Düşünce ve Kuram Dergisi

Politik Bilinçle Yeniden Özgür Topluma

Berat Birtek

İçinden geçtiğimiz dönemde, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar, insanlık ve haliyle yaşamsal sorunlarla karşı karşıyayız. Bir yandan kendini var etme telaşındayken diğer yandan bu var oluşun tanımlarıyla uğraşıp duruyoruz. Ve yine tarihte hiç olmadığı kadar anlam karışıklığı da var. Kuşkusuz büyük oranda bu sorunsal kaynağını fikirsel, düşünsel, yaşamsal ve hatta tanımsal parçalanmalardan alıyor. Bir şekilde dünyaya dair olan sorunlar çözülmek isteniyorsa en başından, sorunların başladığı yerden tartışılıp yeni tanımlar yapılarak, yeni çözüm arayışlarına gitmek gerekiyor. Sorunları tanımlama biçimlerimizde çoğunlukla pek bir noksanlık olmasa da o sorunları tanımlarken kullandığımız kavramlardan tutalım, o kavramları kullanarak oluşturduğumuz kuramlara kadar sorunlu yaklaşıyor oluşumuz iyi niyetimize rağmen, doğru çözüm retoriğini ortaya çıkaramıyor. Sistemin parçaladığı onca gerçeklik her birimizin zihninde de parçalı halde durduğundan, ortaya çıkan çözüm önerileri de bütünlüklü olamıyor. Sorunların esas kaynağı da bütünlüklü olamama ya da parçalanmışlık olunca, bütün iyi niyetli çabalar da kısmen sistemin değirmenine su taşımaktan daha ileri gidemiyor. Bu yüzden belki de en başından başlayarak yeni tanımlarla yeni çözüm arayışlarına yönelmek, eskiyi reddetmeden, ondan da faydalanarak yürümek daha faydalı olacaktır. Unutmamak gerekiyor ki, zihniyette köklü değişim yaratmayan hiçbir devrim esasen baştan aşağı bir yenilik yaratamamıştır. Yenilik yaratmadığımız sürece de sürekli olarak dönüp en baştan başlayarak çaba sarf etmemiz gerekecektir ki bu da belli düzeyde kısır bir döngüye işaret eder. O halde kavramları doğru tanımlayıp, doğru kuramlar açığa çıkararak, yaşamı doğru bilinçle yeniden örerek yürünecek yollar, bizi bir şekilde özgürlüğe götürecektir. Politik bilince sahip bireylerin oluşturduğu bir toplumun sarsılması yıkılması sanıldığından çok daha zordur. Çünkü politik bilinç beraberinde toplumsal düzlemde ihtiyacımız olan her şeyi sağlayacaktır ve bu şekilde değerlendirildiğin de, örgütlü halk gerçeğiyle özgür bir topluma doğru yürüyüş kaçınılmazdır.

 

Zihinsel Şekillenme ve Algılar

Evrenin ve içinde yaşadığımız dünyanın, zihnimizdeki yansımaları algılarımız sayesinde gerçekleşir. 5 duyu organımızla duygusal ve sezgisel yönlerimizle kafamızda canlanan bazı görüntüler olur ve biz oluşan bu görüntülerle tanım yaparız. Bu yalnızca insanlar açısından değil, evrenin bildiğimiz kısımlarında yaşayan tüm canlılar açısından böyledir. Ve yapılan tanımlar, bilgiyi alıp ona denk olacak biçimde evren döngüsünde bir duruşa kavuşan bütün varlık açısından benzer bir durumu ihtiva eder. Yani, öncelikle varlık, tanıma kavuşturur ve tanıma kavuşturdukça bilmek ister. Bu yönüyle değerlendirildiğinde ‘amaç’ olanın, varlığın evrendeki duruşuyla bağlantısında yattığı anlaşılır. Kuşkusuz keskin tanımlarla yeni bir mutlakıyet yaratıp “her şeyin bir amacı vardır” diskuruna çıkmayacağız ancak var olan gerçeklik içerisinde bir amaç aramaktan da vazgeçmeyeceğiz.

Varlığın durduğu yer etrafını yani kendi dışında olanı kendisiyle bütünleştirdiği oranda yaptığı tanımlara bağlıdır. Varlık ya da yazının devam kısmında bunu biraz daha anlaşılması açısından canlı ya da daha dar çerçevede insan olarak sürdürelim, bulunduğu yerden kendisini ve içinde bulunduğu toplumu tanımlama çabasındadır. Tanımladıkça doğal bir şekilde yaşadığı yaşam, gitgide ‘ideoloji’ olarak, zihinde canlanır ve bu durum henüz insanı doğal olandan uzaklaşmamıştır. İnsan zihni, insan var olduğundan beri, tanımlar yaratma ve yaratılan tanımlar üzerinden, yaşamı sürdürme eğilimindedir. Algılar dışardan içeriye doğru olduğu için belki de insan aklında tezahür eden ilk merkez insanın kendisidir. Kendini tanımaya başlamasıyla at başı olarak etrafını ve toplumunu da tanımlar ve bu tanımlar o kadar bütünlüklüdür ki, parçalayarak ele almanın bile gereği duyulmaz. Çünkü yaşamın kendisi bir bütündür, parçalanabileceği, özerk düşüncelerin açığa çıkabileceği, insan zihninde yer bulmaz. Bu anlamda oluşan ilk ideolojinin, doğal olanın bir yansıması olarak, oluştuğu rahatlıkla belirtilebilir. Henüz parçalanma gelişmediği için ‘ülkü’ ile süren yaşam arasında çelişki yoktur. Çünkü henüz tanımlar da doğal bir şekilde gelişiyordur. Yani daha kaba bir tanımla önce zihinde canlanan tanımların, sonradan yaşama uygulanmasından ziyade akış doğaldır. Tanım ile pratiğin kendisi iç içedir. Bu yüzden yaşama, çevreye, içinden gelinen soy toplumuna verilen değer, henüz bozulmamıştır. Sonra gelişen süreçte binyıllar geçip, insan aklı toplumun aslına yönetilebilir bir olgu olduğunu fark ettikçe, devletin de doğuşuyla birlikte aradan geçen zaman, insanlık tarihinde birçok şeyi değiştirmeye başlar. Önceleri doğal olan ideoloji yavaş yavaş doğallıktan çıkarak, toplum mühendislerinin toplumu kendine göre yönetme argümanları haline gelir. Bundan sonra gelişen, akan tarih içerisinde tanımlar ve algılama biçimleri de şekillendirilecektir…

 

Bazı Kavramların İnsan Algısına Etkileri

‘Özgür ve Demokratik toplum’ denildiği zaman zihinlerde canlananın çoğunlukla “özgürlük” ve “demokrasi” kelimelerinin henüz yaygın kullanılmadığı, komünal toplum zamanları olması bir hayli ilginçtir. Bunun bir nedeni vardır çünkü yaşam, aslın da bütünlüklü bir durumu ifade eder. Önce tanım, sonra onu uygulama gibi bir yaklaşım yoktur. Yaşanır ve aynı anda tanımı da yapılır. Bu durum tanımların, uygulamanın çok önüne geçtiği dönemlere kadar, devam eder. Fakat başkalaşma durumuyla birlikte artık yaşamın sınırları, toplum mühendisleri tarafından çizilmeye başlamıştır. Yani tanımlar artık yalnızca tanımlar üzerine düşünen akıllarca yapılıp, yaşam da ona göre belirlenen bir hale gelir. İşte burada toplumu, toplumun kendi doğal yaşamında çizdiği sınırlardan ziyade, belirli odaklar tarafından çizdiği çerçevede yaşamaya zorlayan aklın ürünü olarak, toplum mühendisliği ortaya çıkmıştır. Doğalında akan, doğayla bütünlüklü süren yaşam artık yalnızca, insana odaklanır hale gelir ve bunu belirleyen artık toplumun kendi ahlaki politik değerleri değil, toplum mühendisleridir. Toplum mühendisleri tarafından, düşünülerek oluşturulan yaşam düzeni çeşitli fikirlerle beraber, mutlak olana dönüştürülüp birçok düşünce yapısıyla birlikte yazgıya kadar indirgenmiş, toplum böyle yaşamaya mahkûm edilmiştir. Toplum mühendisleri bunu sağlamak için insan algılarıyla oynamak, toplumsallığı doğal seyrinden çıkarmak durumundadır. Bu yüzdendir ki ideoloji, politika, iktidar, devlet gibi kavramların, insan zihninde ortaya çıkardığı görüntünün, aslında olan ile bağı bir hayli zayıftır. Zihinde olan ve özellikle günümüz insanı açısından ele alınıp, değerlendirilebilecek bu çarpıklık da kaynağını buradan almaktadır. Ancak toplum mühendislerinin bütün bu süreci yürütürken, karşılaştıkları en güçlü mukavemet de insan zihninin doğal olan ile bağlarını bir bütünen koparmamasından ileri gelmektedir.

 

Toplum Mühendisliği

Toplumu dıştan şekillendirmede içi boşaltılarak en çok kullanılan kavram politikanın kendisi oluyor. Politika kelime olarak, Grek kökenli olup, şehir yönetimi tanımına denk düşecek içeriktedir. Fakat toplumsal olarak değerlendirildiğin de “toplumun özgürce yönetilerek gelişmesi ve bireyselleşmenin gelişim sağlanması” olarak, ele alınabilir. Bu da demek oluyor ki, politika, kuramsal olarak da toplumun özgürlük alanının genişletildiği yerdir. Bu anlamda direkt olarak ne özyönetimle ne de devletin inşasıyla beraber kurumsallaşan iktidar yönetimiyle birebir bağlantılıdır. Dolayısıyla politika ile özgürlüğü birebir bağlantılandırmakta bir sorun yoktur. Hatta yönetim nasıl olursa olsun, politika, toplumun yönetime sürekli olarak, özgürlüğü dayatma durumunun iyi anlaşılması gerekir. O halde politika bir bütünen nefes alan, devasa bir organizma gibi hareket edebilen, toplumun tamamen kendisine ait olup aynı zamanda toplumu iktidar ve doğal olmayan otorite girip dış etmenlerden de korur. Toplum ancak politika alanında kendi benliğini açığa çıkarıp bunu dışsal güçlere dayatabilir. O halde rahatlıkla söylenebilir ki, esasen topluma tamamen yabancı olan iktidar tam anlamıyla politikanın inkârıdır. Tarihin gelişim biçimi de değerlendirildiğinde anlaşılacaktır ki, toplumsal olana dair esas savaş, politika ile iktidar erki arasında yaşanmıştır. Fakat zamanla politikanın, toplumlara özgürlük bilinci aşılaması toplum mühendislerinin önündeki en büyük engeldir. Ve o yüzden, politikanın reddedilmesi gerekmektedir. Tarihte egemenlerin en iyi olduğu konuların başında da bu gelir. Topluma ait olan, onu direngen kılan, ondan özgürlük bilinci yaratan her kavram ve hatta bu kavramların şekillendirdiği kuram bir biçimiyle ortadan kaldırılmalıdır. Devletin inşası bu anlamda başta politikaya karşı savaş açmıştır. Ancak sonraki süreçlerde onunla savaşmaktan ziyade içini boşaltarak kendisi için kullanışlı hale getirmenin, toplumu düşürme açısından daha iyi bir argüman olabileceğini fark etmiştir. Bunun üzerinden toplumun özgürlük alanı olan politika büyük algı kırılmalarıyla günümüzdeki halini, yani yönetme işinin vesayeti olarak şekillendirilip esas olduğu noktadan çok uzağa taşınmıştır. Günümüzde politika ile siyasetin aynı anlaşılıyor oluşu bu nedenledir. Başlarda toplumun yönetim karşısın da, özgürlük alanının garantisi olan politika, günümüz de tam tersi istikamette, iktidarın toplumu şekillendirme aracıdır. Bu anlamda iktidarın kendisini de politikanın yadsınması olarak değerlendirmek, yanlış olmayacaktır. O halde devlet idaresini politika olarak, tanımlamamak gerekir. Halbuki günümüz de toplum mühendisleri tarafından, kavramların içerikleri öylesine boşaltılmıştır ki iktidar, yönetim ve politika tamamen iç içe görülmektedir. Şunun bilinmesi gerekir ki, politikasını yönetime, iktidara, devlete kaptıran bir toplumun, özgürlük alanının sağlanması ihtimali yoktur. Düşürülmüş olan bir toplum ilk olarak politikasını yitirmiştir. Burada ideoloji ile politikanın bağının iyi kurulması elzemdir. İdeoloji kavramının toplum mühendisliğinin bir argümanına dönüştüğünden bu yana -kuşkusuz bu bir an değil, uzunca bir süreçtir- tarihsel akış içerisinde birçok değişiklik yaşandı. Yaşanan bu değişimde, toplumun özgürlük alanı olan politikanın, toplumu kontrol altına alma yöntemine dönüşmesinin de etkisi var. Esas olarak politika, doğal olan toplumsal ideolojiyi besleyip, topluma nefes alma alanı açarken, günümüze doğru gelindiğin de, toplumu ideolojisiz bırakmanın en güçlü zemini haline getirildi. Bu nokta kapitalizmin kendini ‘ideolojilerin sonu’ ilan etmesini iyi anlamak gerekir. Görüntüde ideolojiye yüklenen misyon gerici bir hal alırken aslında olan ideolojisizliğin ideolojisi olan kapitalizme mutlak zaferi kazandırmaktır. Daha önceden, toplumun elinden almış oldukları politikayı, antik dönemin kurnaz tanrılarına dahi taş çıkartırcasına kullanarak, toplumu bitişe, bireyi kutsamaya doğru yol aldılar. Ve esasen toplumsal varoluşu sağlayan ‘ideoloji’, kapitalizmin kurnaz tanrıları tarafından tamamen yıkılmak istendi. Burada aslında birey toplum dengesinin denklemi bir bütünen çöküyordu ve elimizde insandan geriye yalnızca posa kalacaktı. Halklara dayanarak, örgütlenen kitlesel hareketler olmasaydı… Gelinen aşama da politikanın ideolojiye, ideolojinin de içi boşaltılmış haliyle politikaya dönüştürülme durumu var. Bunun sonucu olarak ise devasa toplumu neredeyse tamamen politikasız bırakarak bütün özgürlük alanı gasp edilmiştir.

 

İrade Sahibi Olmak – Politik Olmak

Bugün birey olarak da kadın, halk, toplum olarak da temel sorunumuz; irade sahibi olamayıp, bilinen haliyle bir ‘yönetene’ ihtiyaç duymamız, yaşamda pasifleştirilmemizdir. Oysa yaşam dinamiği tüm canlılar için evren için hatta her bir hücre için aktif akmaktadır. Dolayısıyla en küçük noktadan, irade sahibi bir toplum dinamiği oluşturulması yaşamın canlanması demektir.

İrade sahibi olan birey, yaşamda özne olur. Bunu da tüm etkileşimlerine yaymaya çalışır. Toplumsal örgütlenme, irade sahibi bireyler ve topluluklarla sağlanabilir. Birey kendinde bunu gördükçe yaşama daha sıkı bağlanır. Bunu çoğaltmak için de kendinde o gücü görebilir, toplumda kanallar oluşturur.

Bugün toplumsal sorunlardaki tıkanıklıklar, iradesi elinden alınmış halk gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Devletçi sistem iradeyi gasp etmiştir. Dolayısıyla kendinde aciz bireyler ortaya çıkmış, yaşam bütünüyle söndürülmeye çalışılmıştır.

Mücadele eden, söz söyleyebilen insan, iradesine sahip çıkan insandır. Etkileşimleriyle yaşamda var olan insan, politiktir. Kendisi için en iyisine karar verebilme iradesi de onda olmalıdır. Bu sadece seçme hakkı tanınmasıyla değil, yaşamda kurucu rolü üstlenmesiyle karar gücü olmasıyla inisiyatif alabilme özelliğiyle etkileşimlerine en güçlü cevabı verebilecek yetide olmasıyla sağlanır. Sisteme karşı en büyük mücadele irade sahibi olmayla gelişir. İradeyi yine bir başkasına bırakmak, devletin kolaylıkla müdahale edip, yıkabileceği kırılgan bir yapı oluşturur. O nedenle temsili kurumlar işlevsiz kalır.

Yaşamda her şey, itici güçle şekillenir ve toplumun en büyük itici gücü iradesidir. Mevcut yaşam öylesine robotlaşmıştır ki; her eylem, her söz, hatta her duygulanış, iradeden yoksundur. Yine de yaşamda kaos zamanlarında, kriz dönemlerinde bu robotlaşan insan gerçekliği iradesel tepkiler vermektedir. O yüzden en zorlu zamanlarda görülmektedir ki; iradesiz bir toplum en büyük yıkımdır. Birey gerçekliğinde de yaşamın altüst olduğu dönemler kendini ve toplumu tanımak için çok önemlidir. Sistemin ne kadar işlevsizleştiğini de en çok böyle dönemlerde görebiliriz. İrade sahibi birey ise sistemdeki çatlakları beklemez, yaşamı bütünsel soluyarak, iradesiyle cevap verir. O nedenle politik insan, yaşamın öz suyudur.

 

Çözüm Tartışmaları

Belirttiğimiz hususlardan da anlaşılıyor ki, öncelikle halklar olarak elimizden alınıp içi boşaltılan politikaya hakkının yeniden teslim edilip, onun egemenlerden alınıp yeniden halklara, özgürlük alanı açabileceği yere, topluma iade edilmesi gerekiyor. Çünkü bu süreci öylesine yürüttüler ki ‘politika’ denilince insanların içinde aynı siyasette olduğu gibi soğuk bir his beliriyor. Oysa ki özgürlüğü anlatan, yaşatan ve hatta anımsatan her olgu aynı zaman da umut da demektir. Bu yüzden politik olanın yeniden inşasın da yapılması gereken bazı şeyler var. Yaşamın parçalı halinden çıkarılıp yeniden bütünselleştirmek, insana dair olan paradigmanın, topluma bütün olarak kavratılıp bütün ayaklarını canlandırmakla başlar. Bu anlamda toplum nelerden uzaklaştırılmışsa yeniden onlara yakınlaşmalıdır. Birinci olarak; insan ile doğa arasına, bilinç düzeyinde çekilen bariyerleri yıkmak, ekolojik bilincin yeniden kazanılmasıyla mümkündür. İkinci olarak; erilleştirilen toplumun sorunlarının, varoluş sorunları olmadığı, daha çok çarpıtılan öz ile ilgili sorunlar yaşadığının anlaşılıp, öze dönüş sağlanmasıdır. Bunu toplumsal açıdan mümkün kılan temel mücadele alanı Kadın öncülüğün de eril zihniyete karşı yürütülen, savaş alanıdır. En büyük ideolojik çarpıklığın kendini burada açık ettiği iyi bilinmelidir. Kadına dair olan sorunların çözümsüzlüğü toplumu felç etmektedir. Esas olarak, ideolojinin cendereye sokulduğu alan da bu alan oluyor.

Üçüncü olarak; ideolojinin kendini politikanın topluma kazandırılmasıyla birlikte yeniden inşa edeceği alan, demokrasinin kendisidir. Ancak üstten, toplum mühendislerince inşa edilecek olan sistemin hiçbir şekilde demokrasiyle ilgisi olmayacaktır. Yerelde başlayarak, bölgeye yayılan ve küreselleşen bir zihniyet yapılanmasının kendi öz yönetim biçimini açığa çıkarmasından bahsediyoruz. Demokrasinin en çok oynanan kavramların başında geliyor oluşunu düşündüğümüz de bunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Yerelde bilinç kazanılarak, inşa edilecek olan demokratik yapılar aynı zaman da kendi demokratik bilince sahip bireylerin, oluşmasını da sağlayacaktır. Esasen öncelikli olarak, demokratik sisteme uygun karakter yapılanmaları ortaya çıkmalıdır.

Ve bu yine üstten, merkezden yönetilecek olan eğitim sistematiğiyle değil, yerelin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulacak olan, planlamayla mümkündür. Çünkü tersine bir yapılanmayı ortaya çıkarma çabasına girerken yeni toplum mühendisleri yaratma riskimiz her zaman vardır. Bundan sıyrılmanın temel yolu insanların komünal yaşam bilinci kazanabileceği zemini oluşturabilmek için var gücümüzle çalışmaktır. Belirttiğimiz üç hususun sağlanması tam anlamıyla topluma ait olan paradigmanın yaşamsallaşması ve birey tarafında doğru bükülmüş olan, toplum-birey dengesinin yeniden sağlanarak, toplumun her yönden direngen yanlarını yeniden doğurmasına olanak sunacaktır.

 

Komün Kooperatif ve Akademilerin Çözümde Rolü

Politikanın, devletin doğuşuyla birlikte darbelenmesinin, zayıflatılıp tolumun elinden alınmasının esas olarak yarattığı en büyük tahribat, toplumsallığı bitirecek bir bireyciliğin açığa çıkmasıdır. Bunun için kavramlardan, yaşamın en kuytu köşelerinde bulunan, anlam kırıntılarına kadar, sistematik saldırı yürütürler. Son zamanlarda sık sık dile getirilen, ‘kavramsal karmaşa’ sorunsalı aslında temel de toplumsal değerlerimizin, zihniyete dönüşmemesinden kaynaklanır. Toplumun tüm dinamiklerinde görülen bir bulanıklaşma, tarif için direktiflere ihtiyaç duyma, aslında özü yakalayamama ile ilgili yoğun bir yabancılaşma durumudur. Bugün durumlara karşı verilen tepkiler bile bütünüyle biçimseldir. İki aynı toplumsal değer zedelenmesi durumunda, birini kamuflajıyla okuyup benimsememiz, diğerini ise reddetmemiz; direktiflerle yaşamaya alışan, robotlaşmış zihinlerin tepkisidir. İnsan zihni katılaştırılmıştır. Oysa akışkan, berrak, üretken bir zihnin doğrultusu bellidir. Bunun için ‘öze’ dokunmalarla çözülme gerekir. En etkin yargı mekanizması da bu yolla işlevsel hale gelebilir. Bu hem bireyin yargı mekanizması hem de toplumsal yargı mekanizması için gereklidir.

Bugün rahatsızlığını duyduğumuz her şeyin devamlılığını sağlayan; yine kendimizde inşasını gözlemleyerek bizi çaresizleştiren şeylerin, kronikleşmesidir. O nedenle akmayan zihin daha da sıkıştırılmaya mahkûm edilir. Tüm değer yargılarımız, toplumsal kabullerimiz, tepkilerimiz, yaşamı olumlayan dinamiklerimiz başta kendimizde parçalanıp, bulanıklaşıp, doğrultusunu kaybederek, şekilden şekle girmektedir. Sonuç olarak da her şeyde karmaşaya neden olmaktadır; düşüncede, eylemde, hislerde. Bu karmaşayı her anlamda tetikleyen sistem ise iradesizleşen bireyi kendi ‘düzenine’ mecbur bırakır.

İnsan; kendisinde akmayan bir akışa inanmaz. Kendinde inançsızlığa mahkûm edilmiş birey, toplumsal inşaya katkı sağlayamaz. Kendinde inançsızlık, iradesizlik boşluklar yaratır ve sistem bu boşluklardan olabildiğince sızar. İnancı, iradeyi bir başkasında, başka bir şeyde aramak ise insanı pasifleştirir. Oysa yaşam her bireye aktif olma rolü vermiştir. Aktif olmayan yavaş yavaş çürür. Yaşamdaki tüm etkileşimlerimize karşı sorumlu hissetmemiz en güçlü, en özlü toplumsal dürtümüzdür. Ancak bu etkileşimleri duyumsayarak düşünen zihinler berrak, üretken ve akışkan olabilir, harekete geçebilir. Harekete geçme arzusu, yaşamda aktif olma dürtüsü her insan için yaşamsaldır. Bu da ancak kendi kendini yönetebilme yetkinliği ile mümkündür.

“Böl, parçala, yönet” sistemi bugün bireylere kadar, nüfuz etmiştir. Eskiden toplumların, kültürlerin, birliktelik ve dayanışmanın dağıtılması için uygulanan bu yöntem artık bireyin kendi bütünselliğini de yok etmeye başlamıştır. Dolayısıyla temel olarak ‘’toplumsal’’ bir varlık olan insanın bütünselliği ve toplumsal dinamikleri olmadan, patolojik yansımalarının çoğalacağı psikolojik sorunların artmasından izlenebilmektedir. Psikoloji bilimine de bu anlamda önemli rol düşmektedir. Parçalanmış bilinç gerçekliği suni tedavilerle geçiştirilerek, sistemin oyalama maşası haline dönüşmemelidir. Bugün gerçekten psikoloji bilimi bu gerçeği yadsımıyor olsaydı bunca rağbet görmez, aksine sistemin fokurdayan tüm noktaları süspanse etme yöntemi olarak; romantize edilmezdi. Birey psikolojisi, toplum psikolojisinden ayrı değerlendirilemez. Kendi kendine yetemeyen birey/toplum savrulmaya mahkumdur ve sisteme bağımlı olmaya devam edecektir. Bunun sonucunda ilaç sermaye piyasaları, uyuşturulmuş/yatıştırılmış bireylere sahip devletler kendilerini sürdürmeye devam edecektir.

Mevcut birey, mevcut etkileşimlerinin bir sonucudur. Dolayısıyla etkileşimlerinin dinamiğini hem değiştirebilecek olan hem de etkileşimleriyle kendi olan birey için iki yönlü, iç içe bir mücadele gerekir. Hem kendindeki yetmezliğe hem de toplumdaki yetmezliğe karşı iç içe bir mücadele yürütmesi gerekir. Bu mücadelenin temelinde de toplumsal dinamikleri hayata geçirecek olan örgütlülük yatar. Örgütlenme olmadan hiçbir gelişmenin sağlanamayacağı tarihsel deneyimlerde de açık bir şekilde görülmüştür. Örgütlenme de an içerisinde olmalıdır. Savaş sonrasına ya da devrim, değişim, dönüşüm sonrasına ertelenmesi değişimi yaratacak olan dinamiklerin, selameti açısından elzemdir. Yani ne olacaksa anda olmalıdır, sonrasında, ötesinde berisinde değil.Toplumsal örgütlülüğü güçlü bir şekilde açığa çıkacak olan hususlar birçok çevre ve düşünce yapısı tarafından, tarih boyunca tartışıldı ve bazı yönleriyle -Paris Komünü vb.- yaşama geçirilen durumlar da yaşandı. Ancak yürütülecek olan ideolojik savaş ile toplumsal bilincin gelişiminin, at başı ilerlemesi gerektiği de anlaşıldı. Bu anlamda toplumsal inşa gerçekleşirken, yürütülecek olan komün faaliyetlerine de bu çerçevede yaklaşmak gerekir. Düşünelim ki komünal ruh ve bilinç kazanmamış kitlelerin oluşturacağı komünler en ufak bir sarsıntı ile yıkılacaktır. Bu yüzden bu çalışmalar yürütülürken, devletçi sistemin zihnimizde enkaz olarak bıraktığı ‘parçalı bakışla’ değil, bütünlüklü yürütmemiz gerekir. Bu bütünlüğü sağlayacak olan da Komün, Kooperatif çalışmaları ve bu çalışmaların zihniyet alt yapısını sağlamlaştıracak olan akademilerdir. Bütün bu çalışmalara öncelikli olarak, toplumsallığın yeniden sağlandığı, bireyciliğin etkisiz hale getirilerek, bireyselleşmenin sağlandığı alanlar olarak bakmak, önemlidir. Komünler oluşturulacak olan özgürlükçü dünya sisteminin, kalbi durumunda olup, sürekli olarak, kan pompalayacaklar. Aynı zamanda ‘yerelden evrensele’ diskurunun temel sağlayıcıları konumundayken, demokrasinin vücut bulmuş hali olarak, ayakta kalacaktır.

Demokrasi, yerel ve bölgesel olanın, özgür bilinçle ifade edilmesi anlamı taşır. Bunun en temelden, komünlerden başlaması ve komün bileşenlerinin bu bilinçle hareket etmesi, bu sistemin sürdürülebilirliği açısından bir hayli önemlidir. Farklılıkların ifadeye kavuştuğu, çok yönlü, çok kesişim noktasına sahip komünler aynı zamanda bir bilinç taşıyıcısıdır da. Her komün kendi bireyini yarattığı gibi her birey de kendi komününü katılımıyla besleyerek, sürekli olarak bir diyalektik gelişimi esas alacaktır.

Düşünelim ki bunun homojen ulus devletlere dayalı örgütleme biçimlerinde hiçbir uygulanabilirliği yoktur. Demokrasi kavramını en çok kullanan yapılar bu yapılar olmasına rağmen esasta ciddi bir red vardır. Çok rengin çok kültürün çok dilin ve dolayısıyla toplumsal zenginliklerin reddi. İşte yerelden inşa edilip, politikayı eline alacak olan en küçük komün yapılanmaları dahi hem kendi özgünlüğünü hem de evrensel olanın bütünlüğünü bağrında taşıyarak, yaşamsal paradigmanın her anlamda işlevsel kılınmasını sağlayacak. Bu komünlerin bir araya gelerek, oluşturacağı meclisler de haliyle aynı zihniyetle şekilleneceğinden, yerelden evrensele doğru giderken, çok renklilik artarak devam edecek. Bu evrensel ölçekte sayısız farklı kültürün bir arada yaşayabilmesi demek oluyor. Ortak insani değerlerde, demokratik bir çatı altında, özgürlük alanı olan politikayı da merkezi bir güce teslim etmeden, yaşayabilmesi demek oluyor. Bu yapılanma içerisinde farklı kesimlerle oluşturulacak olan kooperatifler hem bilincin birbirine aktarılmasında hem de istihdam alanları yaratılmasında pay sahibi olacaktır.

İnsanlar tarafından oluşturulacak olan sistemlerin sürdürülebilirliği yine o sistem içerisinde yaşayan insanların, kişilik dönüşümlerinin, zihniyetlerinin o sisteme dair olmasıyla ilgilidir. Demokratik bir yaşam içerisinde yer alan, gönüllü bireylerin zihinleri de demokrasiye duyarlı olmalıdır. Kuşkusuz yerelden örgütlendirilip, inşa edilecek komünler, yaşam içerisinde karşılıklı etkileşimle o komünün ruhuna denk ruhlar taşıyan bireylerin, açığa çıkmasında önemli roller oynayacaktır. Fakat bunun bir sistem haline gelmesi, kendine kendini taşıyacak kadar güçlenmesi ve özellikle çocukların komünal bilinçle yetişmesi açısından, toplumun her alanına sirayet edecek akademilerin varlığı politikanın yürütülmesi açısından elzemdir. Bu akademiler devletçi sistemin insan zihnini eğip büken, robotlaştıran ve ezbere bilgi dağıtan kurumlar olarak, görülmemelidir.

Aksine akademiler, yaşama bilincinin tartışılabileceği, somut örnekler de olmakla birlikte kuramsal çerçevenin şekilleneceği toplum kurumlarıdır. Esas olarak, binlerce yıllık köleci sistemin tüm kirini, pasını, insanların kusmasını ağlayacak, alanlar olacaktır. Komünün bilinci buralarda tartışılıp, açığa çıkarılacaktır. Topluma ait olan ideolojinin yaşamla bağı, yine toplumun kendi paradigmasını ayaklarının tartışılacağı bu alan aynı zamanda özgürlük bilincinin sağlanacağı alandır. Düşüncelerin dikte edilmesinden ziyade zihinleri özgür kılmayı esas alacaktır. Bu anlamda komün ve meclislerin, işlevli hale gelmesinin temel merkezleri akademilerdir. En önemlisi de bütün bunların sonucunda esas hedef olarak belirlenen, özyönetim bilincinin, demokratik bilincin açığa çıkmasına en büyük katkıyı sunacak olan da akademilerdir.

 

Özyönetim

Yönetim kavramı tarihsel anlamda daha çok devlet ile birlikte vücuda büründüğü düşünüldüğü için iktidar ile birbirine karışmasının da etkisiyle olumsuz bir hava hissiyatı verir. Oysa kültür ile benzer şekilde sürekliliği olan ve esasen devletin doğuşundan çok önceleri varlığını sürdürür. Şekil değiştirmiş olsa da aralıksız bir tarihsel serüvene sahiptir. İktidar tarafından çarpıtılmış olsa da toplumsal aklın kendisine yönetim demek mümkündür. O halde kavram kargaşasını giderebilmek için doğal olana, kendiliğinden olana, toplumun içinden olana özyönetim denilmesinde bir sıkıntı yoktur. Özyönetim toplum içerisinde yürütülecek olan işi düzenleme ve denetleme, dolayısıyla toplumun sürekliliğini sağlayıp aynı zamanda beslenme, barınma gibi ihtiyaçlarını da karşılayan, yaşayan bir organizmadır. Devletçi sistemin üzerinde en fazla manipülasyon yarattığı alan da bu alan oluyor. İktidar denen ve rahatlıkla ‘yabancı yönetim’ olarak tanımlayabileceğimiz, dışsal bir durumun kendini doğal olanmış gibi sunarak, toplumu ele geçirmesi anlamı taşır. O halde özyönetim bir toplumun ayakta kalabilmesi için en temel dayanağı oluyor. Yukarıda bahsini ettiğimiz komün ve meclisler bu kavramın vücut bulmuş halidir. Yine akademilerin en birinci sorumluluğu bu özyönetim bilincinin açığa çıkarılması ve halkın gerçek anlamda kendisini yönetip, ‘yabancı yönetimden’ uzaklaşmasıdır. O halde rahatlıkla bir topluluğun toplum olabilmesi için en hayati mesele, ahlaka göre özyönetim gücüne kendini ulaştırabilmesidir. Çünkü özyönetimden muaf olan her toplum, sömürgeye en açık, savunmasız halde durmaktadır. Böyle toplumların -tarihte örnekleri çoktur- asimilasyon politikalarıyla süreç içerisinde tarihten tamamen silinmesi kaçınılmazdır.

 

Son Söz Yerine

Toplumsal dönüşümün yaşanması daha önce hiç olmayan bir durumu yeniden ortaya çıkarmak değildir. Politik bilinç, insan türü varlığını sağladığından bu yana bir şekilde kendini sürdürmüştür. İnsanlık tarihinin zaman dilimi olarak, ezici bir çoğunluğuna tesir eden politika kısa tarih olan devlet illetiyle birlikte toplumların elinden alınarak, iktidarın çarpık bir argümanı haline getirilmiştir. O yüzden bilince çıkarılması gereken nokta, politik bilinç olmadan, toplumsallık sağlanmadan, özgürlüğün ideolojisinin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Bu yüzden insanlığın iyiye, güzele doğru yol almasını isteyen her zihin, öncelikle politik bilinç kazanmalıdır. Bir kavram olmasına rağmen politika esas olarak, yaşamı en çok etkileyendir. Bunu özellikle Türkiye’de, Ortadoğu’da ve daha evrensel ölçek olarak, dünyada yaşanan sorunların tümünde okumak mümkündür. Sorunların tümü halkların aleyhine olacak şekilde tıkanma noktasına gelmiştir ve bunun esas nedeni politikasız kalmış olmaktır. Daha somut örnekle şubat ayında yaşanan depremin, ‘felaket’ sıfatı kazanmasının temel nedenini iyi anlamak gerekiyor. Yaşanan depremde yıkılan binaların, yitip giden onca canın, “Allah’ın takdiri, kader” gibi yaklaşımlarla açıklanması politikasızlığın, insanlığı getirdiği cehaleti gözler önüne seriyor. Anlaşılması gereken esas nokta, bu tür felaketlerde yaşanan yıkımın esasen devlet aygıtının, toplumu tamamen politikasız ve dolayısıyla örgütsüz bırakmasından kaynaklanmasıdır. Yukarıda bahsini ettiğimiz yerelden evrensele yönetim bilincinin oluşması, toplumun buna göre şekillenip, komünlerini, meclislerini oluşturup akademilerini kurması tam da bu yüzden elzemdir. Yaşanan felaketlerin hiçbir yerine ulaşamayan, devletin hantallığı da bu felaketlerle birlikte görülmüştür. O halde özyönetim bilinciyle örgütlenecek ve gerçek anlamda kendini yönetmeye hazır hale gelecek bir toplum, özgürlüğün kilidini de açacaktır…

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.