Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürdistan’da Aşiretçiliğin Kışı, Ulusalcılığın Baharı

Ahmet Kahraman

Kürtler, Ortadoğu’nun en eski halklarından biridir. Bölgede ve özelde kendi ülkelerinin havası, suyu, toprağı kadar da yerlidirler.

Bazı tarihçiler, Kürtlerin soy ağacı köklerini,10 bin yıllık derinliğe dayandırıyor.

Yerli halk olarak da kendi kültürlerinin, giyim-kuşam, yemekler, renkler, yaşama adabıyla kendi folklorlarının yaratıcılarıdır. Komşu halklarla katışmalar olsa da öz olarak yerli, özelde kendileridirler…

Gelip geçen göçmenlerin yanında, yerli olmanın ayrıcalığını cömertlikle ruhlarında yaşamışlardır ve yeri geldiğinde bunu dışa vurmaktan da çekinmemişlerdir.

Bir Kürt aşiret önderine mal edilen anekdot, yurtlarından gelip geçen, hatta yerleşen göçmenlere göz darlığı edilmediği, özgüvenle onlara cömertçe davranıldığını anlatmak bakımından önemlidir: “Darb-ı mesel”e göre, aşiret önde gelenine, bir göçmen grubun su kıyısına yerleştiği haber verildiğinde, o “jı miya sor ra xırabiya wan heye?” (kızıl koyunlara zararı var mı?) diye soruyor, “hayır” cevabını alınca, “çer dikin bila bikin” (ne isterse yapsınlar) diyor… Bu söylem, bazı Kürt aydınları tarafından, atalarının ülkeye karşı vurdumduymazlığı olarak da niteleniyor. Rahatları bozulmasın diye işgalcilere göz yumma eleştirisi olarak da ifade edilebiliyor. Fakat Kürtlerin, pek çok yerli halkta olduğu gibi aile ve aşiretleriyle övündükleri bir gerçektir. Kürdün, yedi dedesini sayıp, soy kütüğünün 350 senesini ezbere haykırması, ona karşı baskı ile varlığını ve kimliğini yok etmeye çalışanlara karşı, bir ironi içermektedir. Kendisini yok sayana karşı, “benim ülkem belli, soyum, köküm bilinendir, ya sen kimsin?” anlamında gizli bir gururlanma vesilesidir.

Nitekim Ermeni tarihçi Arshak Safrastyan, 1943 yılında yayımlanan “Kürt ve Kürdistan” adındaki kitabında, bir Kürt Mir’inin, mağrur Osmanlı Sultanıyla kendini kıyaslarken şu gurur dolu sözleri dile getirdiğini aktarmaktadır: “Ben, Osmanlı Padişahı değilim. Ben, bu toprakların sahibiyim. O, belki benden daha güçlü olabilir, ama ben daha asilim”

Öte yandan, köklerini birinci dedesinden öteye götüremeyen göçmenler, Kürtleri kendilerince küçümseyip, aşağılamaya kendilerini yüceltmeye kalkışırken, “onlar zaten aşiret bağlarının kültüründen geliyor” demektedirler. Oysa aşiretsel bağlar, küçümsenecek bir durum değil, köklerin tarihle ilmiklenmesidir. Üstelik aşiretsel kökler, bağ ve bağlantı ilişkileri, yeryüzünde yalnızca Kürtlere has bir yaşama biçimi değildir. Bir kutuptan ötekine, fırdolayı bütün dünyanın yerli halkları, açıklayıcı deyişle; Kuzey denizinin Eskimoları, Güney ve Kuzey Amerikan, Avustralya yerlileri, Araplar, Asya, Avrupa ülkelerinin halkları, İrlanda adası, İskoç ülkesi, Afrika kıtasının kabileleri de aşiretler bileşkesidir.

Avrupa’da ulus devletlerin öncesi, aşiretsel yapıdır. Adına hanedanlık, prenslik, sülale, feodal beylik, baronluk denilen toplumsal yapıların hepsi aşiretlerle benzer özelliklere sahiptir.

Aşiretsel yapı ve birlikte yaşama biçimleri, Fransa’daki büyük ihtilal ile ulusal devletlerin ortaya çıkışından çok daha uzun bir geçmişe sahiptir. Eski çağların büyük imparatorlukları, ulus devlet değildir. Liderin, şu ya da buradan olması, önderlik ettiği yapının kimliğini belirlememektedir. O nedenle, yol boylarını fethede ederek Afganistan’a giden Makedonyalı İskender’in impara torluğu ve eski çağların en görkemli devlet yapılanması olan Roma imparatorluğu çok uluslu devletlerdir.

Magazin tarihçiliğin babalarından Prof. İlber Ortaylı’nın iddia ettiği gibi Osmanlı imparatorluğu Türk değildir. Osmanlı ailesi, Afgan göçmenidir ama imparatorluk çok uluslu bir yapıya sahiptir.

Araplar, daha sonra da Avrupalılar, “Türk” deyimini “uygarlık dışı, barbar” anlamında kullanmışlardır. Osmanlılar, bu yüzden kendilerine Türk denilmesinden nefret etmişlerdir. Avrupa’yı talanla ün yapan Atilla’nın ve Asya’yı zulümle titreten Cengiz’in imparatorluğu, Timur’un yapılanması ise devletten çok, talan ve çapul peşinde koşan çeteci devletlerdir. Devlet de denilen bu kabukların altında yine de sayısız halk, kendi kimliğiyle yaşamıştır.

Avrupa’daki Feodal Beylikler, öteki deyimle Prenslikler, Düklük, Baronluklar, bir yönüyle aşiretsel yapılanmalar yumağıydı. Ulusalcı devlet yapılanmasına kadar, her biri kendi çapında birer devletti. Ancak, bunların birleşmesi olan ulusal devlet çatısı, sanıldığı kadar kolay oluşmadı. Tersine, kanlı iç savaşlardan sonra ortaya çıkabildiler. Ulusal devletler, yenilginin enkazı üzerinde yükselmişlerdir. En kanlı örnek ise Prensliklerin güçlü olduğu Almanya’dır.

1800’ler Avrupa’sında, kıta adeta kapanın elinde kalıyor gibi herkes birbiriyle savaş halindeydi. Kalabalık askeri taburlara sahip ve kendi iç düzenini kurmuş krallar, aynı zamanda genişlemeyi sağlayan savaşların efendisiydi. Prusya Kralı I.Wilhelm’ın önünde, ardında zapt edilmeyi bekleyen sonsuz topraklar vardı. Ancak, fetihlere girişmeden önce, prenslikleri kendine bağlayıp, “iç güvenliği” sağlaması gerekiyordu.

Kral I.Wilhelm, bu amaçla, “otoriterliğine” inandığı Kon Otto von Bismarck’ı 1862 yılında başbakanlığa atamıştır. Kimi tarihçilere göre “Nazizm’in ilk pınarı” olan Bismarck, devlet şiddetine tapınırcasına inanan ve onu cömertçe kullanan bir politikacıydı. Nitekim Başbakanlığa atandıktan sonra parlamentoda yaptığı ilk konuşmada, “kan ve demirin gücüyle” sorunların üstesinden gelip, ulusal birliği sağlayacağını söylemiş ve bu sözüne sadık kalarak, şiddetin diliyle beyliklerin egemenliğini kırmıştı.

Yeryüzünde, aşiretsel bağların güçlü damarlarını birleştiremeyen, aralarındaki çekişme ve kavgalar yüzünden bir araya gelemeyip, birliktelik ruhunu yaratamayan bazı halklar, daha sonraki aşamalarda büyük acılarla, birleşememelerinin bedelini ödemişlerdir. Amerika, Avustralya kıtalarının yerlileri, Avrupa’dan Sicilyalılar, İrlandalılar, İskoçlar, Kürtler gibi bu kaderi yaşamış halklardır. Bu halkların tümü, birlik olmayı başaramadıkları için soyları kurutulurcasına ya yok edilmişlerdir ya da geç kalmış var olma mücadelelerini günümüze taşımışlardır.

Yaşama kültürü, gelenekleri doğal olarak komşularından farklılıklar içeren Kürtler, aşiretler mozaiği de denilebilecek bir sosyal dokuya sahiptirler ve bu yapı etkinliği azalmakla birlikte hala devam etmektedir.

Dünyadaki benzerleri gibi aşiret önderleri, soyluluk atfedilen kimlikleriyle, aynı zamanda toplumun söz ve karar sahibi liderleri olagelmişlerdir. Birkaç aşiret ve belli büyüklükteki yöreye hükmeden öndere Mir, bu yöreye de Mirlik denmiştir. Mir ve aileleri, resmen ilan edilmemiş bir paye yüklenmesiyle toplumsal asaleti, yani soyluluğu temsil etmişlerdir. Bu tabaka, aynı zamanda adaleti veya toplumsal barışı sağlamakla sorumlu eliti oluşturmaktaydılar.

Kürt eliti, dış etken ve güçlerin de doğrudan hedefiydi. Kürdistan topraklarından gelip geçen, kimileri kalıcı niyetli bütün istilacı ve işgalcilerin ilk, son muhatapları olmuşlardır. Halkı itaat altına alma ya da cezalandırma seferlerinde, en büyük acıyı bu aileler çekmişlerdir.

O nedenle, İttihatçı gelenekten (hem Kemalist hem de dinci) gelme Türk aydınlarının bilgisizlikten kaynaklanan söylemlerinin tersine, Kürt eliti(!), Kürdistan’da tahakküm unsuru değil, bir Rus tarihçinin de tespiti üzere, bireyin hak ve özgürlüklerinin korunması dahil, toplumsal yaşamın birer hizmet kalesi durumundaydılar.

Kürdistan’da ulusal uyanış ve uyanışın eyleme dönüşmesi geç başlamadı. Dünyada yaygınlaşan ulusal hareketler, aynı süreçte Kürdistan’da da yansımasını buldu. Osmanlı kabuğuna karşı Kürdistan’ın bağımsızlığını amaçlayan ilk başkaldırı, 1800 yılında, merkezi Süleymaniye’de bulunan Baban aşiretinin başkaldırısıyla başladı.

Yunanlılar, Kürtlerden yaklaşık 30 yıl, Bulgarlar ise çok daha sonra bağımsızlık için başkaldıracaklardı. Fakat Kürtler, bu halklardan farklı olarak her biri kendi başına bir devlet gibi hareket eden Mirlikler, aşiret yapılarından dolayı paramparçaydı. Kürdistan’ın bir parçasındaki hareketlikten, öteki uçtan habersiz, dahası irtibatsızdı, neredeyse yan yana gelmeleri imkânsız kabilindeydi. Yan yana olan aşiretler ise köylü çekememezliği ile birbirine karşı güvensizdiler, bazıları da birbirlerine karşı geçmişten gelen husumetleri sürdürmekteydiler. Dolayısıyla bir araya gelme, ortak çıkar etrafında birleşme yerine, dolaylı, hatta doğrudan düşmanca hamlelerle karşılaşıyorlardı.

Aşiretler merkezi birlik ve askeri örgütlenme imkânından da yoksundu. Her biri, ayrı ayrı, kendi günlük hesabını yürütüyor, “önce ben” diyor, başkaldıranlar, Osmanlı düzenli ordusuna köylü kavgalarındaki usulle, bazı hallerde taş ve sopalarla düzenli ordunun tüfekleri üstüne yürüyorlardı. Bazıları, sonra kendisine sıra geleceğini düşünmeden, rakip gördüğü aşiretin etkinliğini kırıp, alanını ele geçirmek için Osmanlı saflarında yer alıyordu. Her birinin kendi başına hareket ettiği, “önce ben” dediği bir yerde, merkezi birlik ve askeri örgütlenme de yoktu. Bütün bu nedenler bir araya gelince, Kürdistan ulusalcı yüz yılı gecikmiş ve kaybedilmiş olarak tarihe geçmiştir.

Birinci büyük dünya savaşı aşaması ve sonrasında, Kürdistan’ın merkezi birliği için girişimler başlatıldığında ise yeni engeller yüzünden, başarı sağlanamadı. Kürdistan parçalanmış, birbirinden koparılmış, araya sınırlar, sınırları koruyan bekçiler konmuştu. Her parça, ayrı bekçilerce sahibinden esirgeniyor, korunuyordu.

Başkaldırının önderi nedeniyle “Şeyh Said İsyanı” diye anılan Kuzey parçasındaki “Azadiya Kürdistan” hareketi, bu süreçte tarih sahnesine çıkan, toplumun tüm katmanlarını kapsayan, aşiretler üstü ilk ulusal girişimdir. Ama tam anlamıyla birlik ruhu kurulamadığı gibi, hareket hazırlıksız yakalanmış, pek çok yerde varlığı bile hissedilmeden baskına uğramış, o nedenle, yükselen saman alevi niteliğindeki ilk başarılarından sonra bastırılmıştır. Girişim, Kuzey Kürdistan’da kökü kazınılarak yok edilmişti.

Kalın çizgilerle belirttiğimiz sebeplerle, Kürdistan’ın aşiretsel kışı uzun sürmüş, uluslaşmanın baharı gecikerek gelmiştir. Ama uzun sürmesine rağmen, kıştan bahara geçilmiş, bir bakıma bugün Kürdistan’ın dört parçasında, uluslaşmanın yazı yaşanmaktadır. Ulusal çıkarların, aşiretsel bağlara dayalı çıkarların üstüne çıkması, büyük ölçüde galebe geldi. Dört parça Kürdistan’da ulusal ruh, öne çıktı.

Düne kadar, toplumsal sorunlar söz konusu olduğunda, çözümleyici lider adayı olarak öne çıkanın ailevi durumu, aşireti, mensup olduğu katmanın niteliği, kısacası soyluluk karizması sorgulanıyordu. Bugün gelinen uluslaşma noktasında, örneğin seçimlerde halk, adayın ailesini, aşiretini, dini mensubiyetini irdelemiyor, adayın yeterli olup olmadığına, en önemlisi onu aday gösterenlerin niteliğine, yeterliliğine bakmaktadırlar. Söz gelişi Abdullah Öcalan’ın aşireti yoktur, ailesi de tanınmamıştır. Ama Kürtler arasında kabul gören bir liderdir. Yakın zamana kadar parlamentoya seçilmede de aşiret ve aile bağları ağırlık taşıyordu. Bugün, o da yok.

Fakat Kürdistan’da bilincin aşiretçilikten ulusalcılığa evirilmesi kolay olmadı. Mücadelenin önder kadroları, hayatlarını da kapsayan ağır bedeller ödeyerek, bir yanda iç direnmelerle, bir yandan da çıkarı bozulan kabuk güçle, mücadele etmek zorunda kaldılar.

Zoru başardılar…

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.