Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da Yaşananlar Sanal Mı?

Muzaffer Ayata

Günümüz Ortadoğu’sunda yaşanan ayaklanmaları ve arayışları kısa bir yazıda özetlemek mümkün değildir. Bu sorun dünyada ve ülkemizde de yoğun bir biçimde tartışılmaktadır. Her çevre kendi çıkar ve bakış açısına göre yorumlamakta, tutum almaya çalışmaktadır. Bundan sonrada en çok tartışılacak konuların başında gelecektedir. Ortadoğu’nun merkezinde yer alan Kürtlerin de herkesten daha fazla gelişmelere duyarlı olması doğaldır. Çünkü gelişmelerden en çok etkilenen ve etkileme potansiyeline sahip bir halk konumundadır. Kürtler bölgedeki diğer halklardan daha önce örgütlenmiş, devrimsel sürece girmiştir.

Bugün yaşananları daha iyi anlamak için biraz geriden bakmakta yarar vardır. Bilindiği gibi Ortadoğu, Osmanlı egemenliği altındaydı. Osmanlının çöküş yıllarında ve I. Dünya Savaşı’nda, özellikle İngiliz ve Fransızların egemenliğinde Ortadoğu paylaşıldı. Sınırlar çizilerek bir düzenlemeye gidildi. Bu paylaşım ve düzenlemenin esası 1916 yılında İngiliz ve Fransızların gizli yaptığı SykesPicot anlaşmasıyla yapıldı. Bu anlaşmanın gereği doğal sınırlar yerine Arap halkını irili ufaklı birçok ulus devlet biçiminde böldü. Kürdistan’a 1923 Lozan Anlaşması’yla birlikte son biçimi verildi. Irak, Türkiye ve Suriye arasında üç parçaya bölündü ve paylaşıldı. Osmanlı-İran arasında da anlaşma gereği bölünen Kürdistan’ın dört parça halinde bölünmesi böylece tamamlandı.

 

Böl-Parça-Yönet

İngiliz ve Fransızların denetiminde kurulan bu devletler, sınıfsal olarak gelişmiş, siyasal ve örgütlü bir topluma dayanmıyordu. Geleneksel toplumun ağır bastığı, çok dar egemen bir kesime dayandırılmaya çalışıldı. Oluşan yönetim güçleri zamanla askeri otoriter yanı ağır basan baskı ve egemenlik sistemine dönüştüler. Ağırlıklı olarak da milliyetçiliği benimsediler. Böl-parça-yönet tarzındaki emperyalizmin planlaması Ortadoğu’da başarıya ulaştı. Ortadoğu gibi stratejik bir bölgenin petrol kaynakları esas olarak emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre işletildi ve pazarlandı. Ortaya çıkan petrol gelirleri bölge halklarının kalkınması, eğitimi, siyasal ve kültürel gelişimi için kullanılmadı. Daha çok egemenler ve uzantısı dar bir çevrece bölüşüp har vurup harman savurdular. Esas olarak batılı finans kurumlarının hizmetine sokuldu.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da egemenliği ve etkinliği öne çıkan ABD oldu. İsrail’in kurulmasıyla birlikte de Ortadoğu daha fazla çelişki ve çatışmaların girdabına itildi. Çok sayıda Arap devleti kurulmuştu. Ama Arap toplumlarında huzur, demokrasi ve özgürlükler yaşam bulmadı. Batının “medeni güçleri” demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesini desteklemek ve önlerini açmak yerine otoriter ve baskıcı rejimlerin yanında hep yer aldılar. Batının sistematik olarak İsrail’i desteklemesi, Arap ve Müslüman toplumları dışlayan bir durum ortaya çıkardı. Filistin halkının trajedisi İslam dünyasının kapanmayan bir yarası oldu.

Sovyet ve Batı rekabeti sonunda Ortadoğu’da kurulan dengeyle mevcut statüko daha fazla kemikleşti. Suriye, Irak rejimi daha çok Sovyetlere dayanmaya, silahlanmaya ve ayakta kalmaya çalıştı. Başta Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler de Batının kanatları ve koruması altında palazlanıp ayakta kaldılar. Dışarıdan gelen kapitalizm oldukça çarpık ve dışa bağımlı bir karakterdeydi. Sınıfsal, sosyal, kültürel değişim ve dönüşümü yaratmadı. Ortaya çıkan demokratik arayışlar ve muhalefet güçleri de mevcut rejimler tarafından acımasız bir biçimde bastırıldı ve tasfiye edildi. Emperyalist güçler, demokratik bütün unsurların acımasızca tasfiye edilmesini ve temizlenmesini destekledi. Aynı şey Sovyetler birliği tarafında da benimsendi.

 

1975 Cezayir Anlaşması

Kürtlerin içinde bulundukları parçalanmış ve paylaşılmışlık durumu giderek aleyhlerinde işlemiş, kaderleri bu egemen devletlerin ellerine terk edilmişti. Dünyada oluşan siyasal sistem tarafından da bu benimsenmiş ve olağanlaşmıştı. Ne Sovyetler, ne batılı güçler Kürt halkının içinde bulunduğu bu kahredici statüye bir itirazda bulunmadıkları gibi Kürtlerin bütün arayışlarını da görmezlikten gelmeye ve ittifak yaptıkları egemen güçleri desteklemeye devam ettiler. 1920’den başlayarak Kürdistan’ın değişik bölgelerinde ortaya çıkan hak arayışları ve isyanlar hep kanla bastırılmıştı, Kürtler tamamen tek taraflı bir iradeyle asimilasyona, yoksulluğa ve kültürel jenoside tabi oldular.

Yakın tarihte 1975 Cezayir anlaşmasıyla Güneydeki Kürt direnişi çökmüş, Mustafa Barzani’nin tüm girişimlerine rağmen ABD dahil kimse Kürtleri desteklemeye yanaşmamıştır. Humeyni’nin öncülük ettiği İran devriminden sonra da Kürtler katliamdan geçirilmiş tüm direnişler bastırılmıştır. Iran KDP liderleri Qasımlo, Şerefkendi suikastlerle öldürülmüşlerdir.

Nasır’ın öncülük ettiği Arap milliyetçiliği Ortadoğu’daki Arap-İsrail çelişki ve çatışmasını daha da derinleştirmiştir. Suriye’nin de dahil olduğu bu çatışmalarda milliyetçi ve dini önyargıların kemikleşmesi dışında bir gelişme olmamıştır. Kangrenleşen Filistin sorunu günümüze kadar çözülmedi. Özellikle Batılı güçler Sovyetlere karşı, bölgedeki demokratik sosyalist hareketlerin gelişimini bastırma ve İslam’ı kullanarak yeşil kuşak yaratmaya çalıştı. Sovyetlerin Afganistan işgali, ABD’nin Sovyet karşıtı İslami hareketlere özellikle Taliban’a verdiği destek önemli sonuçlar yarattı. İran devriminin etkisi, demokratik ve sosyalist muhalefetin bastırılmasıyla birlikte İslami akımlar Ortadoğu’da öne çıktı ve güç kazandı.

Ortadoğu toplumlarında iç dinamikleriyle gelişim ve değişim pek sağlıklı gelişmedi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra da mevcut rejimler değişen dünya dengelerini öngörerek herhangi bir reforma gitme ihtiyacı duymadılar. Onlara göre tarih ve toplum donmuş, istihbarat örgütleri, ordu ve baskı aygıtlarıyla kendi toplumlarını hep ellerinde tutmaya devam edeceklerdi. Halbuki dünyanın en büyük güçlerinden biri olan sosyalist blok özgürlükleri ve demokrasiyi geliştirmedikleri için çöküp gitmişti. Bu dengelerin daha çok ayakta tuttuğu Ortadoğu’da her şeyin böyle durağan olacağı, değişmeden gideceği düşünülemezdi. Ama öyle kaskatı rejimler yaratılmıştı ki, esneme ve değişmeyi gündemlerine bile almadılar. Hafız Esad döneminde Müslüman Kardeşler’in çıkışı çok kanlı bastırılmıştı. Aynı şekilde Mısır’da da şiddetli baskılar ve uzun yıllara dayanan şiddet ve ezme politikası benimsenmişti. Cezayir’de de 2000’li yıllardan sonra İslami örgütlerin silahlı isyanları çok kanlı bir boğazlaşmayla bastırıldı. Müslüman Kardeşler önderliğindeki bu radikal çıkışların bastırılması Batı tarafından desteklendi.

Sol ve demokratik muhalefet sistematik olarak ezilip zayıflatıldığı için bir alternatif gücü olamadı. Aynı şekilde radikal İslami hareketler de büyük oranda tırpanlanıp zayıf düşürüldüler.

Günümüze kadar Ortadoğu’da milliyetçi ve İslami akımlar genelde etkili oldu. Milliyetçilik ve İslam zaman zaman iç içe geçti. Bazen din, bazen milliyetçilik öne çıkarıldı. Ortadoğu’da köklü bir aydınlanma, reform ve Rönesans benzeri bir hareket gelişmedi. İslami çevreler de kendi ideolojik ve felsefik çıkışlara, reformlara gidemediler. İktidar güçlerine benzer bir iktidar söylemi geliştirdiler ve iktidarı ele geçirme mücadelesi verdiler. Sistemin dışına çıkıp, alternatif bir toplum ve yönetim modeli geliştiremediler.

 

Arap Baharı ve Sonrası

Ortadoğu’daki bu statüko ve mevcut muhalefet sınırlarının dışına çıkan ve farklı bir siyaset ekolü yaratan yegane hareket PKK oldu. 1970’lerden sonra şekillenen PKK sosyalist ideolojiyi benimsedi. Devrimci temelde halka dayalı örgütlenmeyi esas aldı. Ancak Sovyetler Birliği’ne eleştirel baktı, daha çok kendisini pratikleştirmeyi ve toplumsal güç yaratmayı esas aldı. PKK’nin önderliğini yapan A.Öcalan, ideolojik ve felsefik olarak arayışlarını sürdürdü. Hem dünyadaki gelişmelerden hem de Kürdistan’daki mücadeleden kopmamayı esas aldı.

1990’larda PKK, güç olmaya başladığı bir dönemde de Sovyet bloku çöktü. Bölgedeki birçok sol, sosyalist parti, örgüt demoralize oldu. Zayıfladı veya tasfiye oldu. Emperyalistler ve ideologları ideolojinin sonunun geldiğini ve dünyanın onlara kaldığını ilan ettiler. PKK lideri ise, Sovyetler Birliği’nin yıkılış nedenlerini analiz ederek mücadelesini yükseltmeye ve hareketini daha güçlü kılmaya başladı. İktidara ve devlete dayanan sosyalizmin, kapitalizmi güçlendirdiğini, onun bir uzantısı olarak hizmet ettiğini belirledi. Bu arayışları günümüze dek sürdü. Eski sosyalist anlayış yerine “daha az devlet daha çok demokrasi” biçiminde bakışını formüle etti. Konfederal demokratik bir sistemi teorileştirdi. Filistin hareketi de milliyetçi ve İslami söylemin ötesine geçemediği için sorunun kördüğüm olmasında rol oynadı. Hem birçok Arap devletinin çıkarsal yaklaşımları, hem Filistin hareketinin demokratik bir öncüye kavuşmaması, İsrail siyonizmiyle karşılaşınca çözümsüzlük ve çatışma günümüze kadar sürdü.

İran-Irak savaşını da dikkate aldığımızda Ortadoğu’da kanlı boğazlaşmaların, çatışmaların eksik olmadığını, bölgenin barış ve huzur yüzü görmediğini görüyoruz. İran-Irak savaşı biter bitmez Saddam’ın Kuveyt’i işgali, ardından ABD’nin müdahalesi, körfez savaşıyla Ortadoğu’nun farklı bir biçimde yeniden dizayn edilmesiyle karşılaşıldı. ABD’nin geliştirdiği yeni dünya düzeni söylemi Büyük Ortadoğu Projesi gündemleştirildi. Mevcut durumda başta Saddam sonra Suriye, ardından da İran rejimleri tasfiye edilecek. Ortadoğu daha fazla kapitalist pazara açılacaktı. Diğer rejimler de sorunsuz biçimde Batı ile ilişkilerini sürdüreceklerdi!

ABD’ye yapılan 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’ın işgali ve Saddam’ın devrilmesi saldırıları başlatıldı. Saddam direnmesine rağmen devrildi. ABD, Irak’ı işgal etti. Mevcut statükonun yıkılması sayesinde Güney Kürtleri çıkan bu büyük fırsattan bir federasyon olarak statü kazandılar. Uzun ve kanlı çatışmalardan sonra Şiilerin daha fazla etkili olduğu bir Irak ortaya çıktı. ABD, Irak’ı terk etti ama barış, özgürlük ve demokrasinin hakim olduğu bir ülkeyi gerisinde bırakmadı. Irak’ın nasıl bir şekil alacağı, yeni çatışmalara girip girmeyeceği henüz bilinmiyor. Irak merkezi hükümetiyle, Kürtlerin ilişkilerinin sorunlu olduğu ortadadır. ABD’nin hızının Irak’ta kesilmesiyle Suriye ve İran’a müdahaleleri sınırlandı. Ancak ABD, İran’ı sınırlandırmayı, uluslararası alanda tecrit etmeyi sürdürdü.

 

Halkların Başkaldırısı

Birçok çevrenin beklemediği, özellikle de mevcut rejimlerin hazırlıksız yakalandığı Arap baharı denilen halkların başkaldırısı ve devrimler gündeme geldi. Ayaklanmanın gündeme gelmesiyle dünyanın gözü yeniden Ortadoğu’ya çevrildi. İlk ayaklanmalar Tunus’ta başladı. Ardından Mısır ve Libya’da peş peşe kitleler sokağa döküldü. Ortadoğu’da köklü toplumsal, sınıfsal dönüşümler olmasa da bilim ve teknolojinin gelişmesiyle toplumda belli bir hareketlenme ortaya çıkmıştı. Uydu televizyonları, internet, iletişim teknolojisinin gelişmesi, şehirleşme, okur-yazar oranın artması gibi gelişmeler bu toplumları doğal olarak belli uyanışa ve değişime çekmişti. Rejimlerin halklar üzerinde kurduğu baskının yarattığı birikimler ve tepkiler artık taşınamaz hale gelmiş ve patlamaya dönmüştü.

Bu saydığımız ülkelerde muhalefette güçlü liderler ve örgütlenmeler yoktu. Bu açıdan devrilen hükümetlerin yerine gelişkin programları ve toplum projeleriyle halk kitleleri tarafından iktidara taşınan partiler çıkmadı. Öyle ki, Batılılar Libya’yı bombalayıp yıkarak ve Kaddafi’yi vahşice öldürerek ancak iktidarı devirebildi. Ayaklanmaların olduğu ülkelerin tümünde oluşturulan yönetimler daha zayıf ve Batı’ya daha fazla muhtaç ve bağımlı durumda. Yapılan seçimlerde de geleneksel kültürden beslenen ve İslam’ı esas alan partiler öndedir.

Oluşan hükümetlere bakıldığında köklü bir sistem ve rejim değişikliğinin olmadığı görülüyor. İslam’i partiler de yumuşatılmış, zayıflatılmış durumda. Ayrıca Batı desteğini almadan, kafa tutarak tek başlarına ayakta kalmayacaklarını gördüler. Kurulan hükümetlerin emperyalist sistemi sorgulayan, eleştiren bir tutumları yoktur. Bu hükümetler mevcut sistemi benimsediler. ABD ve Batı tarafından tehlike olarak görülmemektedirler. Bilakis desteklenerek kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır.

Suriye’de de kitleler Esad rejimine karşı ayaklandı ve kanlı müdahalelere maruz kaldı. Esad da katı despotik rejimi reforme etmedi. Zamanla geri çekilme yerine ya tümden bırakma ya da bastırma olgusuyla karşılaştı. Örgütlü muhalefetin zayıflığını dikkate alarak hesabını bastırma üzerine yaptı. Ancak Türkiye gibi ülkeler, muhalefeti sahiplenerek birleştirmeye, örgütlemeye, uluslararası alanda meşrulaştırmaya çalıştı. ABD, Avrupa da Esad’dan kurtulmak istiyordu. Milliyetçi, despotik bu rejimler Batının istediği gibi yönlendirebileceği durumda değildi.

Türkiye, ABD’nin Irak’a müdahalesinden çıkardığı dersle Suriye’de aktif olmak istedi. Erdoğan hükümetine göre Irak’ta ABD ile hareket etmediği için Irak’ın düzenlenmesinde devre dışı kalmıştı. Orada Kürdistan federal bölgesi gibi bir statü ortaya çıkmıştı. Suriye’de de aynı şey olmamalıydı. Onun için hızlı davranmalı, Suriye’deki Kürtlerin bir statü edinmeleri önlenmeliydi.

Türkiye açıktan Esad’a düşmanlık noktasına kayarak sınırlarını Suriye muhalefetine açtı. Savaştan ve baskıdan kaçan mültecilerden çok muhalefeti silahlandırarak Suriye’de kanlı bir iç savaşın yayılmasında büyük bir rol oynadı. Sunni Müslüman Kardeşlerin etkili olduğu Suriye Ulusal Konseyi’ne desteğini verdi. Suriye’deki Kürtlerin desteklediği muhalefetin peşine takılmasına, kanlı boğazlaşma girdabına girmesine çalıştı. Bu tam tutmayınca da, Barzani üzerinden Suriye Kürtlerini kontrol altında tutmaya çalıştı. Ancak bu oyunlar başarılı olmayınca ve Kürtler bulundukları bölgelerde yönetimleri ele geçirip özerklik ilan ettiklerinde Erdoğan hükümeti onları Türkiye için bir tehlike olarak görüp tehdit etti. Şehir ve kasabaların muhalefetin eline geçmesi için onları silahlandıran ve destekleyen Türkiye, Kürtler bulundukları yerlerin yönetimlerini ele geçirdiğinde ise memnun olmak yerine düşmanca yaklaştı.

Bu da klasik Türk devlet felsefesinin bir yansımasıydı. Türk devleti kurulurken Kürtleri inkar etmiş, sınırların içindekileri Türkleştirmeyi önüne koymuştu. Diğer parçalarının iflah olmaması için de o devletlerle hep ittifak yapmıştı. Kürtlerin varlığı Türkiye’nin devlet ve millet bütünlüğü için bir tehlike olarak tasarlanmıştı. Hükümetler değişse de bu zihniyet değişmediğinden bugün de Suriyeli Kürtlere düşmanlık biçiminde pratikleşiyor. Halbuki demokratik bir zihniyet, Suriye’deki Kürtlerin özerklik ilan etmesini, kendini yönetmesini sevinçle karşılar. Çünkü bölgenin en çok ezilen, hakkı yenilen, zulüm gören halkı Kürtlerdir. Suriye’deki Kürtler de günümüze kadar hiçbir statüko ve hakka sahip olmamış. Baskı altında asimilasyona tabi tutulmuşlardır. Suriye’deki Kürtlerin nüfusu Türkiye’yi rahatsız edecek bir büyüklükte değil. Ve tarihlerinde ilk defa gün yüzü görmeye, kendileri adına konuşmaya ve kendilerini yönetmeye aday oluyorlar. Bu bir halkın en doğal hakkıdır. Bundan rahatsızlık duyulacak, düşmanlık çıkarılacak bir şey yoktur.

 

Batı Esad’ı Hemen Devirmeye Yanaşmıyor

Batı Kaddafi’ye yaptığı gibi Suriye’yi bombalayıp Esad’ı hemen devirmeye yanaşmıyor. Çünkü Suriye’nin iç dengeleri ve bölge ilişkileri daha karmaşık, Libya gibi değil. Başta İran olmak üzere Şii dünyası Esad’ın devrilmesinden yana değil. Rusya da Esad rejimi ile iyi ilişkilere sahip ve seyirci pozisyonunda kalmıyor. Esad da yönetimi bırakıp gitmediğinden bu kanlı savaşın nasıl sonuçlanacağını, ne kadar süreceğini kestirmek çok zor. Ancak Esad’ın eskisi gibi başta kalıp Suriye’yi yönetebileceğini beklemek de gerçekçi değildir. Esad devrilse de mevcut muhalefet güçleri hem dağınık hem de ciddi bir önderlik ve demokratik programa sahip değil. Öyle ki iç savaşta işledikleri cinayetler, hukuksuzluk ve kuralsızlık mevcut rejimin hiç de gerisinde değildir. Bu haliyle muhalefet Suriye halkına güven vermekten uzaktır.

Türkiye, Esad’ın diktatör olduğu, halkını bombalayıp öldürdüğünü yüksek perdeden haykırıp halktan ve demokrasiden yana olduğunu propaganda ederek gerçek yüzünü gizlemeye çalışmaktadır. Esad’ın halkı bombaladığını söyleyen Türkiye kendi sınırları içerisinde Kürt halkını ve gerilla güçlerini bombalamaya hiç ara vermedi. Bölgenin en güçlü ordusuna ve en büyük savaş teknolojisine sahip. Yüzbinlerce askeri, polisi Kürt bölgesine konumlandırmış. Savaş uçakları ve helikopterleriyle dağı-taşı sürekli bombalamaktadır. Kürt liderleri ve partileri meşru görülmemekte, muhatap alınmamaktadır. Giderek baskıcı ve milliyetçi bir rejim inşa edilmektedir. Bu kanlı savaşın ne zaman ve nasıl sona ereceği kestirilmemektedir.

 

Yanlış Dış Politika Hesapları

Bölgede diktatörlere karşı bu kadar bağrı yanık görülen Türkiye’nin Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan rejimleriyle hiçbir problemi görülmemektedir. Bu devletlerle çok iyi ilişkiler içerisindedir. Aynı biçimde Suriye rejimiyle de çok iyi ilişkiler içindeydi. PKK’ye karşı güçlü bir ittifak yapmış, Esad’ı kardeşi ilan etmişti. Ancak ayaklanma başladıktan sonra Esad’ın gidici olduğunu anlayınca oradaki Kürtlerin tepesine binmek için böyle bir dönüş yapmıştır. Türkiye hiç de demokratik olmayan İran’la da başta PKK ve Kürtlere karşı ittifak yapmıştı. Esad’a yaptığını İran’a yapmaktan çok uzaktır. Bu da Türkiye’nin dış politikasının demokrasi, halkların eşitliği ve iyi komşuluk ilkeleri üzerine yürümediğini gösteriyor.

Abdullah Öcalan 2010’ların Ortadoğu halklarının bayramı olacağını öngördü. Bu açıdan ne milliyetçi despotik ulus devletlerinin ne de İslami milliyetçi, iktidarcı muhalefet anlayışının Ortadoğu’da barışı, demokrasiyi ve halkların birliğini yaratamayacağını ifade etti. Bunların dışında üçüncü bir yol olarak ulus devlet anlayışı dışında demokratik ulusa dayanan konfederal sistemi savundu. Gerçek anlamda sınırların giderek ortadan kalktığı halkların, kültürlerin ve inançların kendini özgürce örgütleyebildiği bir demokratik Ortadoğu’nun mevcut duruma alternatif olacağını belirtti. Bugün yaşananlara baktığımızda ne mevcut ulus devletlerin, ne de mevcut muhalefet ve iktidara gelen güçlerin köklü bir değişim ve dönüşümü yaratamadıklarını görmekteyiz. Mevcut ayaklanmalar radikal demokratik toplumlara ve dönüşümlere yol açmasa da bölgede katı klasik statükoyu yıkmaya başladı ve taşlar yerinden oynadı. Bu da, bundan sonra Batılı güçlerin müdahalesi olsa da bölgenin eskisi gibi yönetilemeyeceğini, halkların arayışını ve iradesini görmezlikten gelemeyeceğini gösteriyor. Nasıl ki, 20. Yüzyılda Kürtler büyük baskılar, kıyımlar ve inkar altında statüsüz yaşadıysa 21.yüzyılda da öyle yaşamayacaktır. Kürtler örgütlendiler ve bilinçlendiler. Direnişlerle büyük bir deneyim kazandılar. Bölgeyi ve çağı doğru okuyarak daha ileri özgürlükçü ve demokratik bir halklar birliği tezini geliştirerek kendilerini klasik iktidarcı ve ulus devlet sınırları dışına çıkardılar. Bu açıdan Kürtlerin devlet sahibi olmaması, klasik bir iktidar ve ulus modeline hapsolmaları bir biçimde avantajları da oldu. Mevcut rejimlere ve ideolojilere itiraz etmeye, alternatif olmaya daha açıklar. Ortadoğu’da alternatif, taze, öncü bir demokrasi ve direniş gücüdürler.

Ortadoğu’nun köklü tarihsel mirası, büyük maddi zenginlik kaynakları daha güçlü ve köklü bir çıkış yapma potansiyelini barındırıyor. Şimdiye kadar olan gelişmeleri bir kıpırdama ve başlangıç olarak görmek gerekir. Köklü bir felsefik, dini reform ve dönüşüme girmekten de korkmadan mevcut yerleşik bütün ilişkileri sorgulamak gerekir. Ortadoğu’nun dünyadaki gelişmeleri önemli oranda etkileme potansiyeli taşıdığı görülmektedir. “Arap Baharı”nı sürdürmek, köklü devrimlere taşımak, bölgenin demokratik devrimci güçlerinin görevidir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.