Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da Halklar Baharı ve Rojava

Halide Türkoğlu

“…bir yerde kanlı bir baş düşer, başka bir yerde ise ölü gibi bembeyaz bir silüet ansızın peyda olur, düşen başın dibinde yine ansızın bitiverir ve bir anda yok olur. Bu geceyi görebilmenin tek yolu, insanın gözlerinin içine, korkunç ve dehşetli bir karanlığa dönüşen bu kara geceye dolaysızca bakmaktır.”[1]

*** “İskender: dile benden ne dilersen. Diogenes: Güneşimi engelleme yeter.”[2]

3500 YIL önce antik Pers uygarlığında, yani Mezopotamya topraklarında iyi ve kötü olan pek çok tanrı vardı. Ta ki Zerdüşt, bütün bu karmaşık karakterleri iki taneye indirgeyene kadar: Ahura Mazda isimli iyi tanrı ve Ehrimen isimli kötü tanrı. Bu, düalist düşünce sisteminde sonradan ortaya çıkan kavramlar için çok güçlü bir temel olmuştur. İyi tanrı, her şeyi bilen Ahura Mazda’dır. Işığın ve düzenin tanrısıdır. Kötü tanrı Ehrimen’dir. Kaosun, karanlığın ve yalanların tanrısıdır. Zerdüşt’ün öğretilerinde evren, iyilikle kötülüğün tanrıları arasındaki savaş alanıdır. Dünyada yaşayan her insan tarafını seçmelidir. Büyük Pers Kralı Darius’un hükümdarlığında, Zerdüşt’ün öğretileri Pers İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelir. Bu imparatorluğa İsrail toprakları da dâhildir. İyi ve kötü ile ilgili Perslerden gelen bu yeni fikirler, kısa zamanda Musevi metinlerine de girer. Sonrasında gelişen süreçte ortaya çıkan iktidar-direnme motifi kutsal kitaplarda yerini tanrı ve şeytan düalizmi şeklinde ele alır. Düalist düşünce yaklaşımı büyük bir coğrafyaya yayılır, iktidarın tekelinde ben-sen ayrımı kadar savaşların en temel argümanı haline gelir. Bu hegemonya sürecinde kaç kültür, inanç, sanat; dinsel ritüel, bilim ve yönetim değişim geçirdi bilinmeyen bir bilgelik meselesi haline dönüştü. Ama eski ve yeni dünya düzeninde, gerek batı toplumunda gerek doğu toplumlarında “şeytani ve kötü olanla savaş” iktidarın kimliğiyle ilgili bir meseledir.

Şeytan ilk bu topraklarda doğmuştu. Schelling’in dediği gibi: “başlangıç, kendisiyle beraber başlamış olanın yadsınışıdır.” Mitolojik ve dini bilgi sürecinin ince elenip sık dokunan bir kavramı olarak “şeytan” bin yıllardır katliamların temel metaforu haline getirildi. Her şey TEK BİR inanç, ulus, cins; ekonomi ve egemenlik üzerine kurulma argümanı inşasıydı. Ve Şeytan durmadan kılık değiştirdi; bir bizden bir onlardan oldu. Coğrafya, renk, dil; sınıf, cins ve ulus tanımadı. Herkes herkese göre aslında şeytandı. Öyle ki masumca eşitlik talep eden her varlığın felsefesi şeytan ve tanrı olma yolunda büyük bedeller ödedi! Peki, bir kavramın gerçeğe dökülen eylemi yalnızca bu mudur? Irıagary’ın Nietzsche’nin deniz aşığı kitabında vurguladığı sözlerle: “ Hem odur, hem de ona karşıdır. “hayır”ın sonuçlarına tepkili bir engel. Ve ondan kaldırmayı başaramadığın şeylere, onu yorumlayamadan, bir labirentte şaşkın halde, ilk kez aynı ama seninkinden farklı bir güçle boy ölçüşüyorsun ve kayboluyorsun.” Mitolojik, dinsel ve politik argümanıyla, Batı ve Ortadoğu toplumlarında “şeytan” kavramsallaştırılması bir dönem ABD’nin 11 Eylül saldırısı ve Irak işgaliyle bir rotasyona sahipken, ‘Arap Baharı’yla “şeytan”, Ortadoğu ve kuzey Afrika ülkelerinde yeni bir boyut kazandı. Nerdeyse bütün Ortadoğu ülkelerinde çıkar çatışmasına giren hükümet sözcüleri birbirlerini şeytana hizmet etmekle suçladı. Taraflar yerlerini belirledi. Kuşkusuz hiçbir devlet iyiye hizmet etmiyordu ancak sanıldığının aksine TEK bir şeytan da yoktu! Dış ve iç güçlerin desteğiyle aslında Ortadoğu’da halklara yönelik bir dizayn politikası yürütülmekte olup bu şekillendirme zihniyetinin olumlu ve olumsuz sonuçlarını yaşamaktayız.

Ortadoğu gerçekliği, kimilerine göre Büyük Ortadoğu Projesi’nin krizini yaşamaktadır. Yani bir yanda emperyalist-sömürgeci güçlerin baskıcı rejim devlet profilleri ile birlikte “neoliberal” ve “neo-muhafazakâr” yönetimli devlet modelleri diğer yandan halkların demokratik toplum talepleri var. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan isyanlar her ne kadar “Arap Baharı” diye kavramsallaştırılsa da taleplerin ve isyanların ekonomi-politiğini ve sonuçlarını analiz etmek önemlidir. Tunus’ta bir seyyar satıcı olan, üniversite öğrenimli Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla birlikte yönetime karşı ayaklanmayı başlatan halkın “Yasemin Devrimi” diğer halklara ilham olarak 2011 yılında büyük bir hızla Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ülkelere halk isyanları olarak yayılmıştır. ‘Arap Baharı’ isyanlarının sonucunda ise, Tunus, Libya ve Mısır’da rejim değişikliği ve kaoslar yaşanmıştır. Suriye’de iç savaş devam ederken, İran ve Bahreyn’de baskıları artmış; diğer ülkelerde küçük çaplı reformlara gidilmiş ya da hiçbir etkiye cevap vermemiştir. Ortadoğu’da yaşanan her değişim geçmişte olduğu gibi bu gün de dünyayı etkisi altına alabilecek ve dünya düzenini değiştirecek bir güç meselesidir. Ortadoğu ülkeleri üzerinde yaşanan bu gelişmelerin ‘Arap Baharı’ ile kavramsallaştırılması var olan sorunlara karşı mücadelenin ve aktörlerin tarihe yabancılaştırılmasıdır. Sömürge devletlerin sömürge siyasetlerinin Ortadoğu’da oluşturduğu ulus-devletçiklerin yaşamış olduğu bunalımı, sıradan insanların başlatmış olduğu halk ayaklanmasının baskı ve yoksulluğa karşı diğer kimliklerle varlık savaşını vermekte olduğunu görmek gerekir. Kim, niçin, nasıl ve nerede mücadele vermektedir? Ortadoğu halkları üzerinde yaşanan gelişmelerin “etnik merkezde” eritilmesi, çıkar ve güç odaklarının dünya düzeni üzerindeki oynadıkları iktidar oyununun stratejik temelini oluşturmaktadır. Halkların hareketleri ve isyanları tek kimlikte vuku bulmaz, iktidar sorunu ve iktidara karşı mücadele nedenleri hiçbir zaman tek başlı değildir. Hesaba katılmayan bir halktan bahsediyorsak bunun içine demokrasi talebinde bulunanlar, yoksullar –işsizler, kadınlar, farklı inanç ve etnik kimlikler girebilmektedir. Düzenin içinde hiç kimse olarak sayılanlar aslında halkın kendisini oluşturanlardır. Ama iktidara göre birer hiç olabilmektedir.

Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da ayaklanan bu süreçlerin ve aktörlerin devrimsel boyutu ciddi bir perspektif sorunsalını da içinde barındırmaktadır. Devrimler teslim edildiğinde karşı devrime dönüşebilmektedir. Tamamlanmamış yaşam öyküleri gibi, halkların arzuları kendi yok oluşlarına sahne olabilmektedir. Ayaklanmak bir özne meselesidir. Ve özne nesneye dönüştüğü anda mezarında ismi kalır ve sadece tarih olur, devrim olmaz! Açıkçası Arap Baharı’nın domino etkisini yaratan nasıl ki Tunuslu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin kendini yakma eylemiyse, bu eylemden sonraki süreçte tamamlanmamış ve yarım bırakılmış her devrim, askeri vesayetin ya da kapitalist modernite süreçlerinin bir parçası konumuna dönüşebilmektedir. Ortadoğu toplumlarının devrimsel sürecinin geçmişi ve söyleme dökülüşü zorlu bir eylem biçiminden kaynaklanmaktadır. Eylemlerin söylemdeki tezahürü halkların devrimini belirsizleştirebilmekte ve “DÜNYAYI KAPLAYAYAN GECE” paradoksunu yaşamamız endişesini yansıtabilmektedir. Son kertede, Mısır’daki devrim süreci ve Suriye’deki iç savaş karmaşıklığı halkların devrimsel rolde stratejik üretiminin başka bir erke devretme meselesinin sorununu yaşamaktadır. Foucault’nun dediği gibi:”Ayaklanılıyor, bu bir olgudur; ve öznellik (büyük adamların değil, sıradan insanların öznelliği) tarihe bu şekilde dahil olur ve güç verir.[3]” Arap baharı denilen ya da “rahatsız olan insanların” eylemselliği bu değil mi? Bizler her renkte, kaosa ve diretene neyi diretiyoruz sokağa çıkarken, adımlarımızla hangi kelimeyi eyleme katmaktayız? Talepler Ortadoğu’da çoktan var olmuş ve çok çeşitli; çünkü Ortadoğu toplumlarının tarihi derinlikli ve iktidarla sorunu belki de dünya toplumları arasında en derin yaralarını içermektedir. Sömürülmemiş ve dönüşümden geçirilmemiş hiçbir alanı yoktur. Hakikat, Ortadoğu toplumlarının en temel sorunu haline gelmiştir. Üzerinde oynanan gerçeklik oyunu bin parça olmuş bir ayna meselesidir. Bu olay ve olgular, zaman ve mekân boyutuyla/tarihsellikle birlikte eminim şaşırtıcı değil ezbere verilmiş bir tarih ve sosyolojik argümanın kendisidir. Yani: “egemenlik zihniyetidir”. Ayaklanmaların ruhuna ilişkin ahlaksal ve gerçeklik anlatımıyla ilgili olarak Foucault’nun analizi söyle devam etmektedir: “ Zaten hiç kimse onlarla dayanışmak zorunda değildir. Kimse, bu karman çorman seslerin başkalarından daha iyi şarkı söylediğini ve en gizli hakikati anlattığını kabullenmek zorunda değildir. Onları, dinlemenin ve ne demek istediklerini anlamaya çalışmanın bir anlamı olması için var olmaları ve karşılarında da onları susturmak için can atanların olması yeterlidir. Bu bir ahlak sorunu mu? Belki. Gerçeklik so runu olduğu ise kesin. Tarihin tüm düş kırıklıkları bile bunu etkileyemecektir: Böyle sesler olduğu için insanlık zamanının biçimi, evrim değil, tam olarak ‘tarih’dir.”[4]  Ortadoğu’da domino etkisiyle baş gösteren daha fazla demokrasi talepleri ne sadece neo-liberal politikaların sonucudur ne de sadece bir takım insan hakları sorunsalı meselesidir. Ortadoğu üzerinde dikiş tutturulamayan iktidar sorunsalıdır. Kolonyalist ve Post kolonyalist dönemin çatlaklarını ve ölü bedenlerini toplamaktayız, daha da eskiye gidersek dünya tarihi üzerinden iktidar mücadelesinin çıkmazlarını yaşayan Mezopotamya kültürlerinin egemenlik inşasını-kaosunu görmekteyiz. Bu yönüyle Ortadoğu toplumunda yaşanılan her ayaklanma ister kültürel, cinsel, ulusal olsun; ister siyasi, ekonomik, inanç ve çevre hareketi olsun her boyutuyla bu coğrafyanın tarihsel hakikatini yaşamaktadır. Bu “gehennanın” yani cehennemin Kudüs topraklarında görülmesi, cennetin Fırat-Dicle topraklarına yansıması gibi; şeytan-tanrı düalizminin vaat ettiği gerçekliğin tikel bir hakikat erkini evrensele bürümesinde, tarihsel hakikatte coğrafyanın kendisini vuku bulmasıdır. Bu zaman-mekan gerçekliğinin mülkiyetinin kendisidir. Ancak her direnmenin iktidarı var edeceği meselesini unutmadan, yaraların sarmalında direnen halkların gerçekliğiyle hakikat sözcülüğü en önemli mücadele misyonunu üstlenmektedir. Evet, ayaklanılıyor, ölümü ve tutsaklığı bilerek, yani taşlanma işkencesinden geçerek şeytandan,-güncel haliyle terörist olma halindentanrı olma yolunda,-sözünü iletme noktasındadirenen odaklar olarak iktidara hizmet etmeden; Ortadoğu coğrafyasında baharı yaşamak, direnmenin onurunu teslim alacak devrimin perspektifiyle ilgili bir mesele değil midir? Ontolojik anlamda sonucun sebebi aşması mümkün değil midir? Foucault’nun tarihin iktidarlar ve direnenler toplamından oluşma çıkmazına karşılık olarak yine kendisinin ele aldığı bir kavramın felsefesiyle muhakkak, sonucun sebebi aşmayı yaşabilmesinde direniş perspektifinin bir yöntemi olarak kullanılabilinir. Yani, hakikat sözcüsü olan halkların direnişlerini tam da ‘Parrhesia Oyunu’nda görmek anlamlı olacaktır. Nedir parrhesia?

Parrhesia, konuşmacının dürüstlük yoluyla hakikatle belli bir ilişki kurduğu, tehlike yoluyla kendi hayatıyla belli bir ilişki kurduğu, eleştiri yoluyla kendisi ve öteki insanlarla belli bir ilişki kurduğu, özgürlük ve ödev yoluyla da ahlaki kuralla özgül bir ilişki kurduğu bir sözel etkinlik türüdür.[5]

Foucault için parrhesia beş bileşen kavramla anlamını bulur: açık sözlülük, hakikat, tehlike, eleştiri ve ödev. Parrhesia “özgürce, korkusuzca ve hakikati konuşma” olarak tanımlanabilinir. Parrhesiastes hakikati söyleyen kişidir. Öleceğini ve mahpus yatacağını bile bile ayaklanmak, doğruyu konuşmak ve iktidar olana ne olduğunu söyleyebilmektir! Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, halkların meydanlardaki eylemi bir parrhesiastik edimdir. İran’da idam edilen Kürtlerin mücadeleri, Türkiye’deki KCK tutuklamaları, Gezi Direnişi, iktidarların halklara yönelik ördüğü duvara karşı Nusaybin Belediye başkanı Ayşe Gökhan’ın eylemi, Rojava Kürdistanın’da maskeli tanrılar tarafından saldırı, tecavüze ve her türlü işkenceye maruz kalmalarına rağmen tüm bunlara direnen Kürt kadınların tanrıçalaşan devrimleri ve daha bir çok inkâr edilmiş halkların direnişleri ‘Parrhesiastes halkların’ oluşmasıdır. Kapitalist Modernite’nin sömürü alanına dönüşen Ortadoğu’da her geçen gün zalim erkler karşısında doğru insan, halklar,“estetik ve ahlak” boyutuyla hakikat sözcülüğünün eylemselliğiyle tikel öznelerden bütünleşerek yaygınlaşmaktadır.

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin en kritik zaman mekânı şuan Suriye’de kendini göstermektedir. Esad Rejimine karşı Özgür Suriye Ordusu ve parçalara bölünmüş bir yığın kendini ‘İslami’ diye çağıran silahlı çeteler ya da kesimler bulunmaktadır. Suriye Kürtlerinin yani Rojava’da direnen Kürtlerin konum ve misyonları Suriye iç savaşında farklı bir statüde yer almaktadır. Bu yalnızca Suriye konjonktüründe değil Ortadoğu ve Dünya düzeninde bir mücadele örneği teşkil etmektedir. Esad Rejiminin anti demokratik özelliğine karşılık Suriye halklarına demokratik bir yaşamı vaat etmeyen ÖSO ve Türkiye, ABD, Avrupa ve Diğer ülkelerce desteklenen silahlı ‘İslami’ kesimlerin iç savaş sonucunda emperyalist güçlere hizmet ettikleri aşikârdır. Bunu en iyi şekilde Kürtlerin “şeytana hizmet ettiği” iddiasıyla kafalarının kesilmesi, Kürt kadınlarına yönelik tecavüz fetvalarında ‘İslam’ın emrine’ uygundur, hakkındır ve ganimetindir gibi vahşetlerin yaşanmasıdır. Sonrasında hiçbir İslam ülkesinin bu konuda açıklama yapmayıp, İslam’a ve Hz Muhammed’in ahlakı noktasında bunu bir hakaret olarak görmeyerek İslam ülkelerinin yaşanan bu vahşette münafık rolünü oynadığını gördük.

Esad rejimi devrilse de yerine dizayn edilecek devlet rejimi emperyalist çıkarların doğrultusunda oluşacaktır. Araplar kendi halkının tetikçisi konumunda olmaya devam edecektir. Ama Rojava’daki gelişmeler Suriye’nin demokratikleşmesi için tam bir profil sergilerken, emperyalist güçler El-Kaide ve El-Nusra çetelerini Rojava’ya kaydırdı. Hem Türkiye’nin Kürt bölgesindeki özerklikten duyduğu rahatsızlık hem de emperyalist ve sömürgeci devletlerin politikalarına alternatif politika üreten Rojava halklarının örgütlenme modelinden dolayı; bu örgütlenmenin bozulması için çeşitli oyunlar ve baskılar devam etmektedir. Son kertede Rojava örgütlenme modeli düalist yaşam anlayışının, “şeytan” adı altında kıyımlarının son bulduğu; bugüne kadar “hiç kimse” olan ama hakikatte “herkes” olan halkların demokratik yaşam inşası ve öz savunma örgütlenmesini dünya gündemine taşımıştır.

Ortadoğu’da var olan ayaklanmalar halkların örgütlenme modeliyle amacına ulaşabilir. Diğer türlü bir hayalettir. “korku ve kaos” ile değişen rejimlerin iktidar sarmalında hizmetkar rolü oynar. Rojava sürecini bu yönüyle okumak gerekir. Bir yanıyla Kürtlerin birliği üzerine kurulu bir kurtuluş hareketi olması, diğer toplumsal yapılanmasıyla her bir yapılanmasına ayrı bir önem ve olmazsa olmaz koşuluyla toplumsal örgütlenmesini kutsamasıdır. Suriye’de ÖSO ve çetelerin ya da Esad Rejiminin yanında yer almayarak, hakikat sözcülüğünde bir Parrhesiastes olan Rojava Devriminin Halkları, Suriye’nin demokratikleşmesini talep etmektedir. Suriye’nin demokratikleşme sürecine önce kendisinden başlayarak, Rojava’daki hakların demokratik düzlemde birleşmesini sağlamıştır. Rojava, demokratikleşme sürecini toplumsal-politik örgütlülüğü oluşturan Halk Meclisleri, eğitim, sağlık; Kibbutz tarzı ekonomi örgütlenmesi, kadın kurumları ve öz savunma birliklerini kurarak hakikat kavgasında Suriye ve Ortadoğu’da Maskeli Tanrılara karşı PARRHESİASTES’İN kendisidir. Demokratik toplum inşasını bölgede hayata geçirmiştir. Özerkliğin ilanıyla hayatın her alanında halkları göz önünde bulundurarak yürütmüş olduğu mücadele ve öz savunma kısa sürede yaygınlaşmaya başlamıştır. 7 den 70’e, kadın, çocuk ve yaşlı; Arap, Kürt, Şii ve Sünni tüm halkların örgütlenme modelinde yer aldığını mücadeleleriyle sadece bir tarih değil toplumsal bir devrim içinde örnekleyici bir özne konumundadır. Rojava yani Batı Kürdistan Devrimi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan halklarının arasında tahmini zor ve beklenmedik bir çıkış gerçekleştirdi. Tüm Kürtler ve dünya kamuoyu buradaki devrimi gündemlerine almış-almakta zorundadır. Kuzey Kürdistan’da (Türkiye Kürtleri) ve Kürdistan’ın diğer parçalarında daha hızlı gerçekleşmesi gereken devrimin gündelik sesini kendisi öncü rolü oynamıştır. Süreç içinde birtakım sorunları yaşasa da oluşsal-toplumsal devrimin yöntemini geliştirmiştir. Bu oluşum sürecinde Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu kendini daha belirgin hale getirmiş, öz yönetim ve öz savunmayı elinde bulunduran Rojava halkına apaçık savaş açan Türkiye, Türkiye destekli El-Kaide ve El-Nusra çeteleri ve diğer kesimler Rojava Halkına yönelik saldırıya girişmişlerdir. Yine Güney Kürdistan’ın ambargoda işbirlikçi konumu, Kürdistan Ulusal Kongresinin dördüncü kez ertelenişi Kürtler arasındaki birlik sorununu tekrar gündemleştirmiştir. Geçmiş tarihimizdeyse nerdeyse bir ezber sorun haline gelen Kürtlerin birlik olamama krizi “psikolojik tutsaklık” durumuna dönüşmüştür. Güney Kürdistan ve KDP, sistemin yürütücüsü olan komşu devletlerle ilişkilerinde bir yandan soykırımın bürokratik yönetimi ile içkinleşerek, hem kurban rolünde sisteme destekçi hem de kenarda duranların rolüne bürünerek sisteme karşı ahlaki ilgisizliğini göstermiştir. Güney Kürdistan bir yönüyle psikolojik tutsağa dönüştürülmek istenmektedir. Emperyalist ve sömürgeci devletlerin söylediklerine boyun eğmenin ödülü olarak iyi muamele görecekleri yanılgısına düşen Kürtler, tarihte görüldüğü gibi sıklıkla zalimlerin elinde oyuncak olmuş ve kendi felaketlerine yardım etmişlerdir. Her defasında ertelenmiş olan Kürdistan Ulusal Kongresi, Kürtlerin birliği kadar halkların birliğine, Ortadoğu’da demokratikleşme sorununun aşılması noktasında önemli bir misyona ve geleceğe sahiptir. Ortadoğu Halklar baharı Kürdistan birliği, öz yönetim ve öz savunma politikalarıyla vuku bulacaktır.

‘Dünyayı kaplayan gece’ye karşı hakikat sözcüsü olan halkların devrim perspektifi demokratik ulus ve demokratik konfederalizmle sağlanabileceği inancındayım. Abdullah Öcalan’ın Kapitalist Moderniteye karşı yarım kalmış devrimlerin bütünsel inşa sürecine girebilmesi için Ortadoğu buhranından çıkış olarak önerdiği model hiç kuşkusuz tarihsel arka planı olan bu coğrafyanın öznelerini betimleyen bir gerçeklik taşımaktadır. Demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigmanın felsefesiyle işlenmiş demokratik ulus ve demokratik konfederalizm çözümlemeleri, bin yıllardır bu toprakları sömürü nesnesine dönüştürülmüş, yapısalcılığıyla gerçekliğinden koparılmış Ortadoğu toplumlarına öznenin hakikat rolünü vermektedir. Demokratik ulusal birlik projesi, “demokratik modernitenin, demokratik ulus zihniyeti ve demokratik özerk yapılanması, bu kaotik durumdan çıkışın en uygun eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik modelidir, yeni paradigmasıdır. Herkese ve her topluma kalıcı barışın ve güvenliğin yolunu gösteren bir modeldir.”[6]  Bu model tarihsel özne itibariyle günceli barındıran tüm sorunsallıklarıyla insanın KAPİTALİST MODERNİTE’YE karşı DEMOKRATİK MODERNİTE’NİN yani demokratik toplum inşasının tamamlanmaya çalışılan devrim sürecidir. Demokratik toplum inşası, var olan gerçekliğin vücuda büründüğü toplum inşasıdır. Taleplerin ses veya şiddet sonrası perdelenen bir gerçeklik olmadığı her yönüyle mücadelenin emek inşasıdır. “Dünyayı kaplayan gecenin” yani “Kapitalist Modernitenin” kendisine karşı “Demokratik Modernite”, radikal demokrasi anlamında çokluğun alternatifidir.

Ortadoğu halkların baharına, devrimsel sürecin tamamlanma ve halkların özne statüsüne en uygun düşecek mücadele yöntemi bugün Suriye’de yaşanmaktadır. Yani, Kürdistanın Rojavasında! Kimliğiyle, doğasıyla, kadın –cins mücadelesiyle, ana-dilinin isyanıyla; şeytan ilan edilmesine inat, Güneş’ine dolaysızca ulaşma istenciyle, düşen kanlı başların yanında, korkusuzca mücadele eden, bir hakikat devrimcisi olarak Kürtler, Ortadoğu’nun Büyük İskender’lerine karşı devrimlerinde özgür, demokratik, etik ve estetik değerlerle, toprağa ve güneşe, başta kadına ve insanlığa hakikatini teslim edecektir. Çünkü Rojava Devrimi her yönüyle çok boyutlu bir devrimdir. Binlerce yıl sömürüye tabi tutulan doğa, cins, kimlik ve inançların devrimleşmesinin kendisidir. Rojava Devrimi ‘Arap Baharı’ değildir, tüm kadınların, ötekilerin; hiç kimse sayılanların, inkâr edilenlerin yani halkların devrimidir.

 


[1] Hegel’in Dünyayı kaplayan gece anlatımı, alıntı kaynak Slovaj ZİZEK,Gıdıklanan Özne,Çev: Şamil Can, Epos Yayınları,İstanbul,2003, s:42
[2] Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, Çev:Candan Şentuna, YKY, İstanbul, 2003, s. VI-38.
[3] Foucault, Michel. “Ayaklanmak Faydasız mı?”, Entelektüelin Siyasi İşlevi içinde, çev: Işık Ergüden Ayrıntı. İstanbul 2011
[4]    Foucault, Michel. “Ayaklanmak Faydasız mı?”, Entelektüelin Siyasi İşlevi içinde, Çev: Işık Ergüden Ayrıntı. İstanbul 2011
[5] Michel Foucault, “Doğruyu Söylemek”, Çev. Kerem Eksen, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2005, s. 17.
[6] Öcalan, Abdullah , Kürt Ulusu ve Demokratik Ulus Çözümü
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.