Düşünce ve Kuram Dergisi

“Milletler Çağının Gün Batımı”

Şenel Karataş

Kimlik her disiplinde bir anlama sahip, her durumda bir karşılığı olan verimli, aynı zamanda da sorunlu bir sözcük… Sözcükten de ötesi…

Kimlik, bireysel ve sosyal olanın bir araya getirildiği bir muhtevaya sahiptir. Kimliği oluşturan iki bileşen vardır. Bunlardan birincisi tanınma ve tanımlama, ikincisi ise aidiyettir. Tanınma ve tanımlama, bireyin toplum içerisinde, toplum tarafından nasıl tanındığı ve kendisini nasıl tanımladığıdır. Aidiyet ise bireyin kendini herhangi bir toplumsal gruba dâhil hissetmesiyle ilgilidir.

Kimlik, sosyal psikolojide, bireyi diğerleriyle ve toplumla ilişkisini gerçekleştiren ve yaşatan kavram olarak yer almaktadır. Kimlik kavramının amacı, bireyin “Ben kimim?” sorusuna vereceği yanıtla ilgilidir.

Sosyal kimlik kuramı, bireylerin kendilerini ait oldukları sosyal gruplarla değerlendirdiklerini ve bu yolla tanımladıklarını iddia eder. Bireyin ait olduğu gruplar onun kimlik kazanmasını sağlarlar

Kolektif kimlik, belirli bir insan grubunun kendi hakkındaki bilinci ve duygusuyla ilişkilidir; topluluğun kendine özgü niteliklere sahip olduğu ve bir tekillik taşıdığı yönündeki bilinci ve aidiyet duygusudur. Bu bağlamda, dil, kültür, din, tarih, yaşam alanı, maddi koşullar gibi öğelerin yanı sıra, topluluğun belleği, kolektif kimliği yapılandıran önemli bir faktör olarak karşımıza çıkar. Kolektif kimlik, belirli bir durumu değil bir süreci yansıtır.

Berque’ye (1978) göre kolektif kimlik birbirine karşıt bir takım boyutları kapsamaktadır: “Kimlik, hem devamlılık, hem transformasyon içerir; dönüşüm olmadan kimlik yoktur; dönüşümün olması ise, bir şeylerin “biz” olarak dönüşmesini gerektirir.”

Tanımsal çerçevesi çeşitli disiplinlerde çizilebilecek olan kimliğin var olma ve kendini kabul ettirme sürecindeki başat aktör, egemen kimliktir. Buna göre egemen kültüre karşı eşit olma ve ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına yönelik bitmeyen bir mücadeleden söz etmek gerekmektedir. Bir şeylerin bize dönüşmesi kimliğin bir özelliği ise BİZ nedir?

Biz denilince akla ilk gelen Zamyatin ve Biz romanı… Distopik bir roman olan “Biz”, geleceğin dünyasındaki totaliter bir rejimi anlatır. 200 yıl süren savaşlar sonucunda insanoğlu tek bir şehre sıkışmış ve geri kalan her yeri kendi haline bırakmıştır. İşte bu şehirde Tek Devlet ve Velinimet her şeyi kontrol etmektedir. İnsan doğadan ve kendi “ben”liğinden koparılmış, “Biz”leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur. Kişisellik yoktur… İnsanların adları değil, numaraları vardır. Saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların her dakikası devletçe belirlenmekte, denetlenmektedir.

26. yy kurgusunu da düşünerek, globalleşen dünyada bugün söz ettiğimiz biz, Zamyatin’in korktuğu ve tehlike olarak işaret ettiği bizden çok uzak… Tam tersi oradaki bize dönüşmeyi engelleyecek bir “bizi” özne kılmak gerekmektedir artık. Kimliklerin bir arada eşit ve özgür yaşamasını savunmak ve tüm bununla birlikte bizi oluşturmaya çalışmak, tekleşmeye karşı verilecek en önemli savaştır. Biz mümkün mü sorusuna karşılık olarak çokluk, ayrılık, karşıtlık kavramlarını ele almak bir zorunluluk…

Çokluk, ayrılık, farklılık ve karşıtlık hep şiddetin kaynağını oluşturmuştur. Zira “şiddet aslında karşıtlığa, yani varlığın Aynı ve Başka olarak bölünmesine dayanır.” Burada da ben kavramı ve karşıtı olan öteki tartışmanın özünü oluşturur.

Ben ile Öteki arasında bir gerilim vardır ve bu gerilim de genelde, Ben’in olumlu olan her türlü değeri, Öteki’nin ise olumsuz değerleri olarak kendini hissettir. Böyle bir inanç Ben’e hâkim olduğu için sorunlar yaşanır. Çünkü Ben’i mutlak kılan bu inançtır. İnandığı dinin en mükemmel din olduğu, temsil ettiği ahlâkın biricik ahlâk olduğu, sahip olduğu kültürün diğer kültürlerden üstün olduğu; buna karşılık Öteki’nin değerler dünyasının ise büyük oranda yanlışı temsil ettiği inancıdır ki, Ben’i Öteki’ne karşı sorunlu ve ayrımcı davranmaya iter. Örneğin, Bush’un İkinci Körfez Savaşı başlamadan önce, “bu savaşın iyilerle kötüler arasında olduğunu ve savaşı kendilerinin kazanacağını, zira kendilerinin iyiliği temsil ettiklerini” söylemesi, şaşırtıcı değildir. Çünkü Ona ve temsil ettiği sisteme göre ABD veya Batı, insanlığın evrensel değerlerini temsil etmektedir ve bu değerlerin herkese götürülmesi insanlık için bir hizmettir! Buna benzer başka bir örneği bize, Augustinus’tan alıntılayarak, Noam Chomsky veriyor. Büyük İskender ile esir aldığı bir korsan arasındaki bir diyalog; “İskender korsana ‘Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?” diye sorar. Korsan “Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?” diye cevaplar ve konuşmasını şöyle sürdürür: ‘Ben sadece çok küçük gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum sense aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun.” Aslında bu diyalog, iki taraf arasında hangi ölçüde “iyiliği temsil etmenin”, günün ifadesiyle, kimin terörist, kimin terörizm ile mücadele ettiğinin bir deşifresidir.

Tüm bunlara karşılık olarak, ben ve öteki sorunsalının büyük çerçevede yansıması, egemen kimliğin asıl olması ve diğer kimliklerin bunun içinde eritilmesi ve yok edilmesi. Kimliklerin bir arada erimeden yaşayabilmesinin en büyük koşulu ise eşitliğin sağlanmasıdır. Burada bireysel eşitlik ve bireysel hakların tanınmasından ziyade kolektif eşitliğin yaşama geçirilmesinden söz etmek gerekmektedir. Egemen kimliklerin bireysel hakları ve özgürlükleri esas alarak tanıması, kolektif eşitlik ve özgürlükten uzaklaştıran bir tehdittir aslında. Aidiyet duygusu, ilişki kurulmuş olan topluluğun bir parçası olarak yararlanılan eşitlik ve özgürlük; gerçek anlamda tanınmak anlamına gelmektedir.

Kolektif eşitliğin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise egemen kimliklerin milliyetçiliği hatta ırkçılığı ve tekçiliği dayatan bir politikayı hayata geçirmesidir.

“Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco’muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana’yı çeşitli yüzlerle donattık ve o günden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi taşıyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmedik.”

Bolivya Anayasası’nın giriş bölümünden alınan bu paragraf bir masal duygusu yaratsa da bir devletin anayasasının ruhu… Buradaki ruhun ifadesi çeşitliliğin kaybedilmeden çoğulluğun yaratılması. İşte tam bu noktada, tekleşmenin panzehiri olarak Biz kavramını ortaya koymak ve içini tekleştirmeden doldurmak; ırkçımilliyetçi yaklaşımları tarihe gömmek konusunda yarının şifresi niteliğindedir.

Buna karşı daha çok ulus-devletlerin hâkim olduğu egemen kimliklerin dayanılmaz tek olma, biricik olma duygularının ve mutlak iyiyi temsil ettikleri düşüncesinin sarsılmasını beklemek yerine buna karşı renklerin ve çeşitliliğin eşitliği ve özgürlüğünü dayatmak var olabilmenin tek koşuludur. Amin Maalouf’un ‘milletler çağının şafağında değil gün batımındayız’ sözü, etnisiteye dayalı milliyetçiliklerin de sonuna geldiğimizin özlü ifadesidir.

Geçmişe bakıldığında egemen kimliklerin, diğer kimlikleri eritme ya da gözden düşürme, bireysel haklarla kolektif hakların ötelendiği sayısız örneğin olduğu görülür.

Marcos’a karşı Amerika’nın mücadele yollarından biri onun eşcinsel olduğunu yaymasıydı. İddialar konusunda Zapatistaların yanıtını şuydu: “Evet Marcos bir gaydir. Marcos, San Fransisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Almanya’da bir Yahudi, Polonya’da bir Çingene, Bosna’da bir barışsever, akşam saat 10’da metroda tek başına bir kadın, topraksız bir köylü, kenar mahallelerde bir çete üyesi, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci ve elbette dağlarda bir Zapatista’dır. Marcos, direnen ve ‘Artık Yeter!’ diyen bütün sömürülenler, marjinalleştirilenler, bastırılanlardır. Şimdi konuşmaya başlayan bütün azınlıklar, çenesini kapaması ve dinlemesi gereken bütün çoğunluklardır. Konuşmak için bir yol arayan, hor görülen her gruptur. İktidarı ve iktidardakilerin rahat vicdanlarını rahatsız eden her şeydir – Marcos budur” Marcos’un Maske takması boşuna değildir. Bütün dışlananlar, yok sayılanlar, işitilmeyen-duyulmayanlar, sömürülenler, baskı altındakiler politik olarak bu maskenin altında kendini tanımlayabilir.

Aslında kimlik de tam burada anlatılandır. Beni oluşturan, altında yatan bizdir işte…

 

*Bilgin, Nuri (1999) Kollektif Kimlik, (Aydın 1999: 12), Zamyatin, Biz (1923)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.