Düşünce ve Kuram Dergisi

Kuzey Devrimi ve Rojava

Çetin Arkaş

Ortadoğu’nun küçük bir maketi olan Suriye’de halkların ve inanç gruplarının geleceği, bir nevi Ortadoğu’nun da geleceğini tayin edeceğe benziyor. Farklı etnisitelerin tekçi bir ulus devlet çatısı altında mı tutulacağı, inanç guruplarında baskın olan birinin diğerlerini ötekileştirip kendi hegemonyasını mı kuracağı merak edilen ve diğer yandan mücadelesi verilen temel konular oluyor. Suriye’de mücadele bir iktidar ve ittifaklar değişikliğinden mi ibaret olacak, yoksa temelden paradigmasal bir değişim yaşanarak, Ortadoğu’nun temel sorunlarının çözümüne ilişkin bir kapı mı aralanmış olacak?

Bugün bir yanını ABD ve diğer batılı güçler, Suudi Arabistan ve TC’nin çektiği, kendi içinde çelişkileri de barındıran ittifak ile İran, Rusya ve Çin’in ortaklığı arasında ciddi bir savaş yaşandığı görülüyor. Yaşanan savaşın görünen iki tarafın da sunduğu alternatifleri, temel sorunların çözümüne ilişkin çok da yeni bir şey söylemiyor. Özcesi hegemonlar arası savaşta, netice kimin lehine sonuçlanırsa sonuçlansın en fazla bir iktidar değişimi ya da palyatif kimi yenilikler yaşanacaktır. Özünde ise eski sistem devam edecektir. O nedenle halklar, bu iki ittifak ve çözüm seçeneklerinden birine mahkûm değildirler, olmamalıdırlar. Ortadoğu’nun bu hale getirilişinde çok önemli pay sahibi olanların Ortadoğu halklarına kurtuluş reçetesi sunamayacağı çok açıktır. Çelişkiler etnik, dinsel ve mezhepsel olduğu kadar kapitalist modernitenin bizzat kendisiyledir. Ortadoğu’da yeni ulus devletçikler ya da mezhep devletçikleri yaratılarak sorunların çözülemeyeceği ortadadır. Birine rağmen yaşanılacak kurtuluş, ‘öteki’ sini yaratacağından hiçbir etnik ve inançsal yapıya gerçek manada kurtuluş getirmeyecektir. Çelişkili ve çatışmalı hal, bölgeyi güvensizliğe, bu güvensizlik hali de kapitalist modernite efendilerinden birine ya da bir kaçına bağımlılığı zorunlu hale getirecektir. Durumun böyle oluşu Suriye örneğinde de görüldüğü gibi alternatifsizlik anlamına gelmez. Bir üçüncü yol mümkündür. Rojava, devrimler çağının kapandığının çoktan ilan edilmeye başlandığı dünyamızda altın harflerle kendi devrimini nakış gibi işlemeye devam etmektedir. Başarısı, halklar lehine çığ gibi büyüyen kartopu misali gelişmelere yol açacağından, iktidar odağı devlet ve guruplar açısından büyük bir tedirginlik kaynağı haline gelmiştir. Yönelimlerin sebebini biraz da burada aramak gerekir.

9 Ekim Komplosu Rojava’da Sürdürülmek İsteniyor

20. yüzyılın son büyük devrimci hareketi, devrimci önder Che Guevara’nın katledilişinin yıl dönümünde startı verilen bir komplo ile tarihe gömülmek istendi. 1998’in 9 Ekim’inde Kürt halk Önderine yönelik geliştirilen komploda ilk hamle Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılışı oldu. Son büyük devrimci hareket ve onun önderi Suriye’ye yönelik planlanan müdahale ile etkisiz kılınacaktı. Böylece halkların büyük bir umudu da söndürülmüş olacaktı.

Bir taraftan işbirlikçi Kürtler Washington’da ağırlanıyor, diğer yandan tüm batılı ve batılı olmayan devletlere kesin ültimatomlar yollanarak destekleri zımnen ya da açıktan alınıyor ve TC ‘aktör’ görüntüsü ile rolünden bihaber şekilde sahneye sürülüyordu. İmralı esaret ile ciddi bir sarsıntının yaşandığı kuşkusuzdur. Komploda yer alan işbirlikçi Kürtler dâhil, herkes bir şekilde bu komplodan nemalandılar. Ama tarih yine Suriye’den, Öcalan’ın büyük emeklerinin sonucu, ektiği tohumların ürüne durmasıyla 9 Ekim’den hesap sorarcasına devrimci başını çok daha dik bir şekilde kaldırarak sadece kendi halkına değil, ezilen tüm halklara güçlü bir şekilde ‘merhaba’ dedi.

Komplo ile yapılmak istenenin başarılamadığını gösteren bu çıkış ezilen halklara ve ‘öteki’ lere büyük bir moral olurken, komplonun yürütücülerini, piyonlarıyla birlikte yeniden harekete geçirdi. Rojava’ya yönelimin arkasında-yanında kimler olduğunu tek tek sıralamaya başlarsak uluslararası 9 Ekim komplosunda yer alan devlet ve gruplar ile yeni bazı piyonlarını yeniden göreceğiz. Değişen, rollerdeki kısmi farklılıklardır. Ama komplocular bugün daha zayıftır. Geçen 15 yıl onların elde ettikleri nemalanmalara rağmen onları bekledikleri düzeyde güçlendirememiş, aralarında farklı çelişkiler doğmasına da yol açmıştır.

Rojava bu hali ile bataklığa çevrilmek istenen Suriye’de bir lotus çiçeği gibi daha şimdiden boy vermiştir. Farklı etnik ve dinsel grupların bir arada yaşama zeminin gelişmesi kadar, tabandan örgütlenme modeli ile gelişen Radikal Demokrasi hareketi, devletçi, iktidarcı sistemlere mahkûm olunmadığını da göstererek büyük bir umut kaynağı olma konusunda her geçen gün daha bir görünür olmaktadır. Tüm batılı sistemlerin görünürde bir numaralı düşman olarak ilan ettikleri El Kaide çetelerinin Rojava’ya yönelimleri asıl olarak da bu nedenle görmezden gelinmekte, hatta lojistik desteklerle beslenmeye çalışılmaktadır. Kapitalist Modernite güçleri açısından hiçbir zaman asıl sorun demokrasi, kadın hakları, inanç ve etnik grupların hakları ya da tekçilik, otoriterlik olmadı. Eğer öyle olsaydı Suudi Arabistan önemli müttefiklerinden biri olmaz, Taliban’la yıllar boyu açık-gizli ilişkiler yürütmez daha birçok despot liderle sarmaş dolaş olmazlardı. Bu güçler açısından sorunun gelip düğümlendiği yer, alternatif bir demokrasinin tüm kurum ve varlığıyla işleyip işlemeyeceği antikapitalist bir sistemin gelişip gelişmeyeceği, dostluk veya hasımlık ilişkilerinde asıl belirleyendir. İşte bu nedenle Suriye üzerinde hegemonya savaşı yürüten her iki tarafın da bir gözü Rojava’nın üzerindedir.

Rojava Devrimi Sadece, Bir Parçada Kürtlerin Statü Kazanması Değildir

Kürtler, her dört parçada 20. Yüzyıl boyunca geliştirdikleri sayısız isyan ve mücadele ile inkâr örtüsünü yırtıp attılar. 21. Yüzyılla birlikte Kürtlerin yeniden eski inkâr ve yok sayma günlerine döndürülmeyeceğini herkes görüyor. Bu nedenle inkârın sona erdirildiğini, sıranın kurtuluşa geldiğini söylemek mümkündür.

Buna da, tercih edilecek kurtuluşun nasıl bir kurtuluş olacağı sorusu karşımıza çıkıyor. Birbirinin sırtına basarak, satarak, harcayarak, boğarak elde edilecek küçük bir ulus devletçikle mi kurtuluş sağlanacak (ki, bunun ne kadar kurtuluş olacağı tartışılırdır) yoksa ötekisini yaratmayan, antikapitalist bir kurtuluşçuluk mu esas alınacak? İktidar odalarına yeni bir odacık mı eklenecek, yoksa iktidarı olmayan demokratik bir toplum, demokratik bir ulus mu inşa edilecek?

Eğer inkâr sayfası koparılıp atıldıysa, bundan sonraki sorun nasıl yaşanacağı ile ilgilidir. Kapitalist Modernite sisteminin hastalık, eşitlik, tekçilik, dincilik, milliyetçilik, kirlilik vb. üreten bir benzerini yaratarak onlarla benzeşerek sisteme eklenecekse sorun yok! Sistem sahipleri kendilerine benzeyenin kendileri için çok da risk üretmeyeceğini bildiklerinden, kendilerinin küçük bir maketinin inşasını teşvik bile ederler. Nasıl olsa işletilmeye çalışılan bu sistemde musluğun başında kendileri oturmakta ve onlar için asıl mesele karlarındaki devamlılıktır, halkların özgürlüğü ya da zenginliği eşit bir şekilde paylaşmaları değil. Aksine sistemin kurgucuları, çelişkilerin bizzat yaratıcıları olup, kendilerine muhtaç kılmada etkili bir şekilde kullanmaktadırlar.

9 Ekim’de alternatif sistemin önderine bir komploreva görülürken, aynı yılın Eylül ayında Beyaz Saray’da Kürt devletçiğinin temelleri atılıyordu. Oluşturulan bu devletçiğin parlamentosunun ilk kararının PKK’yi terör örgütü ilan etmesi bu açıdan çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Uyanan Kürt gençliği, yaratılan bu Kürt devletçiği ile kontrol altında tutulacak ve bu şekilde tüm Kürt dinamizmi sistem içine çekilmiş olacaktı. Bu devletçiğe yönelik uluslararası kabuller, zenginleştirme çabaları hep bu amaca yönelikti. Ama bir de komploya maruz kalanların direnişi vardı. Her dört parçada da teslim alınma çabaları boşa çıkarıldığı gibi ciddi bir güç haline gelindi. Kürt halkını tek bir parçada teslim alma planı hesaplandığı gibi işlemedi.

Özgürlükçü devrimin Rojava’sında gelişen hareket ilk önce görünmek istenmedi. Her şeyin tavanda gerçekleştirilecek ittifak ile yeni oluşumlarla halledileceği sanıldı. Tabanın gücü fazlasıyla hafife alındı. Sahada olmayanlar, uluslararası destek ve ‘al-ver’ hesabıyla Rojava’da kendi borularını öttüreceklerini sandılar. Bunun mümkün olmayacağı anlaşılınca bu kez kontrol altına alma çabaları görüldü. Kürt Yüksek Konseyi’nin oluşumunu gönülsüzce de olsa kabullendiler. Buna göre belirlenen ortak kriterler doğrultusunda birlikte hareket edilecek ve taşların yerine oturmasıyla birlikte Rojava’da halka gidilecek, halkın arzu ettiği doğrultuda bir yönetim belirlenecekti. Rojava’ya damgasını vuran ve köy köy, mahalle mahalle, şehir şehir taban örgütlemesiyle gelişen, kadın özgürlüğüne ve özgür seçimlere dayalı bu sistem sadece T.C. ya da Güney hükümetini değil, tam tersi pozisyonda yıllardır otoriter bir şekilde varlığını sürdüren tüm sistemleri tedirgin etti. Taban örgütlenmesi ne demek, tüm yöneticilerin her kademede halk tarafından seçilmesi ve uygun görülmezse geri çağırılması ne demek, inanç ve etnik kimlik üstünlüğüne dayanmayan demokratik ulus zihniyeti ne demek, kadının yaşamın her alanında ki özerk örgütlenmesi ve yönetime eşit düzeyde katılması ne demek? İşte asıl kaygı tam da burada baş gösteriyordu. Yaratılmak istenen alternatif bir toplum modeliydi. Adeta Prometheus’un çaldığı ateş Rojava’da yeniden harlanıyordu. Bu nedenle en büyük Kürt inkârcılarını bile, Rojava’da yaşananları Kürtlük sınırlarında kalması kaydı ile kabul edebilir bir noktaya geldiler. Eğer Rojava’da Güney benzeri bir sistem kurulacaksa bunu hazmedebilir ve hatta destekleyebilirlerdi. Bunu açıkça deklare de ettiler. T.C. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Güney’de KDP çizgisindeki Suriye Kürtlerini bir araya getirirken PYD’yi ısrarla görmezden geldi. KDP de uzun süre bir benzerini yaptı. Suriye Kürtlerini birleştirme adı altında kendine yakın oluşumları Güneye davet ederken PYD devre dışı bırakılıyordu. Ardından sıradaki gerçek, bu durumu görmek istemeyenlerin yüzüne şamar gibi inince kabulleniyormuş gibi davranarak, karşıtlığını daha örtülü yapmaya çalıştılar. Ancak tarihi devrim süreçlerinin netleştirici özelliği göz ardı edildi. Böylesi devrimci süreçler uzun süre netsizliğe müsaade etmez, kişileri olduğu kadar, grupları da netleşmeye zorlayarak, asıl karakterlerini orta yere serer. Kimin nerede, hangi safta yer tuttuğu, aksini söyleseler de, eylemleriyle çok geçmeden anlaşıldı.

Ulusal Kongre’nin toplanmasında öncülük yapıyormuş gibi bir görüntü çizen KDP, Rojava için hayati önemdeki Sêmalka Sınır Kapısı’nı kapatmada hiçbir tereddüt yaşamadı. Bir taraftan sınır kapılarını sonuna kadar ve her düzeyde çetelere açan ama Rojava’ya açılan tüm kapılarını kapayan T.C. diğer yandan çetelerin saldırılarına göz yuman uluslararası kamuoyu, öte yandan Rojava kapısını sınıra yığdığı peşmergeler ile tutan KDP! Akla KDP lideri Mesut Barzani’nin “Kürt’ün Kürt’le savaşı sona ermiştir, bir daha hiçbir Kürt’ün bir diğeri ile savaşmaması en büyük dileğimdir” sözü geliyor. Rojava’da varlık yokluk mücadelesi ile bir devrim süreci gelişirken, uluslararası güçlerin desteği ve göz yummasıyla, T.C.’nin aktif desteği, yönlendirmesi ve teşviki ile çetelerin sürdürdüğü kanlı bir savaş yaşanıyor. Aynı dönemde Sêmalka Kapısı’nın kapatılması bu yönelimin ve planlamanın somut kanıtıdır. Barzani, bu yönelimin bir biçimi ile içindedir. Kürt’e bizzat kurşun atıp atmaması bu tablo içerisinde teferruattan ibarettir. Tablo çok nettir. Çeteleri ‘T.C. yetiştirip yönlendirerek, hedeftekini (Rojava) boğmaya yollayacak, etraftakiler (uluslararası sistem) buna seyirci kalacak, bir diğeri de (KDP) boğulmaya çalışılana yardım gelmesini engellemek için kapıyı sıkı sıkıya kapalı tutacak. Tablo bu denli açıkken ‘infazı gerçekleştiren ile kapıyı tutan acaba bir midir, değil midir tartışmasını yürütmenin anlamı kalır mı?’ Ortada bir katliam girişimi ve bu girişimin suç ortakları vardır. Hem böyle bir suç ortaklığının içinde yer alıp hem de ‘Kürt’ün Kürt’e silah sıkma dönemi kapanmıştır’ demek, tıpkı T.C.’nin Kuzey’deki durumu tarif ederken kullandığı ‘on aydır kimse ölmüyor, huzuru bozan altında kalır’ diyerek Rojava’da yürüttüğü kanlı savaşı gizlemeye çalışmak pişkinliğini andırıyor.

Aslında Ateşkes 16 Temmuz’da Sona Erdi

Öcalan’ın Newroz 2013 deklarasyonuyla resmen başlayan çözüm süreci denen bu sürecin Rojava ve Suriye’de yaşanan gelişmelerden çok da bağımsız olmadığını görmek gerekiyor. Sürecin nereye evirileceğini de Rojava’ya dönük politikalardan kestirmek mümkün olacaktır. Hem T.C. hem de KDP açısından bu böyledir. Ulusal kongrenin toplanıp toplanmayacağı eski parçacı ve işbirlikçi arayışların aşılıp aşılmadığı Rojava’ya yaklaşımla belli olacaktır. Bir şeyin olmasını istemek ya da zorlamak aynı şeydir, gerçeklere gözünü kapatmak çok ayrı bir şeydir. KDP’nin Rojava devrimine dönük T.C.’den geri kalmayan tutumları ortada iken ulusal kongrenin akıbeti iki şekilde gelişebilirdi. Ya diğer Kürt örgütleri ve özgürlük hareketi Rojava devrimine yönelik bu uygulamaları görmezden gelecek, ya da Rojava devrimine rağmen bir ‘ulusal birlik’ halini tercih edeceklerdi. O zaman kendi kendilerini inkâr etmiş olurlardı, ya da bu duruma karşı yüksek tepkiler dile getirilerek KDP’nin bu yüzü teşhir edilecek ve KDP de ulusal kongrenin toplanması için yeni bahaneler ileri sürerek ‘olmaz’ları oynayacaktır. Yaşanan elbette ikincisi oldu ve KDP zihniyeti teşhir edilip, tüm Kürt kamuoyunca dönüşüne zorlanmadıkça KDP’nin de içinde olduğu bir ulusal kongrenin amacına uygun bir şekilde toplanıp kararlaşması zor görülüyor.

T.C. açısından da benzer bir durum geçerli idi. Kuzeyde ateşkes ve barış arayışları sürerken Rojava’da tersi bir faaliyet içerisinde bulunmak kuzeyde de samimiyetsizliğin açık göstergesi olacaktı. Çünkü Rojava dev rimi, Kuzeyin kardeşi ya da akrabası değildi, bizzat kendisiydi. T.C., Kuzey’de 30 yıllık savaşın en uzun süreli ateşkesini fiilen sürdürüyor durumdadır. Tabi burada hallettiğimiz mekânsal bir çatışmasızlıktır. Kuzey sahasında yaşanan durum budur. Ancak Kuzeyin sadece Kuzey olmadığını, Kürdistan dört parçaya ayrılsa da bir yürek olduğunu sömürgeci devletler de gayet iyi bilirler. O nedenle yüreğin bir parçasına saldırı olmaz, her saldırı yüreğin tamamına yöneliktir ve yüreğin tamamını acıtır.

Çözüme niyeti olan bir devlet Rojava’yla dostluk ilişkisi kurardı ve bu çok daha kolay gelişebilirdi. Tıpkı Kuzey’de olduğu gibi Rojava’ya yönelik devlet politikaları da barışıyor ‘muş’ gibi yaparak savaşı örtük bir şekilde ve değişik araç ve aracılarla yürütmek oldu. PYD liderinin Türkiye’ye daveti bu nedenle yanıltmamalı. PYD liderinin Türkiye’ye gelişinden çok değil, daha bir hafta önce T.C. genelkurmayı yapmış olduğu resmi açıklamasında ‘bölücü terör örgütü’ sıfatını kullanmıştı. PYD’nin sahada sergilemiş olduğu direniş onu daha görünür kılmış ve Suriye’ye dönük çözüm arayışlarında denklemin içine sokmuştur. Hazırlıkları yürütülen Cenevre-2 toplantısına PYD’nin de bağımsız bir taraf olarak katılmasının neredeyse kesinleşmesi ardından Türkiye’ye daveti dikkat çekicidir. Türkiye, Cenevre toplantılarına kendisi de katılacağından, kendisine rağmen orada, masanın bir diğer ucunda ‘terör örgütü’ ile oturmak zorunda kalmış gibi bir izlenimin de önüne geçmek için önceden onu tanıyarak İstanbul’da oturmuştur. Hem kaçınılmaz bir gerçekliği bu şekilde ön alarak karşılamış olurken, hem de çetecilere olan desteğini kamufle edebileceğini sanmıştır. Çünkü Salih Müslim ile görüşmenin yapıldığı günlerde Antep’te çetelerle yapılan görüşmelerde Rojava’ya yönelik yeni saldırılar organize ediliyordu.

Suriye’de, Rojava gerçekliği gün yüzüne çıktığından bu yana ve hatta öncesinde, asıl tehditin Türkiye’den ama dolaylı yollardan geleceği öngörülüyordu. Türkiye’nin uluslararası sisteme, Arap dünyasının hassasiyetlerine rağmen kendi başına Suriye’ye askeri operasyon düzenlemesi çok da kolay olmazdı. Bu durumda beklenecek saldırılar Türkiye’nin örtülü saldırıları olabilirdi. Yaşanan da bu oldu. 16 Temmuz’da, Rojava devriminin birinci yıldönümüne ve öz yönetim ilanına kısa bir süre kala, Rojava çeteci görünümlü, T.C. patentli ve destekli işbirlikçi Kürtlerin de katkılarıyla yeni ve kapsamlı bir saldırı başlattı. Kuzey sahasında yılın sonuna yaklaştığımız bu günlere değin ciddi bir çatışmanın yaşanmamış olması bu açıdan asla yanıltmamalı. Türk-Kürt barışının hedeflendiğinin açıklandığı sözde çözüm sürecinde, Türk-Kürt birlikteliğini dinamitleyecek uygulama ve saldırılar Peşpeşe geldi. Çeteler Türkiye de konumlandırıldı, organize edilip si-lahlandırıldı, her türlü lojistik destek ve geçiş olanağı sunuldu, yaralıları tedavi edildi, özel hastaneler kuruldu. Bu konularda mızrak çuvala sığmaz oldu. Hal böyleyken Kürt-Türk tarihi barışını amaçladığı söylenen bu sürecin ciddi bir yara aldığını ve kapsamlı bir saldırı altında olduğunu görmek gerekiyor. Şimdi bazıları soruyor, ‘özgürlük hareketi gerillanın geri çekilişini durdurdu ama ateşkesin akıbeti ne olacak?’ Mesele özgürlük hareketinin ateşkesi bozup bozmayacağı değil, Rojava’ya yönelik saldırılardan azade bir şekilde ipteki cambaza bakma misali sadece ‘Kuzey’de ateşkes bozulacak mı? Ya da kim bozacak?’ sorusuna takılıp kalmak oyuna gelmenin ta kendisi olacaktır.

Güvenlik gerekçesi denilerek ve her nedense hiçbir güvenlik sorununun olmadığı sınır bölgelerine duvar örülmeye çalışılması samimiyetsizliğin başka bir ifadesi olmaktadır. Çetelerin denetimindeki bölgelerde her türlü atlı kaçakçılık, terör saldırıları vs yaşanırken bu bölgeler yerine PYD güçlerinin hâkimiyeti altındaki sahalarla Kuzey arasına duvar örme gayretleri kesinlikle Kürt-Türk genel barışına nasıl yaklaşıldığıyla bağlantılıdır. Rojava devrimini dolayısıyla onun bizzat kendisi olan Kuzey devrimini kuşatmaya alma, etkisizleştirme çabalarının başka bir örneği olarak o duvarlar yükseltilmeye çalışılıyor. O duvarlarla ne gizlenebilir ya da engellenebilir ki? T.C. duvar örerek sınırı kapatıyor. KDP sıra sıra peşmergelerini dizerek sınırını kapatıyor. Anlaşılıyor ki demokratik konfederalizmin sahada ve tüm saldırılara rağmen inşa ediliyor olması devletçi zihniyetin Türk’ünü de (T.C.), Kürt’ünü de (KDP) tedirgin ediyor. O nedenle ortaklaşıyorlar ve saldırı konseptinin gönüllü uygulayıcıları ve düzenleştiricileri oluyorlar.

Legal Kürt Siyasetinin Rojava Sınavı

Demokratik Özerklik ve demokratik konfedaralizm projesi Öcalan’ın yarattığı bir sistem ve paradigma üzerine kurulmuştur. İdeolojisinin yaratıcısı Öcalan’dır. Rojava’da gerçekleşen devrimci durum da tamda bu sistemin uygulama imkânı bulduğu tüm alanlarda kendini hayata geçirmesinden başka bir şey değildir. Bu sistem nerede, ne kadar uygulama olanağı yaratabilirse, orada o oranda kendini yaşamsal kılacaktır. Amed’de %40, Botanda %90’nı pratikleşme olanağı bulduysa o kadarını gecikmeksizin uygulamaya koyacak, daha fazlası için ideolojik, örgütsel mücadelesini sürdürecektir. Rojava’da çok daha ileri düzeyde bunu uygulama imkânına kavuşmuş olması hem objektif koşullar ve kimi farklılıklar nedeniyle, hem de güçlü bir uygulama iradesinin ortaya konulmasıyla ilgilidir. Bu açıdan Rojava devrimi çıkarılması gereken önemli derslerle doludur. Rojava devrimcileri neleri nasıl başardılar, bunun için nasıl bir katılım sundular, kendi lerini tabandan mahalle mahalle ve her düzeyde örgütleyerek bu zemini nasıl yarattılar? Bunun için fedai bir kadro gücü nasıl oluşturuldu? Legal Kürt siyaseti Rojava gündemi ile meşgul olurken sadece yardım toplama ve yollama perspektifi değil, tüm bu hususları kendisine de vurarak değerlendirmek durumundadır. Rojava doğru okunduysa katılımı da mutlak suretle gerçekleşir. Ancak baştan itibaren göze çarpan eksik pratikleşmenin asıl nedeninin eksik okumadan kaynaklandığını söylemek gerekiyor. Rojava ‘küçük kardeşle dayanışma’ gibi algılandı, kendinden bir parça, kendi devriminin ta kendisi olarak görülmedi, hissedilmedi. Hatta Kuzeydeki ‘süreç’ gerekçesiyle olması gereken radikal demokratik muhalefet bile tam anlamı ile gerçekleştirilemedi. Oysaki süreç güçlü bir muhalefet ve eylemsellik süreciydi. ‘silahlar sussun, siyaset konuşsun’ ile amaçlanan bu değil miydi? Hakkını yemeyelim, hiçbir şeyolmadı dememek gerekiyor ama olanların çok yetersiz ve vasat olduğu, görüntüyü bile kurtarmaya yetmediğini açık yüreklilikle dile getirmek gerekiyor. Çözüm adına çözümsüzlüğe sürüklenen sürecin kriz zilleri çalan halini görünür kılarak güçlü uyarı ve eylemselliklerle muhalefet gücüne dönüştüremediler. Adeta silahlarla birlikte siyaset de sustu. Nekuzeydeki uygulamalar teşhir edilip, busessizlik süreci güçlü bir kurumsallaşmaya, dolayısıyla örgütlülüğe dönüştürülebildi ne de Rojava olması gereken düzeyde sahiplenildi. AKP’nin amaçlarından biri de buydu. Zaten silahlar Kuzey’de susmuş, legal Kürt siyaseti de kimi tehdit veabartılı ‘süreç hassasiyetleri’ ile kabul edilebilir muhalefet sınırlarına çekilmek istenmişti. Legal Kürt siyaseti müzakere, mücadele vemuhataplık olgularını da neredeyse birbirine karıştırdı. Oysaböylesi süreçlerin başarısı, herkesin üzerine düşen görevle öncelikli olarak ilgilenmesini ve kendi görevlerinin hakkını layığınca yerine getirmesini şart kılar. Baş müzakereci ve baş muhatap Öcalan olarak belirlenmişti. Onun dışında kalanlar kendi mücadele zeminlerinde bu sürecin başarısı için her zamankinden daha fazla üretecek, eğleyecek ve çalışacaklardı. Ama anlamsız yere legal Kürt siyaseti içinden kendisini adeta müzakereci pozisyona sokarak kendini aşan demeçler, açıklamalar yapıldı. Oysa aslı görevlerine odaklanmalıydılar. Daha fazla örgüt daha fazla eylem yaratmalıydılar. Savaş yeniden başlar mıbaşlamaz mı, başlanırsa ne zaman başlanır? Bu, savaşı yürütenleri açıkladıkları, açıklayacakları hususlardır. Hatta Albert Camus’un aydınlar için ‘aydın kriz çözmez, kriz yaratır’ sözünde belirttiği gerçekliğe yaklaşıldığı ölçüde devrimci kitlelere doğru öncülük edildiğinden bahsedilebilir. Çünkü kriz görünür kılınmadan çözüm de kendini dayatmaz. Neredeyse yaz ortalarından itibaren ciddi bir tehlikenin kapıya dayandığı ortada iken anormal, endişe edici gelişmelerin yaşandığı bir sürecin diken üstünde politikacılar ve öncüleri olmak yerine ‘normalleştirici’ bir tutum takınmak elbette doğru bir yaklaşım olamaz. Halböyle olunca da Rojava’ya yönelim bizzat Kürt Özgürlük hareketine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılanmadı. Onun refleksi, duyarlılığı yaratılamadığı içinde tepkiler istenilenin gerisinde kaldı.

Bu nedenle de AKP hükümeti Kürt halkının, legal siyasetçilerin gözünün içine baka baka çetelere desteğini sürdürdü, Kuzeydeki hiçbir taahhüdünü yerine getirmedi. Bugün tüm yaşananların ardından kuzeyde yapılanlar, sunulan katkılar yetersiz de olsa elbette ki değerlidir. Ama bakış açısı doğru oturtulamadığından bir türlü istenilen düzeye taşırılamamıştır. Devrime katılımın ancak devrimci tutumla mümkün olacağı ilkesel bir gerçekliktir.

Kuzey ve Rojava Devrimi mi, Devrimin Kuzey ve Rojavası mı?

Eğer parçacı bir zihniyet ya da yetirilebilecek küçük bir ulus devletçilikle Kürdistan sorunu ele alınmayacaksa, sorunun çözümünde her parçanın özgünlükleri olsa da bütüncül bakmak gerekiyor. Kürtler kendi ülkeleri Kürdistan’da sınırları değiştirmeden pekâlâ ortak bir perspektife dayalı özgürleşebilirler. Kalıcı bir çözümden söz edilecekse bu ancak böylesi bir perspektif ile yaratılacaktır. Bu çözüm zihniyetinin kalıcılığı onun devrimci niteliğinde kaynaklanacaktır. Kastedilen elbette ki zora dayalı yıkımlar ve tepeden indirgemeci oluşumlar değildir. Temel çelişkilerin, uzlaşmaz gibi görülen çatışma alanlarının ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için her şeyden önce gerekli olan kuşkusuz. Zihniyetteki dönüşümdür. Ondan sonrasında ise Radikal Demokrasi, Demokratik Ulus bilinci ve antikapitalist bir ekonomik süreci yaratmada, sorumluluk dışına taşmayacak meşru savunma ile bunların oluşturulma süreci esas olacaktır.

Parçalar arası ilişkilerde sorun ‘ben seninkinde yer aldım, sen de benimkinde yer aldın” gibi daha ziyade duygusal temelli yaklaşımlarla izah edilemez. Bu yaklaşım farkında olmadan devrimsel bütünlüğün aidiyet bağına zarar verir. Bu nedenle Rojava’ya katılım bir vefa borcu değildir, ortak devrime, onun ideolojisine ve örgütlülüğüne katılımdır. Devrimin kendisi de, Önderliği de ideolojisi ve yarattığı ruhta bu nedenle ortaktır. İşte bu ortaklık ruhu demokratik Kürt uluslaşmasının da en sağlam dayanağı olmaktadır. Saldıranlar da kendileri açısından böyle bir tehlike gördüklerinden dolayı, ortaklaşarak saldırılarını gerçekleştirmektedirler. On beş yıl önce 9 Ekim komplosunun arkasındaki güçler, bugün Öcalan’ı farklı bir tehlike olarak gördükleri için Rojava devrimine saldırmıyorlar. O gün de, bugün de saldırdıkları ortak bir mücadele çizgisi, ruhudur. Benzer süreçlerde İran’ın idamlara başvurması da Kuzey’in etkisizleştirilme çabaları da aynı şeyi amaçlamakta, aynı çizgiye yönelmiş saldırılar olmaktadır.

Kuzey’de başlayan ve yaklaşık 10 aydır süren ‘süreç’in akıbeti, gidişatı da diğer parçalardan kopuk şekillenmeyecektir. Her hangi bir parçaya, o parçanın özgürlük ruhuna, yaklaşım kaçınılmaz olarak diğer parçalara yaklaşım anlamına gelecektir. Bir parça ile anlaşmak isteyenin diğer parçalara düşmanlığı bu ortak devrim ruhu nedeni ile mümkün olmayacaktır. Kürt tarihinde bolca görülen bir aşiretle anlaşıp diğerlerini vurma, bir parçanın çıkarına diğer parçaları kurban etme süreci Öcalan anlayışıyla geçersiz kılınmıştır. Artık Şeyh Sait isyanına gözlerini kapatan Dersimden, ya da Dersim isyanında sessiz kalan Botan gerçekliğinden söz edilemez. Bu nedenle Kuzey ya da Rojava devriminden ziyade, devrimin kuzeyi ya da rojavasından, rojhılatından, başurundan bahsetmek bunu her düzeyde böyle hissetmek, bizleri hem anlam hem de pratikleşme açısından doğru devrimci tutumla daha gerçekçi tarzda buluşturacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.