Düşünce ve Kuram Dergisi

Marksizmin Kapitalist Modernite ile Bitmeyen Kavgası

Nurettin Amed

“Önceden çizilen yollarda yürüyenler, o yolların vardığı köy ve kentlere ulaşmaktan başka bir yere varamazlar. Bilimsel sosyalizm de dâhil, sistem karşıtlarının başına gelen de budur.”
A. Öcalan

 

Paradigmasal Yanlışlık

Marksizmin içeriğini tüm yönleriyle açmanın bir makale ile mümkün olmadığı bilinir. Zaten buna da gerek yoktur. Zira, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Marksizmin doğruları ve yanlışlarını sıralamaktan ziyade sorunun paradigmasal düzeyde olduğunu ifade etmesi daha bütünlüklü ve anlamlı bir yaklaşıma yol açmaktadır.

Yüz elli yıl boyunca egemenlik sistemlerine karşı direnen insanlığın kılavuzu olan Marksizmin mücadele ettiği kapitalist modernite sınırları içinde kalmasının felsefik ve politik nedenleri, zaman-mekân bağlamı içinde ele alındığında karşımıza öncelikle Aydınlanma Avrupa’sının düşünüş ve yaşam tarzı çıkmaktadır.

Tüm kapsamlı külliyatına rağmen Marksizmi kendi başına bir paradigma olarak değerlendirmek yerine kaynağına inmek daha açıklayıcı olmaktadır. Çünkü kaynağını başka bir paradigmadan almaktadır: Aydınlanma paradigması!

Bir fikre ve harekete kaynaklık eden ideolojinin yanlışları mutlaka o fikrin ve hareketin yanlışları haline gelmeyebilir; değişim-dönüşümle bunların aşılması mümkündür. Fakat Marksizmin temel düşünce ve ilkelerine damgasını vuran Aydınlanma İdeolojisi günümüze dek tüm modernite değerlendirmelerine damgasını vurmuş, paradigma çerçevesini oluşturmuştur.

Ana hatlarıyla değerlendirilirse, Aydınlanmanın parolasını E. Kant “Aklını kendin kullanma cesaretini göster” şeklinde özetlemişti.

Avrupa’nın en büyük devrimsel gelişmelerinden biri olan Rönesans ve reform hareketlerinin başarıları Aydınlanma felsefesinin zemini olmuş ve bilimin önünü açmıştı. Fakat bilim ise ne yazık ki toplumun önünü açamamış; kapitalizmin egemen olmasını önleyememişti. Çünkü bu bilim anlayışı, aklı her şeyin yerine koyuyor ve pozitivizme yol açıyor; Sokrates’ten beri öne çıkan bir anlayışın zirveleşmesi oluyordu. Aydınlanma giderek entelektüalizme dönüşüyor, entelektüellik akıl yoluyla endüstrileşiyordu. Nietzsche’nin isyanı da bunaydı yani aklın tanrılaştırılmasına!

 

Topluma Yaklaşım

Aklın tanrılaştırılması pozitivizme giden yolun kapılarını sonuna dek açmışken toplumsal sorunlara yaklaşımın da bundan bağımsız olması düşünülemezdi.

Her toplumsal mücadelenin başarısı öncelikle toplumsal sorunların tespitine bağlıdır. Toplumsal sorunun sınıf veya devlet eksenli tanımlanması, toplumun ve toplumsal sorun çözümünün sınıfsız-devletsiz düşünülmemesine yol açmıştır.

Sosyolojinin konusu olan toplum incelemelerinde devlet esas alınınca, ne toplum doğru tanımlanabilmiş ne de toplumsal sorunlar.

Toplumsal sorun tanım ve çözümlerinde sapmaların yaşanmasının kökeni, insanlık tarihindeki ilk yabancılaşmaya, ilk hiyerarşik yarılmaya kadar gider. Toplumun var oluş tarzının komünal olduğunu ve toplumsal sorunların bu komünaliteye karşıt şekilde gelişen devletli uygarlıkla birlikte başladığını görmeden hiçbir doğrunun sahibi olunamaz.

Toplumsallığı dağıtılarak köleleştirilen insanlık gerçekliği devlet, iktidar, sınıf oluşumlarından daha önemli bir gerçeği anlatır, o da “toplumun toplum olmaktan çıkarılması”dır. Komünalitenin temel özelliği, ahlaki ve politik oluşudur. Toplum ahlaki ve politiktir. Toplumun toplum olmaktan çıkarılması, ahlaki ve politik özelliklerinin baskılanması, geriletilmesi ve her türlü yabancılaşma ve egemenlik altına alınması sürecine girmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal problemin bu tanımı Abdullah Öcalan’a ait olup Avrupa merkezli sosyoloji anlayışını eleştiriye tabi tutarak yeni bir paradigmanın temeli olan bu sonuca ulaşmıştır.

“Aydınlanma çağında” bilim alanında özellikle doğa hakkında başarılı sonuçlar elde edilirken aynı başarı toplum hakkında ortaya çıkmıyordu. Sorun buydu, çünkü toplumsal gerçeklik doğayla birebir örtüşmüyordu ve aynı bilimi topluma uyarlamaya çalışan Avrupa aklı faciaların önünü açıyordu. Toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş gerçeklikler olduğunu görmeyen bu aklın vardığı son nokta sosyal Darvinizm olmuştur. Sebep nesne ve özne ayrımında yatıyordu. Gözleyen ve gözlenen ilişkisinde ayrıma giderken bilim fizik alanında çığır açıyorken insan ve toplumuna dair körleşmeye yol açıyordu.

 

Diyalektiğe Yaklaşım

16. Yüzyıldan itibaren Bacon ve Descartes öncülüğünde başlayan ve ruh-beden ikilemini gündemleştiren, giderek özne-nesne ayrımına dayalı bilim yaklaşımı en kaba bir olguculukla, pozitivizmle sonuçlanmıştır. Feodalizmin din anlayışına karşı çıkılırken de laiklik adı altında putçuluk tarzında yeni bir din inşa edilmiştir. Hiç şüphe yok ki aydınlanma çabaları insanlığın tarihsel birikimi sonucunda gelişiyordu ve adeta cennet ütopyalarına kaynaklık ediyordu. Fakat bilimin inşa edilme tarzı kapitalizmin her türden istismarına açık olmuştu.

Avrupa’da gelişen yeni düşünüş tarzı sosyalizmin öncülerini de etkisine almıştır. Marx’ın tarih ve toplum çözümlemesinin sınıf temelli olması bu pozitif anlayışın bir yansımasıdır. Bunun da temelinde hakikati ararken kullanılan yöntem sorunu yatmaktadır. Çelişkilerin incelenmesinden hareket edilmesinde bir yanlışlık yoktu, yani diyalektik bir yöntem esas alınıyordu. Fakat nasıl bir diyalektik?

Diyalektik demek, hakikatlerin çelişkiler boyunca aranması demekti. Fakat çelişkilerin ve aralarındaki ilişkilerin tespit edilmesi pozitivist anlayışla ne kadar mümkün olabilecekti? Marx, Hegel diyalektiğini ayakları üstüne oturtarak doğruya ulaşacağını düşünmüştü. Hegel, tez-antitez ve sentez üçlemesiyle diyalektik formülü çok güçlü bir şekilde ortaya koymuştu. En eski inançlarda, dinlerde, felsefelerde bu yöntemi görmek mümkündü fakat Hegel’in üçlemesi bilimselliğe en yakın formül durumundaydı. Marx’in da buna itirazı yoktu. İtiraz neyin belirleyici olduğu konusundaydı.

Hegel zihniyet ve maneviyatın maddi dünyanın da belirleyeni olduğunu iddia ediyordu. Marx ise maddi dünyanın belirleyici olduğunu ifade ederek Hegel’e karşı çıkmış; ünlü, alt yapının üst yapıyı belirlediği tezini ileri sürmüştü.

Hegel diyalektiğinin baş aşağı olduğunu ve ayakları üstüne oturtmak gerektiğini savunurken ne Marx ne de ardılları, hakikat yolunda büyük bir hataya düşüldüğünün farkında değillerdi. Bu hatalar zinciri devlete yaklaşımda da ortaya çıkınca politik sahada iktidar kavgaları hüküm sürmeye başlamıştı.

Ne teke, bire indirgenecek, ne de her kişiye göre çok çeşitli olabilecek bir hakikat algısı evrensel hakikat yolunda bir ilerlemeye yol açmıyordu. Hele ki hakikatin sadece çelişkilerde aranması, kuantumla kanıtlanan simbiyotik büyümeyi yok sayarak çatışmayı sürekli kılıyor ve evrenin temel karakterlerinden biri olan “uyum, ahenk” ütopya olarak kalıyordu. 20. yüzyıla gelindiğinde, neşesiz, ruhsuz, kuru, bürokratik bir sistemin özgürlük sistemi olarak bilinmesi yanılgısının ilk felsefik temelleri böyle başlıyordu…

Orta çağ dinsel düşüncesi yer-gök ayrımıyla evrensel gerçekliği perdelerken Avrupa bilimciliği de özne-nesne ayrımıyla aynı şeyi yapmış oluyordu, hem de bilimsellik adına yaptığı için daha vahim sonuçlar doğurması pahasına!

Avrupa bilimi toplumsal olguyu çözümlemekte Sümer Rahiplerinden daha ileri bir anlayışa sahip değildi. Sorun sadece toplumun sınıfsız, devletsiz düşünülememesi değildi, bundan daha köklü bir hataya düşülmüş, toplumun aynen doğa kanunları gibi kanunlarının olduğuna inanılmıştı.

Buna göre toplum sürekli bir ilerleme içindeydi ve kapitalizm bu ilerlemenin sonucuydu. Marksizmi paradigmasal hataya götüren en temel yanılgı buradaydı. Toplumun canlı bir organizma olduğu, bütünselliğinin farklılıklara dayandığı, ahlaki ve politik nitelik taşıdığı; değişen-değişmeyen, hızlı değişen-yavaş değişen yanlarının bulunduğu sorgulanmıyor, dolayısıyla toplum kültürel bir varlık değil bir endüstri ürünü derekesinde görülüyordu. Bu bakıştaki en iyi niyetli yaklaşıma göre toplumda gelenek ve kültürün yeri ancak bir üst yapı kurumunu oluşturabilirdi. Olumlu-olumsuz ayrımı yapmadan, geleneğin gücü görülmeyince toplumu koruyan kültürün direngen karakteri de görülmemiştir. Böylece bir kez daha aklın özgürleştirilmesi sorunu gündeme geliyordu. Aklın bilimcilik elinden özgürleştirilmesi!..

Bilimcilik ya da pozitivist akılcılık insan ve toplumunun özgürlüğünü devlet ve iktidar aygıtının ele geçirilmesinde görmüş ve bunun için savaşları göze almıştı. Devlet her ne kadar zorunlu kötülük ve zamanla sönümlenecek bir aygıt olarak görülmüşse de özgürlük için başvurmaktan kaçınılmamıştır.

Amaç ve araç sorunsalına yaklaşımda bir anlamda “aklileştirme ve haklılaştırma” tutumu iktidar ve egemenlik sistemlerine en büyük desteğin verilmesine yol açmıştır.

Öte yandan özgürlük “sınıf kurtuluşu” ile özdeşleştirildiğinde kadın özgürlüğüne yaklaşım büyük yanlışlarla dolu olmuştur. Bu denli sığ yaklaşımlara düşülmüş olması özgürlük felsefesi yerine yönetim felsefelerine daha fazla ilgi duyulmasından kaynaklanmıştır. “Proleterya diktatörlüğü” kavramını bile bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

İlkler bilinmeyince hatalı analizler kaçınılmaz olmaktadır. Tarihte bilinen ilk devletlerin oluşumları Sümer belgelerinde anlatılmaktaydı. Bunlar da Asur’lardan kalma tabletler olup 1917 yılından itibaren çözülmeye başlanmışlardır. Dolayısıyla Marx zamanında ilk devletlerin oluşumları ve onların öncesindeki doğal topluma dair analizler, gerekli ilk verilerden yoksun olarak geliştirilmiştir.

İngiliz ekonomi politiği, Fransız sosyolojisi ve Alman felsefesi temel kaynaklar haline gelince düşünce ve yöntem konusundaki her şey Avrupa’da başlayıp Avrupa’da bitmiştir. Buna bağlı olarak, tarih, sınıfların çatışması olarak ele alınınca, sınıflaşmaya, devlete, zor olgusuna ilerici rol atfedilmiştir.

Özne-nesne ayrımı tuzağına karşın Hegel zihniyete verdiği öncelikle doğruya daha yakın dururken devlet konusunda tam tersine bir faciaya adeta tapmıştır; devleti göklere çıkarmıştır.

Ulus-devlet konusunda Marx ve Engels’in sergiledikleri tutum, hiç istemedikleri halde burjuvaziye ve onun en vurucu silahı olan ulus-devlete objektif bir katkı olmuştur. Devrimin öncü gücü proletaryadır, proletaryanın gelişmesi ise kapitalizm koşullarında mümkündür. Kapitalizmin gelişebilmesi için yerel, parçalı yönetimler aşılmalı merkezileşme sağlanmalıdır! Mantık böyle olunca ulus-devlet adeta devrimin zorunlu bir koşulu olarak savunulabilmiş ve yüzlerce yılın yerel özerkliklerine büyük bir darbe vurulmuştur.

Öte yandan pratik politika sahasında yaşanan gelişmeler yanlış düşüncelerin daha da katılaşmasını sağlamıştır. Paris Komün’ü deneyiminden hareketle proletarya diktatörlüğü fikri boy vermiş ve Sovyet devriminin temel düsturu haline gelmiştir. Oysa bu konuya Marx’ın yaklaşımı biraz daha farklıdır. Devletsiz bir sistem ve komünal arayış burada esas olup müzakere güçlerinin veya diyalog eksikliği derinden hissedilmiştir. Ardıllarının tek çıkarsamasının “diktatörlük” olması en büyük talihsizliklerden biri olmuştur.

Sonuç, 20. yüzyıl sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluş hareketlerinin kapitalizmin mezhepleri durumuna gelmekten kurtulamamalarıdır.

 

Modernizmin Sorunu: “Nasıl Özgürleşmeli ve Nasıl Yaşamalı?” Değil “Nasıl Yönetmeli?”

Aydınlanma döneminde özgürlük üzerine ne tür tartışmalar yürütülmüştü? Her şeyden önce dinin sınırlayıcı etkilerinden kurtulmak en büyük özgürlük olarak algılanmış, aklın din dogmasından kurtarılması felsefenin en büyük uğraş alanı olmuştu.

Bu yöntemin özellikle bilim alanında sağladığı gelişmeler inkâr edilemez, fakat bir dogmadan kurtulurken başka bir dogma havuzuna düşüldüğünün farkına varılmıyordu. Düşüncede özgürleşme sağlanmıştı, sıra işçi sınıfının özgürleşmesine gelmişti! Bu nedenle “özgürlük” felsefenin temel sorunu yapılmamıştı.

T. Hobbes’la başlayan modern felsefenin temel sorusu “nasıl yönetmeli?” idi. Marksist politika “insanın insan üzerindeki tahakkümüne son vermek” üzerinde odaklandığı halde felsefesinde özgürlük kavramı gerekli karşılığı bulmamıştı.

Sınıf çelişkilerine o kadar çok yoğunlaşılınca, en özgür olduğu düşünüldüğü anda bile toplumun ve onu şekillendiren sistemlerin özgürlük karşıtlığını doğurabileceği ve iktidarın nasıl içselleşeceği görülmemiştir. Bu nedenle reel sosyalizm pratiğinde devlet-demokrasi ve toplum-birey çelişkisi çözümünü bulmamıştır.

Devlet-demokrasi çelişkisine en fazla Lenin kafa yorduğu halde çözümünü bulamamıştır. Anarşizmin devlet konusundaki teorileri daha haklı çıkmıştır. Demokrasi konusunda ise anarşizm de sınıfta kalmış; devlet ve demokrasiyi birbirinden ayıramamışlardır.

Toplum ve birey çelişkisine reel sosyalist pratikte yanıt aramak zahmetine pek girilmemiş, firavun sosyalizmiyle bu tutum kanıtlanmıştır. Anarşizm ise son tahlilde bireyciliği göklere çıkararak liberalizmi soldan desteklemiştir.

 

Özgürlük Nerede?

Özgürlüğün kaynağı toplumsal anlam ve bilince dayansa da salt toplumsallığın birey karşısındaki baskılayıcı etkisi toplumsallığı özgürlük karşıtına dönüştürme potansiyelini taşır.

İnsanın toplumsal bir varlık olduğu, toplumun ise komünal tarzda varoluş kazandığı gerçeği özgürlük alanı için ne kadar önemliyse toplum-birey çelişkisinin de optimal dengeyi sağlayacak bir diyalektikle çözümlenmesi özgürlük için o kadar önemlidir.

Toplum için özgür kalmak, kültürünü korumaktan geçer. Bunun için bireyin özgürlüğü toplumun özgürlüğüyle çelişmemeli, toplumsal kültüre-toplumsallığa zarar vermemelidir. Çünkü toplumun en büyük savunma gücü toplumsallığıdır. Doğanın getirdiği zorluklar karşısında olduğu gibi devletli uygarlık karşısında da en etkili savunma gücü toplumsallığıdır. İnsanlığın ilk kültürel yaratımı toplumsallaşmadır. Bu anlamda insan kültürel bir varlıktır, kültür ise toplumsaldır.

Toplumsallığı dağıtılmadan hiçbir toplumun egemenlik altına alınamayacağı tespiti, toplumsallığın gücünü en çarpıcı şekilde ortaya koymuştur. Toplumsallıktan, komünallikten kopmak özgürlük yitiminin başlangıcını oluşturur. Bunun da tarihi devletli egemenlik sisteminin ilk ortaya çıktığı dönemlere dek gider. Toplum bu deneyimleri yoğunca yaşamış ve özgürlüğünü ancak toplumsallığını koruduğu ölçüde sürdürebileceğini idrak etmiştir. Toplumsallık sayesinde özgürlük tutkusu toplumsal genlerde yer etmiştir. Özgürlük tutkusu toplumsallık olmadan korunamaz. Özgürlük toplumsallık ile mümkünken zamanla toplumsallığın özgürlüğün karşıtına dönüşmesi nasıl mümkün olabilmektedir?

Zaman ve mekân faktörü toplumsal gerçekliklerin belirlenmesinde önemli bir yere sahiptir. Doğal toplumda özellikle klan aşamasında belirgin bir kimlik farklılaşması yaşanmadığından bireyin özgürlük sorunu gündeme düşmez fakat toplumlar kendilerini bir üst aşamada yeni formlara kavuşturduklarında farklı rol ve kimlikler devreye girer; birey faktörü önem kazanır. Merkezi uygarlığın saldırıları da devreye girince birey kimliği ve gücü toplum içinde belirleyici olmaya başlar. Fakat uzun yılların oluşturduğu ağır toplumsallık geleneği bireye fazla fırsat sunmaz. Burada birey-toplum çelişkisi yaşanmaya başlar. Toplumdan değişim talep edilir. Fikri ve manevi anlamda bir kaos durumu yaşanır. Bu kaosun aşılması bireyin sınırının belirginleşmesiyle gerçekleşir; toplumsallığı dağıtmayan, inkâr etmeyen, onunla bağını kuran bir bireysellik çare olarak şekillenir.

Değişmesi gereken ile sürekliliği korunması gereken değerler birbirine karıştırıldı mı kaostan çıkışta toplum zarar görür ve egemenliğin her türlü saldırısına açık hale gelir.

O halde bireyin özgürlük tutkusu ile toplumun özgürlük tutkusunu çok farklı ve ayrı yerlere koymamak gerekir. Tam da bu noktada Büşra Ersanlı hocanın iki temel kavrama yaklaşımı açıklayıcı olabilir: “Değişim ve süreklilik birlikte olduğunda anlamlıdır!”

Değişim ve süreklilik kavramlarıyla toplumu, daha doğrusu tarihsel toplumu yeniden değerlendirmek gerekir. Çünkü geçmiş, gelenek ve kültür bağlantıları ancak bu iki kavram ile sorgulandığında değişen ve değişmeyen değerler ile bunun tarihsel toplumda yol açtığı sonuçlar anlaşılabilir.

İnsan ve toplum ontolojisi “değişim ve sürekliliğin” anlamlı bütünlüğünü ortaya koyduğu ölçüde bilimsel değerini kanıtlar. İnsan ve toplum değişen (pozitif veya negatif) ama süreklilikleri de olan varlıklardır.  Bireyin sınırsız gelişimi bir ilerlemeye işaret etmeyeceği gibi toplumsallığın sürekliliği de gerileme veya durağanlık anlamına gelmez. Birey ve toplum için yapılan bu değerlendirmeler tarih için de geçerli olup düz-ilerlemeci tarih anlayışının yanlışlığını ortaya koymaktadır.

Özgürlüğe yüklenen göreceli anlamlardan dolayı birey ve toplum değerlendirmeleri veya bunlara yüklenilen anlamlar da farklı olabilmektedir. Bunlar nesnel olmayıp farklı ideolojilerle şekillenen fikirlerdir. Birey aklının toplum aklından ileri olduğunu savunan ve buna IQ ölçümleriyle bilimsel kanıt getirmeye çalışan yaklaşımlar az değildir. Özgür aklın her koşulda en ileri, en üstün akıl olduğu tartışmasızdır. Fakat en özgür aklın toplumsal mı, bireysel mi olduğu tartışmasından bireyi tanrılaştıracak yaklaşımlar çıkarmak aydınlanmanın en çelişik yanlarından biri olmuştur. Çünkü toplumsallıktan, gelenekten ve geçmişten kopan bir akıl en özgür olduğunu düşündüğü durumda bile hakikat algısında yol açtığı yanlışlardan dolayı egemenlere hizmet etmekten kurtulamaz.

Toplumu şematik olarak tanımlama hatası, hakikat algısında büyük yanlışlara yol açmıştır. İlkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum tanımlamaları ve hep ileri sayılan sıralamaları hakikati perdelemiştir. Zaten o dönem Avrupa’sında yeni “bilimsel akla” o denli güvenilmiş ki Nietzsche dışında hakikat kavramını dillendiren kimseler de olmamıştır.

 

Marksizmin Moderniteyle İmtihanı

Marksizmin temel kaynakları, öncelikle ekonomizme, Fransız tipi devrimci savaşa ve adına “zorunlu kötülük” dedikleri devlet aygıtına dayanmaya yol açmış ve bu şekilde kurtuluşun (exodus) gerçekleşebileceği teorisini doğurmuştur. Marksizmin bu çerçevenin dışına çıkmaması aynı kültürel havuzdan beslenmeleri nedeniyledir.

Marx’ta uygarlık ya da modernizm tanımı ya da eleştirisi dar ve biraz da belirsizdir. Aydınlanmanın birçok düşünürü gibi Marx da modernizmi 1642-49 İngiliz devrimi ve 1648 Westphalia Anlaşmasıyla başlatır. Krallık yetkilerinin paylaşılması, parlamento kuruluşu ve ulus-devletleri esas alan yeni bir uluslararası sistemin kuruluşu modernite çağının başlangıcı sayılıyor ve bu evre içinden doğacak sosyalizmle komünizme doğru gidecek sürecin de başladığı varsayılıyordu. Yani aslında tarihsel materyalizm uyarınca kapitalist uygarlık ya da modernite ilerici sayılıyordu.

İlk çağ materyalist filozoflarından, atom’un ilk teorisyeni sayılan Leukippos, onun öğrencisi olan Demokritos, ardıllarının zirvesi, ahlak felsefesinin hocası Epikuros; Aydınlanma çağında ise Spinoza Marksın etkilendiği filozoflar olmuş; bunların görüşlerini sentezleyerek Parmanides ve Platon’dan Kant ve Hegel’e dek tüm idealist düşünür ve “egemen sınıf teorilerinin” karşısında anti-tez oluşturmak istemiştir.

Tüm iyi niyetine rağmen vülger materyalizmin karabulutu üzerinden eksik olmamış, Aydınlanmacılığın “kazanımlarına” sahip çıkarken toplum, kültür, din; sınıf, devlet, iktidar olgularına yaklaşımı kapitalist modernitenin sol versiyonu düzeyinde kalmayı aşamamıştır.

Marksizmin uygarlığa getirdiği eleştirilerin zirvesi kapitalizm değerlendirmeleridir ve bu bile kaçınılmaz, zorunlu ve hatta proletaryayı tetiklediği için de insanlık tarihinde ileri bir aşama olarak sunulmuştur. Fabrika-işçi mücadelesi ilişkisi nedeniyle endüstriyalizme karşı da tavır alınmamış, aksine ilerici rol atfedilerek vahim bir hataya düşülmüştür. Üçüncü büyük hata ise genelde devlete, özelde ulus-devlete tavır alınmaması, konfederalizm gibi alternatiflerin düşünülmemesidir.

Kapitalizme ve burjuva egemenliğine karşı sonuna dek karşı çıkıldığı ve yabancılaşma kavramı üzerinde durulduğu halde tüm analizlerin temeline emek-değer teorisinin yerleştirilmesi kapitalizmin insan ve toplumunun manevi dünyasında ve doğada yarattığı tahribatların derinliğine çözümlenmesini engellemiştir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın emeğin değerinin maddiyatla ölçülemeyeceğini vurgulaması yaklaşım farkını apaçık gözler önüne sermektedir. Bu yaklaşımla bağlantılı olarak kapitalizmin en temel iki ayağı olan endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı çıkılmamıştır; bu anlayışın pratik politikadaki karşılığı da modernite sınırlarını aşmayan reel sosyalizm uygulamaları olmuştur.

Marksizm Ekim Devrimiyle birlikte Leninizme dönüşmüştür. Ancak Lenin’in tüm çekincelerine, itirazlarına ve politik dehasına rağmen Marksizmin özgün bir uygulayıcısı olmaktan kurtulamaması yine modern düşüncenin gücüyle bağlantılıdır. O da “Devlet ve Devrim” kitabında ünlü “Nisan Tezlerinde” devlet ve demokrasi sorunsalını tartışmış, aşmak istemiş ama ne ömrü buna vefa etmiş ne de anarşist Kropotkin’in itirazlarına yetkince anlam verebilmiştir. Sonuçta gerçekleşen pratik politikada sol Hegelcilik, ulus-devletçilik olmuştur. Çin vd. deneyimler de benzer sonuçlar doğurmaktan öteye geçmemiştir.

 

Demokratik Modernitede Süren Marksizm Mirası

Kesinlikle ezilenlerin, direnenlerin ideolojisi olduğu halde Marksizmin uygarlık değerlendirmelerinde ilkel, barbar gibi kavramlara yüklenen anlamların burjuva egemen anlayıştan farklı olmaması tekli uygarlık (modernite) anlayışından kaynaklanmıştır.

Devletli uygarlık karşısında ondan daha eski kökleri olan demokratik uygarlığın tarihte ana nehir olduğunu görmemişlerdir. Bu yüzden sınıflı topluma geçişi bir zorunluluk olarak ele almışlardır. Oysa toplum salt sınıflardan oluşmaz. Sınıflı toplum tarihi, tarihin sadece bir boyutunu anlatmaktadır, tümü değildir. Ayrıca tek uygarlık içinde iki sınıfın çatışması biçimindeki tanımlamalar kapitalist uygarlığı tek hakikat haline getirmektedir. Böylece tarihe egemenlerin bakışıyla karışık halde yaklaşılmıştır. Demokratik uygarlık tarihi esasen direnenlerin tarihidir. Bu tarihin egemenlerle alakası yoktur, onların hiç olmadığı zamanlardan başlayıp onlarla mücadele halinde günümüze dek gelen bir tarihtir. Fakat egemenlik sistemlerine direnenler kendi alternatif sistemlerini geliştirmediklerinden toplumsal tarihin gücünü bugüne dek tam anlamıyla arkalarına almamışlardı. Bilgi, tarih, toplum, her şey parçalanmış ve karşıt sistemle karışık hale gelmişti.

Entelektüel dünyanın yaşadığı moral kriz de bu gelişmelerle yani Immanuel Wallerstein’ın dediği gibi “kapitalizmin şerbetini içmekle” bağlantılı olmuştur.

Yaşama kasteden zulüm düzeni karşısında Nietzsche Tanrının, Adorno ise insanın öldüğünü ilan ediyordu. Bir anlamda, çaresiz kalan aklın ve vicdanın ölümüydü söz konusu olan. Adorno “yanlış hayat doğru yaşanmaz” diyerek büyük çelişkiler karşısındaki çaresizliğini çok çarpıcı anlatmıştı.

Şair Nilgün Marmara ise intihar ettiğinde geride bıraktığı notta “yaşamın neresinden dönülürse kardır!” diye yazmıştı. Kimisi eleştirdi, kimisi imrendi ama aslında Adorno ile aynı kaderi paylaşıyordu: Çaresizlik!

Yaşam karşısında çözümsüz kalmak o şerbeti içmiş tüm entellektüellerin ve sanatçıların ortak trajedisi oluyordu. 20. yüz yılı “depresyon çağı” olarak tanımlayanlar haksız sayılmaz; 21. yüz yılın “şizofreni” çağı olduğunu iddia edenler de haksız sayılmazlar fakat depresyonu da şizofreniyi de yaratan kapitalizmin kendisi olduğuna göre koca iki yüz yılı kapitalizme mal etmek büyük haksızlık olur. O halde mesele nedir? Dünya çapında iki büyük savaş yaşanmış olması ilk akla gelen gerekçe gibi görünüyor ama daha derinlerde yatan nedenler vardı ki bunlar günümüzü de şekillendirmişlerdir.

Dünyanın bilinmesinin antik çağlara dek giden bir geçmişi olsa da sanayi devrimine dek dünyanın bilinmezleri çok fazlaydı. Bilgi ve iletişim hızla geliştiği halde dünyanın sınıflara bölünmüş “yaşanılamaz” hali büyük bir çelişki oluşturuyordu. Bunalımların esas sebebi buydu. Bunalımları aşmak adına “kutsallar” üretildi ve herkes bunlara sarıldı. Fakat sadece korkularını bastırdılar. Sarıldıkları şey aslında gemide usta bir kaptanın bulunduğu hissinin yarattığı güvendi. Bu güvenin sahte olduğunu bilenlerin arayışı vardı ama tam bir sonuca gidememenin derin hüsranıyla karşılaştıkça “depresyonlar” intiharlara davetiye çıkarmaya başladı.

Sürü halinde okyanusa dalıp intihar eden kuşların varlığı biliniyor. Uzun araştırmalar sonunda okyanusun o noktasındaki derinliklerde kuşların anayurdu olan bir adanın yattığı öğrenildi. Ölüm pahasına anayurda dönüş ne demektir? Kuşların sezgisi onları anayurda yönlendirirken belki öleceklerini bilmiyorlardır, amaçları intihar değildir. Fakat insanlar bir gerçeğin peşine düştüklerinde sonunda ölüm olabileceğini bile bile yürürler. Çarmıhlara gerilen ve yakılan hakikat savaşçıları gibi…

Kuşlar sezgiyle, insanlar toplumsal akıl yoluyla “gerçeklerin kaybedildiği yerde aranması” gerektiğini öğrendiler. Yaşam nerede kaybedildi, nerede yaşanılamaz hale geldi? Nice dinler, nice felsefeler insanlığın sorunlarına çözüm aradı ama tam bir sonuca ulaşamadı. Çünkü insanlığın anayurdu keşfedilmemişti de ondan!

İlk alet kullanımı, ilk sözcüklerin dile gelişi, ilk yerleşik yaşam ve ilk tarımla başlayan nice ilklerin yurdu olan Kürdistan ülkesi sömürge altında olmasa belki de yüz yıl önce insanlık aradığını bulacaktı. Ne var ki ancak Özgürlük Hareketi direnişi sayesinde bölgenin ve insanlığın hakikatleri gün yüzüne çıkmaktadır. Bu uğurda Fernand Braudel, Gordon Chılde, Mıchel Foucault, Murray Bookchın gibi filozofların çabaları bir hayli ön açıcı olmuş, Öcalan’ın geliştirdiği demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasıyla da bir sisteme kavuşmuştur. Çözüm konusunda aydınlanmak moral değerleri de yeniden canlandırmıştır. Bu nedenle çağımızı hakikat çağı ve moral çağı olarak adlandırabiliriz. Belki yavaş ama her an herkesin etkide bulunarak moment kazandırdığı bir özgürlük yürüyüşü çağı…

Hamburg Konferansında Havin Güneşer’in konferans sembolü Triskele (Neolitik kayalara kazınmış üçlü spiral) dayanarak ifade ettiği gibi “Düz bir ilerleme yoktur; çözüme giden yol basit değildir; bir arayış ve dışarıya doğru yavaş bir hareket!” Süreç böyle ilerliyor…

Marksizmin sınırlarına dair eleştiriler özgürleşme sürecine ivme kazandırıyorken kapitalizme en akılcıl darbeleri vuruyor!

Marksizme saldırırken kendini özgürlükçü ilan eden kapitalizm ve liberalizmin zerrece bir haklılık payı yoktur. Marksizm eleştirileri onun düşmanlarına bir pay çıkarmaz, aksine onlarla daha güçlü mücadele etmenin ve kalıcı sonuçlar almanın gerekçesidir. Bunun dışındaki tutumlar karalama amacını taşırlar. Bu karalamaların beyhude olduğunu gösteren en temel yaklaşımı, Öcalan ortaya koymuştur. Sonuçta demokratik modernite paradigması Marksizm’i kendi mirası olarak kabul etmektedir. Bu anlamda Marksizm moderniteye yenilmiş değil, tam tersine, günümüzdeki toplumsal kurtuluş mücadelelerinde, değişen-dönüşen zaman-mekân koşullarında, yeni paradigmayla ve yeni bir moralle devrimci mirasını sürdürmektedir.

Kaynakça
  1. Abdullah Öcalan, Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları ve Demokratikleşme
  2. Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 3, Amara Yayıncılık, 2015
  3. “Kapitalist Moderniteye Karşı Alternatif Konseptler” Konferansı (Şubat 2012-Hamburg)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.