Düşünce ve Kuram Dergisi

Meclis: Yakın Tarihteki Türkiye Deneyimlerimiz

Onur Hamzaoğlu

Toplumun biliminin, toplumun tarihinin bilimi olduğu gerçeğinden hareketle, günümüzde, toplumsal formasyona ait değerlendirmelerimize başlarken insanlık tarihinin yol göstericiliğinden yararlanmamız gerekir. Konumuz olan meclisler yaklaşık olarak son on, onbeş yılın yoğun tartışma konusu olsa da insanlık tarihindeki öncüllerini araştırmak ve incelemek bilgi paylaşımı yanı sıra, deneyim paylaşımı olarak da el alınmalıdır.”

Ülkemizde 21. yüzyılın birinci on yılının sonunda yoğun olarak gündeme gelen ve kendisine o yıllardan günümüze değin birbirinden farklı amaç ve biçimlerde uygulama alanı da bulan, bununla birlikte, üzerine kuramsal tartışmaların ancak son zamanlarda gündeme geldiği meclis konusunu ele alacağımız bu makalenin kapsamı yazarı tarafından ancak “başlangıç okumalarının kenar notları” olarak tanımlanıyor. Çünkü daha fazla araştırmaya, karanlıkta kalmış, unutulmuş çalışma, uygulama ve bilgilere ulaşma gereksinimimiz olduğunu işin daha başındayken tespit etmiş olmanın yarattığı sorumluluğu da paylaşmalıyız. Bu süreçte, konunun içeriğinin “gizli” kalmış zenginliği kadar, insanlık tarihindeki yeri ve rolüyle ilgili kapsamlı çalışmalar yapılmadığına da tanık olduk. O nedenle, meclis uygulamasının tarihteki ilk uygulaması olarak kabul edebileceğimiz klan meclislerine çalışmamızın başında kısaca değineceğiz. Bu alt başlıktaki çalışmaların geliştirilmesi ve derinleştirilmesi, bir yandan zenginliğimizi artırırken diğer yandan yarını kurmamıza da bir o kadar katkı sunacağını düşünüyoruz.

 

1.Tarihsel Süreç

1.1. Tarihsellik: Klan Meclisi

Toplumlar, geçim, yaşam ve düşün biçimlerine göre belirlenen sahip/içinde oldukları toplum biçimleri üzerinden tarihsel olarak incelendiğinde, günümüze değin, yedi farklı toplum biçiminden bahsedilmektedir. İlki ve yaklaşık iki, iki buçuk milyon yıl kadar sürdüğü düşünülen toplayıcı toplum biçiminin ardından, günümüzden 15 bin10 bin yıl önce yaşanmış olan avcı toplum biçimi çalışma konumuz için özel önem taşımaktadır. Genel olarak, geçim biçimi olarak avcılığın, yaşam biçimi olarak eşitlikçi ilkel yaşam biçiminin, düşün biçimi olarak da sihirsel düşün biçiminin hüküm sürdüğü avcı toplum biçiminde insanlık tarihinin ilk iş bölümlerinin de gerçekleştiği/yaşadığı tahmin edilmektedir. Bunlardan ilki cinse dayalı ikincisi ise yaşa dayalı iş bölümüdür ve her ikisi de fizyolojik temelde gerçekleşmiştir.

Avcı toplumlarda, temelde beslenme hedefiyle, büyük hayvanların avlanabilmesi tam bir işbirliğini doğururken, öncelikle cinse dayalı işbölümü de gelişmiştir. Fizyolojik temeldeki cinse dayalı bu işbölümü avcılık-toplayıcılıkla birlikte, yerleşim bölgelerindeki ve dışındaki işlerin de bölünmesini getirmiştir. Kadınlar, klanın yaşam alanında gündelik işlerin düzenlenmesi, toplayıcılık vb. ile erkekler de dönemin ana geçim biçimi olan avcılık ile avadanlık taki aletlerin üretilmesi vb. işlerle uğraşır olmuşlardır. Beslenme ögelerine proteinin, daha sonra denatüre olmuş proteinin (pişmiş etin) eklenmesiyle yaşam süresi uzayınca, cinse dayalı işbölümünün ardından yine fizyolojik temelde yaşa dayalı işbölümü doğmuştur. Yaşlılar, bilginin aktarımı işlevini görürken, çocuk bakımını da üstlenir olmuşlardır. Fizyolojik temeldeki her iki işbölümü gelecekteki önemli toplumsal olayların yaratılmasının çekirdeğini oluşturmuştur.

Avcı toplumlarla birlikte ateşin kullanımı, insanın özgürlüğe ilk adımı olarak da değerlendirilebilir. Ateş, günışığı ile devinmek zorunluluğunu kaldırıp günlük yaşantının geceleri de, bu kez oturarak ve doğrudan Onur Hamzaoğlu Meclis: Yakın Tarihteki Türkiye Deneyimlerimiz 89 çalışmaksızın sürdürülmesi ve mağaralarda barınma olanağını yaratmıştır. Ateşin sağladığı iletişim yoğunluğu bir yandan dilin gelişimini sağlarken, günlük yaşamdan edinilen bireysel deneyimlerin birbirlerine aktarılarak ortak bir bilgi birikimi oluşumunu da beraberinde getirmiştir. Bu durum öğrenebilmek için olayları yaşama zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır.

Toplayıcı toplum biçiminde olduğu gibi avcı toplum biçiminde de her bir bireyin varlığı klanın varlığı ile mümkündür. Kolektif bir biçimde yapılmakta olan avcılık, kolektif mülkiyeti de yaratmaktadır. Birlikte üretim ve kolektif mülkiyet toplumun siyasi yapısına da yansımıştır. Avlanma sürecinin gerektirdiği işbirliği ile kadınlarla erkekler arasındaki iş bölümünün gerektirdiği koordinasyon klanda şeflik kurumlarını geliştirmiştir. Bununla birlikte, klan şefliği klan üyeleri arasında siyasi ve iktisadi bir ayrımlaşmayı temsil etmemiştir. Klan üyeleri arasında yaş ve cinsiyete dayalı işbölümü dışında haklar ve sorumluluklar/ yükümlülükler bakımından herhangi bir farklılık yoktur. Klanların şefleri, iş sürecindeki yetenekleri, cesaret ve kuvvetleri, planlayıcılıkları, deneyimleriyle kendiliklerinden klanın diğer üyelerinden ayrılmış kişilerdir. Şefler bütün klan üyelerinin ortak kararı ile seçilmişler ve istenildiğinde de yine aynı şekilde bu görevlerinden alınmışlardır. Klan içindeki en büyük güç, tüm kadın ve erkeklerden oluşan Klan Meclisinin olmuştur. Bu meclis, klan şefini de seçerek günlük işleri ona bırakmakta, gerekli gördüğünde de almaktaydı. Ancak, en yüksek otorite tüm klandır. Herkesin hak ve ödevleri aynıdır; hak olan şey aynı zamanda ödev, ödev olan şey de aynı zamanda her bir kişi için haktır.

Üretim ve mülkiyetin kolektifliği toplama ve avla elde edilen besinlerin de eşit biçimde paylaşımını koşullamıştır. Paylaşımın ölçüsü biyolojik doğal ölçekler olmuştur.

 

1.2. Ya Köleci Toplum Biçimindeki Meclisler?

Sınıflı toplumların ilki olan köleci toplum biçimi yaşanmaya başladığında bilimsel bilgi ve teknoloji alanında “büyük” gelişmelerin yaşandığının daha o dönemde yazıyla birlikte kayıtlara geçirilmiş olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, “neyin pahasına?” sorusunu ve yanıtını yine kayıtlarda doğrudan okumak mümkün değil. Ancak, söz konusu kayıtlar incelendiğinde soruyu sormak ve yanıtını bulmak olanağına kavuşuyoruz. O dönemde köle emeği, köle sahipleri için “boş zaman” yarattığından insanlığın; yazı, matematik, felsefe, tekerlek vb. birçok “yeni” ile tanışması mümkün oluyor. Ama, “insanın insanlığını kaybetmesi pahasına”.

O dönemde köleci kent devletlerinin nüfusu dendiğinde, yaklaşık üçte ikisini oluşturan köleler “yurttaş” kabul edilmedikleri için sayılmıyor. “Demokrasi” kavramının üretildiği ve kimilerince hala doğrudan demokrasinin temeli/başlangıcı kabul edilen o dönemin “Meclis”lerinde ise, yalnızca erişkin, erkek köle sahipleri yer alıyor. Atina’da da Roma’da da. Özetle, erkeklerin ve toplam nüfusun ancak yüzde onunun sınıfsal kimlikleri üzerinden katılabildiği yapının “meclis” olduğunu, bir araya gelişlerinin ve karar alma mekanizmalarının demokratik olduğunu iddia etmek ya da söylemek bile, bizce doğru kabul edilmemeli. Bu nedenle demokrasi, akademia vb. kavramların da doğduğu o dönemki yapıların köle sahiplerinin farklı faklı amaçlar doğrultusunda bir araya geldikleri, cinsiyetçi yapılar olarak tanımlanması gerekiyor. Kısaca açıklamaya çalışılan bu gerekçeler nedeniyle söz konusu dönemin yapıları, günümüzün siyaset alanında, muhalefet için alternatif olabilecek yapılar olarak ele alınmadığından, içerik ve işleyişine tarihsellik bölümünde ayrıntılı bir biçimde yer verilmedi.

 

1.3. Ödevlerimiz

İnsanlık tarihinde ilkini daha “ayrıntılı incelemeliyiz”, ikincisini de aradığımız formun temel özelliklerini “karşılamıyor” diye tespitlerde bulunduğumuz iki ayrı toplum biçimi dönemi dışında pek çok meclis öncüllerinin, deneyimlerinin olduğunu da biliyoruz. Ancak, söz konusu deneyimlerin, yalnızca aktarımımı bile, bu çalışmanın kapsamını dergi sınırlarına sığmayacak biçimde büyüteceği için yer veremiyoruz.

Yaşamın öznesinin insan olabilmesi için ya da insanın özgür yaşayabilmesi için, irili ufaklı, uzun ömürlü kısa ömürlü birçok deneyim yaşandı. Paris Komünün’den Rusya’da yaşanan 1905 ve 1917 Devrim süreçlerindeki konseylere, İspanya Devrimi’ndeki konseylerden 2. 90 Dünya Savaşı sırasında Kıta Avrupası’nda yaşanan yaygın anti-faşist mücadele dönemindeki formlarına kadar pek çok deneyimin günümüzdeki meclis tartışmalarına katkı sunacak yönlerini incelemek ödevlerimizden bir grubu oluşturmalıdır.

Öte yandan daha da güncel olanları da var. 20. yüzyılın son çeyreğinde Latin ve Güney Amerika’da yaşanmaya başlayan ve halen varlığını bir biçimde sürdüren deneyimlerden, Zapatistalara ve 21. yüzyılın hemen başında da Rojova’da-Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nda hayata geçirilmiş olan “demokratik özerk yönetim kantonlarına”, “yasama meclisi”, “yürütme meclisi” vb. adı meclis olan ya da olmayan birçok formun da benzer perspektifte araştırılıp incelenmesi gerekiyor. Söz konusu isimlerin aklımıza bir çırpıda gelenler olduğunu belirtmemiz gerekir. Yoksa ilgili kaynaklarından tarayarak çok daha fazla sayıda meclis ya da meclis formuna yakın deneyimin hayata geçirildiğini biliyoruz. Bununla birlikte, meclis tartışmaları için söz konusu bu çalışmaların varlığı, sürece siyasal zenginliklerin yanı sıra akademik de bir zenginlik katacaktır.

 

2.Son 40 Yılda Kapitalizm Ve Dünya

2.1. Dünya Ve Türkiye’de Somut Koşullar

Kapitalizmin, yetmişli yıllarda içine girdiği kriz, ABD’nin hegemonik öncülüğünde Dünya Bankası (DB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun organizasyonuyla çevre kapitalist ülke halklarına bedel ödetilerek atlatılabilmişti. Günümüzde ise yaklaşık on yıl önce başlayan birikim krizini ne sermaye sahipleri ne de aktörleri yönetemiyor. Seksenli yıllarda ABD hegemonyasında kurulmuş olan ekonomik sistem çözülüyor. ABD, 21 trilyon doları aşan devlet borcu, 6 trilyon dolardan daha fazla dış borcu ve 500 milyar doları aşan dış ticaret açığıyla, IMF ve DB’nin politikalarını eskisi gibi belirleyemiyor. Merkez kapitalist ülkelerin her biri kendi başının çaresine bakmak zorunda kalınca, kutuplaşmalar ve çelişkiler de görünür oldu. Sistemin önemli özelliklerinden serbest ticaretin yerini korumacılığın ve ticaret savaşlarının almak üzere olduğu kaygıları ön plana çıkınca, IMF Başkanı uyardı: “herkes kaybedecek”. Kriz silahlanmaya da görülmemiş bir boyut kazandırdı. Günümüzde silah üreticisi ülkeler artık başka ülkelere sattıkları değil, sermayesinin büyük bölümü ülkelerindeki patronlara ait üreticilerden orduları için satın alıp, kullandıkları her bir bomba ile ekonomilerine nefes aldırmaya çalışıyorlar. Bu durum, yeni yeni çatışma ve savaşların temel gerekçesini oluşturuyor.

Patronlar, her zaman olduğu gibi krizin faturasını, yaşamak için emeğini satmak zorunda olanlara yansıtınca, toplumsal öfke de günden güne yükseliyor. Ancak bu öfkenin; iktidarlar tarafından pek çok ülkede dincilik, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı/ göçmen düşmanlığı ile neoliberalizm ve aydınlanma karşıtlığı üzerinden toplum kutuplaştırılarak ve çatışmalar yaratılarak; sistemle ilişkilendirilmesine engel olmaya çalışılıyor. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin hazırlayıcısı ülkelerin bugünkü iktidarları bile Bildirgeyi rafa kaldırdı, kaldırmak zorunda kaldılar. Çünkü, günümüzde; 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde sahip oldukları; rıza üretebilecek araçlardan mahrumlar. Ellerindeki tek araç şiddet. Şiddetin bireysel olanlarından savaşa kadar bütün formlarını kendileri ve yönetimlerinin bekası için uyguluyorlar. Toplumlar kendi içinde genç, eğitimli ve şehirde yaşayanlarla yaşlı, düşük eğitimli ve küçük yerlerde yaşayanlar arasında ayrıştırılıyor. Seçmen, kutuplaşmalar üzerinden popülist sağ partilere yönlendiriliyor. Öyle ki, Kıt’a Avrupa ülkelerinde bile bu partilerin oyları son 15 yılda ortalama 3 kat arttı. Ülkemizde de AKP, başta kendi tabanına yönelik olarak Kürt ve onun siyasal figürleri karşıtlığı üzerinden milliyetçi tutum alışa yönlendirdi, yetmedi, ardından da iktidarını Türk milliyetçiliğinin günümüzdeki beşiği MHP ile paylaşmaya başladı. Dışında kalanları da “hainler” olarak damgalamaya devam ediyorlar.

Türkiye’de iktidar blokunun “istikrar” alanı olarak övündüğü, ekonomi de siyaset de iç dengelerini kaybetti. Kapitalizmin yapısal krizi ve bunun geniş toplum kesimlerine, yalnızca ekonomik değil, günlük yaşantının neredeyse bütün alanlarındaki olumsuz yansımalarının etkisiyle, toplumsal muhalefetin yükselişi dünyada da Türkiye’de de görünür hale geliyor. Yakın zamanda daha da yükseleceğini öngörmek mümkün. 16 yıl önce seçmenlerin yüzde 26’sı ile meclisteki sandalyelerin yüzde 64’ünü alarak hükümet olan AKP’den neredeyse eser kalmadı. 91 Kurucu ekibi dağıldı, tek adam tarafından yönetiliyor. Taban desteğini kaybediyor, örgütlenmesi ve ilişkileri çözülüyor. Dış ilişkilerde karaya oturdu. İktidar, eskisi gibi gündem belirleme becerisini dahi yitirdi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi kendi kadro ve yandaşlarıseçmenleri dahil geniş toplum kesimlerinde tartışmalı hale geldi. İktidar bloku içinde oluşmuş olan çatlaklar her geçen gün daha da büyüyor ve derinleşiyor.

Rejim, yeni ittifaklar kurabilmek ve ayakta kalabilmek için çabalarını yoğunlaştırdı. Ancak, “büyük çoğunluk” için mutfakta düzenli olarak tencere kaynatabilmek olanaksız hale geldi. “Büyük çoğunluk”, kendisi için “yeni” bir umut, çözüm arayışı içinde. Mart 2019 yerel seçim sonuçları ve Haziran 2019’daki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri bu durumun bir göstergesi olarak değerlendirilebilinir. Öyleki, iktidar 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinden sonra bir defa daha seçim sonuçlarını, 31 Mart yerel seçim sonuçlarını, kısmi de olsa iptal etmek zorunda kaldı. Kendi meşruiyetinin anahtarı olarak propagandasını yaptığı “sandıktan çıkan sonuçları” hiçe saydı. Seçilmiş Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye Eşbaşkanları görevden alındı, yerlerine kayyum atandı. İktidar Haziran 2015’de olduğu gibi gidişini uzatmaya çalışıyor. Ancak, görünen o ki bu sefer işi 2015’de olduğundan çok daha zor.

Mart ve Haziran 2019 seçimlerinde AKP’nin ve onun Başkanı’nın kaybedebileceği, bunun hiçbir çabayla değiştirilemeyeceği görünür oldu. Söz konusu durum, yaşanmakta olan sorunların gerçek alternatifini yaratabilmek için bugünden yarına örgütlenmeyi öncelikli olarak ele almak gerektiğini, diğer bir ifadeyle sokağı işaret ediyor. Yoksa, tarihsel olarak da bildiğimiz gibi, birileri tarafından hemen her zaman bu gereksinim karşılanır, boşluk doldurulur. Esas olan bunları “bizim” yapıp yapamayacağımız. İşte, böyle bir dönemde olduğumuzdan da hareketle, meclis tartışmaları bu topraklarda günümüzde de önemsenmeli ve büyütülmelidir.

 

2.2. 80’li Yıllar Sonrası Sınıfın “Yeni” Karakteri

Seksenli yıllarla birlikte kapitalizmin yeniden düzenlenmesi/neoliberalizm, çalışma yaşamında da yapısal düzenlemeleri beraberinde getirdi. Burjuvazi bu alandaki düzenlemeleri kendi aleyhlerine olabilecek hemen tüm olasılıkları bertaraf etme hedefiyle uygulamaya koydu. İşçi-emekçi sınıfının örgütlülüğünü zayıflatabilmek adına en ince ayrıntısına kadar hem çalışma ilişkilerinin hem de çalışma koşullarının düzenlenmesine yönelik düzenlemeler gerçekleştirdiler. Seksenli yıllarla birlikte, merkez kapitalist ülkeler başta olmak üzere, özellikle kuzey ülkelerinde hizmet sektörü büyük bir hızla genişledi. Bu alandaki istihdam katlanarak arttı. Bilindiği gibi, hizmet sektörü; i) Özellikle insanın yeniden üretimine yönelik işlerden oluşur, ii) Herhangi bir meta gibi depolanmaz ya da stoklanmaz, anında tüketilir. Hizmet sektöründe çalışanlar; i) Bürokratik koşullar içinde çalışırlar, ii) Bilinç, ideolojik değerler, örgütlenme ve sınıf pratikleri bakımından sanayi işçilerinden farklıdır, iii) Mesleki bilinç formları, resmi ideolojiye yakınlık, kariyerist ve konformist tutumlar daha yaygındır. Ayrıca, sermayenin organik aydınlarına göre, hizmet sektöründe “kafa gücüne dayalı olarak çalışanlar çoğunluktur.” Oysa bu saptama gerçeği yansıtmamaktadır. İstatistiklere göre, temizlik, posta, sağlık, toplu taşıma vb. alanlar başta olmak üzere, hizmet sektöründe kol gücüne dayalı olarak çalışanlar daha fazla sayıdadır.

İşte son 30-40 yıldır sınıfın niteliği, niceliği, sınıf hareketleri, sınıf mücadelesi vb. alanlardaki tartışmaların neredeyse tamamı yukarıdaki saptamalar üzerine oturtulmaktadır. Sanayi sektörünün istihdamdaki payının azalması ve çalışma ortamındaki düzenlemeler nedeniyle de akademiden sosyalist parti ve yapılara kadar sistem karşıtı faaliyetlerde gözler hizmet sektörüne yönelmiş durumdadır. Oysa, doksanlı yıllarla birlikte yedek emek gücünün-işsizlerin geometrik artışı, kapitalizmin yapısal krizini aşabilmek adına değişmez sermayeye (dolayısıyle öncelikle doğaya) yönelik talandaki neredeyse patlamanın ortaya çıkardığı ekolojik tahribat ve bunun oralarda ve yakın çevresinde yaşayanların günlük yaşamlarında oluşturduğu yıkımlar ile iklim başta olmak üzere, bazı alanlarda yaşanan küresel krizler, egemen ideolojinin bileşimindeki resmi ideolojinin payındaki ve etkisindeki büyük artış/muhalefetin gerilemesi vb. nesnel koşullar 70’li yılların sonuna kadar olduğu 92 gibi fabrika vb. üretim alanlarında, sendikalarda, sol-sosyalist siyasi yapı ve partilerde dikey örgütlenebilmeyi/örgütlenmeyi neredeyse engelleyici bir ortamı da beraberinde getirmiştir.

 

3.Doğrudan Demokrasi: Meclis

3.1. Günümüzde Meclisleri Doğuran Koşullar

Yukarıda bahsedilen nedenler, seksenli yıllardan itibaren işçilerin, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin yaşam koşullarındaki gerilemelere paralel-tepki olarak, sorunu yaşayanların karşı çıkışının, mücadelesinin ve örgütlenmesinin ortaya çıkışına engel olmuştur. Karşı çıkışın aksine kayıplar, gerilemeler, örgütsüzlük, yılgınlık, bezginlik, yabancılaşma vb. ile kişinin/bireyin biricikleşmesi egemen hale gelmiştir. Örgütlülük, kapitalizmle (ana sorunla) mücadele küçümsenir, dışlanır olmuştur. Sendikal, siyasal hatta meslek örgütlerinde bile örgütlülük zaman içinde neredeyse “hiçler” düzeyine inmiştir. Sistemin, dönemin başlangıcında, bunların yerine koymak istediği hükümet dışı organizasyonlar (NGO) ve sivil toplum örgütleri (STK) dahi günümüzde neredeyse tabela yapılarına dönüşmüştür.

 

3.2. Meclislerin Bileşimi ve Hedef(ler)i

Bütün bu yaşananlar sistemi, yaşamını, toplumu sorgulayanlar arasında dar kapsamlı da olsa, farklı farklı zaman ve mekanlarda bazı arayışları ve tartışmaları da tetiklemiştir. Bu tartışmalar beraberinde, yaşam alanlarında örgütlenme vb. dışında birçok “yeni” örgütlenme, mücadele formu ve aracının geliştirilmesini, eş zamanlı olarak sınanmasını da beraberinde getirmiştir. Çünkü, hayatı yaratanlar, özünde teslim olmak yerine mücadeleyi sürdürüyor. Hareket azalsa, görünürlüğünü yitirse de asalaklarla var edenlerin mücadelesi her daim devam ediyor. İşte mücadelenin 21. yüzyıl koşullarında da yeniden ete kemiğe bürüne bilmesi için hangi formlarda, kimler, nerede, nasıl (vb.) bir araya gelmeli, örgütlenmeli sorularını soranların ve yanıt arayanlarla, verenlerin çabaları devam ediyor. Genellikle sorun, konu temelinde bir araya gelinmesi, tanımlanmıyor olmasına karşın bunun neredeyse tümünün sınıf temelli (üst kimlik) olması, yanı sıra, kimliklerin (alt kimlik) öne çıkartılabiliyor ve görünür olması, amirin de yöneticinin de olmaması, isteyen herkesin herşeyde (üretme, karar alma vb.) istediği biçimde yer alması, isteyen herkesin her karar sürecine katılması, oylamanın değil iknanın öncelikli olması vb. özellikleri öne çıkıyor. İyi, güzel ama ‘devamlılığı olmuyor’ tespitinde bulunulan son yılların gözde örgütlenme formu meclisler için söz konusu saptamanın genellenemeyeceğinin altını şimdiden çizelim. Çünkü, bugüne kadarki izlenimlerimize göre, meclislerdeki devamlılık genellikle sorun/konu temelli biraraya gelişin ardından sorunun çözümü ile ilgili süreçte yapı ve organizasyon olarak büyüyüp gelişmek, sorun çözüldüğünde ya da konunun güncelliği kaybolduğunda (seçim vb. gibi) uykuya geçmek. Konu/sorun yeniden gündeme geldiğinde kalınan yerden devam etmek, devam etmeye çaba göstermek. Özetle, meclis, doğrudan demokrasinin hayata geçirilebilmesi için toplumsal yaşantıda bir mekandır, toplanma, karar verme vb. ölçeğidir. Biliyoruz ki toplumu oluşturan bireylerdir. Bireyler de toplumun içinde var olurlar. Ve tek başına ne ekonomik ne de siyasal haklar “özgürleşmeyi” sağlayamaz. Tam ve gerçek özgürleşme için ekonomik ve siyasi hakların bir arada bulunması gerekir. İşte meclisler, nihayetinde böyle bir ufkun aracı olarak varolabilecektir. Bu gerçekleştiğinde, meclisler, doğrudan demokrasinin hayata geçirilebileceği temel siyasi birimler olacaktır.

Meclislerin, bireylerin kendiliğinden bir araya gelişleriyle oluşmasının dışında, benzer mekanizmaları hedef almakla birlikte, siyasi yapılar, partiler aracılığıyla oluşturulanlarının, oluşturulmaya çalışılanlarının da olduğunu belirtmemiz gerekir. Meclislerin niteliği ve niceliği ile ortaya çıkan siyasi birim olma özelliği aynı zamanda toplumsal muhalefetin örgütlü yapılarının da dolaylı olarak da olsa bir araya gelebileceği yapılar olma özelliğini ortaya çıkartmaktadır.

Bu çalışma kapsamında meclislerde örgütlenme hedefinin nihai amacının; yaşamın öznesinin insan ve doğanın olduğu, “dinamik” bir toplum biçimini hayata geçirebilmek olması gerektiğini belirtmemiz gerekir. Sömürüsüz, barışçıl, sonuçta eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı, patriarkanın olmadığı, 93 doğrudan demokrasinin hedeflendiği bir toplumsal yaşantıyı kurabilmek, böylece mutluluk ve refah içinde yaşayabilmek. O zamana kadar da yapılacaklarla hedeflenen bu toplumsal yaşantıya ulaştıracak yolun taşlarını ödeyebilmek ve yolu oluşturabilmek. Özetle, mutlu sona kadar da hedeflenenin öncüllerini yaşayabilmek.

Günümüzün koşullarında, bu kapsamlı amacı gerçekleştirebilmek adına örgütlenecek yapının adını, öncülleri avcı toplumlarda klan meclisleri olarak yaşanmış olan, MECLİS olarak tanımlayabiliriz.

İçinde yaşamakta olduğumuz kapitalist toplum biçimininin yukarıdaki saptamalar doğrultusunda, homojen olmayan, sınıflı yapısı dikkate alınmadan meclisin öznelerinden bahsetmek doğal olarak doğru olamayacaktır. Hedefleri dikkate alındığında, bu yapının özneleri en genel tanımlamasıyla “yaşayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olanlar” olacaktır.

Bunun yanı sıra, son yıllarda çok daha net olarak öğrendik ki sınıf kimliği altında “aynılar” yok, “benzerler” var. Buradaki aynı olmamayı belirleyen de kimlikler: toplumsal cinsiyet, etnisite, dil, ırk, inanç, cinsel yönelim vb.. Söz konusu kimlikler, kişilerin dünyaya geldikleri, yaşadıkları, birbirleriyle ilişkiye girdikleri koşulların içinde ortaya çıkıyorediniliyor. Sınıflı toplumlarla birlikte, her biri birer sosyal ve tarihsel inşanın ürünü olarak kimlikler var olmuş. Günümüzde de var olmaya devam ediyor.

Sınıfsal çelişkilerin yanı sıra, kimlikler üzerinden de insanlar arasında bağımlılık ve iktidar ilişkileriyle bunlar üzerinden ortaya çıkan çatışmaların insanlık tarihi boyunca yaşanmış olduğu bilinmektedir. Kimlik farklılaşmasından doğan sorunlar sınıf kimliğinden doğan sorunlardan farklı farklı biçimlerde yaşanmaktadır. Sınıfın varlığı “kendisi için sınıf ” aşamasına ulaşmadıkça sınıf gerçekliğinin toplumsal yaşantıda doğrudan tek tek bireyler için herhangi bir anlamı-önemi olmamaktadır. Egemen sınıf üyelerinin dışında kalanların yaşadıkları sorunların kaynağı sınıfsal yapı, kimliksel aidiyetler olmakla birlikte, sınıfsal yapıdan kaynaklanan sorunların kaynağı da bireyler tarafından çoğu zaman kimliksel aidiyetler olarak yaşanmakta ve algılanmaktadır. O nedenledir ki günümüzde kimlikler dışlanmamalıdır. Öncelikle, kimlikler üzerinden yaşanmakta olan sorunların tanımlanması, azaltılması ve ortadan kaldırılabilmesi için sistemli bir çaba içinde oluna bilmelidir. Meclisler bunun da aracı olabilecek potansiyeli barındırmaktadır.

 

3.3. Meclislerin Mekanı ve İşleyişi

Bu bölümde şimdiye kadar paylaştıklarımızdan hareketle, bireylerin mahallede, fabrikada, üniversitede, hastanede, okulda vb. bir araya gelebilmek, dayanışabilmek, ortak-kendi yaşamlarına sahip çıkabilmek, karar alabilmek, uygulayabilmek, üretebilmek, paylaşabilmek, aç kalmamak vb. için hiyerarşik olmayan bir yapılanma içinde olmaları gerekiyor.

Yukarıdaki saptamalardan hareketle, meclisler, üye sayıları, kapsadığı mekanın-bölgenin büyüklüğü ve işleyiş olarak “doğrudan demokrasinin” (assembly democracy) temel siyasi kurumları olarak ele alınmalı, var edilmelidir. Meclisin bütün üyelerinin meclisin herhangi bir politika benimsemesinden önce, politikanın ne olması gerektiği konusundaki görüşleri diğer üyeler tarafından bilinebilmelidir. Meclisin tüm üyeleri ele alınan konular ve bunların olası sonuçları hakkında, bilimsel bilgi kaynaklarından zamanında ve yeterli olacak kapsamda, arzu ettikleri kadar öğrenebiliyor olmalıdır. Karar alma sürecinin temelini üyelerinin tümünün olurunu almak oluşturmalıdır. Üyelerin tümünün olurunun olmadığı durumlarda öncelikle üyelerin tümünün birbirlerini bilgilendirmeye dayalı ikna süreci devreye girmelidir. Olur alma ve ikna aşamalarında tüm üyelerin kabulü/ reddi başka bir ifadeyle, benzerliği sağlanamadığı durumlarda her üyenin katıldığı ve etkisinin aynı olduğu oylama yapılarak karar alınmalıdır.

Tüm bu özelliklerinin yanı sıra, meclisler orta ve daha ileri vadede yıkma ve inşa, yeniden inşa diyalektiğinin yaşandığı ve yaşatıldığı toplumsal ve siyasi birimler olacaktır.

 

4.Türkiye’de Meclis Deneyimleri

Yaklaşık olarak son 40 yılda, kapitalizmin gündelik yaşamda insana (doğrudan ve dolaylı) dayatmaları diye özetleyebileceğimiz, yukarıda kısaca açıklanan 94 koşullar, son 7-8 yıl içinde Türkiye’de de siyasi öznelerin hazırlıklı bir öncülüğü olmaksızın, ülke genelinde herhangi bir siyasi özne(ler) tarafından doğrudan örgütlenmeden, öncesinde planlanmayıp zamanın/anın gereksinimi üzerinden, daha çok sorun çözme hedefiyle farklı alanlarda, farklı boyut ve içerikteki üç MECLİS deneyimini yaşamımıza kazandırdı. Bunları tarihsel sırasıyla Gezi-Haziran İsyanı, Hayır Meclisleri ve Barış İçin Akademisyenler olarak sayabiliriz. Türkiye siyasi tarihinin Haziran 2013’den itibaren “Gezi-Haziran İsyanı öncesi ve sonrası” olarak ele alınacağını düşündüğümüzden bunu diğerlerine göre biraz daha geniş bir çerçevede ele alacağız.

 

4.1. Gezi-Haziran İsyanı

Türkiye’de toplumun geniş kesimleri için tarihsel davranış modelimiz olan itaat ve rıza gösterme yerini, Mayıs-Haziran 2013 tarihinde talep etme, direnme hatta isyana bıraktı. İstanbul, Taksim’deki Gezi Parkı’nda ‘birkaç ağacın kesilmesinin engellenmesi’ için 28 Mayıs’ta başlayan direniş, hemen ardından Taksim Meydanı’nı da kapsadı ve kısa süre sonra, resmi açıklamalara göre, 79 ile yayılan halk ayaklanmasınaisyanına dönüştü. Cumhuriyet tarihimizde bir benzeri daha yaşanmamıştı. Bu özelliği de dikkate alındığında, hem direnişin hem de dönüştüğü isyanın nedenlerini son bir ya da birkaç yılda yaşananlara bağlamak yetersiz kalacaktır. Ülkemizde, 12 Eylül 1980’de asker darbesiyle başlayan süreçle birlikte, devletin önceliği, “24 Ocak Kararları” olarak açıklanan, kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecinde Türkiye’ye biçilen rolün hayata geçirilebilmesi için gerekli koşulların yaratılması ve uygulanması oldu. Özellikle doksanlı yıllarda toplumsal yaşantının gündelik pek çok ayrıntıyı da içerecek biçimde yeniden düzenlenmesine, sermayenin mutlak egemenliği adına insanın, doğanın daha da “değersizleştirilme” ve nesneleştirilme girişimlerine tanıklık ettik. Diğer yandan, Kürt/Türk sorununun barışçı yollardan çözümünün pek çok talebe karşın, devlet tarafından reddedilmesiyle şiddetlenen ve zamanla “kanıksanan-sıradanlaşan” savaş ortamını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Bu süreçte ulusötesi sermaye adına yapılanların karşısında ortaya çıkan mağduriyetlerin yarattığı öfke, devlet ve hükümetler tarafından ustalıkla Kürt siyasal hareketine yönlendirildi. Öfke boşalımlarının cenaze törenleri, asker uğurlamaları vb. biçimlerde o alanda gerçekleştirilmesi sağlandı. İkibinoniki yılının son aylarında başlatılan ateşkes ve müzakere o tarihlerde neredeyse sekiz ayına ulaşmak üzereydi. Özetle, bir yandan biriken diğer yandan azar azar da olsa rahatlatılan toplumsal öfkeyi gerçek hedefinin dışına yönlendirmede ana araç olarak kullanılan Kürt/Türk sorunu, görece olarak da olsa bir süredir aradan çekilmiş oldu. Yaşadıkları mağduriyetlerin engellenebilmesi yönünde her türlü hukuksal ve örgütsel olanağı uzun süredir yitirmiş olanlar, bulamayanlar, böyle bir atmosferde, açık ve net bir biçimde sorunlarının-mağduriyetlerinin ‘nedeni’ olarak Hükümeti görebildiler. Uzun bir süredir sağlanan baskı, mutlak denetim, şiddet ve yaftalama ile oluşturulan korku kalkanı küçük bir zorlamayla kimsenin beklemediği bir yerden ve beklemediği bir zamanda çatladı. Adeta bir barajın bendinin yıkılışında görebileceğimiz boşalmaya tanıklık ettik, yaşadık. Yakın ve uzak çevresi ile nedenselliklerinin irdelenmesi derin ve uzun boylu analizleri gerektirmesinin yanı sıra, kalkanın görünen kırılma noktası doğa-çevre. Son on yılda hidroelektrik santralı (HES), Toplu Konut İdaresi (TOKİ) aracılığıyla yürütülen kentsel dönüşüm, orman arazilerinin yapılaşmaya açılması, sanayinin doğaya ve insana verdiği zararların görünürlüğü, rüzgâr enerji santralı(RES) vb. olaylar yakıcı hale gelmişti. Bunların ortak özelliği doğanın doğrudan talanı ile yaşam alanlarının işgaline ve her türlü kültürel, coğrafi, tarihsel vb. farklılıklar dışlanarak, tekleştirilmesinin yarattığı tehdit ve bu tehdit karşısında yurdun dört bir tarafında, sorunun yaşandığı yerlerde küçük küçük öbekler halinde halkların örgütlenmesi, aralarında kurulan ilişkilerle birlikte yaratılmaya çalışılan dayanışma ortamıydı. Bugünden baktığımızda süreç içerisinde, çoğu zaman akut sorunu doğrudan yaşayanlara destek için yanlarında olan, çoğunluğu seksen hatta büyük çoğunluğu doksanlı yıllarda doğmuş gençler üzerinden bir kent-kentli hareketinin ortaya çıktığını ve içten içe siyasallaşmış olduğunu da görüyoruz. İsyanın öznelerinin neredeyse tamamı, yaşayabilmek 95 için emek-gücünü satmak zorunda olanlar ya da okulları bittiğinde olacak olanlar. Weberyan söylemle, kimisi mavi kimisi beyaz yakalı, kimisi üst düzey kimisi orta düzey yönetici, kimisi işsiz kimisi yoksul, kimisi kendi işinde kimisi inşaatta kimisi fabrikada çalışıyor ya da okulu bitince, iş bulunca çalışabilecek. Gezi Parkı’nda ‘iki ağacın’ kesilmesinin engellenmesine yönelik eylemlilik çığ gibi büyüyüp, önce Gezi Parkı Direnişi’ne hemen ardından da Taksim Direnişine dönüşmesiyle eş zamanlı olarak, polis güçleri tarafından ülkemizin ‘yeni’ eylemcilerine uygulanan şiddet çok hızlı bir biçimde neredeyse ‘düşmana saldırıya’ dönüştü. Direniş de isyana. Nasıl dönüşmesin? Çoğu hedef gözetilerek atılan-silah olarak kullanılan tonlarca gaz bombası, binlerce plastik mermi, can yakıcı maddelerle katkılandırılmış tonlarca su ve biber gazı ile birlikte job, tekmeler ve yumrukların kullanılmasıyla uygulanan şiddetten bahsediyoruz. Binlerce kişi yaralandı, kurulan sokak sağlık birimlerinde ilk yardım tedavisi aldı, bazıları astım nöbeti geçirdi, bazıları gözünü kaybetti ve sekiz canımızı yitirdik.

Yazılı ve görsel yandaş medya ilk günden itibaren yaşananları görmezden geldi. Penguen belgeseli göstermeyi tercih ettiler. Direnişçiler, ‘ülkemizin doğu, güneydoğusundaki olayları 30 yıldır bu medyadan mı izledik?’ sorusunu sorabildiler. Şapka düşmüş, kel görünmüştü. Üstüne üstlük kral da çıplaktı. Olaylar devam ederken, alternatif iletişim ağlarını sosyal medya aracılığıyla kurdular. Hem haberleştiler, paylaştılar hem de yaşananları dünyaya sansürsüz olarak duyurabildiler. Yıllardır gölgesinden korkup burnunun ucunu bile sokağa uzatamayanlar o günlerde sokağın sahibi oldular. Gezi-Haziran İsyanı sürecinde yaşadıklarımızın daha başından itibaren kazanım olduğunu söylemek, geleceğimiz adına bir kazanım ve yeni bir umut kaynağı olduğunu kabul etmek hayalcilik değil. Bu süreçte, ülke genelinde mahallelerde, semtlerde kendiliğinden bir araya gelme ile kurulan meclislerden bir bölümü günümüzde de varlığını sürdüyor. Çoğu karşı çıkış, daha az olarak da birşeyleri üretebilme, gerçekleştirebilme hedefiyle de olsa zaman zaman toplanıyor. Yaşıyorlar… İstanbul başta olmak üzere, birçok ilde gösteri ve yürüyüşe fiilen yasaklanmış alanlar geri alındı. Korku salgını durduruldu, geriletildi. Yerini cesaret salgını aldı. Bu durumda bile Gezi Parkı’na alışveriş merkezi yapılamayacak… Yeter mi? Elbette yetmez. Ancak, bugün itibariyle bile kazanımlarımızın farkında olmalıyız. Görmeli, görünür kılmalıyız. Ülkemizin yeni eylemcileri bu kazanımları sağlarken, bedelini de ödediler. Ancak yaşayarak öğrendiler: tek başına değiller, yalnız değiller. Sözlerini hep birlikte söyleyebildiklerinde dinleniyor, bir şeyler değişebiliyor ve değiştirebiliyorlar…. “Her Yer Taksim Her Yer Direniş!” ve “Diren Gezi, Diren Lice!” sloganları halâ ülkenin her yerinde güncel. Bu iki slogan direnişin-isyanın kimliğini açıklamaya yeter de artar bile.

 

4.2. Hayır Meclisleri

İlk seçim yenilgisini, Haziran 2015 genel seçimlerinde yaşayan AKP, bugünün partili Cumhurbaşkanı’nın katkılarıyla seçim sonuçlarının uygulanmasını engellemiş ve Kasım 2015’de yeniden seçimler yapılmıştı. Süreçte AKP-MHP ittifakı kurulmuş olmasına karşın zaman içinde seçmen nezdinde daha da gerileyişlerini engelleyemediler. Bunun üzerine, sistem değişikliği planladılar. Ancak, partili Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ne geçişle ilgili yasal düzenlemeyi TBMM’den geçiremeyince plebisite götürmek zorunda kaldılar. Kamuoyunda referandum olarak adlandırılan süreçte toplum hemen hemen ikiye bölündü. Hayırcılar ve evetçiler. Evetçilerin neredeyse tümü AKP ve MHP destekçisiyken, hayırcılar muhalefetin hemen hemen bütün bileşenlerinin yanı sıra AKP ve MHP’nin az da olsa bir kısım seçmeninden oluşuyordu. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan plebisit öncesinde toplum neredeyse tüm kılcallarına kadar siyasallaştı. İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde başlangıçta sol, sosyalist muhalefet yerellerde, kendi belirleyiciliklerinde yapılanmalar oluşturup hem hayırı örgütlemek hem de kendi varlıklarını büyütebilmek adına çalışmalara başladılar.

Bununla birlikte, kapsayıcı olamamanın ve sürecin yegane belirleyicisi olma tutumun yanlışlığı kısa sürede görüldü. Öncelikle kendileri dışındaki sol, sosyalist yapılara da yer açan, devamında da hayır oyu kullanma potansiyeli taşıyan herkese ulaşma ve birlikte yol yürümeyi önceleyen bir tutum sürece 96 egemen oldu ve yerellerin bütün zenginliğini içeren Hayır Meclisleri kuruldu. Kısa sürede bulundukları yerellerde AKP ve MHP’ye oy vermiş seçmeni dahi hedefleyen bir çalışmayla sistem değişikliğinin getireceği olumsuzluklar geniş halk kesimleriyle paylaşıldı. Her bir yerelin kendi özgünlüğü üzerinden sağlanan mekanlarda biraraya gelindi. Ve İstanbul başta olmak üzere üzere büyük şehirlerde Hayır sonucu çıktı. Ancak tahmin edilen sandık marifetleriyle neredeyse 1 puan bile olmayan bir farkla evet’e kazandırdılar. Ancak, hayırcılar hem bir deneyim kazandılar hem moral buldular hem de AKP-MHP ittifakını Kasım 2015 seçim sonuçlarına göre gerilettiler, “kaybettirdiler”.

Plebisit sonrasında Hayır Meclislerinin bir bölümü, öncülleri olan Gezi-Haziran İsyanı dönemindeki meclislere benzer olarak dağılmadı, uyuyan bir hal aldı. 24 Haziran 2018 genel seçimleri ile 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde ve 23 Haziran, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde dönemsel olarak yeniden, yeniden aktifleşti ve her seferinde iktidara daha da kaybettirdi. Hayır Meclisleri, devamlılığında sosyalist-solcu bireylerin önceliği olsa da siyasal olarak heterojen yapısını koruyor. Seçimler gibi ülke genelinde siyasal tutum alışların yanısıra, yerellerin kendileriyle ilgili konular için de bir araya gelişleri sağlamaya devam ediyor.

 

4.3. Barış İçin Akademisyenler

HDP’nin AKP’ye tek başına hükümet olabilmeyi kaybettirdiği 7 Haziran 2015 seçim sonuçları uygulanmadı ve 1 Kasım 2015’te yeniden seçim yapıldı. Bu dönemde öncelikle Kürt illerinde yaşam hakkı ihlalleri başta olmak üzere, süresi bilinmeyen sokağa çıkma yasaklarının yarattığı ihlallerle birlikte, kentlerde ağır silahların, tankların, helikopterlerin kullanıldığı çatışmalar ve büyük kentlerde bombalı patlamalar yaşandı. Ülke genelinde korku ve korkudan korkma hali yaygın bir duygu durumuna dönüştü.

Böyle bir atmosferde, 11 Ocak 2016’da 1128 akademisyen, imzaladıkları “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir metni yayımlayarak, devletten “barış içinde yaşama” hakkı ile “bütün halkların ve bireylerin devlet tarafından düşman olarak görülmeme” hakkını talep etti. Hemen ertesi gün, doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından hakarete maruz bırakıldılar ve hedef gösterildiler. Bu tutumla eş zamanlı olarak imzacı akademisyenlerden bazıları evlerinde ve üniversitelerdeki işyerlerinde sabahın erken saatlerindeki polis baskınlarıyla gözaltına alındılar, aramalar yapıldı. Yaratılan şiddet ortamına karşın, metnin imzacıları bir hafta gibi kısa bir süre içinde 2212’ye yükseldi. İmzacıların çok büyük bölümü hakkında üniversitelerinde idari soruşturmalar başlatıldı.

Hükümet, 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan, günümüze kadar siyasi unsurlarının hiçbirinin kamuoyuna açıklanmadığı, “asker kalkışması”nı gerekçe gösterip, olağanüstü hal (OHAL) ilan etti. Hemen sonrasında 1 Eylül 2016 tarihli, 672 sayılı KHK ile 11 üniversiteden, 44 öğretim görevlisini kamudan çıkarttı. Eylül 2016’da başlatılan toplu tasfiyede, günümüze kadar devlet üniversitelerinden 398, vakıf üniversitelerinden de 8 olmak üzere toplam 406 öğretim elemanı KHK ile kamu görevinden ihraç edildi.

Grup olarak, 1 Eylül 2016’da ilk ihraç edilen Kocaeli Üniversitesi’nden 19 akademisyen, birkaç gün sonra Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni (KODA) kurdular. Üniversitedeki odalarını boşaltma süreci ülke geneline yansıyan bir protestoya dönüştü, 27 Eylül’de yaptıkları akademik yıl açılış şöleniyle de akademik faaliyetlerine devam edeceklerini duyurup, eğitim programlarını kamuoyu ile paylaştılar.

Kocaeli’nden önce üniversiteden atılmamakla birlikte, açığa alınan Eskişehir’deki bir grup imzacı akademisyen de Eskişehir Okulu’nu kurmuşlardı. Atılanların hemen hepsinin maaşları dışında hiçbir geliri yoktu. Hem üyesi oldukları sendika yönetimleri ile meslek odalarından üye meslektaşları hem de kentteki dostları bu durumda inisiyatif alarak dayanışma fonu oluşturdular. Başlangıçta idare mahkemelerine dava açılması için disiplin soruşturmaları döneminde başlayan ilişkiler de baz alınarak avukat dostlarının organize ettiği hukuki dayanışma süreçleri de geliştirildi. Kocaeli ve Eskişehir’den sonra, zaman içinde İzmir, Antalya, Ankara, İstanbul, Mardin, Dersim, Urfa ve Mersin’de de dayanışma için farklı form ve adlarda yapılar 97 kuruldu. Bu yapılar, hem dayanışmanın hem de bilginin toplumla doğrudan paylaşıldığı mekanlar haline getirildi. Böylece, hem barış talep ettikleri metindeki imzalarına hem de akademisyenliği yapmaya devam ederek kolektif olarak, sözlerine, geleceklerine ve kendilerine sahip çıkabildiler.

Ülkenin çok farklı üniveristelerindeyken bir metne tek tek imza veren, birbirinden pek çok yönden farklı akademisyen, ülke genelinde ortaklaşan mücadele ve direniş ortak hedefiyle kendi yerellerinde biraraya geldi. Bununla birlikte, her bir yerelin kendi özgünlüğünden kaynaklanan birbirinden farklı formlarda birlikte varoluşu ve üretimi sergilemeyi sürdürüyor. Ancak, her bir yerelin özgünlüklerinin yanısıra, tümünün kesişim kümesi olarak ortak özelliği; BARIŞ talebi, akademik faaliyetlerinekamuya geri dönebilmek için mücadele olmaya devam ediyor.

Bir tarafta işten atılmalar ve pasaport iptalleri yaşanırken diğer tarafta da imzacı öğretim elemanlarından 790’ına 2017’nin son çeyreğinden, 9 Ağustos 2019 tarihine kadar “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla ağır ceza mahkemelerinde tek tek ceza davaları açıldı. Bu davalardan 214’ü 15-36 ay arasında hapis cezalarıyla tamamlandı. Bugün için neredeyse dava açılan bütün akademisyenlerin, kimler olduğuna, hangi şehirde, hangi ağır ceza mahkemelerinde dava açıldığına, mahkeme heyetlerinin tutumlarından tutanaklarına, avukatların ve imzacı akademisyenlerin savunma metinlerine kadar hemen herşeyin bilgisine sahibiz. Sahibiz çünkü, bir grup imzacı akademisyen verili durumdan (üyesi oldukları sendika ve meslek örgütlerinin bu konuya yeterince yer verememeleri vb.), gönüllülük bazında kendisine görev çıkartıp davaları izlemeye başladı. Yukarıda kısaca bahsedilen başlıktaki bilgileri derledi, sistematize etti ve paylaştı. Hem dava açılan akademisyenler hem de avukatları arasında bilgi akışına dayalı iletişim sağladı, deneyimlerin paylaşımına aracı oldu. Aralık 2017 tarihinden itibaren yaklaşık 20 ay boyunca, her hafta en az iki güne dağılmış toplam 248 gün Çağlayan Adliyesi’ne gelerek duruşmaları bizzat izlediler, her hafta duruşma günlerinin birinde basın açıklaması gerçekleştirdiler. İstanbul dışından gelen imzacıların duruşmaları dahil kimseyi yalnız bırakmadılar, kitlesel katılım için çaba harcadılar.

Barış İçin Akademisyenler dava gönüllüleri olarak adlandırabileceğimiz söz konusu biraraya geliş de yerellerdeki dayanışma akademilerinden farklı bir formda ve nitelikte olmakla birlikte, barış ve mücadele diğerleriyle kesişen ortak hedefleri oldu. Barış İçin Akademisyenler tarafından kurulan, uygulanan, geliştirilen ve sürdürülmekte olan bu yapılanmaları Klan Meclisi’ne benzetmek mümkün. Aslolan klan, yönetici yok yürütücü var, o da gereksinime ve gönüllülüğe bağlı olarak sürdürülüyor ve değiştiriliyor.

 

5.Halkların Demokratik Kongresi

Halkların Demokratik Kongresi (HDK), günümüzde yaygınlığı açısından meclislerin kuruluşunda ikinci sırada yer alan “siyasi yapılar eliyle oluşturulan meclisler” grubunda ele alınmalıdır. HDK, kuruluşunda örgütlenmesini, ilçe, il ve bölge meclisleri eliyle ve doğrudan demokrasiyi sağlayarak oluşturacağına tüzük ve programında yer veren, bunu kurumsallaştıran, Türkiye’nin son yıllardaki ilk çok bileşenli toplumsal muhalif yapısı olma özelliğini taşımaktadır. Bu nedenle, HDK’nin Türkiye’de meclisler deneyimi ve tartışmasında özel olarak ele alınmaması önemli bir eksiklik yaratacaktır. Böyle bir durumun ortaya çıkmaması için yazar, Yeni Yaşam Gazetesi’nin 24 ve 25 Temmuz 2019 tarihli sayılarında yazı dizisi olarak yayımlanan yazılarının uzunca bir özetini, güncelleyerek paylaşacaktır.

 

5.1. HDK’nin İçine Doğduğu Türkiye

Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda AKP Hükümeti, ‘12 Eylül Anayasası’nı değiştiriyorum, evet oyu kullanmayanlar darbecidir’ safsatasıyla arkasına aldığı rüzgarın ardından emeğe, emekçiye saldırının yanı sıra, halklara, inançlara, yaşam biçimlerine vb. karşı tahammülsüzlüğünün görünür hale gelmesinde pervasızlaştı. Referandumla birlikte, yargıda gerçekleştirilen düzenlemelerin hemen sonrasında tekçi bir yaşamı hayata geçirmenin adımlarını hızla atmaya başladı. Temmuz 2019 tarihinde KCK, Devrimci Karargah, Balyoz ve Ergenekon davaları Cumhurbaşkanlığı tarafından KUMPAS DAVALARI 98 olarak tanımlanmış olsa bile, 12 Eylül 2010’dan itibaren, tek din, tek mezhep, tek halk, tek dil, tek sendika, tek parti, tek üniversite, tek lise, tek giysi, tek konut vb. başta olmak üzere üst yapı kurumlarının tümünde tekçiliği, saklamaya gerek duymadan, doğrudan siyasallaştırdığı yargıyı, siyasallaştırdığı sermaye birikim sürecini ve 15 Temmuz 2016 asker kalkışmasını bahane ederek gerçekleştirdiği Anayasa darbesini de kullanarak dayattı. Emekçi, yoksul, işsiz kimliğiyle ezilenler, bu dönemde yanlarına birileri daha eklenerek, alt kimlikleri (etnik kimlikleri, inançları, cinsiyetleri, cinsel yönelimleri vb.) üzerinden ezilmeye yok sayılmaya, mümkün olsa yok edilme hedefiyle acımasız bir dışlanma operasyonuyla karşı karşıya bırakıldı.

İşte böyle bir atmosferin, olgunlaşma sürecinin başlangıç dönemi de sayılabilecek Temmuz 2011’de genel seçimlere gidilirken nefessiz kalmamak için, öncelikle söz konusu bu atmosferde nefes alınabilecek bir alan açabilmek amacıyla, Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku (EDÖB) kuruldu. Her türlü engelleme ve baskıya rağmen EDÖB, seçimlerden zaferle çıktı. Benzer bir blok, 2007 genel seçimleri gündeme geldiğinde, hem emeğin hem de Kürt sorununun siyasi çözümünden yana olan siyasi parti ve yapıların bir araya gelişiyle ‘’Emek ve Barış Bloku’’ adıyla kurulmuş ve yine seçime bağımsız adaylarla katılmıştı. O dönemde de her türlü engellemeye karşın, seçimlerden başarıyla çıkılmış ve TBMM’de grup kurulabilmişti. Her iki sorunun çözümü için bir yandan iktidar zorlanırken, öte yandan kamuoyunun çok farklı kesimlerinin, Meclis kürsüsünden konuyla ilgili olarak “gerçek” bilgiyle aydınlatılabilmesi olanağı yaratılmıştı. Söz konusu, başarılı sayılabilecek süreç, 2011 genel seçimlerinde çok daha fazla sayıda siyasi parti ve yapının yanı sıra, aydın, yazar, bilim insanı, sanatçı, edebiyatçı vb. bireylerin de katılımı ve desteğiyle EDÖB’nin kurulmasını getirmişti. Seçimlere yine bağımsız adaylarla girilmiş ve önceki genel seçimlere göre, çok daha büyük bir başarıyla çıkılabilmişti.

 

5.2. HDK’nin Kuruluşu

2011 seçimlerinde elde edilen başarı; aynı zamanda “Kürt sorununun siyasi çözümü”, emek, demokrasi ile kişisel ve toplumsal hak ve özgürlükler mücadelesinde aktifleşen, çözüm talep eden bir seçmen kitlesinin, toplumsal muhalefetin de beraberinde var olduğunu ve son dört yıl içinde de geliştiğini gösteriyordu. Akıl almaz baskı ve engellemelere rağmen, EDÖB’nin seçimlerden zaferle çıkmış olması dışlananların, ötekileştirilenlerin önemli bir bölümüne moral oldu, heyecan verdi. O tarihlerde düzenli yapılabilen avukat görüşmeleri tutanaklarına yansıtıldığı kadarıyla öğrenebildiğimiz; Abdullah Öcalan’ın EDÖB’nin evriltilmesi gereken yapıyla ilgili olarak daha önceden önerilerde bulunduğu, yerellerde meclislere dayalı bir kongrenin hayata geçirilebilmesinin, bu topraklarda birlikte ve eşit yaşamın anahtarı olduğu yönündeydi. EDÖB’nin en büyük bileşeninden gelen öneri, hem dünya ve Türkiye deneyimleriyle durum tespitinde ulaşılan sonuçlar hem de ülkenin nesnel koşulları EDÖB’nin kongre tarzı bir örgütlenmeyle devamından yana tutum alınmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.

Söz konusu bu saptamalardan hareketle, bir kısmı daha önceki bloklarda da yer almış 40’dan fazla siyasi parti, siyasi oluşum, dernek, sivil toplum örgütü, inanç grupları vb. ile birey olarak katılım gösteren akademisyen, yazar, sanatçı, edebiyatçı ve demokratik kitle örgütü yöneticileri Dernekler Kanunu’nun 25. maddesinde de yer alan bir platform olarak HDK’yi, 15 Ekim 2011’de kurdu.

 

5.3. HDK’nin Kuruluşunun Yarattıkları

Kuruluş Kongresi’nin yarattığı atmosferi anımsayalım. Yalnızca içinde yer alan yapılarla onların üyelerine değil, bir çoğu öznel nedenlerle dışında kalmayı tercih etmiş yapıların üyelerine de sol, sosyalist hareketlerin daha uzağında durup, siyaseti takip edenlere de bir biçimde duyup fark eden emekçiye, işçiye, köylüye, kadına, gence, LGBTİ+’ya, mağdura, dışlanmışa, akademisyene, sanatçıya ve aydına heyecan taşıdı. Barış, eşitlik, özgürlük isteyen hemen herkeste evet, “Erdoğan’a da AKP’ye de bu Hükümet’e de mahkûm değiliz, biraraya gelebilirsek alternatifini yaratabiliriz” umudunu filizlendirdi.

Çünkü HDK, bir yola çıkıştır. Çıkılan bu yol, herkesin kendi cinsiyeti, kültürü, inancı, kimliği, anadili, cinsel yönelimi ve düşüncesiyle özgür ve eşit 99 yaşadığı; farklılıkları nedeniyle baskı ve ayrımcılığa uğramadığı, sömürünün olmadığı, tüm canlıların yaşamın öznesi olabildiği bir yaşamı ve onun ülkesini var edebilme ve geliştirebilme hedefine ulaşabilmenin yoludur. HDK, bir kongre olarak, yerellerde meclisler aracılığıyla toplumu-yaşamı ve kendini dönüştürerek, bu yolu yürüyebileceğini yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kuruluş metinlerinde de ilan etmiştir.

HDK’nin ilk yılında kazanılan bu ivmeyle beraber, bileşen temsilcilerinin birbirlerini daha yakından tanıma ve paylaşımıyla, hep birlikte, devamlılığı olan, sistematik ve programlı iş yapabilmeyi öğrenme gibi önemli içsel kazanımlar, birikimler de sağlandı. Birinci yılın sonunda her ne kadar eski ve olumsuz alışkanlıkların tümünden arınılamamış olunsa da yeni ve olumlularının kazanıldığına, geliştirildiğine bizzat tanıklık ettik. Bu zaman diliminde, kamuoyunda HDK’ye ilginin yanı sıra, yapı olarak ya/ ya da bağımsız unsurların katılımında da artış oldu. Çok geçmeden ilçe, il ve bölge meclisleri ile merkezde daimi meclisler kuruldu. İllerin birçoğunda, yerel inisiyatiflerle yaratılan kolektif kaynaklarla HDK bileşenlerinden herhangi birine ait olmayan bağımsız mekanlar oluşturuldu. Başlangıçta, yönetsel amaçlı meclisler buralarda faaliyetlerine başladılar. HDK’nin tüzüğünde var olan kotalara uygun delegasyonları belirlediler, yerellerin özgün sorunlarını temel alan meclisler kurup çalıştırabildiler.

 

5.4. Kongre Partisi’ni Kurdu

HDK, 15 Ekim 2012 tarihinde bir seçim partisi (yalnızca seçimlerde aktifleştirilecek) olarak Halkların Demokratik Partisi (HDP)’ni kurdu. Parti, bu tarihte memleketimizde ilk defa bir Kongre tarafından kurulmuş, ilk KONGRE PARTİSİ (yerel örgütlülüğü kurucu kongresinin örgütlülüğü ile ayrı/ farklı olmayan, Kongre’nin örgütlenme modelinin ve işlevselliğinin üzerinde kurulu olan bir parti) olma özelliği taşıyordu. Mart 2014 yerel seçimlerinin de “dayatması” ile başlayan süreçte HDP, 27 Ekim 2013’de 1. Olağanüstü Genel Kurul’unu gerçekleştirdi. Yaklaşık bir yıl süre içinde öncelikle bileşenler ve bireylerin önemli bir bölümü partide yer almayı tercih etti. Hem merkezi hem de yerel organlarda birlikte çalışarak yeni bir deneyimin sahibi olmuş, kendi yapılarında yetkili, siyaset alanı başta olmak üzere, bilgili, birikimli ve deneyimli HDK kadroları HDP’ye geçti, devredildi. Kurucu kongre olmasına karşın, HDK’nin içi boşaltıldı, tüm partili bileşenler tarafından ikincil hale getirildi. Ancak, HDP’nin siyasi partiler ve seçim kanunu kapsamında, parti adıyla seçimlere girebilmesinin asgari koşulları da sağlandı. Bununla birlikte, Haziran 2014’de Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekillerinin tümü HDP’ye katıldı. BDP, daha sonra Demokratik Bölgeler Partisi adını aldı ve HDP’nin bir bileşeni olarak, siyasal yaşamdaki yerini sürdürüyor.

 

5.5. Çok Bileşenli Parti Olmak

HDP, 22 Haziran 2014 tarihinde, seçimli 2. Olağanüstü Genel Kurul’unu gerçekleştirdi. Bu tarihte HDP, HDK bileşenlerinin ve bireylerin azınlıkta kalan bölümünün itirazlarına karşın, seçim partisi özelliğinden çıkartılıp, kitle partisi formuna dönüştürüldü. HDP, o günden bugüne değin bir kongre partisi olabilme hedef ve çabasının dışında kalarak/tutularak, yalnızca ÇOK BİLEŞENLİ PARTİ olma özelliğini taşıyor. Parti örgütlenmesi, kongre örgütlenmesi dışında, diğer siyasi partiler gibi, mevzuat kapsamında, dikey bir örgütlenmeye hızlıca sahip oldu ve öyle de kaldı. Böylece, doğrudan ifade edilebilmiş olmasa da meclisler eliyle toplumuyaşamı dönüştürme ve dönüşme dinamiğiyle yol yürüme hedefinin yerini; bir parti çatısı altında, siyasal ve dikey olarak örgütlenme ve “iktidar olma” hedefi almış oldu.

Günümüz Türkiyesi’nde çok bileşenli olma özelliği taşıyan bir tek parti var, o da HDP. HDP’den önce ne yazık ki bu sıfatı taşıyan herhangi bir parti yok. Doğal olarak hem ilk hem de tek. Kuruluşundaki amaç ve hedeflerin tamamını karşılayamıyor olsa da HDP’yi ülke genelinde ayırdedici yapan önemli bir özelliği, her biri kendi kimliklerini/yapılarını koruyan/sürdürmekte olan siyasi partiler ve yapıların biraradalığıyla hayat bulan bir kurumsallığa sahip olmasıdır. HDP, ülkedeki siyasi partilerin tümünden ayrılan bu özelliğiyle çok bileşenli bir partidir. Bileşenler, parti meclisi ve merkez yönetim kurulunda temsil edilmektedir. Dolayısıyla, her bir bileşenin parti yönetiminde sözü ve yeri bulunmaktadır. 100 Bununla birlikte, ilçe ve il örgütlenmelerinde benzer durumdan söz etmek hiç de kolay değil. Hangi ilde hangi bileşen daha örgütlü ise onun ağırlıklı olduğu görev dağılımının varlığı dikkat çekmektedir. Hem merkez hem de yerel örgüt yapılanmasında bireylerin varlığı ve görev alışı da olabildiğince az sayıdadır.

HDP bileşenleri; HDK’de biraya gelmeden önceki yıllarda miting vb. ortak etkinlikler yapma tecrübelerinden çok farklı olarak, HDK’nin kuruluş sürecinden başlayıp, partinin 1. Olağanüstü Genel Kurulu’na kadar yaşanan dönemde; “birlikte” düşünebilmeyi, planlayabilmeyi, karar alabilmeyi ve eyleyebilmeyi özetle, “birlikte çalışabilmeyi” deneyimlediler ve öğrendiler. Söz konusu başlıklardaki böylesine önemli gelişme, doğal olarak karşılıklı özveri, çaba ve kararlılıkla başarılabildi.

HDP ve/veya HDK’nin bileşenleri, Temmuz 2014’den sonra “nasıl kongre partisi olabiliriz/olunur” başlığı yerine, mütemadiyen; “HDK’nin herbir bileşen için anlam ve önemi” konusunda söz söylenen, zaman zaman da “HDK kuruluş amaç ve hedefleri doğrultusunda bir kongre nasıl olur/yapabiliriz? yerellerde meclislerini nasıl kurarız ve faaliyetlerini devam ettirebiliriz?” sorularının yanıtlandığı birçok toplantı, görüşme, müzakere, tartışma gerçekleştirdi. İçinde bulunduğumuz yıl dışarıda tutulduğunda, bunların en kapsamlısı ve sonuncusu, HDK’nin tüm siyasi bileşenleri ve HDP’nin katılımıyla 29 Mayıs 2017’de, İstanbul’da hayata geçirildi. Ancak, bu oturumların neredeyse tümünde Kongre’nin önemi ve gerekliliği saptanmasına karşın, bileşenler ne merkezde ne de yerellerde gerekli kadro, mekan ve kaynak konusunda gerçekçi ve yeterli adımları atmadılar. Alınan kararlar, bir araya gelinen salonların kapısının dışına genellikle çıkamadı/çıkarılmadı. Bileşenler, HDP’ye giderken HDK’den götürdüklerini ne yerine koyabildiler ne de bunu gerçekleştirebilmek için gerekli ve yeterli çabayı gösterdiler. Bileşenler, saptadıkları ve ortaklaştıkları sorunların çözümü için kolektif olarak belirlenen adımları yine kolektif olarak atmaktan imtina ettiler. Bu yolda, olanaklı olan(lar)ın belirlenmesi ve belirlenen(ler)in gerçekleştirilmesine ilişkin bir yaklaşım dahi hemen hiçbir zaman izlenmedi/izlenemedi. O nedenledir ki Kongre, partisini kurduğu dönemdeki konumundan nicelik ve nitelik olarak oldukça geriye düştü. Böyle olduğu içinde HDP, kongre partisi olmadı/olamadı. Temmuz 2014’deki haliyle, çok bileşenli parti olarak kaldı.

5.6. Kongre Partisi Olabilmek İçin Olanak Var: “HDK’den Alınanlar Geri Verilsin!”

HDP’nin, diğer partilerin de sahip olduğu, mevzuatta yer alan, hali hazırda hemen tümü kurulu olan organlarıyla çok bileşenli parti olma özelliğinden daha ileriye geçebilme şansına sahip olmadığı da net bir biçimde görülüyor. Çünkü, kurulu parti yapısı, kongre yaklaşımının temeli olan, yerellerde meclisler aracılığıyla örgütlenme yaklaşımına, en azından dikey ve hiyerarşik örgütlenmenin varlığı nedeniyle uygun değil. Hem tarih bilgimiz hem sosyolojik veriler hem de partinin kısa tarihi böyle bir öngörünün haklılığına somut veriler sunuyor. Bu nedenle, HDP’nin kendisi tarafından yerel meclislerin kurulması ve işletilmesi üzerinden yerellerde örgütlenme girişimi, günümüze değin yaygın bir biçimde kurulmamış/ kurulabilmesi için temel koşullar sağlanmamış Kongre meclislerinin, bundan sonra niyet edilse bile, kurabilmesinin önünde engel olacaktır. Çünkü parti eliyle kongre örgütlenemez.

Parti örgütlenmesi hedef kitlede aidiyet ilişkisini zorunlu kılarken, Kongre örgütlenmesi ortak sorunlar ve bunların çözümü etrafında, “aidiyetsiz” örgütlenmeyle de sağlanabilinir. O nedenle, HDP’nin yerel meclis(ler) kurma girişimi yalnızca kendisi için değil, kendisi tarafından yeterince algılanmıyor olsa bile, ait olduğu Kongre’nin de geri dönüşümsüz sönümlenmesini koşullayacaktır.

Son yerel seçimlerde Parti’nin tutumu, ülke genelinde siyasi atmosferin değiştirilebilir olduğunu ortaya çıkarttı. Geniş kitlelerde gittikçe derinleşmekte olan umutsuzluğun önünü aldı. Kamuoyu nezdinde HDP’ye, katıldığı ilk genel seçimlerdekini çağrıştıran sempati yarattı. Ancak, HDP’nin seçimde AKP-MHP ittifakına kaybettirmeye yönelik tutumunu yalnızca muhalafetin merkezi yapılarıyla şekillendirmesi, yerellerde Hayır Meclisleri’nden kalma nüveleri canlandırma için (HDK’nin ilgili organlarının önerilerine rağmen) gayret göstermemesi ya da bu alanda etkili olmayı tercih etmemesi yerellerde/ tabanda kendini genişletecek olanağı beraberinde yaratmadığı gibi, ortaya çıkan sonucun başarısının 101 büyük kısmı ana muhalefet partisine yazdırılmış oldu.

 

6.Son Söz Yerine

Gezi-Haziran İsyanı’ndan 16 Nisan 2017 Referandumu’ndaki Hayır Meclisleri’ne, Hayır Meclisleri’nden 2019 yerel seçimlerine değin, “ortalama vatandaşın” günlük hayatta yaşadıkları ve yaşadıklarına karşı aldığı tutumlar dikkate alındığında, yerellerde örgütlenmenin günümüzdeki temel aracının; temsili demokrasinin siyasi parti yasasında belirlenmiş olan kalıbına ve/veya siyasi partilerimizdeki uygulamalarına daralmayan, doğrudan demokrasiyi yaşama geçirebilmeyi hedefleyen örgütlenmeler, meclisler olduğu ortaya çıkıyor. Mahallelerde, üretim birimlerinde, üniversitelerde, liselerde, kadınların, gençlerin, işçilerin, işsizlerin, memurların, küçük esnafın, emeklilerin, öğretim elemanlarının, öğretmenlerin, hemşirelerin, hekimlerin, köyde, gecekonduda, kente yaşayanların, LGBTİ+ bireylerin, inancı olmayanların ya da inancı olanların vb. katılabileceği ve VAROLABİLECEĞİ bir örgütlenmeye, meclislere gereksinimimiz var. Ancak bunun ölü doğum olmaması için yanlışlığı öngörülebilen, bilinen hiyerarşik ve dikey partili adımlarla değil, bugüne kadar ertelenmiş olanın ertelenmesine son vererek, yatay örgütlenmenin hayata geçirilmesi gerekiyor. Kadrolarıyla, mekanlarıyla ve kaynaklarıyla eksiklikleri tamamlanacak Kongre eliyle. HDK’den yıllar önce alınıp bugüne kadar yerine konmamış olanların yerine konmasıyla, geri verilmesiyle işe başlanmalıdır. Bunun gerçekleştirilebilmesi için 2019 Temmuz’unun 2011 Temmuz’una benzer birçok olanak sunuyor olmasının avantajlarını da kullanarak. Anımsamakta yarar var, Rosa Lüksemburg’un da belirttiği gibi, siyasi partiler hemen her zaman, kendi yapılarını korumaya öncelik veren “muhazafakâr” eğilim içindedirler. Bu sınırlılığın yaratacağı riski göze almanın zamanı da yeri de değil…

 

KAYNAKÇA-OKUMA ÖNERİLERİ:

  • “Tarihsel Süreç İçin” Bölümü İçin
  • Childe, G.: Man Makes Himself (Çev.: Ofluoğlu, F.: Kendini Yaratan İnsan, 3. Basım, İstanbul, Varlık Yayınları).
  • Childe, G.: What Happened in History (Çev.: Tunçay, M.; Şenel, A.: Tarihte Neler Oldu, 2. Baskı, İstanbul, Alan Yayıncılık, Ekim 1982).
  • Diakov, V.; Kovalev, S.: Historie de I’Antiquite (Çev.: İnce, Ö.: İlk Çağ Tarihi, Ankara, V Yayınları, Mayıs 1987).
  • Marx, K.; Engels, F.: Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, 2. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, Nisan 1977.
  • Morgan, L., H.: Ancient Society, ABD, 1877 (Çev.: Oskay, Ü.: Eski Toplum, Cilt 1, İstanbul, Payel Yayınları, Mart 1986).
  • Morgan, L., H.: Ancient Society, ABD, 1877 (Çev.: Oskay, Ü.: Eski Toplum, Cilt 2, İstanbul, Payel Yayınları, Haziran 1987).
  • Şenel, A.: İlkel Topluluktan Uygar Topluma, 2. Basım, Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, Mart 1985.
  • Teber, S.: İlk Toplumların Değişimi, İstanbul, Say Yayınları, Şubat 1985.
  • Thomson, G.: Studies in Ancient Greek Society-The First Philosophers(Çev.: Doğan, M.H.: İlk Filozoflar, İstanbul, Payel Yayınları, Mayıs 1988).
  • Thomson, G.: Studies in Ancient Greek Society-The Prehistoric Aegean (Çev.: Üster, C.: Tarih Öncesi Ege, 2. Basım, İstanbul, Payel Yayınları, Mart 1988).
  • Zubritski, Y.; Mitropolski; Kerov, V.: Aperçu d’histoire et d’economie I, La communaute primitive, la societe esclavagiste, la societe feodal (Çev.: Belli, S.: İlkel Köleci Feodal Toplum, 14. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, Ekim 2007).
  • “Doğrudan Demokrasi: Meclis” Bölümü İçin
  • Hardt M., Negri A.: Assembly (Çev.: Pilgir, A. E.: Meclis, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, Mart 2019).
  • Dahl R. A.: On Political Equality (Çev.: Zeybekoğlu, A. E.: Siyasal Eşitlik Üzerine, Ankara, Dost Yayınları, Aralık 2018).
  • Marx, K., Engels, F.: Die Deutsche İdeologie (1845-1846) Feuerbach (Çev.: Belli, S., Alman İdeolojisi Üzerine Tezler’in Feuebach başlıklı birinci kısmı, Ankara, Sol Yayınları, 2004).
  • Öngen T.: Türkiye’nin Son 10 Yılı’na Bakış, Ankara, Redaksiyon Kitap, Kasım 2015.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.