Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürtlerde Ulusal Birlik Sorunu Üzerine

Hatip Dicle

Hiç şüphesiz ki bir toplumun tarihi geçmişi ile bugünü ve geleceği arasında, diyalektik bir ilişki vardır. Bugün yaşananların, mutlaka tarihte kökleri ve tarihte yaşananların, bugün cereyan eden gelişmelerde mutlaka izleri bulunmaktadır.

Kürtler bugün Ortadoğu’daki 3.Dünya Savaşı koşullarında, Türk devletinin soykırım tehdidi altındadır. Kürt halkının aydınları ve dostları, her fırsatta bize bu gerçekliği hatırlatarak, ulusal birliğimizi en üst düzeyde tez elden sağlamak zorunda olduğumuzu, ısrarla tekrarlamaktadır. Halkımız, sanatçılarımız ve bilim insanlarımız, bu konuda sürekli çağrılar yapmaktadır. Tüm bu çabalara rağmen, belli siyasi parti ve çevreler, bırakınız ulusal birliğe gelmeyi, kendi iktidar çıkarları uğruna Türk devleti ile gizli-açık işbirliğine girerek, halkımızın geleceğini ve güvenliğini tehlikeye atmaktadır. Bu acıklı durumun, kuşkusuz ki tarihimizde kökleri ve toplumsal hafızamızda izleri bulunmaktadır. Bu nedenle, günümüzdeki ulusal birlik sorunlarımızı değerlendirmeden önce; tarihimizin olumlu veya ibretlik bazı sayfalarına yeniden göz atmamız, hatırlamamız ve geçmişte yaşananlardan, günümüze ışık tutacak dersler çıkarmamız gerekmektedir.

1950 yılından sonra, Ortadoğu’da geliştirilen arkeolojik kazıların ve araştırmaların ortaya koyduğu bilimsel gerçeklere göre, son buzul döneminin yirmi bin yıl öncesinde sona ermesiyle buzulların kutuplara doğru geriye çekilmesi, Neolitik Tarım devrimini mümkün kılmıştır. Günümüzde Kürtlerin çoğunlukla yaşadıkları ve bugünkü Kürdistan’ın merkezinde yer aldığı ve genellikle Verimli Hilal olarak adlandırılan bu coğrafyanın bitki ve hayvan zenginliğiyle; Homo Sapiens’in düşünce gücü birleşince, insanlık tarihinin en köklü devrimi olan Tarım-Köy Toplumuna geçiş, bu bölgede büyük gelişmelere yol açmıştır.

Bu derinlikli devrim ile simgesel dil ve düşüncede yaşanan sıçrama, o döneme dek eşi görülmemiş bir toplumsal biçimlenişe neden olmuştur. Hakim dil-kültür grubu olan Hint-Avrupa ya da Aryen dil-kültür grubu da denilen toplulukları oluşturmuştur. Bu nedenle bilim insanları bugünkü Kürtlerin kökenini, Aryen toplulukların kök hücresi olarak tanımlamaktadır. Nitekim Kürt dili ve kültürü üzerindeki araştırmalar da, bu gerçekliği ortaya çıkarmaktadır. Son arkeolojik kazılarla, kalıntılarına ulaşılan ve geçmişi 12 bin yıl öncesine kadar giden en eski kabile ve din merkezi olduğu keşfedilen Göbeklitepe de, mevcut kültürün gücünü kanıtlayan önemli bir örnek durumundadır.

İşte bu dönemde kabile toplumsal formasyonunun doğuşuna tanıklık etmekteyiz. Klanların birleşmesinden oluşan kabile, o dönemde büyük bir devrimsel gelişmedir. Hatta Neolitik Devrime, kabile devrimi demek de mümkündür. Klanlar arası birliğin oluşturduğu kabile toplumsallaşması, tarihin en önemli sosyal devrimlerinden birinin zeminini yaratmıştır. Bu gelişmedeki “birlik” kavramının altını özellikle çizmek isterim. Çünkü kabileler arası birlik ve dayanışma olmasaydı, Göbeklitepe’nin yaratılması da mümkün olamazdı.

Kabile toplumuyla birlikte dil-kültür farklılaşması, göçmenlik-yerleşiklik ilişkileri de gelişmeye başlamıştır. Özellikle dikkat çektiğimiz Göbeklitepe, o dönemde kabilelerin Kabesi durumundadır. Bu nedenle Urfa’da ve hatta tüm Kürtler de din duygusunun hala güçlü olmasında, bu gerçekliğin payı büyüktür. Ayrıca buradaki her biri bir kabileyi temsil eden dikili taşlarda, hiyeroglif öncesi harf ve yazı örnekleriyle karşılaşmak ise büyük bir tarihsel değeri ifade etmektedir.

Hatta yine rahatlıkla denebilir ki, Mısır ve Sümer uygarlığını doğuran kültür de, Toros-Zagros sıra dağları kavisindeki bu kültürdür. Bu kültürel merkezin izleri, Kürtlerde halen yoğun biçimde yaşanıyor ve bu halk halen bu coğrafyanın en eski yerleşik halkı olarak günümüzde de varlığını sürdürüyorsa, bu durumda Kürt gerçekliğinin oluşumunu bu kültüre dayandırmak kaçınılmaz olmaktadır. Genetik haritalar hem Homo Sapiens türünün, hem de tarım devriminin bu kültür merkezinden çevresine ve dünyaya yayıldığını kanıtlamaktadır.

Abdullah Öcalan’ın tarih tezlerinden ve günümüze kadar ulaşmış olan, kil tabletlerdeki çivi yazılarından anlıyoruz ki M.Ö 3000’lerde Sümerler; kuzey ve doğusundaki dağlık bölgedeki halka “KURTİ” adını vermişlerdi. “KUR” Sümerce’de dağ; “Tİ” eki aidiyeti belirtmektedir. Özcesi “KURTİ”, “DAĞLI HALK” demektir. Zaten Kürt deyince günümüzde de “dağlılık” temel bir özellik olarak hala çağrışım yapmaktadır. Kuşkusuz ki şehirlisi, ovalısı, sınıf ayrışması yaşayanı, devlet işbirlikçisi veya devlet karşıtı olanı da bolca vardır. Ama ana gövdeyi oluşturan ve soyunu güçlü yaşayan Kürtlük, geleneksel kabile özellikleri ağır basan Kürtlüktür.

Örneğin, Gılgameş Destanı’ndaki ilk şehirli işbirlikçi KURTİ olan ENKİDU, belki de tüm şehirli, sınıflı ve iktidar işbirlikçisi KURTİ’lerin ilk atasıdır. Destandaki Humbaba, Dağ Kurti’sidir; hatta onların lideridir, kabile şefidir. Enkidu, ihanet ettiği Humbaba’yı öldürmesi için Gılgameş’e adeta yalvarır. Günümüzdeki işbirlikçi Kürt’ü ne de yaman çağrıştırıyor! değil mi? Zaten Gılgameş Destanı da,özünde Sümer uygarlaşmasına karşı direnen Kurti’lerin özgürlük ve varlıklarını koruma mücadelesini ifade eder. Kurti’lerin içindeki bu direniş çizgisi ile işbirlikçi Enkidu çizgisi beş bin yıldır, Kürtler arasında yaşamaya devam etmektedir.

Öcalan yine dikkat çeker ki; M.Ö 2000 yılından itibaren Hurri, Hitit, Mitanni gibi proto Kürtlerin uygarlıkla ilişkileri çok yoğun olmuştur. İki yönlü bir ilişki, tüm gelişmelere damgasını vurmuştur. İlk yönüyle uygarlık kültürünün baskıcı ve sömürücü kent, sınıf ve devlet unsurlarıyla hep çatışmışlardır. Hatta bazen Babil’in fethi (M.Ö 1596) ve Ninova’nın yıkılışı (M.Ö 612)’ında olduğu gibi, sömürü ve baskının merkezlerini istilaya kadar varan hamleler yapmışlardır. Ama güçleri yetmeyince de, çoğu zaman dağların fethedilmez doruklarına çekilerek, varlıklarını korumaya, bağımsız ve özgür yaşamdan vazgeçmemeye özen göstermişlerdir. Nitekim günümüzde de Zağros dağlarının güney eteklerinden Dersim’e kadar benzer lehçeleri koruyan Hewrami ve Zaza-Kırmanc kültürü, bu gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Bu kültürün izleri, bugün bile oldukça etkilidir. Dağ Kürtleri denilen kesim, esas olarak bu hat üzerinde yaklaşık beş bin yıl boyunca yaşayan Hurri kökenli kabilelerdir. Hurrice bazı kelimelerin kökeniyle Kırmancki ve Hewramanca’nın bir çok kelimesinin çakışması, bu gerçekliği yeterince izah etmektedir.

 

Gerçek ve Sahte Kürtlük Biçiminde Ayrışma

20.Yüzyıldaki arkeolojik kazılar ve bilimsel verilerden öğreniyoruz ki; proto-Kürtler dediğimiz Hurriler, Hititler, Guti, Mitanni, Subaru, Kurtiler ve diğer tüm topluluklar, başta Asur olmak üzere köleci imparatorlukların köleleri olmamaları için, yaşadıkları topraklar üzerinde aşiret federasyonları oluşturarak, köleci sömürgecilere karşı kahramanca direnmişler ve büyük kazanmışlardır. Kabilelerin kendi aralarında BİRLİK oluşturarak yarattıkları AŞİRET toplumsal formasyonu ve aşiretlerin bir araya gelerek üst birlikler oluşturduğu aşiret federasyonları ve konfederasyonları oluşturulamasaydı, proto-Kürtlerin özgürlüklerini korumaları da mümkün olamazdı. Ve köleleşmeleri kaçınılmazdı. Nitekim tarihin de tanıklık ettiği gibi, bu sayede Ege’den Hindistan’a kadar ki coğrafya üzerinde kurdukları Med Konfederasyonu imparatorluğa dönüştürebilmişlerdir. Ancak ne acıdır ki, bir saray entrikası, bir iç ihanetle eğemenliği, M.Ö 550’de Perslere kaptırmışlardır. Bu durum, tıpkı Enkidu çizgisi gibi, geleneksel Kürt işbirlikçiliğinde köklü bir gelişmedir.

Heredot Tarihi’nde bu gelişme aynen şöyle anlatılır:”Son MED Kralı Astiyag, hain MED’li komutan Harpagos’a, ‘Bre alçak, haydi beni yıktın !.. Neden bizzat kendin baş olmadın, ya da başka bir MED’liyi baş yapmadın da, PERS asilzadelere uşaklığı tercih ettin ? ” der. Bu günümüzde de, gerçekliği son derece yerinde olan, önemli bir sorudur.

Proto-Kürtler açısından İslamiyete kadar gelen iki bin yıllık ikinci uygarlık aşaması, kendi kentlerini inşa ettikleri, egemen sınıflarının oluştuğu ve devletlerini kurdukları dönemdir. Daha çok dağ eteklerinde ve ovalık alanlarda oluşan bu kültürün, karma bir özelliği hakimdir: Benzeşmeye çalıştıkları uygarlıkların dil ve kültürlerini yaşayan yönetici aristokrasi ile alt sınıfları oluşturan ve kendi öz dil ve kültürlerini yaşayan kesimler…Kürt coğrafyasının ağır etkisi altında oluşan bu kültürün ikili karakteri çok az değişerek, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Gerek dağ ve ova kültürü biçimindeki “ikili ayrışma”, gerekse ova-kent kültüründeki sınıfsal ikili ayrışma, bu kültürün temel karakteristik özelliğidir.

Bu ayrışmada üst tabaka, yabancı işgalci ve fetihçi sömürgenlere karşı hep muazzam bir uyum gücü gösterip, kendi öz kabile-halk kültürünü işe yaramaz saymış, ikinci plana atıp iç ilişkilerinde çok sınırlı ölçüde kullanmakla yetinmiştir. İçinde rol oynadığı veya bizzat kurduğu uygarlıklara, kendi dil ve kültürünü egemen kılmak için çaba göstermemiş veya çok az göstermiştir. Guti’lerden Eyyubi’lere kadar, bu hep böyledir. Kentli ve devletli bu eğemen zümre, belki de hiç bir toplumda olmadığı kadar, geleneksel Kürt varlığına karşı olumsuz rol oynamıştır. Yabancı dil ve kültürler içinde erimeye götüren yüksek sınıfsal ve ailesel çıkarlar, şüphesiz bu olumsuzlukta belirleyici olmuştur. Kendi içine kapanan dağ “KURTİ”sinin ve alt tabakanın, çoğunlukla değişmeyen kabile ve aile kültürü binlerce yıl varlığını, ancak içine kapanarak, eritmeden günümüze kadar taşıyabilmiştir. Mesela bu taşımada, Zerdüşt geleneği önemli bir rol oynar. İnanç kültürlerinin özünde Zerdüşti gelenekten beslenen Ezidi Kürtlerle, Alevi Kürtler yakından gözlemlendiğinde, özellikle kadınlarında temsilini bulan Zerdüşti kültürün demokratik, özgür ve eşitlikçi özellikleri, rahatlıkla fark edilebilir. Tüm bastırılmışlıklarına rağmen doğayla bütünleşmiş, açık sözlü ve cesur yanları günümüze kadar ulaşmış dikkate değer yanlarıdır. Bu nedenle, birbirinden ayrışmış bu iki kültürel kesim arasında dağlar kadar bir uçurumun oluşması, gerçek Kürtlük-sahte Kürtlük biçiminde köklü bir farklılaşmaya yol açmıştır. Kapitalist modernite döneminde, neden güçlü bir milliyetçi Kürt burjuvazisinin oluşmadığının kökeninde de,yine bu tarihsel gerçeklik yatar. Öte yandan bu dönemde Kürt kültürel varlığı, yanı başındaki İslami çıkıştan da şiddetle etkilendi. Daha çok da saltanat İslamının yıkıcılığıyla karşılaştı. Emevi hanedanlık ve sultanlık rejimi, İskender’in fetih ve tahrip tarzına çok benzer bir biçimde giriştiği kanlı geçen fetih savaşlarıyla, Kürt topraklarını kısa sürede sultası altına aldı. Özellikle Zalim Haccac gibi komutanlar, eli kılıç tutan tüm Kürtleri katledip, kadınlarına ve çocuklarına toptan el koydular. Tıpkı ilk örneği, Gılgameş destanına da konu olan bugünkü Irak’ın kuzeyi ve doğusundaki (Güney Kürdistan) ormanlık ve dağlık alana, Enkidu’yla birlikte gerçekleştirdiği ve kan döktüğü sefer gibi…Ya da günümüzde DAİŞ canilerinin uyguladıkları vahşet gibi…

Bu dönemde iktidar denilince hep işgalci efendiye uşaklığı aklına getiren Kürt işbirlikçi zümresi, süreç içinde Emevi hanedanlığıyla önce bütünleşti, hatta giderek gönüllü asimilasyonla Araplaştı. Halen Kürdistan’da bunlardan kalma güçlü kalıntılar vardır. Nitekim Ortaçağın Kürt Beylikleri’nin genellikle Sünniliği benimsemelerinin de tarihsel temelleri, bu gerçekliğe dayanmaktadır. Emevi, Abbasi ve Osmanlı saraylarındaki örnekler, bu konularda oldukça ibret verici ve öğreticidir.

Örneğin, 16.Yüzyıl başlarında Osmanlı Padişahı olan Yavuz Sultan Selim’in

İttifak amacıyla, Sünni Kürt beylerine İdris-i Bitlisi aracılığıyla gönderdiği mesaja, dönemin 28 Kürt Beyliği, kendi aralarında bir Beylerbeyi (Mire’ Miran) belirleyemedikleri için, Yavuz’dan bir ‘Türk’ü’(yani bir Osmanlı Paşasını)Diyarbekir’e başlarına Beylerbeyi atamalarını istemişlerdir. Bu olay, bin yıllık Türk-Kürt ilişkilerindeki en ibretlik gelişmelerden biridir. Ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lü yılların başlarında, Kürt Beyliklerinin otonomisini, devletin merkezileştirilmesi kapsamında tasfiye etmeye karar verdiğinde; o dönemden 300 yıl önceki, Kürt Beylerinin birleşip mücadele edemeyecekleri gerçeğinden, muhtemelen büyük cesaret almışlardır. Nitekim Osmanlılar, Botan Beyi Mir Bedirxan’ın bu dönemdeki etkili ayaklanmasını da yeğeni Yezdanşer’in ihanetini satın alarak bastırmışlardır. Bilindiği gibi, birkaç yıl sonra da Yezdanşer, aynı akıbeti paylaşmış ve tasfiye edilmiştir. Bu ibretlik ihanet ve yenilgiyle de Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki 300 yıllık Otonomi statüleri de,böylece sona ermiştir. Hatta Yezdanşer tipi Kürt feodalleri, daha sonra Hamidiye alaylarında yürütülen Kürt soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen Bakure’ Kürdistan’da yürütülen Kürt soykırımında da, bunlardan bazı kontralar ,”Köy Korucuları” olarak, Kürtlüğü inkar karşılığında mülklerini ve sermayelerini artırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak, lanetli rollerini oynamaya devam etmektedirler.

Özetle, görkemli neolitik çağda proto-Kürtler, evrensel tarihin motor gücüydüler. İlkçağda merkezi uygarlık sisteminin doğuşunda ve beslenmesinde beşik ve ana rolündeydiler. Ortaçağ’da merkezi uygarlık sisteminin, İslamiyetin güçlü ve öncü kavimlerinden biriydiler. Ne var ki Ortadoğu’nun bu görkemli, kahraman ve emekçi gerçekliği, kapitalist modernitenin hegemonik çağında, neredeyse tarihten silinmekle yüz yüze geldi. Kürt gerçekliği üzerine gerçek bir kabus çöktü. Peşpeşe soykırımlar için kullanılan bir deyim olan, “büyük felaketlere” uğradı. Bu büyük felaketler çağında, uygarlık tarihi boyunca Kürtlerle iç içe yaşayan ve Ortadoğu’nun en gelişkin kültürlerine imzalarını atan iki kadim halk Ermeniler ve Asuriler, soykırımın kurbanı olarak tasfiye edildi. Anadolu’nun üç bin yıllık Helen Kültürü tümüyle tasfiye oldu. Kürtler de kültürel ve gerektiğinde fiziki soykırımlara uğratılarak, imha edilmekle yüz yüze kaldı.

Tarihin bu zorlu dönemecinde, yani Kürdistan’ın Irak, Suriye, Türkiye ve İran arasında bölündüğünün resmen tescil edildiği, Birinci Dünya Savaşı sonucunda ise, Kürtler, ülkeleri Kürdistan’ı birçok mahalde, büyük direnişlerle savundukları halde; dönemin politik gelişmelerini doğru yorumlayarak, halkı örgütleyen ve mücadeleye öncülük eden bir politik öncüden yoksun oldukları, Kürdistan’da ulusal birliği sağlayamadıkları, mahali direnişlerin birbirinden kopuk ve koordinesiz olması nedeniyle, bir kez daha büyük kaybetti ve soykırımın eşiğine gelip dayandı.

 

Kürdistan’da Demokratik Ulusal Birlik Veya Kongre

Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere Ortadoğu halkları, Üçüncü Dünya Savaşı’nın ateşi içinde, çok zor bir süreci yaşamaktadır. Ölüm, kan ve acı, günlük yaşamımızın bir parçası durumundadır. Dünyanın hegemonik güçleri, bir kez daha kendi çıkarları doğrultusunda, Ortadoğu’ya müdahale halindedirler.

Yüz yıl önceki Birinci Dünya Savaşı sırasında; Sykes-Picot ve Lozan Antlaşmaları’yla dört parçaya bölünen ülkemiz Kürdistan ve halkları, bu savaşın ateşi içinde ve soykırımın eşiğinde, büyük ve cansiperane bir direniş sergilemektedir. Ancak kesin bir zafer, özgür ve demokratik bir Siyasal Statü kazanmak için, hem kendi iç dinamiklerimizin tesbiti hem de dostlarımızın telkinleri, ulusal birliğimizin en üst düzeyde mutlaka inşa edilmesi gerektiği üzerinedir. Bu görevi başarmak için, tüm Kürdistan parçalarındaki siyasi parti ve hareketlerin, halklarımızın çıkarı temelinde, ulusal birliğimizi en üst seviyede oluşturmanın tarihi göreviyle karşı karşıya olduğu açıktır. Kazanmanın ve çocuklarımıza, torunlarımıza özgürlük, demokrasi ve barış içinde yaşayabilecekleri bir ülke bırakmanın, başka bir yolu yoktur. Onurluca ve büyük fedakarlıklarla direnen halkımızın ve tüm siyasi, askeri güçlerimizin; savaş sonucunda kurulacak masada, bir kez daha büyük kaybetmemeleri için Kürdistan Ulusal birliğini taçlandırmak şarttır.

Nitekim yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi, halkımızın binlerce yıllık kadim tarihine ana hatlarıyla baktığımızda, çıkaracağımız en önemli derslerden biri şudur: Birlik olmayı başardığımız zaman, büyük kazanmışız… Parçalı ve birbirinden kopuk olduğumuz zaman ise büyük kaybetmişiz… Zaten hepimiz için gerekli olan tarih bilinci de, bu mutlak gerçeği, iliklerimize kadar hissetmektir. Bir diğer önemli ders de şu olmalıdır: Tarihimizde şehirleşme, sınıflaşma ve iktidarlaşma olgusu başladıktan sonra, beş bin yıldır başımıza büyük belalar açan işbirlikçi Enkidu çizgisinin süregiden varlığıdır. Gılgameş Destanı’ndaki ilk şehirli işbirlikçi olan Enkidu’nun köle ve işbirlikçi bir ruhla, özgür Kurtilerin kabile şefi olan dağlı Humbaba’yı öldürmesi için Gılgameş’e yalvarması, günümüze kadar ulaşan bir ihanet hançeridir. Bu zehirli hançer, M.Ö 550’lerde hain Med’li komutan Harpagos tarafından, son Med Kralı Astiyag’ın sırtına saplanmıştır. Ya da 19.Yüzyılın ortalarında, özerk Kürt beyliklerinin tasfiyesine karşı ayaklanan Mir Bedirxan’ı arkasından vuran yeğeni Yezdanşer’in elindeki hançer olmuştur.

Enkidu çizgisi, bu birkaç somut örnek dışında, ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı belli olmayan bir zihniyet problemi de yaratmıştır. Örneğin, son dönemlerde özellikle Güney Kürdistan’da gündeme gelen “PARÇACILIK” zihniyeti bunlardandır. “Benim parçam,senin parçan…” ya da “Herkes kendi parçasına çekilmeli !..” gibi yaklaşımlar çok sorunlu bir zihniyetin ürünüdür. Kürdistan’ın yüzyıl önce, halkımızın iradesi dışında parçalanmasını adeta meşru gören sakat bir zihniyetin dışavurumudur. Oysa halkımız düşüncelerini sergilerken hep ,”Her çar parçe Kürdistan…” diye sözlerine başlaması bile, ülkesinin parçalanmasını asla meşru görmeyen keskin bir iradenin tezahürüdür. Zaten mücadele tarihimizde de pratik hep böyle olmuştur. Kuzey Kürdistan’dan birçok Kürt’ün, gidip Saddam güçlerine karşı, Güney Kürdistan’daki özgürlük savaşına katılması hatta şehit düşmesi; Melle Mustafa Barzani’nin askeri güçleriyle Mehabat’a geçişi ya da Rojava Devrimi sürecinde yürütülen amansız mücadelede her dört parçadan savaşçıların şehadeti ,buna somut örneklerdir.

Şüphesiz ki her parçanın şartları, devrimi, ittifakları ve mücadele biçimleri özgünlükler gösterebilir. Zaten tartışılan da bu meseleler değildir. Medya Savunma Alanları’ndaki özgürlük gerillasına,”Parçanıza gidin, burada ne işiniz var ? ” Ya da “Sizin yüzünüzden Güney Kürdistan’a saldırılıyor …”diye yapılan çağrılar, sakat bir zihniyetin ürünüdür. Kökleri ta Enkidu çizgisine kadar uzanır. Bu tür söylemler, bu zihniyet ulusal birliğin önündeki mayınlar gibidir. Asla kabul edilemez…
Özgürlük gerillası, Türk devletinin Kürt halkına ve Kürdistan’a inkar, imha ve soykırım dayattığı için vardır. Direnme Savaşı kırk yıldır, bu nedenle sürmektedir.

Üstelik Türk Devletinin tüm Kürdistan’a düşmanlık yaptığı, nihai olarak tümüyle işgal etmek istediği, kendi beyanları ve pratikleriyle ortadadır. Bu şartlar altında, Enkidu’nun Gılgameş’e yalvarması gibi, düşmanın özgür Kürt’ü öldürmesini meşru görmek, hatta bu konuda gizli-açık işbirliğine girmek,ulusal birlik çizgisi önündeki en büyük engel ve tehlikedir. Hiç kimse ve hiç bir Kürdistani güç, kendisine böyle bir siyasi pozisyonu layık görmemelidir. Ayıptır, yazıktır, günahtır !..

Öte yandan, Ortadoğu’nun en stratejik coğrafyalarından olan Kandil ve diğer Kürdistan dağlık bölgelerinin Kürt özgürlük gerillasının denetiminde olması, hem Kürt halkının hem de Ortadoğu ve dünya halklarının yararınadır. Aksi takdirde bu stratejik alanın, DAİŞ ve El-Kaide gibi cihadist-terörist örgütlerin merkezi üslerinden biri olması, kesin gibiydi. Hatta buraların bizzat Türk devleti tarafından, bu güçlere takdim edileceği büyük olasılıktı. Kaldı ki Şengal’i DAİŞ’ten koruyamayanların, bu dağlık ve çok stratejik alanları nasıl koruyacağı, ortada önemli bir soru olarak durmaktadır.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, Özgürlük Hareketi, Kürdistan’da ulusal dirilişin sağlanmasında ve ulusal birliğin örülmesinde çok büyük hizmetleri olan temel güçtür. Bir kere, Kürdistan’ın parçaları arasındaki suni devlet sınırlarını pratikte ve zihinlerde yerle bir etmiştir. Bu başarı, Kürt halkı arasında, her yerde ulusal bir ruh yaratmıştır.

Sömürgecilerin “böl-yönet” politikaları çerçevesinde, Kürtler arasındaki inanç farklılıklarını keskinleştirmelerine karşı, sabırlı bir ideolojik mücadele yürütmüş; Sünni-Şii-Alevi-Ezidi Kürtler arasında güçlü temelleri olan bir ulusal birlik ruhu inşa etmiştir. Bu kapsamda, din sorununu devrimci bir yaklaşımla değerlendiren Öcalan, İslamın doğuşundaki devrimci özünü ortaya çıkarmış ve Demokratik İslam teziyle, Emeviler-Muaviye iktidarcı-sapkın İslam çizgisini birbirinden net çizgilerle ayırarak, Müslüman Kürt toplumunun ulusal birlik çizgisinde bütünleşmesinin zeminini yaratmıştır.

Kürt halkı ile Kürdistan’daki Ermeni, Süryani, Türkmen, Arap, Fars, Çeçen gibi tüm halklar arasında demokratik ulus çizgisinde bir özgürlük ve eşitlik zemini oluşturmuştur.

Özellikle Türk devleti tarafından aralarında çelişkiler yaratarak ulusal birliği dinamitleyen Kurmanç-Zaza ayrımını, Kürtlerin gündeminden önemli oranda çıkarmıştır.

Kürt gerillasının silahlı mücadeleye başlamasının ve devletin Köy Koruculuğunu kabul etmeyen Kürt köylerini yakmasının ardından; köy koruculuğuna karşı esnek bir politika geliştirerek, devletin savaşı Kürtleştirme ve Kürt’ü Kürt’e kırdırma politikasını boşa çıkarmıştır. Bu kapsamda sadece köyünü savunan ve kontralaşmayı reddeden Kürt köylüsüyle ustaca bir ilişki geliştirerek, bu yolla da ulusal birlik çizgisine hizmet etmiştir.

Belki de en önemlisi kadının toplumda erkekle tam eşitlik ve özgürlüğünü sağlayan, sosyal bir devrimi başarmıştır. Rojava Devriminin bir kadın devrimi olarak güçlü bir temelde inşa edilmesi, dünya kadınlarını ve tüm ezilenleri devrim coşkusuyla etkilemiştir.

Öcalan’ın kapitalist moderniteye karşı demokratik ulus, demokratik özerklik, demokratik konfederalizm, kadın özgürlüğü, ekolojik ve demokratik temelli yeni paradigması, dünyanın tüm ezilen güçlerine bir ilham kaynağı olmuştur. Çağımızın birçok filozofu,Öcalan’ın bu paradigmasına yüksek değer biçmiştir. Bu ideolojik hamle, Kürdistan devriminin yerelden evrensele doğru gelişen bir hatta ilerlemesinin yolunu açmıştır. Kürt halkını devrim enerjisi ve birikimiyle, dünya halkları arasında saygın bir yere oturtmuştur.

Özcesi, Özgürlük Hareketi tüm bu çabalarıyla, Çağdaş Zerdüşt’ün özgürlük felsefesi doğrultusunda ve Çağdaş Kawa’ların öncülüğünde, asrımızın Çağdaş Med Hareketi’ni yaratmayı başarmıştır. Zafere kilitlenmesinin sırrı da buradadır.

Ne var ki bu yolda, henüz çok önemli bir eksiğimizin olduğu da açıktır. Tüm Kürdistan parçalarının parti ve siyasi hareketlerinin, üst bir çatı örgütünün taçlandırılması gerekmektedir. Öcalan bu ihtiyacı, Kürdistan Ulusal Kongresi olarak formüle etmiştir. Kurumlaşmasının ana organlarını önerirken, şu üç hususa özellikle dikkat çekmiştir. Bu yapılanmanın en yüksek karar organı Genel Kurulu olmalıdır. Kürdistani her parti ve siyasi hareket delegeleriyle bu organda temsil edilmelidir. Aralarındaki sorunlar ve stratejik meseleler, burada tartışılıp karara bağlanmalıdır. İkincisi, bu Kongrenin bünyesinde mutlaka ortak bir askeri komite teşkil edilerek, Kürdistan’a yönelik DAİŞ saldırısı gibi tehditlere karşı ortak savunma örgütlenmelidir. Üçüncüsü ise ortak bir diplomatik komite oluşturularak, uluslararası kurumlar nezdinde Kürt halkı adına diplomasi faaliyetlerinin icrası sağlanmalıdır. Bu hedeflere varmak için parçadan bütüne giden, bir inşa formülasyonu da uygulanabilir.

2013 yılında Türkiye’de bir yandan devlet heyetiyle, Öcalan’ın Başmüzakereciliğinde, adına “İmralı Süreci” ya da “demokratik çözüm ve diyalog süreci” denilen görüşmeler sürerken; diğer yandan da Mesut Barzani’nin başkanlığında Kürdistan Ulusal Kongresi’ni inşa çalışmaları için görüşmeler devam etmekteydi. Öcalan’ın önerdiği Kongre inşa formülasyonu, diğer Kürdistani güçler arasında da genel kabul görmüştü. Tıkanıklık sadece Eşbaşkanlık ve delege sayıları gibi bazı teknik meselelerde idi.

Bu tıkanıklığı aşmak için, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı’nın kamuoyuna açıklanmasından sonraki görüşme sırasında Öcalan, devlet heyetine özetle şöyle bir teklif sundu: “Eğer Ortadoğu çapında, demokratik bir Türk-Kürt stratejik ittifakı yapacaksak, tüm Kürdistani örgütleri çatısı altına alan bir Ulusal Kongre’yi inşa etmemiz zorunludur. Şu anda sadece KDP, bu projeye mesafeli duruyor. Bunun da Türkiye Cumhuriyeti devletinin yaklaşımından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu nedenle, diplomatik yollarla Mesut Barzani’ye, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Ulusa Kongre oluşumuna karşı olmadığı belirtilirse, bu projede kısa zamanda mesafe katedebiliriz ” dedi.

Devlet Heyeti’nin bu konu üzerinde gerekli temasları yürüteceğini belirtmesinin ardından, birkaç gün sonraki görüşmede; “Konunun Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile ele alındığı ve kendisinin bu projeye sıcak yaklaştığı” Öcalan’a iletildi.

Bunun üzerine Öcalan, kendisine iletilen devlet mesajını dikkate alarak, Mesut Barzani’ye elden bir mektup gönderdi. Mektubun içeriğinde özet olarak; Kürdistan Ulusal Kongresi’nin oluşumunun önemine değindikten sonra, Ulusal Kongre Başkanlığı’na Mesut Barzani’yi öneriyordu. Kadın Eşbaşkanlığına da fiili veya resmi olara, KDP’nin itiraz etmeyeceğini bildiği Leyla Zana’yı işaret ediyordu.Kongre’deki delege sayısı konusunda ise, KCK’nin örneğin %30 delegeyi yeterli göreceğini ve olası ‘kabul edilemez’ kararlar için de aynı oranda veto hakkı istiyordu.

Mart ayı sonlarına doğru Mesut Barzani’den gelen yanıt da ise, bu konulara hiç değinilmeden, doğrudan KCK’nin Şengal’deki gerilla birliklerini geri çekmesini talep ediyordu. Öcalan, bu yanıt karşısında çok öfkelenerek, bu sonuçtan Devlet Heyeti’ni sorumlu tuttu. Önerdiği ve kabul edildiği gibi diplomatik yollardan, Mesut Barzani’ye T.C devletinin, Kongre konusundaki kendisine bildirilen olumlu tavrı iletilmiş olsaydı, bu sonucun yaşanmayacağını belirtti.

Bunun üzerine Devlet Heyeti, gerçeği işaret ederek; “Efendim siyasilere (yani Cumhurbaşkanı ve AKP Hükümeti’ne) önerinizi kabul ettiremedik !..” demek zorunda kaldılar. Zaten 5 Nisan 2015 günü, bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, iki buçuk yıldır devam eden İmralı Adası’ndaki “Çözüm Masasını” devirdiğini, kamuoyuna da ilan etti. Bu gelişme fazla yoruma gerek bırakmadan, aslında uzun zamandır ulusal birlik çabalarına, KDP’nin neden destek vermediğini de çok net olarak açıklamaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’deki rejimi çökertmeden ve Türk devletinin zihniyet kodlarında önemli demokratik değişiklikler gerçekleşmeden, Kürtlerdeki ulusal birlik sorunu da gündemimizde kalmaya devam edecektir. Ancak Gare zaferi de gösterdi ki; özgürlük gerillasının destansı direnişi ve varolma mücadelemizin hayatın her alanında süren siyasi hamleleri, Kürt halkındaki ulusal birlik iradesi ve özlemini giderek daha fazla güçlendirmektedir. Hiç bir Kürdistani parti ve hareket, dipten gelen bu devrimci dalganın dönüştürücü etkisinden uzak kalamaz. Bu gerçeklikten hareket ederek denilebilir ki; Kürdistan’da ulusal demokratik birlik, önümüzdeki süreçte mutlaka örülecek ve bu müjdeyi bekleyen özgürlük şehitlerimizin ruhu er geç şad olacaktır!..

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.