Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürdistan’da Toplum ve Birey Olarak Sömürgecilikten Kopuş

Haydar Ergül

Kürdistan ve Kürt toplumu yeni bir aşamaya gelmiştir. İnkârı büyük oranda aşmış, imha çemberinden çıkmaya başlamıştır. Artık direnme ve varlığını kanıtlama aşaması geride kalmamakla birlikte inşayı gerçekleştirmek daha fazla öne çıkmakta, kendisi için halk olma, kurumsal yapılarıyla var olma mücadelesinin her geçen gün daha fazla öne çıktığı bir aşama yaşanmaktadır. Gerek dünya gerek de Ortadoğu’da, “Önce Kürdistanı kurtar, sonra inşayı gerçekleştir” retoriğinin aşıldığı, direnişle inşanın iç içe geçtiği bir zamanda bulunulmaktadır. Zamanımız ulus-devlet paradigmasının çürüdüğü, sorunları çözmeden de öte çözümsüzlüğü derinleştiren, engelleyen bir hal aldığı açıktır. Dolayısıyla özgürlük paradigmasının demokratik ulus ekseninde ortaya koyduğu çözüm seçeneğinin tüm toplumsal sorunları çözme yeteneğinde olması, mücadele perspektifindeki direniş ve inşanın eş zamanlı geliştirilmesi için uygun bir seçenek oluşturuyor. İnşa, birden gerçekleşmeyen, zamana dayalı yerelden örgütlenerek genele ulaşmayı esas alan yönelime sahip bir olgudur. Bu bağlam içinde bakıldığında Demokratik Özerkliği inşa sürecinin geliştirildiği bu koşullarda inşayı zorlaştıran, onun işlevselliğini sınırlayan, kendisi olamama halinin sömürgecilikle ilişki ve çelişki bağlamlarının açımlaması için, sömürgeciliğin Kürt toplumu-bireyi üzerinde yarattığı öldürücü hamlelerin anlaşılması, bağımlı toplum ve birey gerçeğinin ise tanımlanması gerekmektedir. Sömürgecilik, esas anlamda salt ekonomik bir yönelim ve artık-ürün sömürüsüne dayalı bir yaklaşım değildir. Kürdistan’ı diğer klasik sömürgelerden ayıran temel unsur, Kürdistan’ın dört parçalı statüsüzlüğü içinde stratejik ulusal yayılma hedefinin olması ve Kürt toplumunu tümden kendi gerçekliğine yabancılaştıran, özümseme yoluyla Türkleştirme, Araplaştırma ve Farslaştırma amacının güdülüyor olmasıdır.

Kürdistan’da Kürt halkı dışında yaşayan ve yerleşik bulunan halk topluluklarıyla birlikte demokratik ulusu demokratik Özerklik bağlamında kurumlaştırma ve buna paralel kurumsal inşaların geliştirilebilmesi için, yeni bir zihniyete ve yaklaşıma ihtiyaç bulunmaktadır. Paradigmanın oturduğu eksen, antikapitalist, anti-devletçi ve kadın özgürlükçü demokratik modernitenin yaşam normlarını esas alan bir inşa olacaktır. Hal böyle olunca bu yaşamı gerçekleştirecek olan insanın (ister kadın ister erkek olsun) genelde beş bin yıllık devlet düzeni, özelde binlerce yıllık bir geçmişi olan Kürdistan’ın işgal, istila ve sömürgeci uygulamalarının kendisindeki yansımalarını güçlüce çözümlemesi gerekir. Çünkü sömürge uygulamaları, Kürdistan’daki tüm toplumları ciddi anlamda yabancılaşmaya doğru erozyona uğratmış, başkalaşıma uğratmış, sömürgecilik dışsal bir olgudan öte içsel karakterler kazanmış, birey ve toplumdaki davranış kalıpları çeşitli yabancı güçlerin davranış kalıplarıyla iç içe geçen bir hal almıştır. Böyle bir durumda seyreden insandan gerçekliğini kendi özüne uygun, kendini bilme bağlamları içinde demokratik bir inşa gerçekleştirme ve bu kurumlaşmalar temelinde onun iradi gücü olarak özneleşmesini beklemek, gerçekçi olmayacaktır. O kurumlar, olsa olsa yabancı güçlerin kazandırdığı kültürel kodların vücut bulacağı ve yönelim eksenini ağırlıkla yabancının, yani sömürgecinin belirlediği kodlardan alarak gelişeceğinden, paradigmanın hakikat boyutlarıyla gerçekleşme olasılığını oldukça zayıflatacaktır. O kurumlarla -daha çok da Kürdistan’daki toplumların eliyle yabancılaşmanın pratikleşmesi anlamındafazla öteye gidilemeyecektir. Kurumda yer alanın insan olarak yerli, ancak yaşam ve pratikleşmesi yabancı olan gerçekliğiyle karşı karşıya kalınacağından, gerçek bir özgürleşme ve kadının özgürlüğünü güvenceye alan bir sonuç ortaya çok fazla çıkamayacaktır. Bu durumun aşılabilmesi için, bağımlı toplum ve bireyin kendi olma hakikatinin tarihsel geçmiş içinde nasıl erozyona uğratıldığının ve bağımlılaşmanın tarihsel ve toplumsal özelliklerinin doğrudan açığa çıkarılması, anlaşılır kılınması, ona karşı öfhe ve tepkinin tetiklenmesi, kendi hakikati ve kökleri üzerinde zamanımıza uygun yeniden bir inşanın oluşturulması ve nihayet ona tarihsel bir doğrultu kazandırılması gerekmektedir. Yazımız bu tarihsel gerçekliği ele alan bir analiz geliştirmeyi hedeflemektedir.

 

Tarihsel Perspektif

Toplumsallaşma tarihin ürünüdür. Hemen her topluluk çeşitli tarihsel süreçlerden geçerek günümüze ulaşmıştır. Yani toplumsallaşma, ani sıçramalar ya da ani inşalar sonucu gerçekleşmemiştir. Her toplumun tarihsel serüveninde zaman zaman sert sıçramalar veya dönüşümler görülse de, onlar göreceli değişimi ifade edebilirler. Esasta köklü sonuçlar üretemezler.

Gerçi toplumsal hayatın oluşumunda o ani dönüşümlerin hiç payının olmadığını söylemek gerçeği tam ifade etmez, katkısı vardır ancak o katkı genel uzun tarihsel süreç dikkate alındığında etki düzeyinin sınırlılığı da anlaşılabilir. Tarih bir birikimler meselesidir özünde. O yüzden tarihin başlangıcıyla yaşadığımız an birbirinden koparılamaz. O organik bileşimler oluşturmaktadır. Tarih günümüzde, günümüz ise tarihte gizlidir. Yani an tarihtir, tarih de andır. Dolayısıyla günümüzü anlamak, anlamlandırabilmek için tarihe bakmak, tarihi de anlamak için günümüzü işlemek tarihe yaklaşımın en doğru yöntemi olmaktadır. Perspektifi bu olması gereken tarihi yaklaşım toplumsallaşma başlangıcı kadar eskidir, toplumlar bugün yaşadıklarıyla da yenidirler. Yeni ve eski, toplumsal hakikatte birbirinden ayrılamazlar, dolayısıyla her toplum toplumsallaşma anına uzadığı oranda eskidir, kadimdir ve günceli günümüz kadar da yenidir.

Birey-toplum ilişkisinde birey ait olduğu toplumun toplumsal özelliklerine göre karakter kazandığından, toplumu kadar eskidir. Yani bireyin sosyolojik yaşı, toplumun yaşının başlangıcına kadar uzanmaktadır. Bu bağlam içerisinde her bireyin toplumsal karakteri, kişilik özellikleri milyonlarca yıl eskidir; yani yaşlıdır. Fakat aynı zamanda da toplumu gibi yenidir ve anı yaşamaktadır. Yani birey hem çok yaşlıdır hem de çok gençtir.

Toplumsallaşmanın başlangıcında, insanların gruplar halinde yaşadığı, toprağa dayalı olmaktan ziyade, doğal ihtiyaçlarını karşılamak için göçebe bir yaşam sürdürdükleri göz önünde bulundurulduğunda, doğa koşullarının zorlukları, başka canlılar tarafından avlanma riskleri ve barınma gibi zorunlu ihtiyaçlar, toplulukta dayanışmayı, birlik olunduğunda sorunları çözme yeteneklerinin gelişkinliğini kavramalarına yol açmıştır. Yaşadığı şartlar içinde gerek coğrafyayı tanıma, gerekse atmosfer özelliklerini ve semadaki gök cisimlerinin hareketlerini zamanla anlama ve kavraması da bitki ve hayvan evcilleştirilmesine yol açmıştır. Bitki ve hayvan evcilleştirilmesi yaşamı daha kolaylaştırdığı için, topluluk insanlarını basit örgütlenmelere götürmüş, giderek coğrafyaya dayalı yaşamın alt yapısını oluşturmaya başlamıştır.

Özellikle bitki evcilleştirilmesi ve toprağa dayalı yerleşim, yerleşik hayata geçişi olgunlaştırmıştır. Toprağa yerleşme, onu yurt edinmenin de başlangıcı olmaktadır. Artık yurtlaşma, kavimleşme ve halklaşma yurda dayalı gelişme gösterecektir. Her ne kadar tarihin başlangıcı olarak veri alınıyor olsa da, aslında tarihselleşme serüveni; ilk düşünme, tasarlayarak eyleme geçme ve bu esaslar temelinde grubun veya insan kümesinin dayanışma ve paylaşma bilincinin oluşumuna kadar insanlaşma tarihine kadar uzatılabilir.

Yani tarihselleşmenin tohumları o halde ağır ağır ve oldukça kahırlı ve zorlu süreçler içerisinde atılmış oluyor. O bilgi birikimleri ve tecrübelerin yoğunluğu, peyderpey insan kümesine ve bireylerine -rüşeym halinde de olsakişilik kazandırmaya başlıyor ve yerleşik hayatın gerçekleşmesinin şartlarını hazırlamış oluyor. Toplum, bu seyir içinde ve ayrıntılardan başlayarak inşa oluyor. Bu inşa öncelikle esaslar ve o esaslar dâhilinde gerçekleşen bir inşa olmuyor. O tamamen deneme-yanılma, el yordamıyla gerçekleşmektedir. Bu zamanda kadının toplumsal hayatın düzenlenişinde başat rol oynaması, doğal önderlik yapma yeteneklerini kazanması, onun doğa karşısındaki büyük güçsüzlüğünün -erkeğe nazaranhareket kabiliyetinin ve kas gücünün yetersizliği gibi etmenlerle sabite yakın bir duruşa sahip olması, kendi ve çocuklarının beslenme ve bakım ihtiyaçları onu erkenden doğayı tanımaya götürmüştür. Erkek hareketli olduğundan gözlem yapma ve öğrenme durumu, kadına nazaran yetersiz kalmasına yol açarken, kadın yerleşikliğe hep yakın durduğundan, gözleme dayalı öğrenme ve pratikleşme pozisyonunda kalmıştır. O da erkenden kadının hayvan ve bitki evcilleştirmeye yönelimini sağlamış, kendi ve çocuğunun beslenme, barınma sorunlarını çözebilme gücünü açığa çıkarmıştır. Bu zamanda, kadın en zayıf durumdayken zayıflığından güç üretmiş, kendi ekseni etrafında toplumsal hayatı başlatmış ve esas güce ve yaratıcılığa dönüşmüştür.

Kadın hemen her tür icadın doğurtanıdır. Kadın doğurganlığı sadece çocuk doğurmayla sınırlı değil, her tür duygusal ve teknik bilginin yaratımında doğurtandır ve başlatıcıdır. O yönüyle kadın, bütün zamanların en büyük devrimsel nitelikleri çok olan hem toplumsal hem de doğal teknolojinin yaratımcısı, icatçısıdır. Bu özellik, kadının toplumsal hayatı yaratmasında en küçük ayrıntılardan başlayarak ve kahırlı bir çabanın sonucu olarak toplumu şekillendirmiştir. Tabandan, ayrıntılardan genele giden yolu döşemiştir. Onun doğal önderliği böyle gelişmiş, böylece toplumun kök oluşumunu gerçekleştirmiştir. O yüzdendir ki, kadın ayrıntıcıdır, küçük ayrıntılardan başlar ve geliştirir (erkekse genellemecidir, yani toptancıdır). Günümüzde kadın, ayrıntılar üzerinde fazlaca yoğunlaşmakta, ayrıntıları birleştirerek bütünü geliştirmektedir ve bu eylemini gerçekleştirirken ruhunu ve duygusunu esirgemeden tümünü katarak üretmektedir. O yüzden kadının sabrı büyüktür.

Toplum, daha sonraki gelişimini bu temeller üzerinde gerçekleştirecektir. Toplumun özüyse devlet öncesi oluşan toplumsal hakikattir. Dolayısıyla topluma, toplumsal duyguya, onun heyecanına ve mükemmelliğine damgasını vuran kadındır ve günümüzde de devlet hoyratlığı toplumla ne kadar oynamış olursa olsun, onun özü kadın duygusudur ve toplum son tahlilde kadıncadır.

Toprağa yerleşim, aynı zamanda yurtlaşma ve halklaşma hareketinin göreceli olarak statikleştiği dönemin de açılmasıdır. Toplum ve toprak ilişkisi, birbirini etkileyerek adeta bir ağaç tohumunun toprağa düştükten sonra büyümesi gibi büyüyen, açılıp saçılan, çeşitli tatlarda ve besin değeri yüksek meyva vermesi gibidir. Aslında toprağa yerleşim, insanlığın meyveye duruşudur. Yurt kavramı, on binlerce yıllık kadının doğal öncülüğünde, insanlığın yoğun bir emek ve kahırlı bir bedel karşılığı ve büyük fedakarlıklarla gerçekleştirdiği çok tarihsel bir durumdur. İnsanlık yurdu üzerinde toplumsal maneviyatın şekillenmesi öz ve biçim kazanmasını sağlarken, yurda tutunarak onun üzerinde birikimlerini çoğaltarak büyümesini sürdürmüş, yer küre üzerinde varlığını devam ettirmesinin temel esaslarını oluşturmuş oluyor. O yüzdendir ki bir toplum ve birey, kendi vatanında gerçek toplum ve bireydir. O toprakla iç içe geçmiş, ondan beslenerek duygusunu, kültürünü bilgi ve becerisini büyütebilmiştir. Topraktan kopuş ise kökünden kopuş, köksüzleşme, bitkilerin toprağın derinliklerine saldığı ince kılcal dallarıyla beslendiği, susuzluğunu giderdiği, o dallardan kopuş olacağından; kuruyan bir bitki gibi, duygusuyla, kültürüyle ve bilgisiyle kurumaya başlayacaktır. Yok olacaktır yani. O yüzdendir ki, Kürdistan’da Kürtsüzlüğü geliştirmek, özellikle de 20. yy.’la birlikte yabancı ulus-devlet potasında eritmenin gerçekleşebilmesi için uygulanan kırımlar ve ekonomik yaptırımların hemen tümü, Kürdistanı Kürt nüfusundan arındırma yoluyla Türkleştirme, Farslaştırma ve Araplaştırma stratejisi olarak ele alınmış, uygulanmış ve on milyonlarca Kürt ülkesinden göçertilerek kurutulmuştur. Kültürel, duygusal ve yaşamsal asimilasyona uğratılarak yabancı kökler üzerinde yeşertilmeye çalışılmıştır. Ancak bu durum, bunu yapanları da çürütüp çelimsiz bırakmıştır. Aslında kendi ulusunu büyütmeyi tasarlayanlara, insanlığın işleyebileceği en büyük soy tüketme hareketi bir şey kazandırmadığı gibi, aksine onları güçsüzleştirmiş ve zayıf bırakmıştır. ‘Köleleştireyim’ derken, kendileri de başkalarının kölesi olmaktan kurtulamamışlardır. Özgürlüklerini de kaybetmişlerdir. Endişeli, korkak, her an işledikleri suçların açığa çıkabileceği korkusuyla, şiddet toplumuna dönüşmüş, kültürel alan da dahil olmak üzere, militarize olmanın ötesine gidememişlerdir. İnsanlığa aykırı eylemlerini meşrulaştırmak için her tür demagojik, çarpıtıcı, deforme edici düşünceyi üretmek, üzerinde yoğunlaşmak durumunda kalmışlardır. Bu anlamda Kürtlerin özgürlüğünün gerçekleşmesi en çok da Kürtleri kendi potasında eritmeyi amaç edinenleri korkularından arındıracağı için, onlar da özgürleşeceklerdir. Korku en büyük anti-özgürlüktür. Korkuyu yenmek bu anlamda özgürleşmektir.

Tarihin başlangıcı, daha doğrusu yerleşik hayata geçiş, yerküre üzerinde en uygun coğrafi ve iklim koşullarında gerçekleşmiştir. O, “Altın Hilal” diye tanımlanan coğrafyada, dağ ve derin ovalıklarda vücut bulmuştur. Mezopotamya’nın bu coğrafyanın odağında yer aldığı bilinmektedir. Bura halkları tarihin en kadim halklarıdırlar. İnsanlaşma serüveninin dalgalar biçiminde, yer küre üzerine buradan yayılma gerçekliği oldukça açıktır. Tarihte bu coğrafyanın çok sık işgal ve istilaya uğraması, coğrafyanın zenginliği ve burada yerleşikliğin eski oluşuyla bağlantılıdır. İnsanlığın yarattığı maddi ve manevi değerlerin büyüklüğü, dış saldırıların nedenlerinin başında gelmektedir. Dolayısıyla yerleşik halkların yaratımları ve yayılması, büyük emek harcanmasına ve ağır bedellerin ödenmesine neden olmuştur.

Hal böyle olunca, tarihin oluşum diyalektiği, insanın var oluşu, zihin dünyası, irdeleme deneme-yanılma ikilemlerinin oluşumları, bura halklarının bir yaratımı ve esasta dışa doğru yayılımını ifade etmektedir. İnsanlık tarihini anlamak, anlamlandırmak kadim toprakları ve üzerinde yaşayan halkların anlaşılmasıyla doğrudan ilişkilidir. O ilişkinin anlaşılması, insanlığın anlaşılmasını düşünce ve duygu dünyasının, hissiyatının anlaşılmasını ve doğruya yakın tanımlanmasını kolaylaştıracaktır.

Devlet tarihçiliği, toplum ve bireyin hakikat arayıcılığında tarihin başlangıcından başlayarak yanlış metodlar uygulamaktadır. Tarihin başlangıcını Sümer devletçi düzeniyle ele almak, esas sapmaya neden olmakta ve doğru sonuçlara ulaşmayı adeta imkânsız kılmaktadır. Devlet tarihçiliği, bunu yaparak insanlığın oluşum serüvenini, devlet öncesi dönemini yok sayarak, onu sıfırlayarak hatta “barbarlık çağı” diye tanımlayarak insanlığa olan yönelimlerine en büyük darbeyi vurmuş oluyor ve böylece sistemli savaş zamanı da başlatılmış oluyor. O, devlet öncesi dönemi yok sayarak, o yüz binlerce yıllık insanlığın soylu bir mücadeleyle insanlık tarihinin en büyük kahramanlık zamanı olan dönemi yok sayarak, küçümseyerek, insan hakikatini ve toplumsallaşmanın yaratıcılığını yok ederek, inkârcılığı başlatmış oluyor. Devletçi eylemi meşru, toplumsal eylemi gayri meşru ilan etmiş oluyor ve insanlık tarihinin en büyük gaspçısömürücü çağını da açmış oluyor. Tarihin devindirici gücünü ya bireylerin yaratıcılığına ya da sınıflar çatışmasına indirgeyen tarih anlayışının şekillenişi, toplumların ya büyük şahları–kralları varsayar olabileceği, ya da sınıflar mücadelesiyle yaşamaya hak kazanacakları, aksi halde yaşama haklarını yitiren beceriksizler olarak yok edilmeye mahkum edilecekleri düşüncesi bir dogma gibi zihinleri şekillenmeye götürmüştür. Bu anlayış ve yaklaşım ise toplumsallaşmaya değil devletleşmeye, özgürlüğe değil köleleşmeye götürür. Kendini, tehlikeli devlet ipine ve onun insafına bırakan bir dönemin de önü açılmış oluyor.

 Bu aynı zamanda otantik toplumun ya da kurucu toplum ile onu gasp eden tarihin henüz çözülemeyen temel, antagonist çelişkisini oluşturur. Artık tarih, devlet öncesi toplum ile devlet arasında süren ve hala çözümünü bulmamış, yığınla sömürü, gasp, sayısı tespit edilemeyecek kadar savaşların ve yıkımların önünü de açmış oluyor. Toplumlar özgürlük arayışını sürdürürken ve bunun için çeşitli mücadeleler geliştirirken, devlet denen ceberrut yapı, toplumsal özgürlük mücadelelerini saptırma, yıkıma uğratarak sömürüye açmanın mücadelesini vermiştir, vermeye devam etmektedir. Bu antagonist çelişki çözülmeden, ne toplum gerçeğini bulup rahatlayacak, ne de devlete “rahat” verecektir. Çünkü toplumsal özgürlük sevdası insanlığın en kadim sevdasıdır, yok edilemez ve sonuçta da başaracaktır. Belki de tarihin en gerçek mutlak hakikati de o oluyor. Diğer bir ifadeyle devletin bozmaya çalıştığı gerçek toplum ve bireyin kendini bulma ve kendine ait olma sevdasıdır.

Devlet tarihçiliği devleti meşrulaştırmayı esas aldığından, tarihsel gelişmeyi kılık değiştirerek “devletin gelişimi” olarak ele almaktadır. O açıdan ilerlemeci tarih anlayışına sahiptir. Toplumu ve toplumsal hayatı kendi iç dinamikleriyle ve birikimler sonucu evrimleşmeye değil de; devletin yönettiği, onu geliştirdiği ve güçlendirdiği varsayımına dayandırmaktadır. Kabul devlettir. Ona tartışmasız doğru kabul edilen temel hakikat olarak bakıldığında; o, kutsanmış ve toplum üzerinde oturtulmuş her tür gelişmeyi sağlayan olgu olarak görülmektedir. Hal böyle olunca, toplumu hiçleştiren yani nesneleştiren, dönüştürücü olarak devlet kabul edildiğinde; her sonraki devlet yapısı, bir öncekinden daha uygar ve ilerletici olarak zihinlerde yer edinecektir. Bu bağlam içerisinde devlet, topluma yabancılaşmayı içermekte, “tüm gelişmelerin yaratıcısı devlet” görüldüğünden, değerleri elinde toplayan devleti ele geçirmek her şeyi ele geçirme anlamına geleceği için, bütün kavgalar devleti gasp etmeye dönüktür. Aslında şöyle bir döngü oluşmuştur; devlet değer gaspçısıdır, gaspçılık kültürünün üreticisidir ve bu gaspçı kültür, “gasp edeni de gasp ederler” kısır döngüsünü yaratmaktadır. Devletin sürekli kriz ve bunalımlar üretmesi, devlet içerisinde yeni devletçiklerin oluşumu, bu kısır döngünün sonucu olmaktadır. Dolayısıyla devlet sorun çözen değil, sorun üreten konumdadır.

Devletçi tarih anlayışı indirgemecidir. Kendi modelini bir kalıp şeklinde her gasp ettiği toplumsal gerçekliğe olduğu gibi uygulamayı esas almaktadır. Hal böyle olunca, toplumsal dokuya uymayan bu yabancı madde, toplum tarafında reddedilir ancak, gücü elinde yoğunlaştıran devlet, şiddeti esas alarak çeşitli hile ve entrikalarla toplumu egemenlik altına alıp sömürüsüne açmaya çalışır.

Aslında devletin yarattığı fazla bir şey söz konusu değildir. Özünde devlet öncesi kadim toplumların yaratımı olan toplumsal değerlerin gaspına dayalı, o değerleri devleti kutsayan biçimde yeniden yeniden yorumlayarak kendisini meşru kılmaya çalışır. Devlet olmanın diyalektiğidir bu. Devlet ve onun tarihçiliğini, sosyal bilimciliğini yapanların özünde ciddi katkıları söz konusu değildir. Özünde onlar, gaspa dayalı değerler üzerinde gerçekleşen bir güç yoğunlaşmasıdırlar. Devlet hakimiyeti altında -başta üniversiteler olmak üzere-oluşturdukları çeşitli eğitim kurumlarında geliştirilen bilgiler ve öğretme yöntemleri, çarpıtılan neolitik değerlerin yorumuna dayandırıldığı için, doğru bir bilimsel faaliyetten de söz etmek mümkün değildir.

Söz konusu eğitim kurumları, devletin basit birer propagandisti olmanın ötesine fazla gidemezler. İçlerinde gerçek bilimsel arayışı olanlar da bu zırhı delebilecek düzeyde bilgi yoğunluğuna, hem nitelik, hem de nicelik olarak ulaşmakta yetersiz kalmaktadırlar.

 

Kürdistan’da Yabancı Egemenlik

Kürtler eldeki tarihsel verilerin de gösterdiği gibi, Mezopotamya’nın en kadim halklarından biridir. Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal özelliklerini açığa çıkarmak ve onların anlaşılabilmesi için üzerinde yaşadıkları coğrafi özellikleri ve iklim koşullarını değerlendirmek gerekiyor. Çünkü toplumsallaşma, söz konusu olguların varlığıyla anlam bulur. Kürdistan coğrafyası en başta bir geçiş coğrafyasıdır. İnsanlığın üzerinde yaşadığı dünya topraklarının neredeyse beşte üçünden daha fazlasının yer aldığı Asya, Avrupa ve Afrika kara parçalarının merkezinde yer alan bir sahadır Kürdistan. Tarihin başlangıcından itibaren hemen tüm insanlığın göç hareketleri Kürdistan coğrafyasında kesişir, orada dağılır. Göçler bir girdap gibidir, iç içe geçen, buluşan, zaman zaman çatışan ve kuzey, güney, doğu ve batı eksenlerinde seyreden insan topluluğunun yönelimi olduğu görülmektedir. Kürt toplumsal yapısının şekillenmesi bir yönüyle hatta çok stratejik boyutlarıyla üzerinde yerleşik hayata geçtiği ve insan akışkanlığını dalgalar halinde sürekli vurduğu, dalgalar gibi dövdüğü zorlu koşullardan birini oluşturmaktadır. Tarihin her döneminde de, bu göç hareketleri kimi değişiklikler, amaç ve hedeflerdeki farklılaşmalar oluşsa da, şiddetini artırarak sürdürmektedirler. Kürdistan, Kürtlerin hem en büyük zenginliği, hem de en büyük düşmanlığının fonksiyonlarını oynayan kadim bir coğrafyadır. Var olmanın ve yaşam bulmanın zenginliklerini ve aynı zamanda da yok olmanın tehlikelerini de yoğunca yaşadığı bir coğrafyadır. Kürtlerin kaderi, geleceği ve ölümü bu coğrafyaya sıkı sıkıya bağımlıdır. Günümüzde sözü edilen büyük kara parçaları Asya, Avrupa ve Afrika üzerinde altı milyara yakın insan yaşamaktadır. Bir de buna deniz aşırı karaları da eklediğimizde, bu sahaya yönelimlerin şiddeti kendiliğinden anlaşılmış olacaktır.

Kürdistan coğrafyası sadece bir geçişin, dolayısıyla nüfusun yoğunlaşıp dağılım yaşadığı bir coğrafyası değildir. Coğrafi özellikleri yüksek dağlar, derin vadiler ve büyük deştlerden (ovalardan) oluşurken, ılıman iklim koşullarıyla zengin bir hayvan ve bitki çeşitliliği bulunmaktadır. Dolayısıyla yerleşime en eski zamanlarda açılan, yerleşik hayata en erken girilen coğrafya oluyor. Bu durum Kürt toplumsal hayatının ve kültürel yaşamının da değişik toplulukların dil ve kültürleriyle ilişki kurmasına ve onlardan etkilenerek şekillenmesine götürmüştür. Bununla birlikte, çelişki ve çatışmaların da yoğunlaşmasına, toplumsal olarak derin paradoksların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yine coğrafi zenginlik ve o temelde üretken ve verimli hale gelen insan emeğinin yarattığı değerlerin büyüklüğü, yabancı güçlerin iştahlarını hep tahrik etmiş ve özellikle devletçi aşamayla birlikte Kürdistan’a dönük yoğun bir istila ve işgal sürecini de başlatmıştır. Neredeyse güç kazanan işgal ve istilacı her gücün işgal ve ilhak ettiği ülke oluyor Kürdistan.

Hatta ilk devlet olarak kabul edilen Sümer devletinin inşası ve varlık göstermesi, büyük oranda Kürdistan’da gerçekleştirdiği maddi ve manevi değer gaspına dayanır. Bu onun yoğunlaşmış ifadesi oluyor. Tarihi destanlar bu koşulları mitolojik bir dille çok iyi anlatmaktadırlar. İlk devletçi ideoloji olan Sümer köleci devletinin ideolojik, düşünsel ve kültürel yoğunlaşması, Kürdistan coğrafyasında çok yoğun bir düzeyde yaşanan düşünsel, kültürel ve diğer tüm manevi değerlerin gasp edilmesi ve onu devletçi düşünce tarzı biçiminde yorumlamasından başka bir şey değildir. Nitekim günümüzdeki tüm düşünsel faaliyetlerin kaynağının da, o döneme kadar uzandığı basit analizlerle bile rahatlıkla anlaşılabilir. Dinlerden tutalım felsefik yorumlara kadar hemen tüm düşünce akımlarının dayandığı kök, neolitik düşünce ve kültür olmaktadır.

Sümer devletinin oluşum ve gelişiminde Mezopotamya’nın maddi değer gaspının da büyük bir rol oynadığı gerçektir. Bir yandan insanın köleleştirilmesi, köle emeğinin sömürü amaçlı değerlendirilmesi sağlanmış, diğer yandan mal ve hizmet gaspına dayanan bir sömürü çarkı oluşturulmuştur. Sümerler, bu oluşum üzerinde güç yoğunlaşmasını gerçekleştirir. Şiddet unsurlarını örgütler ve halk topluluklarını sömürüye açarak, devlet oluşumunun önünü açar. Devletçi süreç böyle başladığı için Sümer devletinin ilk sömürgeci devlet olarak tanımlanması da yanlış olmayacaktır. Sömürgecilik sanıldığının aksine kapitalist dönemde değil, devletleşmeyle birlikte başlatılan bir dönemdir. Sonraki devletçi süreçler, sömürgeciliğin derinleştirilmesi, yaygınlaştırılması ve çeşitlendirilmesinden başka fazlaca bir anlam taşımamaktadır.

Tarihte ilk sömürgeleştirilen, dolayısıyla ilk köleleştirilen kadın oluyor. Devletçi düzen bir yönüyle de, Kadınca olan toplumsal hayata, erkek bir karakter kazandırılarak sistemleştirilen devlete dönüştürme hikayesidir. İlerleyen süreçlerde erkek daha çok “sistemleşmiş erkeğe” dönüşmeye başlar. Kadın hücrelerine kadar sömürgeleştirilir. Kadının sömürgeleştirilmesi ve onun ruh-duygu dünyasına müdahale, özünde topluma müdahaledir. Toplumu temel değerlerinden koparma, sürüleştirilerek devletin paryaları haline getirme durumudur. Dolayısıyla sömürgecilik devlet tarihi kadar eskidir. Kapitalizmde hemen her şey çok daha fazla çığırından çıkarılmış; insan olmanın toplumsal karakteri, birey olma adı altında iğdiş edilerek ve insanın kök değerlerinden kopartılarak toplum dışılaştırılmasına ve insanlığı tüketen bir aşamaya doğru yol alınmaktadır. Dolayısıyla devletleşmenin soy kütüğü, sonra oluşan devletin bir öncekinden köklü kopuşu değil, biçim değiştirmiş hali oluyor.

Devleti en çok tahrik eden Kürdistan coğrafyası ve toplulukları olmaktadır. Çünkü tarihte sömürgeleştirilmenin en uzun ve kesintisizlik arz eden mekân oluyor Kürdistan. Kürt toplumsal gerçekliği bu olgular altında bir yandan toplumsal özelliklerini koruma, onlardan vazgeçmeme direnişini sürdürürken, diğer yandan işgal ve istilalar altında çözülmeleri yaşayan, dökülen ve yabancı egemenlikler içinde eriyerek, onların uzantıları haline gelen işbirlikçi ve sosyal ajan tabakaların oluşmasının da zeminini sunmaktadır.

Kürdistan’ın direneni çoktur. Ancak bir o kadar işbirlikçisi ve ihanetçisi de vardır. Direnişçisi ilham kaynağını köklerinden, onun kültüründen alırken, işbirlikçisiyse ilhamını işgalciden almaktadır. Ona dayanarak ve kaderini onunla birleştirerek varlık gösterir. İhanet ve direnişin en derin yaşandığı coğrafya oluyor Kürdistan. Dolayısıyla neolitiğin çok kapsamlı ve derinlikli yaşandığı bir coğrafyadır Mezopotamya.

Kürdistan işgal-istila coğrafyasıdır. Sümer’le başlayan istila günümüze kadar devam edip gelmektedir. Sayısız istila hareketi vardır. Doğuda, Batıda, Kuzeyde, Güneyde gelişen hemen her güç Kürdistan’ı işgale yönelmiştir. Asur istilaları Fars, Büyük İskender, Roma köleci imparatorluğunun istilaları, Arap, Moğol, Türk işgalleri belli başlı olanlarıdır. Örneğin köleci Romanın sömürgecilik hareketi 600 yıl kadar sürmüştür.

Adeta Kürt toplumunu nefessiz bırakmış ve boğmuştur. Nitekim Roma egemenliğinin uyguladığı baskı, şiddet ve katliamlar toplum bilincinde öylesine yer etmiş ki, hala halk arasında yabancı güçlere “Romi” ve askerlerine de “ Eskerê Romê ” denilir. Bu da sömürgeciliğin derinleşmiş halini göstermektedir. Arap istilalarının Kürdistan’da nispeten rahat gelişmesi, Roma sömürgeciliğinden kurtulma umudu, Arap yayılmacılığını kolaylaştırmıştır. Başlangıçta Arap yayılmacılığının ilerlemesi kolay olmuş; ancak bir işgal harekâtına dönüşmesi ve sömürgeciliği derinleştirmesiyle, toplumda gelişen tepkiler ve isyanlar daha sonra katliamlara yol açmıştır. Roma işbirlikçisi kesimler, hızla Arap işbirlikçiliğine dönüşecektir. Dolayısıyla Arap egemenliğinin gerçekleşmesi kolaylaşmış oluyor. Bu egemenlik İslamlaştırma ve Araplaştırma, özellikle dil bazında Arap dili kapsamında geliştiğinden, Kürt toplumsal yaşamında bölünme, parçalanma, yabancı düşünce ve ideolojiler altında gerçekleşme süreci de başlamış oluyor. Toplumun bir kesimi İslamlaşırken, diğer kesimler kendi geleneksel ideolojisiyle direnmeyi esas alır. Ancak toplumsal yapının özellikleri ve içinde bulunulan şartlardan ötürü çıkış yaptırabilecek ideolojik bir yenilenme gerçekleştirilemez ve parçalanma derinleşerek güçsüzleşen toplumsal bir durumun oluşmasına yol açar. Yabancı ideolojiler ve yaşam biçimleri toplumsal bünyeye sirayet edecek, bu temelde yabancı kurumlaşmalar geliştirilecek ve adım adım Kürt toplumunun kendi gerçekliğinden uzaklaşma ve köklerinden kopuşunun başlaması, esas olarak Arap egemenliği altında ortaya çıkacaktır.

Kürdistan tarihinde önceden yabancı egemenlik altında yabancılaşma koşulları oluşuyor olsa da, Arap egemenliği döneminde pratikte gerçekleşen bir durum oluyor. Toplum kendisi olma, kendisine ait olma durumundan, başkasına ait olma, hatta başkasının askeri olma aşamasına ulaşıyor. Buna Kürt tarihinde baş aşağıya gidiş de diyebiliriz. Bu olgu sonraki süreçlerde derinleşerek gelişimini sürdürecektir. Zihindeki toplumsal parçalanma, en genel anlamda İslamcılık, Alevilik ve Êzîdîlik biçiminde bölünmenin başladığı görülmektedir. İslamcılık, Kürt egemen tabakaları eliyle Araplarda olduğu gibi benimsenirken, bu kesimler Arap egemenlerinin Kürdistan’daki uzantıları haline gelecektir. Arap gibi düşünen, onun gibi yaşayan, Arap baskı sistemini Kürt toplumuna hissettiren, uygulayan konuma geleceklerdir. Bu durum, Kürt egemen tabakalarda yabancıya öykünme, onu yüceltme, kendisini hor görme, Kürt toplumsal değerlerini küçümseme zihniyeti oluşması anlamına da gelmektedir. Tarihin ilerleyen süreçlerinde İslam düşüncesindeki farklılaşmalar, olduğu gibi Kürdistan’a da yansıtılarak, bir de bu alanda parçalanmalar ortaya çıkacaktır. İslam’ın dört mezhebi, sonraki süreçlerde de tarikatlar biçimindeki parçalılık olduğu gibi Kürdistan’a yansıyacak, günümüzde had safhaya ulaşacak ve toplum içi karşıtlıklara dönüşecektir.

Alevilik, kaynağını neolitik düşünce ve toplumdan alan değerler ve onun kültürel yaşamına dayalı bir yorumla çıkış yapmak ister. Ancak yine içinde bulunulan şartlardan ötürü, yeterli bir yetkinliğe ulaştırılamayıp, kurumsal önderlik geliştirilemediğinden ötürü, katliamlar altında yerelliği aşamayacaktır. Ancak hal böyle olsa da; neolitik değerler, onun zihin ve düşünce dünyasını günümüze kadar taşıyan tarihsel bir direniştir. Direnişi ortaya koyacaktır. Günümüzde Alevilikte de bozulmalar ortaya çıkıyor, bazı katmanlar kent ortamında bir ayrışmaya uğruyor, oluşan egemen tabaka devletleşiyor

Êzidîlik, İslam düşün ve yaşamına karşı milli inançlarını ve yaşam biçimlerini Ortodoksça savunmaktadır. O yüzden gerek Arap egemenliği altında, gerekse sonraki dönemlerde en yoğun katliamlara muhatap olacaklardır. Gerek fiziksel imha, gerek din değiştirme gerekse göçertmeler yoluyla Kürdistan’da sayıları neredeyse tükenmiş durumdadır. Asıl nüfus yoğunlukları diasporada bulunmaktadır. En çok da özgürleşen Kürdistan’da Êzidîlerin iskan edilmesi, Kürt toplumunun kökleriyle buluşmasında, yani öze dönüşü gerçekleştirmesinde en büyük katkıyı sunacaktır

Osmanlı egemenlik dönemi, Kürdistan’da İslamlaşmanın geliştirildiği zemin üzerinde yükseldi. Kürdistan’ı egemenlik altına almaya çalışan Doğu’da İran imparatorluğu, Batı’da ise Osmanlı İmparatorluğu’nun ilişkisi egemenlik kurma mücadelesi şeklinde gelişir. Hal böyle olunca, her iki gücün de Kürt ileri gelenlerine çeşitli haklar tanıyarak, yanına çekme çabalarından ötürü, Kürdistan savaş alanına dönüşse de, sömürgecilik derinliğine işleme olanağı bulamaz.

Gerçi 9.yüzyılda Arap egemenliğinin zayıflaması, Kürdistan’ı egemenlik altına alabilecek başka bir gücün olmaması, Kürdistan’da nispi bir rahatlamanın yaşandığı ve kendi iç dinamikleriyle toplumsal yapının gelişme olanağı bulduğu dönemdir. Bu dönem Kürt dil, kültür ve sosyal yapısında ve kısmen de kurumsallaşmada gelişmeler ortaya çıkaracaktır. Ancak bu durum, özgürlüğe götürecek doğrultuda düşünsel ve ideolojik gelişmeye yol açacak düzeyde olgunluk gösteremez. Kürdistan’ın Osmanlı ve İran imparatorlukları arasında hakimiyet kurma savaşında ise giderek parçalanmaya giden süreç sonucunda 1639 yılında Kürdistan ikiye bölünecektir. Hem Osmanlı, hem de İran imparatorlukları birbirilerini dengelemek için egemenlikleri altına aldıkları Kürdistan parçasında çeşitli otonom yapıların varlığını kabul ederken bu durum, iki hasım gücün savaşmasını fiilen ortadan kaldırır. Kürtler de sınırlı bir özgürlük alanında yaşamaya olanak bulurlar. Osmanlı imparatorluğu Kürtler eliyle doğu sınırını güvenceye aldığından, yönünü Batı’ya çevirecek ve Orta Avrupa’ya kadar ilerleyebilecektir. Ancak 19. Yüzyılla birlikte durum yeniden Kürtlerin aleyhine değişime uğrayacaktır. Batı Avrupa’da gelişen kapitalizm Osmanlının ilerlemesini önce durdururken, ardında da çöküp dağılmasının koşullarını hazırladı. Batı’da kaybetmeye başlayan Osmanlı, yine Batı’da gelişen ulus-devlet ideolojisi ve kurumlaşmalarının da etkisiyle merkezileşmeye başlar. Osmanlının merkezileşmeye yönelmesinin nedeni Batı ilerlemesinden dolayı gasp ettiği değerlerin tükenmesi, (hem maddi hem de insan kaynakları açısından), onları yeniden ele geçirmek ve varlığını idame ettirebilmek için, merkezileşerek doğuya yönelme zorunluluğu hissetmesindendir. Doğu’ya bu yönelim Kürdistan’ın adeta yeniden işgal ve istila edilmesi anlamına gelmektedir. 19. yüzyılın başından sonlarına kadar Kürdistan Osmanlı saldırısı altına girer ve buna karşın Otonom statülerini kaybetmeyle karşı karşıya gelen Kürt egemenlerinin karşıt isyanlarına yol açar. Büyük kıyımlar yaşanır. Bunun sonucunda, Kürdistan halkı adeta çökertilme aşamasına gelip dayanacaktır.

Bu süreç, aynı zamanda Osmanlı imparatorluğunun da dağılmaya başladığı süreçtir. Her ne kadar Osmanlı çeşitli manevralar yapıyor olsa da, özellikle de ideolojik ve kurumsal anlamda çeşitli arayışlara girilse de, onların hemen tümü paliyatif özellikler arz ettiklerinden ötürü ayakta kalması zor bir yapıdır. Daha çok da İngiliz, Fransız, Alman ve Çarlık Rusya’sının çıkarları gereği kurdukları denge ortamında yüz yıl kadar imparatorluğun dağılmasını geciktirmiştir. I. Paylaşım savaşında iktidar yönetimini elinde tutan İttihat-Terakkiciler, Turan hayaliyle Alman yayılmacılığıyla ittifaka girerler ve savaşa dahil olurlar. I. Dünya savaşının başını Almanya’nın çektiği kamp yenilir ve imparatorluk dağılır. Savaş öncesi imparatorluğu egemenlik altında tuttuğu topraklarda İngiliz ve Fransız eksenli çıkar pazarlıkları sonucu, çizilen haritalar üzerinde onlarca devlet kurulur. Bu devletler esasta batı kapitalist modelini esas alan ulus-devletçikler şeklinde yapılandırılmaya çalışılacaktır. Özündeyse böl, farklı birimlere ayır, onları birbiriyle çatıştır ve yönet mantığının ürünü olarak yapılandırılırlar.

 

Dörde Parçalanan Kürdistan’da Durum

I.Dünya savaşından sonra gerçekleştirilen Lozan Antlaşması’yla, Osmanlı egemenliği altındaki Kürdistan üçe bölünür, iki parça yeni kurdurulan Irak ve Suriye’ye bırakılır. En büyük parça da yeni kurulan T.C. egemenliğine terk edilir. Bu terk ediliş klasik anlamda sömürgeleştirmenin de ötesinde Araplaştırma, Farslaştırma ve Türkleştirme yönüyle, Kürdistan gerçeğini ret ve inkâr eden bir düzenin kurulmasının önünü açmış oluyor. Böylece Kürdistan’a dört parçalı bir statüsüzlük kazandırılıyor ve her parçanın üzerinde Kürt toplumsal yapısına tamamen yabancı ve özümsetmeyi esas alan dört devlete terkedilmiş oluyor. Kürdistan 20. Yüzyılın başından itibaren varlığına köklü kastedilen ve tarihten tümden silinmesi amaçlanan bir zamana da girmiş oluyor.

Lozan antlaşması sonucu Kürdistan Bakûr (Kuzey), Başûr (Güney), Rojhilat (Doğu) ve Rojava (Batı) şeklinde dört parçaya bölünmüş ve bu parçalanma Kürt halkının en küçük temsili olmadan gerçekleştirilmiş oluyor. Kürdistan ismi başta olmak üzere, onu temsil eden her simge ve isimlendirme yasak kapsamına alınacaktır. Zira Kürdistan diye bir ülke ve Kürtler diye bir halk yoktur, yok sayılmıştır. Dönem bölgede ulusdevletlerin inşa dönemidir. Burjuva ideolojisi olan ulus milliyetçiliğiyle şablon şeklinde bölgede inşa gerçekleştirmek amaç edinilmiştir. İnşa yukarıdan ve devletlerin belirlediği esaslar dâhilinde zorla gerçekleştirilecektir. Karşı çıkışlar ise askeri operasyonlarla yok edilecektir. Kürtlere düşen ise halk ya da ulus olarak görülmeyip Türk, Arap ve Fars uzantıları olarak yaşamayı kabul etme ve bu yeni ulus projeleri içinde erimedir. Bu strateji dahilinde Kürdistan’a “klasik sömürge” tanımlamasında bulunmak, eksik ve yetersiz kalacaktır. Çünkü klasik sömürgelerin geri de olsa bir statüleri söz konusudur. Kürtler inkâr edilip yok sayıldıklarından, herhangi bir statüden bahsetmek mümkün değildir.

 

Ekonomik Yapı

Sömürgeleştirmenin temel dürtüsü ekonomiktir. Sömürge, zenginlikleri gasp etmek için gerçekleştirilen istilalar ve onların kalıcılaşmış halidir. Askeri işgalden amaç sömürünün gerçekleşebilmesi için engellerin ortadan kaldırılmasına dönüktür. Daha fazlası değildir. Bu hedef hâsıl olduktan sonra, yer altı ve yer üstü zenginlikleri ile insan emeğinin sömürülmesi gerçekleşiyor. Kürdistan’da da gerçekleşen sömürgecilikte bu ekonomik dürtü vardır. Hem de daha fazla vardır. Fakat burada ekonomik sömürüden önce hedeflenen, ekonominin yapılandırılmasındaki öncelik, Kürdistan’ı Kürtsüzleştirmeyi gaye edinme ve ekonomik zor altında Kürdistan’ın dışında daha çok da içinde eritilmek istenen yabancı kültürel yoğunluğun daha yüksek olduğu yerlere göçü sağlamaktır. Çünkü oralara göçertilen Kürtleri dil ve kültür olarak eritmek ve egemen dil ve kültürü içine çekip, Türkleşme, Farslaşma ve Araplaşmanın daha kolay gerçekleştirileceğine inanılmaktadır. Kürdistan’da ekonomik örgütlenmenin sömürü amacından çok daha fazla böyle bir hedefi bulunmaktadır. O yüzdendir ki, Kürdistan’da kapitalist de olsa üretim birimlerinin kurulması ve gelişmesi fiilen engellenmiştir. Tarımda kullanılacak üretim aletleri, traktör, biçer-döver gibi araçların tarım işletmeciliğinde kullanılması, köylülükte büyük bir iş gücünü açığa çıkaracaktır. İşsiz kalan köylü, yönünü önce Kürdistan’daki şehirlere, fakat orada istihdam olanağı bulamayınca İstanbul, İzmir gibi Türk kültürünün baskın olduğu kentlere çevirmek zorunda kalıyor. Orada da hangi işi bulursa çalışmak zorunda kalacağından, zamanla yerleşik yaşama geçiş yapacak ve ulusal değerlerinden arınarak Türkleşecektir.

Biz, daha çok Kuzey Kürdistan’ı esas alarak analizimizi geliştirmeye çalışacağız. Yine Kürt halkına dönük en kapsamlı asimilasyon Kuzey’de uygulama zemini bulduğundan, bu parça ele alınmaya çalışılacak, diğer parçalarda ise durum aşağı yukarı benzeri süreçler içerdiğinden onlara fazlaca değinilmeyecektir.

Sömürgeci ekonomi, üreterek toplumsal refahı artıran değil, yoksullaştıran, işsiz bırakan ve metropollere göçe zorlayan bir işleve sahiptir. Yine Kürdistan’daki yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını sömürebilmek için kısmi müteahhitlik alanlarındaki serbest müteşebbislik dışında, diğer tüm alanlarda devlet işletmeciliği geliştirilmiş ve zenginlikleri Türkiye metropollerine taşıma ve artı ürüne dönüştürme rolü oynattırılmıştır. Dolayısıyla Kürdistan’da bir burjuvalaşma ve işçileşmeye de fırsat tanınmamıştır. Nitekim hem gasp edilen zenginliklerin Türkiye’ye taşınması, hem de göçertmeyi daha rahat gerçekleştirebilmek için yol gibi alt yapı unsurları, nüfusu Türk metropollerine bağlayacak şekilde tasarlanmıştır. Yani Kürdistan’daki yerleşim birimlerini birbirine bağlayan yol şebekesi bundan on veya on beş yıl öncesinde görülemezdi. Örneğin araçla Kars’tan Diyarbakır’a gitmek için yol bulunamazdı. Kars’tan aracına bineceksin, Sivas’ı geçtikten sonra Kayseri yoluna sapıp oradan ancak Diyarbakır’a gideceksin. Kürdistan’daki bütün yollar Ankara’dan geçer ve İstanbul’ a açılır ilkesine dayalı geliştirilmiştir.

Yollar bir toplumu birbirine bağlayan kılcal damarlar gibidirler. Bir toplumun yerleşim birimlerine kolaylıkla ulaşmada dil, kültür, düşünce akışını da gerçekleştirmenin kanallarıdırlar. Fakat Kürdistan’da hemen her şey Türkleştirmeye dönük tasarlandığı için, Kürt yerleşim birimleri arasındaki her türlü ilişkilenme, iletişim kurma kanalları ve o bağları koparmak için hemen her tür önlem alınmaya çalışılmıştır. İlişki kurmada yollar önemlidir. Son yıllarda böyle bir yol yapımı gerçekleştirilmiştir. Ancak bu yapılan yolların tümü de askeri amaçlıdır. Kürdistan’da yürüyen savaşla ilgilidir yol yapımları. Hal böyle olunca Kürdistan’da sadece kapitalist mal ve hizmetlerin satışı gerçekleştirilir. Onun ötesinde bir ekonomik gelişime mümkün mertebe olanak tanınmamıştır. Kapitalist de olsa üretime dayalı bir yatırımdan söz edilemezdi.

Yani Kürdistan’ın kapitalistleşmesine bile fırsat verilmek istenmemiştir. Servet birikimine ve kapitalist işletmecilik oluşumuna fırsat verilmiş olsaydı, burjuva anlamda da olsa bir sınıflaşma ve burjuva düşüncesinin gelişmesi olanaklı olabilirdi. Burjuvazi, Kürdistan pazarını egemenlik altına almak için bir mücadele yürütebileceği varsayıldığından, ona olanak tanınmak istenmemiştir. Yani iddia edildiği gibi Kürdistan’daki ekonomik durumun, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasıyla bir ilişkisi yoktur, bu tamamen Türk ulusal yayılma alanı olarak değerlendirildiği için, bu stratejik hedefin gerçekleştirilmesi, olası engel oluşturabilecek her tür gelişmenin ta başından öngörülerek kesilmek istenmesiyle ilgilidir.

Kürdistan ulusal yayılma alanı olarak değerlendirildiği için, idari yapılanma da tamamen Türkiye’deki idari yapılanmanın benzeri bir düzenlemeye tabi tutulmuştur. İl, ilçe, belde ve köy türü idari yapılar söz konusudur. Ancak bu idari bölünmeler ayrıntıda Kürt toplumu içinde birbirine yakın veya sosyolojik birimleri parçalayıp ayrı idari birimler altına alarak, olası ilişkilerini koparma ve olası anti sömürgeci kalkışmaları güçsüz kılma amaçlı bir idari yapılanma sistemi olarak geliştirilmiştir. Yine Kürdistan askeri bir saha olarak ele alınmış; Türk idari yapılanmasına göre asker gücü belirlendiği için ona uygun daha küçük yerleşim birimlerine belde, ilçe ve il statüleri kazandırılarak asker ve polis sayısı artırılmıştır. Böylece biçimde yoksa da fiili olarak Kürdistan’a yönelik ayrı bir hukuk nizamı, bir düşman hukuku hep yürürlükte olmuştur.

 

İsyanlar Meselesi ve Yarattığı Sonuçlar

Türk egemenlik sistemi Kürdistan’ı ulusal yayılma alanı olarak gördüğünden, öncelikle Kürt toplumsal yapısı bünyesinde diri olan yapıları tasfiye etme amacı gütmüştür. Zira o, etkisizleştirmeyi gerçekleştiremezse amacına ulaşamayacağını bilmektedir. Her ne kadar

19.yy. boyunca Kürdistan’da var olan çeşitli milli ve geleneksel kurumlaşmalar, otonom yapılar tasfiye edilmiş olsa da; tümüyle tüketilememiş ve dolayısıyla tam bir hakimiyet sağlanamamıştır. Bu son etap, tasfiyeyi tamamlama ve Kürdistan’da hiçbir direnç noktasını bırakmayarak Türkleştirmeyi stratejik bir plan dahilinde gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Türk egemen sınıfının bu yönelimine ilk tepki 1921 Koçgiri isyanıdır. Ardı sıra 1925 Genç, Palu, Hani isyanının fiziksel imhası gelecektir. Peyderpey I. ve II. Ağrı isyanı ve en son da 1938 Dersim soykırımı gelmektedir. Bu belli başlı imha hareketleri dışında çeşitli başkaldırılar da olmuştur.

Hemen bütün isyanların (19. yy isyanları da dahil), ortak özellikleri yerel özgünlüklerini koruma ve yabancı egemenliğe karşı koyuştur. Özünde de Kürt toplumunun esasını oluşturan neolitik değerlerin direnmesi oluyor. Dolayısıyla devlet karşıtlığı isyanların esas yönlerinden birini oluşturuyor. Karşı koyuşların gerici olarak değerlendirilmesi, devletçi zihniyetin tam bir saptırması olmaktadır. Demagojidir. Toplumun özgürlüğünü koruma, mümkün mertebe ahlaki ve politik toplumun değerlerini savunmayı da içermektedir. Devrimcilikten bahsedilecekse bu tür bir devrimcilikten söz etmek gerekiyor. Bu karşı koyuşların içinde Ağrı başkaldırılarının sınırlı da olsa bir özgünlüğü vardır. O da önceden bir hazırlığa dayanmasıdır. Kısmen bilinç öğesi söz konusudur. Diğerlerinde iç hafızadaki toplumsal refleks daha ön plandadır. Yani kendisine ait olan üretim, paylaşım, yaşam ve yönetim kültürünün devam ettirilme istemine dışarıdan yapılan imha amaçlı müdahalelere karşı koyuştur. 

38 Dersim’in özgünlüğü ise, neredeyse tarihin hiçbir zamanında yabancı egemenliği tanımamış olmasıdır. Coğrafyanın dağlık oluşu, öz savunmaya avantaj sağlaması, yabancı güçlerin saldırılarının püskürtülmesine olanak tanımıştır. Ve bir tür bağımsız yaşama halini oluşturmuştur. Ancak Dersim’deki toplumsal yapının düşmanlarıyla temasını sınırlamış, yabancı toplumsal etkilenmelere kapalı olmasını getirmiş, yabancı değerlerin etkisine girmemiş, toplumsal özgünlüklerini korumuştur. Fakat aynı zamanda da genel Kürt toplumuyla da ilişkilerini sürdürme olanağını fazlaca bulamadığından, adeta dışa kapalı bir ada içi yaşamı yaşamasına götürmüştür. Bu durumda, Kürdistan’da olmazsa olmaz temel stratejik bir hedef olarak Türkleştirmeyi önüne koyan Cumhuriyet imha planlamasını buna göre yapmış, mutlaka sonuç alacak şekilde bir planlamaya gitmiş ve o planlamanın askeri harekâtını başlatmıştır.

1934 yılında çıkarılan “Tunceli kanunu” yla ayrıntılı bir planlamaya gidilmiş, önce isimler yerleşim birimleri ve coğrafi isimleri Türkleştirmekle işe koyulmuştur. Fiilen 1934’de başlayan hazırlıklar 1937’de askeri harekât düzeyine ulaştırılmış, 1938’de tam bir soykırım gerçekleştirilmiştir. Türk devlet yetkililerinin ifadesiyle” çıbanın”, kökü kazınarak yok edilmiştir. Nuri Dersimi’nin tahminine göre 70 bin, yine diğer bazı tahminlere göre 90 bin Dersimli ana karnındaki bebekten tutalım, artık iki ayağıyla mezara gitmeye hazırlanan en yaşlıya kadar, hemen hemen her kes katledilmiştir. Dönemin en gelişkin savaş tekniği de kullanılarak; kimyasal gazlar dâhil, uçaklarla bombalayarak, süngülerle paramparça edilerek, gebe kadınların karınları süngüyle delinerek, ceninler süngü uçlarına takılarak meydanlarda dolaştırılmıştır. Tahminlere göre Dersimlilerin üçte ikisinden fazlası, fiziksel olarak yok edilmiştir. Geriye kalanlar da yapılan bir plan dâhilinde ve nüfusun yüzde beşini geçmeyecek şekilde, Türk kültürünün yoğun olduğu bölgelere sürgün edilmişleridir. Tam bir tertele harekâtı yapılmıştır.

Dersim’in büyük bir bölümü insansızlaştırılmış ve askeri bölge olarak ilan edilmiştir. Hala bazı yörelerde sivillere yasak bölgeler bulunmaktadır. Muhtemeldir ki bu bölgelerde toplu mezarlar bulunmaktadır. Laç deresi gibi derin vadilerde çok sayıda insan kemiklerine rastlanmaktadır.

 

Kürdistan’da Militarizm ve Bilinç Altında Oluşturulan Korku

Kürdistan’da militarizmin oluşturduğu büyük sindirme ve korkutma altındaki toplumsal yapı, Türk ulus yapısı içinde erimekten başka seçenek bırakmayacak şekilde tasarlanmış ve pratikleştirilmiştir. Militarizmin yedirilmediği hemen hemen hiçbir toplumsal olgu bırakılmamıştır. Korkutma had safhadadır. Anneler çocuklarını jandarma geliyor korkusuyla uyutacak dereceye ulaştırılmıştır. Ağlayan bir çocuğa önce ‘çocuğum ağlama, ağlamayı bırak’, yalvarmaları yapılır, kar etmiyorsa ‘sus bak jandarma geliyor’ denerek çocuğun ağlamasını kesmesi istenmekte ve çocuk susmaktadır. Bu örnek Kürdistan’da militarist korkunun beşiğe kadar uzandığını ortaya koymakta, çocuğun zihinsel dünyasına jandarma korkusu yerleşerek; çocuk bu kimlikle büyüyecektir. Anneler ya da büyükler neden çocuğu jandarma korkusuyla büyütüyor? Çünkü katliamlar sürecinde uygulanan zulmün yarattığı imgeler ve daha sonraki süreçlerde aralıksız uygulanan jandarma baskısı, korkuyu daima diri tutuyor, devamlılık kazandırıyor ve her Kürt bireyi için en korkutucu şey jandarma oluyor. Jandarma ise devlet demektir. Kürdistan’da devlet hizmet eden değil, korku ve dehşet yayandır. İki jandarmanın herhangi basit bir nedenden ötürü yüzlerce hanelik bir köyde halkı köy meydanına toplayarak, erkekleri kadınlardan ayırıp sıraya dizerek, işkence yaptığı çok yaygın bir uygulama olarak görülmektedir. İşkence esnasında çok aşağılık küfürler savrularak Kürt’ün kişiliğinde tam bir çökertme pratiği uygulanmaktadır. Psikolojik olarak önce düşürülmüş, kişiliksizleştirilmiş kimliği şekillendirme ve orada Türk egemen sınıf yapısına uyduruk bir tarzda bağlanması hedeflenmekte ve büyük oranda da başarılmaktadır. Böylece devleti temsil eden herhangi nişan, üniforma Kürdün bilincinde korkuyu uyandıran ve karşı koyma direncini sıfırlayan bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Uydu-köle kişilikler için yaşayabilmek istiyorsa tek seçenek, ortaya konulan Kürt dil ve kültüründen hızla uzaklaşma, Türk dil ve kültürüyle bütünleşmedir.

Çoğunlukla Türkçe zorla öğretildiği için ve yine Kürt insanı Kürtçe gırtlağa sahip olduğundan Türkçe kelimeleri qırıx tarzda ancak telaffuz edebilirken, o telaffuz şekliyle de alay edilerek bir de böyle aşağılanır. Yani Türkçe öğrenmesi de tek başına yeterli olmamaktadır. Türkçeyi öğrense de kelime telaffuzlarında qırıx bir tarzın hakim olması( ki bu doğaldır) alay konusu yapılmakta, bir de onun için aşağılanarak köle kişiliğin şekillenmesi derinleştirilmektedir. Militarizmin Kürt toplumuna yönelik uygulamaları sadece Kürdistan’la sınırlı kalmamakta, zorunlu askerlik gereği askere alınan Kürt gençleri bir de orada militarist terbiyeden geçirilmekte, onlara “ali okulu” altındaki eğitimlerle Türkçe okuma-yazma öğretilmekte, asimile edilmekte; hakaret, küfür aşağılanma, tek tek ve toplu dayak çekmelerle kişilik iyice iğdiş edilmektedir.

 Dozajı o kadar yüksektir ki, bir Kürt erkeği için askerlik anıları ölünceye kadar hafızasında diriliğini koruyacak, hemen her gördüğüne askerlik anılarını anlatacaktır. Çoğu Kürt erkeğinin son nefesinde kullandığı cümleler de askerlik anılarıyla ilgili olacaktır.

Kürt erkeğinin askerdeki militarist terbiyede vardığı düzey nedeniyle, onda yarattığı kişilik yapılanmasıyla evine döndüğünde, kendisine uygulanan yöntemleri neredeyse birebir eşine ve çocuklarına uygulayacaktır. Yani Kürdistan’da askerlik yapmak, sadece askerlikle sınırlı değildir, devamı Kürt toplumunu düşürmenin çok temel bir mekanizmasına dönüşecektir.

Kürdistan’daki jandarmanın rolü sadece köylüler üzerinde dehşet uyandırmakla sınırlı değildi. Aynı zamanda hemen her köyde yarattığı birkaç ispiyoncuyla köyde olup biten her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenen jandarma karakol komutanı, köylüleri karşı karşıya getirmek için dedikodu, fitne-fesat veya bir de Kürdü Kürde çatıştırarak düşmanlaştırma, böylece olası devlete yönelecek öfke ve şiddeti Kürt toplumunun içine yönlendirme politikası uygulamıştır. Yani hedef şaşırtarak bir toplum bölünüp parçalanmış, birbiriyle çatışan duruma getirilmiştir. Kürdistan’da en küçük olayda bile silahlar çekilmekte, Kürtler birbirini öldürmektedir. Onlarca yıl süren kan davaları, namus adı altında kadın cinayetlerinin neredeyse hemen tümü sömürgeci pratiklerin somutlaşmış hali olmaktadır. Kürtler kendi ulusal ve toplumsal özellikleri için mücadele eden değil, kurtuluşu Türkleşmekte arayan, birbirileriyle çatışarak güçsüzleşen duyguda, düşüncede ve yaşam biçiminde gerçekliğinden yabancılaşan, ondan uzaklaşan ve enerjisini birbirilerine karşı kullanarak tükenen aşamaya ulaştırılmıştır.

Kürt toplumu içerisinde birbirini sevene neredeyse rastlanmamaktadır. Neredeyse birbirine düşman olmayana da rastlanmamaktadır. Sevgisizlik, nefret ileri düzeye varmıştır. Özünde aynı topluma mensup olmasına rağmen kendi insanından nefret etmek, ondan tiksinmek, giderek kendi milli değerlerinden nefret eden, “ben neden Kürt doğdum” diyebilen bir toplumsal yapı söz konusudur ki şayet buna toplum denebilirse! İnsandan nefret, kendi dil ve kültürel değerlerine de hatta ülkesine de nefret duyabilecek duygusal bir çöküş üretecektir. Ülkesinden ve insanından nefret, özünde kendisine nefreti içerir. Aslında 1970’ler Kürdistan’ında kendisinden nefret eden Kürt hayli fazladır. Oluşturulan bu duygusal ve psikolojik ortamla her Kürdün önüne “kurtulmak istiyorsan hızla Türkiye’nin batısına göç edeceksin ve Türk olacaksın” seçeneği konulmuş oluyor.

 

Toplumsal Çökertmede Eğitimin İşlevi

Kürdistan’da uygulanmaya konulan Türk eğitim sistemi, bilimi öğretme amacı gütmemektedir. Önce sınırlı oranda da olsa var olan medrese eğitimiyle Kürt dili, edebiyatı, tarihi ve coğrafyası öğretilmekteydi.

Cumhuriyetle birlikte bütün medreseler kapatıldı ve yasaklandı. Onların yerine çok yaygın Türk eğitim sistemi ikame edildi ki adı da “milli eğitim”dir. İsimdeki “millilik “ kelimesi Kürt milli eğitimi değil, Türk milli eğitimidir. Yani Kürt’ün Türklük temelinde milli değerlere ulaştırılması hedeflenmiştir. Öğretilen dil Türkçedir. Türkçe Kürt için bir yabancı dildir, ancak Türkiye’de öğretilen İngilizce gibi bir yabancı dil değildir. Bugün Türkiye’de okullarda dördüncü sınıftan itibaren İngilizce ve Almanca gibi yabancı diller öğretilmektedir; ancak Kürt çocuğu, okula adımını atar atmaz Türkçeyle tanışmıştır. Ondan Kürtçeyi hemen terk etmesi istenir. Ancak Kürt çocuğu Türkçeyle ilk defa karşılaşmıştır. Her şey Türkçedir ve hiç anlamamaktadır. Kürtçe diye bildiği dili yoktur. Adeta buhar olmuştur. Bu çocuğun yaşayacağı ikilemin zorluğu ve küçücük dimağında oluşacak fırtınaları tahmin etmek güç değildir. Dil alanında başlayan ikilik, çelişki ve çatışma çocuğun ruh dünyasında ilk ve köklü bir kırılmayı yaratacak; kişiliksizleşme sürecinin başlamasını birlikte getirecektir. Türk dili etrafında Türk büyükleri, Türk simgeleri işlenmeye başlanır.

Kürt çocuğu onların tümünü hiç tanımamakta ve buna tamamen yabancıdır. Onlarda kendisine ait hiçbir şey bulamamaktadır. Kürt büyükleri yoktur, Kürt sanatı yoktur, Kürt tarihi, edebiyatı, coğrafyası yoktur. Annesi babası ve kendisi artık Türk’tür. Orta Asya’dan gelmişlerdir. Medeniyeti dünyaya Türkler taşımıştır. Uygarlıkların öncüsüdürler. Alpaslanları, Fatih Sultan Mehmetleri, Barbarosları vb. uzayıp giden bir kahramanlıklar listesi vardır. Kürt çocuk bunların hepsini öğrenecektir, ama kendisine ait hiçbir şey yoktur. Keyakser’ den, Melayê Cizîrî’den, Ehmedê Xanî’ den söz edilmek bir yana, bunlar yasaktırlar. Kürdistan coğrafyası Türk coğrafyası olmuştur.

Herkes Türk’tür. Her sabah andımız okutulmaktadır: “Türküm, doğruyum çalışkanım, varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirtilmiş, okullarda ve şehir merkezlerinde Türk ‘kahramanlarına’ ait heykeller yükseltilmiştir. Anne babası çocuğuna hayatı Kürtçe öğretmiş, Kürtçe klamlarla büyümüştür çocuk. Kürt masallarını dinlemiştir. Ama okula başlamasıyla birlikte artık onlar yoktur. Her şeyin yerine Türk’e ait olanlar ikame edilmiştir. Kürt çocuğu zamanının tümünde -okul dışı zamanı da dahil öğretmene bağımlı hale getirilir. Hemen her sınıfta öğretmen, ispiyonculuk yapabilecek birkaç öğrenci tespit eder, onlara görevler verir, hangi çocuğun okul içinde ve dışında Kürtçe konuştuğunu tespit edip öğretmene bildireceklerdir ispiyoncular. Öğretmene bildirilen öğrencileri öğretmen tahtanın önüne dizer, hem dayak atar, küfreder ve onları aşağılar Kürtçe konuştukları için. Böyle eğitilen çocuğun kişilik yapılanmasının ileride nasıl bir hal alacağını tahmin etmek güç değildir. Bazıları iyice sinerek Türkleşmeye koşar adım gideceklerdir. Özünden, kökünden kopup Türklük içerisinde erimek için ellerinden ne gelirse yapacaklardır. Bazıları yalpalayacak, Kürtlükle Türkleşme arasında gidip gelecek, yer yer isyancı duyguları parlayacak ve çoğunlukla pasif-edilgen bir ruh haline bürüneceklerdir. Kürdistan’da reformist düşüncenin Türk devlet yapısından yalvar yakar hak talep eden toplumsal kişilikleri böyle şekillenmiştir. Diğer bazıları tam bir isyan haline girecek, köklerine, ulusal değerlerine ulaşmak ve kurtuluşu orada görmek isteyeceklerdir. 1970’lerde onlar, Kürdistan’da isyan bayrağını açacak ve öze dönüş hareketini başlatacaklardır.

 

Köksüzleşme ve Bellek Kaybı

Kürdistan’da sömürgeciliğin uygulamaya koyduğu pratik Kürdistan’ın insan ve coğrafyasını Türk yurdu haline getirme amaçlıdır. Burada nedenlerine girilmeyecektir. O neden buna yöneldi, bu ayrı bir tartışma konusu olup, yazı kapsamını aşmaktadır.

Yazıda, 1970’ler dönemine gelindiğinde Kürdistan’daki sömürgeci pratikler, bazı yönleriyle çözümlenmeye ve anlaşılır kılınmaya çalışılmıştır. Daha da açımlanması gereken yığınla yan bulunmaktadır.

Ancak yazıda güdülen gaye, ulusal yayılma ve Türk ulus potasında eritmeyi hedefleyen ve Kürdü Türkleştirmeye yönelen, yönelmekle kalmayıp onu pratikleştiren stratejiye dönüktür. Kürt toplumuna kazandırılan özellikler sonuçta sömürgeciliği dışsal bir olgu olmaktan çıkarmış; içsel, duygu ve düşüncede tarihi köklerinden kopan, ideolojik, kavramsal ve kurumsal olarak etkisizleşen yapıdan, Türk egemen sınıfının devletçi ideolojik kavramları ve kurumlarına eklemlenen bir yapı şekillenmeye başlamıştır. Kürdistan’daki toplumsal altyapıdaki sosyolojik bünye esas anlamda tasfiye edilmiş ve neredeyse Kürtlere ait tek bir kurum bırakılmayacak düzeyde yıkıma uğratılmıştır.

Kürt toplumu öz savunma güçleri tümden dağıtılarak savunmasız bırakılmış ve düşünce üretimi ortadan kaldırılarak Türk düşüncesi, yaşamı, kavramlaşması ve kurumlaşması yerine ikame edilmiştir. Varılan düzey sadece egemen devletin inkârıyla sınırlı kalmamış; Kürt’ün de kendi kendisini inkâr ettiği, Kürt olmadığı, Türk olduğu hatta özbeöz Türk olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır.

Kürde “mağarada yaşayan, ilkel, kuyruklu, uygarlık dışı ve barbar” olarak tanımlanan medeniyetten anlamayan, hayvanlaşma derecesine indirgenmiştir. Hatta okullarda Kürt çocuğuna verilen düşünce doğrultusunda Türkün yüceltilmesi, Kürdün aşağılanması temelinde büyüklerinden de utanır hale getirilmiştir. Annesinin babasının giyim-kuşam, kültüründen ve yaşamından utanan, onların okullarına gelip kendilerini ziyaret etmelerini istemeyen, gelmeleri halinde ‘evlerinde çalışan hizmetçi’ ya da başka biri şeklinde arkadaşlarına tanıtan ve akrabalık bağını inkar eden pratikler yaygınca yaşanmıştır. Yani kendi gerçeğinden, kendi büyüklerinden, anne-babasından utanır düzeye getirilen bireyin düşürülmesinin ne kadar derin olduğunu ortaya koymaktadır

Kürt toplumu ve bireyi toplumsal gerçekliğinden grup grup, tek tek koparılarak yalnızlaşmış, güçsüzleşmiş ve çaresizleştirilmiştir. Çaresizleştirilen Kürdün bu durumda koşar adım Türkleşmeye gitmesinde anlaşılmayacak bir yan yoktur. Bir de günümüzde eli kalem tutan Türk ekabirleri, ‘Kürtler neden Kürtçe konuşmuyor, yazmıyor, Kürtçe bilmiyorlar’ deyip Kürt diline Kürtlerin dahi ilgi göstermediğini, onun yerine “bilimin dili olan Türkçeye” ilgi gösterdiklerini ima ediyor ve diğer yandan da kendi asimilasyoncu pratiklerini gizleme ve suçlarından kurtulmaya çabalıyorlar. Ancak bilinmelidir ki utançlarından da kurtulamayacaklardır. Her halk onurlu olduğu kadar Kürtler de onurludur. Kürtleri düşürenler özünde kendilerini düşürdüler. Vicdanlarını körelttiler. Vicdan olmayınca insanlık da olmaz. İnsanlığın ölümü vicdanın ölümüdür. Kürt Kültürünün soykırıma tabi tutulması vicdansızlıktır. Onu yapanların vicdanlı olduklarını kimse iddia edemez. Onlar vicdanlarıyla baş başadır. Kürtlerse er geç gerçek insan olmaya ve kaybettirilen vicdanlarını bulmaya başladılar ve mutlaka da başaracaklardır. O yüzden onurları için mücadele ediyorlar. Öze dönüş onuru kazanma mücadelesidir.

 Kürtlerde hala tam aşılamamış yabancıya öykünme, kendisi olma yerine yabancı gibi olma, onun gibi düşünme, onun gibi zevk alma, onun gibi eğlenme ve onun gibi yaşama gibi pratikler yoğunca yaşanmaktadır. Yoğunca yaşanmakta idi. Bütün onlardan uzaklaşma ve kendisi olma durumları gelişmeye başlasa da tümden aşılmış değildir. Hala bir Kürdün söylediği doğru bir söze ne kadar Kürt toplumunun lehine olursa olsun itibar gösterme gelişmiş olsa da adeta benzeri bir sözü bir yabancıdan bekleme, onun sözüne daha fazla itibar etme, onu “onay merkezi” gibi algılama zayıflamış olsa da yaygınca gözlemlenebilmektedir. Bütün onların ortaya çıkmasının nedenlerinin başında özünden uzaklaşma ve köksüzleşme gelmektedir. Bellek ve hafıza kaybıdır. Kendi değerini küçümsemedir, hor görmedir, yabancı değeri yüceltmedir, bu ona öykünmeden kaynaklanmaktadır. En başta Kürt düşüncesiz kılınmıştır. Duygu ve düşünce üretemez duruma getirilerek dumura uğratılmıştır. O önemli oranda geçmişinden koparılmıştır, geçmişini bilmemektedir. Geçmişinin toplumsal değerleri, hatta coğrafyası, tarihi unutturulmuş; arşivleri yok edilmiş, basit arşiv tutma olanağı bırakılmamış, birikimsiz bırakılmıştır. Yeniyi yaratma, eskiler üzerinde yeniyi biriktirme ve bu temelde büyümesi imkânsızlaştırılmıştır. Suç sayılmıştır. Basit bir Kürt kelimesi dahi suç kapsamındadır. Yargılama konusu yapılarak yargılanmış, cezalandırılmıştır. Hal böyle olunca tarihsiz bırakılan, tarih yapamayan bir halk ‘tarihi yabancılar yapar’ gerçeğiyle karşı karşıya gelecektir. Böyle bir toplum var olmaya değil, yok oluşa giderken; tarihini biriktiren, yoğunlaştıran ve büyüyen halk gerçeğinden; tarihe yön değiştirilip tüketilen, avareleştirilen, küçülen, daralan, büzülüp küçük aile içerisine hapsolan ve giderek tamamen tükenecek olan Kürt kişilik realitesi gerçekleşecektir. Özcesi Kürdün hikayesi budur.

 

Sömürgecilikten Kopuş ve Öze Dönüş Hareketi

1970’li yıllara gelindiğinde Kürt toplumunda umut kesilmiş durumdadır. Varlığı-yokluğu tartışmalıdır. Kürt diye toplumsal bir realite söz konusu mudur, tarihin bir döneminde yaşamış mı, silinip ortadan kalkmış mıdır, uğruna bir mücadele verilebilir mi?… Bu tür soruların yaygınca sorulduğu ve tartışmaların yapıldığı zamanlardır. Bu tartışmalar bile gizlice yürütülmektedir. Türk devlet yapısı açısından Kürt sorunu halledilmiş, başlangıçta fiziksel katliamlar ve sürgünlerle direnç noktalarının tümü kırılmış; devletin ideolojik yaşamsal olgularının Kürt toplumuna yedirildiği, devlet idari yapılanmasının Kürdistan’da ikame edilip dört başı mürekkep bir hakimiyetin sağlandığı ve Kürdistan’ın esasta Türk yurduna dönüştürülüp meselenin halledildiği, sağda-solda tek tük “ben Kürdüm” diyene rastlansa da onların da dermanının tükendiği, mücadele yürütebilecek güç ve takatin kalmadığı düşüncesi hâkimdir. Artık derinlerde sınırlı Kürt vardır, sesleri duyulsa da devletin verdiği cevap hazırdır: Kürt diye bir toplumun hiç olmadığı, onların dağlık bölgelerde yaşayan Türkler olduğu, karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden ötürü onlara Kürt dendiği, devlette ve üniversitelerinde baskın düşüncedir. Aslında o “Kürt” ifadesi de daha çok “Türk düşmanlarının ürettiği” bir kavramdır, Kürtçe denen bir dilin kelime hazinesinin birkaç yüz kelimeyi geçmeyeceği, onların da bozulmuş Türkçe olduğu tarzı inkârcı tezler ortaya atılmaktadır.

Kürdistan’da 1970’lerin ortalarına doğru tablo kabaca şöyledir. 12 Mart 1971 askeri darbesiyle biz Kürt’üz diye ses çıkaranlar zindanlara doldurulmuş, susturulmuşlardır. Yine 1974 Güney Kürdistan’daki ağır yenilgi, Kürtlerde artık bu iş başarılamaz duygu ve düşüncesini pekiştirmiş, yaprak kıpırdayamaz düzeye gelinmiştir. Kürtlük adına söylenen söz neredeyse kalmamıştır. Bir ölüm hali egemendir. Ben Kürdüm demek utanılası bir durumdur. Fakat içten içe de sınırlı da olsa bir öfkenin, tepkinin ve cüretin de biriktiği belirtilebilir. Eski usullerle, adeta yalvarmalarla “doğuya yol, su, elektrik” talepleriyle sonuç alınamayacağı açığa çıkmış, anlaşılır olmuştur.

‘Yeryüzünün Lanetlileri’ için yazdığı 2002 tarihli baskıya yazdığı önsözde Muhammet Harbi, “Hakikat ve sahicilik delilik tarafındadır; bu hakikat ve sahiciliği özgür bırakmak gerekir.”(Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, s.314) der. 1970’ler Kürdistan’ında da artık ‘delilik’ zamanı gelmiştir. Şartlar olağanüstüdür. Olağan üstü şartlarda olağan çözümler bulmak ham hayalden öteye gidemez. Nitekim olan da budur.

Hakikatler yok edilme noktasına getirilmiş, onları arama, bulma, tekrar olmaları gereken düzeye çıkarmak için olağanüstü, normal görülmeyen ve kabul edilmeyen ölçülerin çok ötesinde bir düşünce, onun pratikleşmesi ve davranış biçimlerini sergilemek bir zorunluluktur. O yüzdendir ki, o ilk öfke yoğunluklu çıkışın halleri Kürtler içinde bile delilik olarak görülmüş, öyle değerlendirilmiş, büyük bir kuşku ve endişeyle karşılanmıştır.

Üniversitede okuyan yoksul Kürt çocuklarının gerek büyüklerinden parça parça öğrendikleri zulüm ve yok ediş hikâyeleri, gerekse öğrencilik süreçlerinde okul Kürt oldukları için yaşadıkları derin aşağılanma, yaralarını derinleştirmiş ve öfkelerini büyütmüştür. Bu öfke zamanla söz söylemeye cüret etmelerine yol açmıştır. Ağır ağır konuşmaya başlamışlardır. Araştırmalar yapmışlardır. Bölük pörçük de olsa ilk sözlerini söylemeye başlayacaklardır. İlk söz “Kürdistan Sömürgedir”, iki kelimelik bir cümledir; ancak 1970’lerin ortamında bunu söylemek büyük cüret ister, büyük cesaret gerektirir. O cesaret gösterilmiştir. Çünkü o güne kadar Kürdistan’dan söz edenler sömürge demeleri bir yana, Kürt kelimesini bile kullanamamakta “doğu” tabirini tercih etmektedirler. Korku, dehşet verici ve derindir. “Devletle uğraşılamaz, devlete devlet gereklidir, devletin tankı topu, uçağı var”dır. Kürdistan’ın her tarafına jandarma karakolları ve askeri güçler konumlandırılmıştır. Adeta Kürdün nefesini dahi hissedecek durumdadırlar. Nefes almak neredeyse izne tabi hale getirilmiştir. ‘Devletle baş edilemez’ düşüncesi, devletin acımasızlığı ve korkutuculuğu beşiğe kadar uzanmıştır. Dolayısıyla “Kürdistan” hele bir de “sömürgedir” demek büyük bir cesaret isteyecektir. Bunu bir de haykırmak ne cürettir! Acımasızca hesap sorulur. 

Kürt Halk Önderi Abdullah ÖCALAN, “Kürdistan sömürgedir” sonucuna vardığında tir tir titrediğini ve baygınlık geçirdiğini söylemektedir. Neden öyledir, çünkü mevcut durumu derinden hissetmektedir. Kürdistan sömürgedir dedikten sonra onun sorumluluğu altında adeta ezilmekte, gereğini yapmanın güçlüklerinin farkında, karşılaşacağı mezalimi bilmekte; tedbirlerini, mücadele araç ve yöntemlerini nasıl geliştirebilir, nasıl ortaya koyabilir, bu konuda hiçbir olanak da yoktur. Sıfır olanaklarla yapma zorunluluğu, sorumluluğun büyüklüğünü açığa vermektedir. Tir tir titreyerek baygınlık geçirmesi onlarla bağlantılıdır. Cesaretle haykırması gerekecektir, korkmayacaktır. Sömürgeciliğin farkındadır, derin korkuyu yenmek zorundadır. Onu nasıl başaracaktır, onlar derin sorulardır. Tamamen güçsüzlük ortamında başarması gereken büyük tarihsel görevlerdir. O tarihsel görevlerin gereğini yapamama, yeni bir katliamlar dönemini açabilecek ve bu adeta Kürt halkının son çırpınışı olduğundan toplum tamamen tarihe gömülme risklerini de içinde barındıracaktır. Öcalan, hissettiği tarihsel sorumluluk gereği her türlü riski göze alarak,

 ‘Kürdistan sömürgedir’ tezini ortaya atmaktan başka seçenek bulamamıştır. Bulamazdı da. O tek seçenekti. Ya tam özgürlüğe doğru yol alınacaktı ya da halk olarak tarihte son darbeleri alarak silinip yok olunacaktı. Her iki seçeneği de mevcut yaşama tercih etmiştir.

Çünkü mevcut yaşam çok onursuzca bir yaşamdır. Onursuz yaşamaktansa onurluca yok oluş, insanlığın olmazsa olmaz hakikatidir. Bir de zayıf da olsa özgürleşme seçeneği de vardır. Onun yaptığı zorunlulukların belirlediği koşullarda, sözü cesaretlice ve korkmadan, bütün bilinç, duygu, düşünce ve yaşam pratiğini böylesine ağırlaşmış bir insanlık mücadelesine adamaktan çekinmeden gereklerini hücrelerine kadar hissetmek, yerine getirmek ve başarmaktan başka seçenek tanımadan haykırmak olmuştur. Kürdistan sömürgedir sözü haykırılmıştır. Başlangıçta o sözün etrafında yaralı Kürt gençliği ya ölüm ya onurlu yaşam isteyen Kürt gençliği toparlanmaya başlayacaktır. Her yan yana geliş ve korkularından arınma, başarma arzusunun yükselmesine yol açmıştır.

Çıkış tamamen hazırlıksızdır. Öyle bir planlamadan söz etmek de güçtür. Yürüyüş el yordamıyla olacaktır. Dayanılabilecek hiçbir olanak yoktur.

Bellek-hafıza darmadağınıktır, hafızada bilgi kırıntıları da söz konusu değildir. Kürt toplumunun direnen yanları hangisidir, onlar da bilinmemektedir. Kürt nasıl bir şeydir, ona ilişkin hiçbir bilgi yoktur. Sıfır bilgi, sıfır olanak içinde yürüyüş başlayacaktır. Kuşkusuz bu yürüyüş yalpalayarak devam eden bir yürüyüştür. Sağa sola çarpan, düşen-kalkan bir yürüyüştür. O yüzden tanımlaması da güç bir yürüyüştür. Pek bilinen insan yürüyüşlerinin normlarına benzemiyor.

Tümüne aykırıdır. En dost olması gerekenler dahi, başlangıçta bu yürüyüşçülere saldırmışlardır, ‘böyle yürüyüş mü olur böyle devrimcilik mi olur’ diyerek hayretlerle karşılamışlardır. O “yürüyüşçülerin” derin öfhe ve korkularını, yaralı hallerini hissedecek durumda değillerdir. Çünkü onların alışkanlık edindikleri ve öğrendikleri devrimcilik türleriyle hiçbir benzerliği yoktur. Çok farklı bir tarzdır, hiç normal değil, tamamen anormaldir. Neden anormal? Kürt toplumu anormalleştirilmiştir de ondan! Anormal toplum anormal yürüyüşçüler çıkaracaktır.

Albert Memmi “Sömürgeciliğin Portresi ve Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı eserinde anti-sömürgeci yürüyüşçülere ilişkin sömürgecilerin yaptığı değerlendirmelere karşı cevabında “Ne var ki yazar, ne bilinçsizdir ne nankör ne de küstahtır. Konuşmaya cüret eder etmez, bu insanlara isyanlarından ve huzursuzluklarından başka ne anlatabilirler? Bu kadar uzun sürmüş anlaşmazlıkların acısını çeken insandan barış sözcükleri mi bekleniyor? Bu kadar çok faiz gerektiren bir borç yükü altındaki insandan minnet beklenebilir mi?”(sf. 117-118) der.

Kürdistan özgürlüğü için yürüyüşe başlayanlara hemen her tür sağ-sol sosyalist ayrımı yapmadan-çevreler saldırı oklarını yöneltmişlerdir. “Ne kadar da nankördürler! Onlara medeniyet götürdük, feodalizmden kurtardık, uygarlaştırdık, insan yaptık, bilimi taşıdık, ortaçağ karanlığından çıkardık, kuyrukluydular, mağarada yaşıyorlardı. Uygarlık merkezi kentlerde yaşamalarına olanak tanıdık, okumaları için önlerini açtık, aydınlandılar, en önemlisi de onları uygarlığın taşıyıcısı olan Türklüğe kabul ettik. Nankörlük yapıyorlar, kadir kıymet, hak değer tanımamaktadırlar” deyip, saldırıyorlardı, hala da saldırılar çok fazladır.

Çünkü bu da bir tür Türk Oryantalizmidir, her şeyi Türk bilir, doğruyu Türk yapar, Kürt ne anlar uygarlıktan, o ancak fırt fırt ayran içer! Kürdün de bir hafızası oluştu, belleği gelişti, düşünce gücü yoğunlaştı. Kürdün kendisi hakkında karar verebilecek, yaşamını düzenleyebilecek toplumsal bir sağlığa kavuştuğunu hala günümüzde kabul etmeyen bir türlü anlamayan, hatta anlamak istemeyen epeyce çevre mevcuttur.

Tabii ki bunun en temel nedeni de hazımsızlıktır. Kürdü Kürt olarak hazmedememedir. Kürde biçtiği rol sadece kendi amaçlarını gerçekleştirirken onu vurucu güç olarak kullanma ve böylece kültür, alışkanlık ve konforunu kaybetmek istememesidir. Zaten birlikte yaşamayı güçleştiren esas nedenlerin başında da bu gelmektedir. Kürt, Kürt adına söz söyleyemez, söylememesi gerekir, söylemesi halinde haddini aşmış oluyor. Bugün medyaya kaba bir göz atılırsa bile hep Kürde had bildirilir, Kürdün hep yanlış yaptığı “doğru” mücadele vermediği düşünülüyor. O yüzden de çeşitli siyasal partiler, eğilimler, Kürdün kendi çıkarlarına göre düşünmesi, öyle davranması, pratikleşmesini istemekte ve beklemektedirler. Ancak Kürt’de doğru bildiğini okuyunca çılgına dönüp saldırıya geçmektedirler. Ancak artık ok yaydan çıktı. Kürdistan toplumu normalleşme sürecine girdi. Kırk yıldır dişe diş, acısı bol, bedeli ağır ve kahırlı bir mücadele sonucu, Kürt kendi öz kaynaklarını harekete geçirerek, öz gücünü açığa çıkarıp pratikleştirmeye başlayarak, özüne dönüyor. Kendi gerçek tarihine yönelmiştir. O tarihte direnen değerlerin özgürlük hareketi içinde birikmiş, yoğunlaşmış, insanlığın çağdaş düşün ve eylem pratikleriyle de sentezlenerek tarih sahnesine çıkış gerçekleştirmiş oluyor. O yüzden Kürt normalleşiyor.

Normalleşme toplumsal tarihi kökleri üzerinde ayağa kalkma, yürümeye başlamadır. Başkası değil, kendisi olmasıdır. Kendini bilmedir. Kırk yıldır bunun için mücadele verildi. Köklerinden koparıldı. Bütün kurumları tasfiye edilmişti. Bellek kaybı, hafıza yitimi büyük oranda gerçekleşmişti. Köklere dönüş, özüne rücu etme hareketi, özgürlük hareketidir. Diriliş bu temelde tamamlandı. Kürt toplumunun dirilişi gerçekleşmiştir. Başta Kürdistan’ın tüm parçaları olmak üzere diasporada yaşayanlar dahil, tüm Kürdistanlılarda kolektif bir bilinç, kolektif bir hafıza oluşmuştur. Kürdün zihin dünyası değişmiştir. Anlam dünyası değişmiştir. Artık kırk yıl öncesi gibi bir anlam dünyası yoktur. O dünya anlamsızdır. Anlamsız Kürt anormal Kürt’tür. Anlamlı Kürt normal Kürt’tür. Genel insanlık tarihine dahil olan, tarih yapan, toplum inşa eden Kürt’tür. Dağılan, parçalanan değil, birleşen kolektifleşen, hayattan tat alan, korkularını büyük oranda yenen ve cesareti büyüyen bir Kürt söz konusudur.

Kürdün yeni hikayesi de budur. Bazıları bu Kürde tahammül edemiyor, edemeyeceklerdir. Ama er geç onlar da Kürd’ün bu yeni halini anlamak zorunda kalacaklardır. Başka da seçenekleri yoktur. Korkular üzerine kurulan ilişki birlik ilişkisi olamaz, birlikte yaşamanın zeminini oluşturamaz. En doğru, en sağlıklı ilişki ve özgür ilişki korkusuzluk üzerine, güvenle kurulan ilişki türüdür. Korkuyu yayan bilmelidir ki korku döner dolaşır, en fazla da kendisini vurur. Korkusuzluk hali en iyi haldir. Kürdistan sorununun gerçek çözümü de korkusuzluk içinde kurgulanıp inşa edilebilen özgür halklar birliği, cinsler birliği ve inançlar birliğidir.

Kürdistan’da diriliş yani köke, öze dönüş, esas anlamda tamamlanmıştır. Kolektif bilinç oluşmuş, kendi olma hali yetersizlikleri barındırsa da tamamlanmıştır. Kürt, başkasına öykünen olma halinden çıkıyor. Sömürgeciye öykünme, onun gibi olma ve onun aklına güvenmenin kendisi için oluşturduğu büyük tehlikeleri ve riskleri tarihsel deneylerle öğrenmiş ve bilince çıkarmıştır. Kuşkusuz bu alanda hala yürünmesi gereken yol vardır. Bu tamamen bitmiş bir süreç değildir. Ancak temel esaslarda kendisi olma hali gerçekleşmiştir. Eksik zamanla tamamlanacaktır, fakat sürecin hızlanması için daha yoğun bir çaba, sabır, emek ve fedakârlık gerekmektedir. Kürt aklına artık güvenmeli, kırk yıllık yaşanan pratik, deney buna fazlaca veri sunmaktadır. Artık o, sömürgeciyi bir onay merkezi gibi görmemelidir. Her insan yaratıcıdır ve Kürt de insandır. Hatta yaratıcılığıyla denebilir ki, Ortadoğu’da süreci yönetmede en gelişkin durumdadır. Kendisinden öğrenmeyi esas almalıdır, alacaktır da. Kendi insanının sözüne güven duymalı. Bilinç, hayatı üretme ve paylaşmanın gerçekleşmesi özgür yaşamın en sağlıklı yoludur. Elbette her zaman insanlıktan öğrenecek çok şey vardır, olacaktır. Öğrenilecektir de. Fakat eleştiriye tabi tutulmadan kabul edilen görüş, zaafları da içinde barındırır. Öğrenilecektir, öğretilecektir, doğrusu budur.

“Bir toplum kurumsal olarak dağıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki, suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile, o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda adeta başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın ancak çırpınmasından bahsedilebilir. Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terkedilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır. Bu konuda verebileceğimiz en yalın örnek, dramını yoğun yaşadığımız Kürt toplum gerçekliğidir. Hem kurumsal, hem de anlamsal olarak derin bir parçalanmayı ve zihniyet yitimini yaşadığı için, Kürt toplumu ancak ‘kültürel soykırım toplumu’ olarak tanımlanabilir.”(Abdullah Öcalan, Kürdistan Devrim Manifestosu, sf.29)

Dirilişin tamamlanıyor oluşu inşa görevlerini de ortaya koyması anlamına gelir. Tassu meselesinde de olduğu gibi Kürt toplumunda anlam dünyası önemli oranda tamamlanmış. Onu-kurumsal ifadesi kısmi olarak gerçekleşmiş olsa da-esasta kurumsal inşa temel görev olarak öne çıkmaktadır.

Kolektif hafızanın oluşumu gerçekleşmiş, Kürt zihni şekillenmiştir. Ancak bu, direniş esaslı olduğu için toplumsal inşa ve kurumlaşma zihniyetine geçişi yapmak da yeni dönemin esas görevleri arasındadır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın ortaya koyduğu paradigma, içinde direniş olgusunu taşısa da; temel olarak inşa görevlerini tanımlamaktadır. Kürt toplumu ve bireyinin özgürlüğünü güvenceye alabilmesinin ön koşulu, öz savunma temelinde paradigmanın öngördüğü anti kapitalist-anti devletçi ama onları da içeren yerinden yönetim ve demokratik özerkliği bütün fonksiyonlarıyla inşa etmeyi zorunlu kılmaktadır. O açıdan sistem inşası, zaman kaybetmeden adım adım yerine getirilmeyi gerektirmektedir. İnşa görevleri sabır isteyen, zamana dayalı, ayrıntıdan genele doğru çok sayıda görevi içermekte ve rol üstlenmeyi gerektirmektedir. Bu her Kürdün ve demokratik çevrelerin yerine getirmesi gereken görevler oluyor. Fakat bu tür kurumsallaşmalara gidebilmek ve onların gerçek işlevine ulaşılabilmesi için toplumsal kişilikte ve birey kişiliğinde sömürgeci etkilerden ve kapitalizmin modernist yaşam ölçülerinden kurtulmak gerekmektedir. Sömürgeci etkileriyle ve kapitalist yaşam ölçüleriyle paradigmanın kurumsallaşması gerçekleştirilemez. Belki öyle isimlendirilen çeşitli kurumlaşmalara gidilebilir ancak onlar, paradigmanın kurumları olmaz. Devletçi ve kapitalist kurumlar olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Mesele yine yaşamla ve zihinle ilgili kültürel bir meseledir. Devletçi ve kapitalist kültürden arınma halinde kurumlaşmalar gerçek fonksiyonlarına kavuşabilirler.

Rojava devrimiyle Öcalan’ın paradigması pratikte yaşam bulmaya başladı. Rojava’da yaşayan tüm halk ve inanç toplulukları ve kadının toplumsal hayata özgürce katılımı gerçekleşmiş oluyor. Özelde Kürdistan toplumu genelde Ortadoğu toplumları Rojava’dan çok şey öğreneceklerdir. Rojava’dan öğrenilecek ve aynı zamanda o devrimin boğulmasına fırsat vermemek için Rojava’ ya sahip çıkılacaktır, çıkılmalıdır.

Sonuç olarak sömürgecilikten kopuş, Kürt toplumunun kendi özüne dönüş olgusu irdelenmeye çalışıldı. Kürt toplumunun sömürgecilik şartları altında yaşadığı ağır fiziksel ve kültürel imha sonucu, tarihten silinme anına ulaştığı bir zamanda, biriktirilmiş büyük bir öfheyle bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkıldı.

Özgürleşme mücadelesi, diğer bir ifadeyle yaralı Kürt toplumunun kendi kendisini tedavi etme yürüyüşü başlatıldı ve giderek toplumda yankılandı. Toplumsal bir başkaldırıya ulaştı. Başta kendisini inkar eden Kürdü Kürt olmaya ikna etti, büyüyerek sömürgeciye de Kürdün varlığı kabul ettirilerek diriliş tamamlandı. Bunların tümü kırk yıl içerisinde ağır bedellerle gerçekleşmiş oluyor. Gelinen aşamada Kürdistan toplumu, yepyeni, taze, dinamik ve olgunlaşmış olarak insanlık tarihinin sahnesinde yerini almıştır. İnsanlığa çağrısı şudur: Gelin birlikte özgür, eşit kardeşçe birliklerimizi kuralım, hiçbir toplumsal realiteyi yok saymayan, onu kendisini tanımladığı biçimde olduğu gibi kabul eden birlikte bir yaşam kuralım. Dünyamızda kimsenin kimseyi yok saymadığı, coğrafya içinde diğer canlıların da bu dünyada haklarının olduğunu bilerek ve ayrıca onlara biz insanların yaşaması için gerekliliklerinin farkına vararak yaşayalım. Özgürlük budur, adalet budur, hak budur. Başkasının hakkını yersen; o, hakkını almak için sana karşı direnecektir ve oradan korku ürer. Bu dünyada korkusuzca yaşamak için herkesin hakkına, hukukuna uygun ve sömürüye kapalı özgür bir tarzda yaşayalım.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.