve Erzincan’a kadar yayıldığını görürüz. Yani göçe başladıkları bölgeye geri dönmek kadar, kimi yerlerde daha farklı bölgelere de dönüş yaptıklarına rast geliyoruz. Bu dönüş İç Anadolu’dan Karedeniz bölgesine kadar, Anadolu’nun her coğrafyasına yayılım göstermiştir. Burada ek olarak belirtmekte yarar var ki Kürtlerin İç Anadolu’ya kadar varan göç hikâyesi salt Horasan ile bağlantılı değildir. Cumhuriyet dönemine ve hatta sonrasına kadar yaşanan göçler de Kürdistan’da süren savaşlar, aşiret çatışmaları, yoksulluk, ekonomik zorluklar, kıtlık gibi sebepler etkili olmuştur. Örneğin İç Anadolu’ya göç eden Kürtlerin bir kısmının Birinci Dünya Savaşı sonrası sürgün edildiği, aynı bölgeye ve hatta Anadolu’nun batısına kadar ki bölgelere Rus- Osmanlı savaşı nedeniyle Ağrı, Erzurum, Kars, Muş gibi bölgelerden de göç edildiği bilinmektedir.

Horasan bölgesi bu dönemlerde yaşanan göçün merkez bölgesi olarak tarihte rol oynamıştır. Bu bölgeye göç edenlerin kurduğu konfederasyonlarda yer alan aşiretlere de bakılırsa; aslında Kurdistan’ın her yerinden buraya göç edildiği anlaşılır. Selim Temo’nun “Horasan Kürtleri” kitabında ayrıntılı olarak yer verdiği bu süreç, bölgede nasıl bir demografik değişimin yaşandığını da anlatır. Bu kaynak Horasan’da kurulan konfederasyonlarda ne kadar aşiretin olduğunu ve nereden göç ettiklerini ayrıntılı olarak serimlerken, Çemişgezek konfederasyonun da 95 aşiretin yer aldığını, bunların Dersim ve Sivas-Erzincan hattıyla uyumluluk gösterdiğini belirtir. Bu bölgede oluşan konfederasyonlarında dört parça Kurdistan’dan gelen aşiretlerin toplamından oluştuğunu belirtir. Burada anlaşılması gereken hususun, Horasan’a göç hikâyesinden anlaşılması gerekenin özelde Kürtler için, bölgede hâkim olan iki devletin, hatta öncesinde ki egemen devletlerin yerinden etme politikası sonucu yaşanan göç hikâyesinin sembolünü anlatmış olduğunun ayırdına varmak olduğu bilinmelidir. Bu hikâye de bize özelde Çaldıran Savaşı ile gelişen süreçte bölgede zorla göç ettirme politikasının geliştirildiği, göç edilen yerlerin de insansızlaştırıldığı, devlet terörünün etkisi ile halkaların yaşadığı katliam, baskı ve şiddet sürecinin göçün önünün açtığını anlatıyor.

Kürtlerin Horasan’a göç sürecinde de ortaya çıkan sonuç ve okunmayı bekleyen hikâye, Kürdistan bölgesinde tarih boyunca özelde Kürtlerin ve tabi ki bu bölgede yaşayan halkların yaşamında göç hiç eksilmeyen bir hafıza olduğudur. Aslında nereden geldiğini bilmenin hafızasını, göç hikâyelerinden öğreniyoruz. Ve bu hikâyeler bize bu coğrafyanın büyük acılara ve trajedilere tanıklık ettiğini anlatır. Çünkü hiçbir toplum yaşadığı mekânın gönüllü yolcusu olmaz. Buna iten sebeplerde de hep bir zor ve zorlanma vardır. Kürtler yakın tarihe kadar da kendi yurtlarının yabancısını kılınırcasına yurtsuzlaştırılarak, topraksız ve vatansız kılındı. Buna rağmen göçün yarattığı yurtsuzlaştırma, vatansızlaştırma, asimilasyon politikalarını yurtseverlik duruşuyla karşı çıkmaya çalıştı. Yakın tarihte yaşanan Kürt isyan ve katliamlarıyla Dersim’den Amed’e, Ağrı’ya kadar bu sürecin sonucu olarak Kürtlerin Batı illerine zorunlu iskân politikasıyla göç ettirildiğini görürüz. Göç ettirilen yerlere bilinçli olarak Kürt olmayan halkaların yerleştirilmesi ise bir asimilasyon ve yurtsuz bırakma politikası olarak devreye girmiştir. Ermeni tehciri ile göç ettirilenlerin yerine Kürtlerin yerleştirilmesi, Rumların mübadele ile anavatanlarından bir şekilde sürgün edilmesi, Süryanilerin katliamlar sonucu kaçırtılması bu coğrafyanın hafızasızlaştırılmasına neden olmaktadır. Devem eden yurtsuzlaştırma politikası 90’larda yaşanan iç savaş nedeniyle Kurdistan’da köylerin boşaltılması, halkın zorla yurtlarından edilmesiyle sonuçlandırılmıştır. Kürtler hem yaşanan savaşın sonucu hem ekonomik ve sosyal nedenler ile batı illerine göç ederken, arkalarında ateşi sönmeyen acılar bırakmıştır. Buna rağmen de yurtseverlik bilinci, duygusu ve hafızasıyla yaşamayı bilen örgütlü halklar, gittikleri aslında göçertildikleri her yere kendi vatanını götürmeyi de bilerek, özgürlük ruhunu yaşayabilmişlerdir.

 

 

Kaynakça: 
  • Abdullah Öcalan – Bir Halkı Savunmak
  • Faik Bulut – Horasan Kimin Yurdu? – Berfin Yayınları            
  • Faik Bulut – Horasan’dan Nasıl Geldik? – Kor Kitap
  • Selim Temo – Horasan Kürtleri – Alfa Yayınları
[1]     Faik Bulut “Horosan’dan Nasıl Geldik?”
[2]     Faik Bulut “ Horosan Kimin Yurdu?”
[3]     Hamza Aksüt “Aleviler”

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.