Düşünce ve Kuram Dergisi

Mayası Tutmayan Ulus-Devlet ve Maskesi Düşen Tanrılar

Heja Zerya

Türk ulus-devlet gerçeği, Ortadoğu’da mayası tutmayan milliyetçiliğin, dinciliğin ve cinsiyetçiliğin uygulama alanını gösterir. Bu mayanın yüzde yüz tutmayacağından emin olan egemen güçler, şiddet ve militarizmi inançlar, halklar ve kadınlar üzerinde temel bir yöntem olarak uygular. Günlük yaşamın ve toplum karakterinin her alanına korku, düşman olgusunu yedirmeye çalışır.

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganı şovenizme varan milliyetçiliğin ve militarizmin düsturudur.  Sünni İslam dışında kalan diğer din ve inançlar, Türklük tanımında buluşmayan farklı etnisiteler, devlet-erkek tanımı dışında kendini tanımlama arayışında olan kadın ve örgütlenmeleri iç düşman tanımını canlı tutan temel olgulardır. Bilim bu alanlarda uygulanan baskı ve başkalaştırma politikalarını meşrulaştıran temel yöntem olarak kullanılır.

Türk ulus-devlet oluşumunda laisizm ve dincilik, modernite ve geleneği uzlaştıran bir nitelik taşır. Fransız Devrimi ardından gelişen ulus-devlet geleneğinin karakteristik özelliğidir bu. Dine karşı savaşım içinde geliştirilen bir modern ulus görünümü ortaya çıkarken, iktidar çıkarları dinci zihniyet ve kurumlarıyla en gerici uzlaşma içine girer. Dincilikle birlikte milliyetçilik, bilimcilik ve cinsiyetçilik, birer ulus-devlet dini olarak toplum kırım, kadın kırımı ve ekolojik yıkımda başat rol oynar. Ayet hükmünde kurgulanan anayasa ve yasalar toplum yaşamı ve insan ilişkilerini düzenler. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkler milliyetperver ve dinlerine hürmetkâr bir millettir” biçimindeki tanımlaması, Türk ulus-devletinin temeline işaret eder. Panislamizm ve Pantürkizm’e karşı olduğunu belirten yeni cumhuriyetin temeli, Türklük ve Sünni İslamcılığın yükseltilmesine dayandırılır.

Mustafa Kemal, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” derken, diğer yandan İslamiyet’i en bilimsel din ilan eder. “Bir dine tabi olunması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur” der. Dinin akılla, bilimle ve mantıkla uyumlu yorumlanması; ulus-devletin hem dincilik hem bilimcilik politikalarıyla temelinin sağlam atıldığını ve birbirini besleyen karakterini gösterir. Cumhuriyetin kuruluşu ve sürdürülmesine basamak yapılan Ermeni, Rum, Asuri-Süryani soykırım ve katliamlarının, ardından Takrir-i Sükûn politikalarıyla Kürtlerin katledilmesinin, teslim alınmak istenen kadın iradesinin; fenne, ilme ve mantığa uygunluğu üzerine bir strateji belirlenir. Halkları kadına benzeterek, boyun eğdirme, teslim alma; devlet, ulus, vatan çıkarları için kullanmada sınır tanımayan Hitler faşizmine hocalık yapacak “mükemmel” bir sentez ortaya çıkarılır.

Türk ulusçuluğunun kökü, köksüzlüğe dayandırılan bir köktür. Bu kökün yaratılması için başka halklara köksüzlük, asimilasyon, soykırım, savaş, şiddet ve katliam dayatılır. Birinci Dünya Savaşı’nın kaosundan yararlanarak gerçekleştirilen soykırım ve katliamlar, Rum ve Türkleri mübadele yöntemiyle değiştirme, Kürt, Çerkes, Asuri-Süryani, Laz, Gürcü halklarını ya yanına çekerek kullanma ya karşıtı görüp katletme, sürgüne tabi tutma, maddi ve manevi değerlerine el koyma; kök yaratmanın temel politikalarıdır. Milletperverlik ve dinine bağlılık temelinde şekillendirilen Türk ulusçuluğu, Sünni İslam dışında kalan Hıristiyanlık, Alevi, Êzidî inançlarını yok sayar. 1979’da Alevilere dönük gerçekleştirilen Maraş, Çorum ve 1993’teki Sivas katliamları, ulus-devlet zihniyetinin değişmeyen, daha derine kök salan boyutunu ortaya koyar. Bu zihniyet, kendi dışındakinin katlini vacip gören bir millet ve din şovenizmiyle övünen şizofrenik bir karakter yaratır. 1960, 1971 ve 1980 darbesiyle gelen 12 Eylül faşizmi, muhalif kesimlerin, devrimci ve direnişçi solun, Kürdistan devrimcilerinin idamı, katli, işkencesi, sürgünü, zindanı ve halklara zulmü ulus-devletin ayakta kalma yöntemlerini ortaya koyar. On yılda bir darbeler yetmeyince gizli-günlük, süreklileşen darbelerle ayakta kalan Türk devleti, bir özel savaş aygıtına, mafyalaşan ve çeteleşen bir organizasyona dönüşür.

Kürt-İslam kimliği ile varlığını savunmak, Şeyh Said ve arkadaşları gibi idamla, Said-i Kurdî (Nursi) gibi mezarının yerinin bile bilinmediği bir katletme biçimiyle karşılık bulur. Şeyh Said, İslam inancında ve Kürt kalmakta ısrar eder. Said-i Kurdi, sahte milliyetçiliği eleştirerek; “İslamiyet milliyeti, zayıf, geçici ve her an çözülüp dağılmaya müsait olan ırkçılık ipiyle bağlanamaz ve o tohumla aşılanamaz” der. Bunun Türklerin bekası için de iyi olmayacağı uyarısında bulunur. Ancak Türk-İslam kimliğini temsil dışındaki kimlikler reddedilir. İslamiyet’in Türklük dışında farklı bir etnik kimlikle yan yana gelmesi iktidar ve devlet çıkarlarıyla uyuşmaz, tehlikeli görülür ve önü alınır. Ancak aynı devlet geleneği, din adına ‘90’lı yıllarda “faili meçhul” katliamlarıyla Kürt halkı üzerinde terör estiren Hizbullah’ı beslemiştir. 2000’lerden bugüne Kürt halkı, Êzidî inancı ve kadınları ve Ortadoğu halklarının başına bela edilen, katliam ve tecavüzü günlük uygulamaya dönüştüren Taliban, El Kaide ve IŞİD’i beslemiş, uluslararası destekçisi olmuştur.

1970’lerden itibaren gelişen Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi, Özgürlük Hareketi ve Önderliğine, gerilla ve halka dayatılan faşist saldırıların geldiği düzey, ekilen kutsallık tohumlarının sonuçlarını ve şizofren ulus-devlet karakterini deşifre etmektedir. Günümüzde AKP-MHP ittifakında somutlaşan Erdoğan-Bahçeli çılgınlığına bürünmesi, halkların ve kadınların özgür yaşam arayışına soykırımı dayatarak, “beka sorunu” olarak tanımlaması, bu karakterden beslenir. Binlerce köyü boşaltma, şehirleri yerle bir etme, on yıllardır Kürdistan dağlarını gerillayı kucakladığı için ateşe vererek yangın yerine çevirme, zindanlar yetmediği için dağları, köy ve şehirleri ablukaya alarak, yasaklı bölge ilan ederek bütün Kürdistan’ı zindana çevirme, kadın katliamları ve faşizmin olağan politikalarıdır. Gerilla direnişi karşısında yaşadığı başarısızlığı, sınırlara beton duvarlar çekerek önlemeyi, her gün kimyasal silah kullanarak aşmayı, Kürtlere soykırımı dayatmayı bütün dünyaya meşruluk olarak sunmaktadır. Akla, mantığa uygun dincilik, bilimcilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilikte sınır tanımayan, intikam duygusuyla yok etmeye kilitlenmiş bir şiddet-militarizm mekaniği işlemektedir.

Milliyetçi-faşist zihniyet, bilimciliğin yol göstericiliğinde en büyük tahribatı tarih alanında yapar. Tek millet Türklük olarak tanımlanınca, ortak bir tarih yaratma zorunluluğu ortaya çıkar. “Türk Tarih Tezi” ile ulus-devletin resmi tarihi yazılır. Bu tarih, “atalarımızın ortak olduğu” ve “Orta Asya’dan geldiği”ne dayandırılır. “Devletin milleti ile bölünmez bütünlüğü”, ulusu devletleştirmenin düsturlarından biri olur. En son Göbeklitepe kazılarıyla birlikte tarihi en az 12 bin yıl geriye giden Kürtler, kart-kurt sesiyle anılan “dağlılar” olarak halen inkar ve soykırım tehdidiyle yüz yüzedir. Ermeniler inançlarıyla anılan küçük bir “azınlık” halka dönüştürülmüştür. Ulusal kimlik ve demokratik haklardan bahsetmeleri, Hrant Dink’in katledilmesinde olduğu gibi hep bir katliam tehdidi altında baskılanmaktadır. 20.Yüzyılın başında gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir dünya savaşıyla Kürtlere dayatılmaktadır.

Ulus-devlet, “Tek dil, tek din, tek millet, tek bayrak” sloganıyla olmayan Türk milletini yaratarak yüceltmek zorundadır. Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında yaşayan Türkmen, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani-Asuri, Arap, Laz, Çerkes, Gürcü ve diğer halklar, devlet ulusunu oluşturarak Türklüğü tek kimlik, Türkçeyi tek dil, İslam’ı tek din olarak kabul etmediği sürece, katliam Demokles’in kılıcı gibi tepelerinde sallanır durur. 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yılına iki kala, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi; milliyetçilik, cinsiyetçilik, iktidar İslamcılığı olarak derinleşen dinciliği teşhir etmiş, bu ulus-devlet tanrılarının maskesini düşürmüştür. Faşizmin emek, inanç, kültür, tarih, toplum ve yaşamı temsil eden bütün değerleri hedeflemesi, asimile etmek ve aynılaştırmak için saldırının her türünü mubah görmesi, bununla bağlantılıdır.

Ulus-devlet sınırlarını aşarak Rojava Kürdistanı’nı işgal etmesi, 1990’lardan itibaren karadan ve havadan Kürdistan gerillasına karşı yürüttüğü saldırı ve operasyonlar, 50’yi aşan karakol sayısı ile Güney Kürdistan’ın fiili işgali, Kürdistan ve Ortadoğu halklar devrimini en büyük tehdit olarak görmesindendir. Mustafa Kemal’in 1921 yılında Eskişehir’de yaptığı konuşmada, “Ne İslami birliğin ne de Türkçülüğün Türkiye için bir doktrin ya da mantıklı bir politika olamayacağı” belirlemesi, ulus-devlet çıkarlarına kurban edilerek, bir belirleme olmanın ötesine geçmemiştir. Yeni cumhuriyetin temel politikalarına yön veren Türkçülük ve İslamcılık, bugün savaş, işgal, halk ve kadın katliamları biçiminde, başta Kürdistan olmak üzere Ortadoğu ve Asya’yı tehdit eder boyuta ulaşmıştır. Yok etme mekaniğinin ve iktidarcı İslam’ın yöneliminin merkezinde kadın iradesini denetim altına alma ve kadın katliamları yer almaktadır. Direnen, ulus-devlet yasa-anayasa tanımlama ve sınırının, şeriatın dışına çıkan kadının katli vacip; kendi olma adına siyasette yer almanın her adımı ve arayışının, tutuklama, katletme, taciz ve tecavüz başta olmak üzere katliamın türlü biçimine maruz kalması, meşru bir devlet politikası ve egemen erkek hakkı olarak formüle edilir. Kadın kimliğinin ulus-devlet çıkarlarına göre tanımlanması ve denetlenmesi de yeni cumhuriyet politikalarında özel bir yere sahiptir. Şeriat kanunlarından süzülüp gelen zihniyet örgüsü, İsviçre Medeni Kanunu’na aktarılarak, erkeği “ailenin reisi”, kadını “erkeğe, aileye hizmet etmek, kutsal vatana çocuk yetiştirmek” ile tanımlar. Türk erkeğine, ulusuna ve devletine hizmet etmek, vatanın geleceği ve savunulması için özellikle erkek çocuk doğurmak, “ulusal annelik görevi” olarak belirlenir. Devlete sınırsız-sorgusuz hizmet edecek “çalışkan millet”e, işçi-köylü-asker doğurmak, “kutsal anne”lik göreviyle özdeşleştirilir.

Kutsallık-ulusallık-vatan görevi, yetiştirilecek “inançlı” nesillerin karakterini belirler. Türk ulus-devlet geleneği, kadınların özgürlük, hak arayışını tımarhaneye kapatan, çıldırtarak ölüme gönderen bir öze sahiptir. Nezihe Muhiddin’in tarih sayfalarından silinerek unutturulup, Sabiha Gökçen’in hatırlatılmasının tarihi bir arka planı vardır. Ulus-devlet kadını olarak kaderini devlete teslim etme ile kimliği-haklarıyla kadının siyasette yer alma hakkını savunma arasındaki çizgi ayrımını ifade eder. Nezihe Muhiddin, Batı’da gelişen feminist mücadeleden etkilenen aristokrat ve orta sınıf kadınların dergi çıkaran, kadın haklarını savunmak için dernekler kurarak örgütlenen geleneği içinden gelir. “Bu kuvvetli dünya cereyanında şüphesiz bizler de nasipdar olacağız. Yirmi sene evvel, uzak diyarların bazı hareketlerini gazete havadisleri verirken, bizler bunları gulyabani efsanesi gibi dinlerdik” diyen Nezihe Muhiddin, aktif mücadele etme zamanının geldiğine işaret etmektedir. Bu amaçla, daha ortada herhangi bir siyasi parti yokken, 1923’te cumhuriyetin ilk partisini, kadın partisi olarak kurma başvurusunda bulunur, ancak başvurusu valilikçe reddedilir. Reddedişin görünen nedeni, kadınların seçme-seçilme hakkının olmamasıdır. Ardından gelişen müdahaleler, bu gerekçenin çok ötesinde bir devlet geleneği ve gerçeğine işaret eder. Hızlı davranmasının, devlet ve egemen erkek aklı ve siyasetine karşı bir tehdit olarak algılanmış olma ihtimali yüksektir. Kadın partisi başvurusu reddedilince, Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, Türk Kadınlar Birliği’ni kurar ve bu dernek çatısı altında örgütlenme çalışmaları yürütürler. Örtünmeye, çok eşliliğe karşı çıkıldığı, kadınların siyaset yapma, eğitim görme, oy hakkının savunulduğu bir dönemdir. Nezihe Muhiddin kadınların siyaset yapma, seçme-seçilme hakkını savunarak, devlet sınırlarını zorlayan karakteriyle mimlenir. Mustafa Kemal’in örgütlediği kadınları bir ajan faaliyeti biçiminde bu birlik örgütlenmesine sızdırdığı, alttan alta Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarını alt etme ve kadın hareketini devlet denetimine alma amacında başarılı olduğu tarihe kayıtlıdır. Sonunda Nezihe Muhiddin yolsuzlukla itham edilir, ardından birlikten ihraç edilir, birlik kapatılır, devamında milletvekili olma başvurusu reddedilir, siyasetten men edilir. Öğretmen olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalır, edebi çalışmalar yapar, devlet baskısı, şiddeti ve tecridini kaldıramadığı için düştüğü akıl hastanesinde hayatını kaybeder. Ancak, kadın mücadelesini görünür kılmaya dönük harcanan özel çabalarla yaşamı ve mücadelesi bir yönüyle aydınlatılabilmiştir.

1930 ve 1934’te Türkiye’de kadınlara yerel ve genel seçimlere katılma hakkının birçok ülkeden önce tanınmasının nedenleri üzerine çokça tartışılmış ve çeşitli yorumlar yapılmıştır. Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in demokratik siyaset anlayışına dayandıranlar olduğu gibi radikal kadın mücadelesinin önünü almayı amaçlayan kadın karşıtı politikalarla bağını kuranlar ağırlıktadır. Çünkü oy hakkının tanınmasında kadınların verdiği mücadele, titizlikle gözden ve bilinçlerden uzak tutulur. Resmi tarih anlatımlarında kadınlara ve mücadelelerine yer verilmesi, ulus-devlet çıkarlarıyla örtüştüğü oranda mümkündür, ötesi hasıraltı edilir. Diğer yandan Sabiha Gökçen ve Nezihe Muhiddin gerçeğini karşılaştırdığımızda, bu hak tanımanın sınırı ve içeriğini daha derinlikli irdeleme zorunluluğu ortaya çıkar. Bunun demokratik bir açılımdan ziyade, demokrasi aldatmacasıyla bağını kurmak, tarihi doğru okumak ve çözümlemek açısından önem taşır. “Gerekirse, bu ülkeye komünizmi de biz getiririz” diyen M. Kemal geleneği, “Gerekirse, bu ülkede kadın haklarını da biz veririz” versiyonuna denk düşmektedir. M. Kemal, Sabiha Gökçen’i evlatlık olarak alır, yetiştirir, ilk kadın pilot ve Dersim’i bombalayan kadın olarak, Cumhuriyet kadını modeli olarak öne çıkarır. Ermeni kökenli olduğu hafızalardan uzak tutulur. M. Kemal’in manevi kızı ve ulus-devlet kadını olarak yetiştirdiği Sabiha Gökçen ile Nezihe Muhiddin’e yaklaşımı arasındaki farkın nedeni, yorumlanması ve çözülmesi gereken bir tarih sorusudur.

Bu dönem, Ortadoğu’da ulus-devlet modelini ile modernizmi yaymak ve kapitalist sömürü önündeki engelleri kaldırmak, bir devlet-iktidar organizasyonu ve toplumların dizayn edilme sürecidir. Ulus-devletleşen kadının önü açılırken, kadın kimliği ve etnik kimliğiyle kendini temsil etmek isteyen kadın “düşman” ilan edilir, önü kesilir, delirtilir, katliamdan geçirilir. Zarife ve Besêler ve binlerce kadın yakın tarih örnekleridir. Günümüzde ve cumhuriyet tarihinde yaşanan isyanlar ve direnişlerde yer alan kadınlara, aynı “düşman” siyasetiyle yaklaşılır. Dağda, şehirde inkar-imha saldırıları, günlük siyaset olarak sürdürülmeye devam eder. Tecavüz, katletme, tutuklama, örgütsüz bırakma, kadın kurumlarını kapatma, milletvekillerini görevden alma, zindana atma, zorunlu sürgüne tabi tutma ve işkence sıradan uygulamalardır.

Cumhuriyet kadınını yaratma, özel bir devlet politikasıdır. Bu politikanın özü kadın kimliğinden uzaklaştırma, asimile ederek devletleştirme ve Türkleştirmedir. Milliyetçi, laik, dinci düşünce ve inanç biçimiyle harmanlanan Türk-laik-Müslüman-Sünni modern devlet kadını karakteri yaratılır. Türkiye’de Türklüğün farklı etnik kimliklerin inkarı üzerinden geliştirilmesi gibi “cumhuriyet kadını” da kadın kimliğinin inkarı ve reddi üzerinden geliştirilir. Feminist mücadeleden etkilenen, kadının kimlik ve hukuki eşitlik arayışı, devlet feminizmiyle barajlanır. Bu barajlama, suyun ne zaman bırakılacağı veya ne zaman ve nasıl tutulacağında uzman, stratejik bir devlet politikası olarak her dönem devrededir. Şirin Tekeli bu süreci, “Feminizmin kadınların elinden alınıp kullanıldığı, giderek anti-feminist bir devlet feminizmine dönüştürüldüğü ve sonunda da unutturulduğu bir dönem” olarak değerlendirir.

Cumhuriyet kadınına öncülük misyonuyla öne çıkan isimlerden Türk milliyetçisi Afet İnan, “Türk! Türk kadınının eşsiz güzelliğini tat ve onun Türk’ü çoğaltmak için yaratılmış olduğuna inan! Kendine bir Türk kadını seç, onunla evlen, çocuk yetiştir: Türk çoğalt, Türk durma yarat!… Ey Türkler! Çoğalın, çoğalarak Türkiye’yi doldurun, taşsın” talimatını vermektedir. Bir çağrının ötesinde, talimat niteliği taşıyan bu görüşler hem Türk erkeğinin hem Türk kadınının varlık gerekçesini ortaya koyar. Devletleşmeyen, Türkleşmeyen ve Türk’ü çoğaltmayan erkeğe de kadına da vatan sınırları içinde yer yoktur. “Güneş Dil Teorisi”, bu talimatın kültürel çerçevesini ortaya koyar. Bu talimatın dışına çıkan, militarizmin ve şovenizmin gazabından kurtulamayacaktır ve kurtulamamıştır da…

M. Kemal, bir yandan modern cumhuriyet kadınını kamusal alana konumlandırırken, diğer yandan kadının esas görevini “çocuklarının annesi ve eğiticisi”, “en büyük vazifesi analık” olarak tanımlamıştır. Bir yandan devletin, diğer yandan erkeğin yanına çekerek yedeklemek, cumhuriyetin geleceği için hayati önem taşıyan bir politikadır. Denetimde tutmanın en etkili formülü, yeniden dillendirilir. 1980’li yıllardan itibaren 12 Eylül faşizmiyle bir yandan kutsal aile yeniden canlandırılırken, diğer yandan cinsel özgürlük adına merkezkaç eğilimi içinde bulunan kadının aynı çeperde tutulma formülü keşfedilir. Madalyonun iki yüzü olan, aynı politikanın farklı versiyonları devreye sokulur. 2000’lerden günümüze AKP-MHP ve Erdoğan-Bahçeli faşizminin, Türk-İslam sentezinin gelip durduğu yer, dönemsel de olsa Türkiye’deki kadın mücadelesine rağmen dincilik ve milliyetçilik sosuna batırılmış cinsiyetçi politikaları devreye sokmaktır. Cumhuriyet kadınına “annelik ve çocuk doğurma, yetiştirme” rolü yeniden hatırlatılmakta, hatırlatmanın da ötesinde dayatılmakta, şeriat kanunları medeni kanun içine yeniden yedirilerek, siyasal, ekonomik alan başta olmak üzere kamu haklarından men etme ve eve kapatma düzenlemeleri yapılmaktadır.

AKP-MHP hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme amacı, mahrem ve dokunulmaz olarak tarif edilen aile içine kimsenin karışmamasıdır. Ev içi şiddeti, tecavüzü meşrulaştırma, kadını her türlü saldırı ve kullanıma mahkum etme, açık hale getirmedir. Evden çıkan, toplumsal gücünü ve özgürlük ruhunu yeniden keşfeden kadını, yeniden eve kapatmanın yöntemleri hem çeteleşen devlet hem de IŞİD-Taliban-El Kaide çetecilik senteziyle açık ve gizli operasyonlar biçiminde günlük uygulanmaktadır. Bu operasyonların nedeni; demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigmayı geliştiren Abdullah Öcalan, ulus-devletin cinsiyetçi politikalarını teşhir eden, ulus-devlet kadınına karşı özgür kadın kimliği, bilinci ve mücadelesini yükselten Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kadın Özgürlük Hareketi’dir. Öcalan’ın kadın ve aile çözümlemeleri, kadına kutsallık adına dayatılan, aileci, aşiretçi, dinci, cinsiyetçi, milliyetçi ve devletçi politikaların tarihsel, toplumsal, güncel arka planını açığa çıkararak, özgürlük mücadelesiyle deşifre eder. Bu mücadeleyle köle kadın ve egemen erkek kozu, devletli sistemin elinden alınmıştır. Kölelik, cinsel meta, çocuk makinesi ve ücretsiz-tanımsız-sınırsız hizmetçi olmanın yuvası, mayası, mekanı, erkeğin sahte egemenlik alanı aileyi çözümleyerek, kadını bu kölelikten kurtararak özgür yaşam alanlarına, dağlara çeker. Bu mekanlarda mayalanan özgür ruh, düşünce, yaşam ve mücadele-direnme gücünün halklaşması, toplumsallaşması, Rojava kadın devrimine yol açması, Ortadoğu, dünya kadınları ve halklarını etkileme düzeyi, büyük bir korku kaynağıdır.

Kadını kapatmanın yasal-anayasal, gizli-açık her yönteminin denenmesi, bu korkudan dolayıdır. Kadına görevlerini hatırlatan, çok çocuk doğurmaya teşvik eden faşizmin yeşil rengi ve tesettürü ile Êzidî kadınları katleden, kaçıran, sokaklarda köle gibi satan, cariyeleştiren IŞİD’in kara bayrağı ve kara çarşafı, Taliban’ın burkası aynı zihniyet ve kaynaktan beslenmektedir. AKP-MHP faşizminin küçük yaşta evliliği, çok eşliliği yasalaştırma girişimi, aileciliği özendirme siyaseti ile Türk feminizmini direnen ve örgütlenen kadın karşısına çıkarması arasında yakın bir bağ vardır. Evden çıkan kadına, köleliğin yolu sonuna kadar açılmak istenmektedir. Klasik cumhuriyet politikası devrededir; “evde kal, güvende kal, erkeğin emrinde kal, hakkını arayacaksan da devletli sistem sınırlarında kal” siyasetidir yürütülen.

Yeni Osmanlıcılık hayalleriyle yola çıkan Büyük Ortadoğu Projesi’nin iktidarcı İslam kuşağını (Yeşil kuşak) yaratmada başat rol biçilen Türk devleti ve Erdoğan-Bahçeli zihniyeti küresel hegemonik güçlerin stratejik sacayağı konumundadır. Siyasi, ekonomik, askeri krizin dibe vurmasına rağmen Türk devletinin Suriye’den Libya’ya, Karabağ’dan Afganistan’a, Irak’a ve Kürdistan’a işgali yayması ve yerleşmesi, bu “şer ittifakı”ndan beslenmektedir. Yeniden Türkleştirme, İslamlaştırma stratejisinin tutmayacağı, Osmanlı’nın son dönemindeki Panislamizm ve İttihat ve Terakki döneminde tutkal görevi gören Pantürkizm ve siyasetinin yenilgisi ve bozguna uğramasından bellidir. Yüzyıl önce tutmayan bu politikanın yeniden siyaset arenasına sürülmesi, tarihin tekerrürüne ve her tekerrürde olduğu gibi daha vahim sonuçlara yol açar. Kürt halkı tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bilinçli, örgütlü ve özgür iradesini direniş içinde geliştirmiş durumdadır. Ortadoğu halkları emperyalist oyunlara gelmenin yarattığı parçalanmanın, suni çelişkilerle çatıştırılmanın güçsüz düşüren, etkisizleştiren ve küresel sömürgeci güçlerin müdahalesine zemin sunan tarihinden ders çıkarmak istemektedir.

Kürt kadınlarının öncülüğünde, ulus ve sınıf çelişkisi ve kurtuluşunu aşan, toplumsal özgürlüğü kadın özgürlüğüne dayalı geliştiren yeni bir paradigma mücadelesi verilmektedir. 21. Yüzyılı “kadın Yüzyılı ve kadın devrimleri çağı” olarak tanımlayan Abdullah Öcalan ilk egemenlik-kölelik ilişkisinin kadın ve erkek arasında geliştiği ve temel çelişkinin cinsler arasındaki çelişki olduğu tespitinde bulunur. Bu çelişkinin çözümü, örgütlü ve özgürlükçü kadın öncülüğü ve mücadelesiyle gelişmekte ve köklü devrimsel gelişmelere yol açmaktadır. Yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nda toprak ve ekonomik imkanları paylaşmanın ötesinde, esas saldırı kadın devrimi etrafında gelişen Kürdistan ve Ortadoğu devrimine dönüktür. Özgür Kürt, özgür kadın ve halklara düşman cumhuriyetin temelini sarsan ve kökünden oynatan bu devrimci durum, hegemonik güçlerin ittifakıyla bertaraf edilmek istenmektedir. “Birinci kadın devrimi” olan neolitik devrim köküne dayalı gelişen “ikinci kadın devrimi” ve Toros-Zagros hattı saldırının yoğunluk merkezini oluşturmaktadır. Öcalan’a dayatılan tecritle öz bilinci, iradesi, örgütlülüğü gelişen kadın ve halkların önü alınmak istenmektedir. Bu milliyetçi, dinci, cinsiyetçi politikalarla ayakta duran devletçi Türklüğün temeline dinamit koymakta ve soykırım çılgınlığı içinde sonuç almak istemekte, varını yoğunu ortaya koymakta, pazarlamakta, ahlaki ve insani hiçbir sınır tanımamaktadır. Devletin ve küresel sömürgeci güçlerin bütün gücünü arkasına alarak “beka sorunu” olarak tanımladığı bu durum, özgür insan, özgür Kürt ve kadına karşıt cumhuriyet ve devlet gerçeğini ifade etmektedir. Kürtlerin varlık ve özgürlük sorununun çözümü, Türk milliyetçiliği ve faşizmini aşan, demokratik ulus çözümüne bağlıdır. Teklik üzerine kurgulanan Türk milliyetçiliğinin, esastan karşı olduğu bu noktadır. Tek ulus, demokratik ulusun zıddı; tek renk, çok renkliliği, çok dilli, kültürlü, inançlı zenginliği, kadın ve yaşam enerjisini yutan bir kara deliktir. Bu kara delikten kurtulmanın yolunun faşizmi ve militarizmi yükseltmek olmadığı, yakın tarihten bilinmekte ve tarih, kader tayin edici dersler çıkarmanın yolunu gösteren öğretmen olmaya devam etmektedir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.