Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgürlük Hareketi Demokratik Siyaseti Yeniden Tanımlıyor

Cenap Özek

Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin son 30 yıllık destansı tarihi, yalnızca bir halkın kahraman evlatlarının ölüme gülümseyen kararlılıklarını değil, aynı zamanda onların öncüsü olduğu yeni bir insanlık bilincini de vurguluyor. Bu bilinç, bize insanın kendi nesline verdiği acılara dur demenin zamanının geldiğini söylüyor.

İnsanın evriminin belli bir aşamasında bir sapmaolarak ortaya çıkan sınıflarla birlikte başlayan ve egemenlik anlamında bir yönetme biçimi de olan iktidar etrafında, günümüze değin ulaşan didişmelerin hikayesi olantarih, çoğu zaman bize doğruları söylemedi. Egemenlerin çıkarlarına göre bir söylem tutturdu. Devletlerin resmi sesi, bilim ve ahlakın savunucularının itirazlarını çoğu zaman bastırdı. Otoriteye karşı çıkış, hep bir tür sapkınlık, günahkarlık, başıbozukluk olarak yaftalandı. Her seferinde devlet birkez daha kutsandı. Eşitlik ve özgürlük adına mücadele edenler binbir hile ile katledilip unutturulmaya çalışıldı. Halkların beyninden sökülüp atılamayanlar ise zararsız birer aziz ya da ilahi bir figür haline getirilerek isyan misyonları sinsice ellerinden alındı.İşte bu yazı, üzerinde düşünmek istediğimiz demokrasi kavramını, onun düşmanı olarak tarih sahnesine çıkmış sınıf ve devlet olguları ışığında sorgulamayı amaçlamaktadır. Esas olarak şu soruya bir yanıt aranacaktır: Çağımızın neredeyse kastlaşmış sınıf ve ulus devletler ortamında kelime anlamı bir topluluğun yada bir halkın kendi kendisini yönetmesi demek olan demokrasi, başta kendi coğrafyamız olmak üzere toplumsal bir yönetim gerçeği olabilir mi? Bu topraklarda böyle yaşanmışlıklar var mıdır?

Bugün insanlığın sorun merkezi olarak hergün yeni trajedilere sahne olan Mezopotamya, bundan binlerce yıl önce bizleri bugün bile hayrete düşürecek ölçüde ileri bir uygarlığa yurtluk etmişti. Sümerler olarak bilinen ve bazı arkeolojik bulgulara göre kuruluşu M.Ö. 4000’lere kadar uzanan bu medeniyet, devlet, sınıf ve demokrasi kavramlarının birarada telaffuz edildiği ilk örneği teşkil etmektedir.

Birincisi; Sümer medeniyeti sınıflı bir toplumdu. Temel üç sınıftan bahsediyoruz: Ruhban ve askerlerden oluşan yönetici sınıf. Üretici güç olan toprağın sahibi ve toplumun temel gövdesi köylü sınıf, son olarak emek öznesi köleler. Kategorileştirmenin yanılgılı sonuçlara yol açma olasılığını göz ardı etmeden böyle bir genel tanımlayış yanlış olmayacaktır.

İkincisi; Sümerler bir devlet organizasyonuna sahiptiler. Bu çağımızdaki ulus devletlerin yurttaşlarına yabancılaşmış niteliklerinden farklı olarak örgütlü toplumsal faaliyetin birgereği anlamında var olmuşbir devlettir. Kent Sitelerinin birbirinden görece özerk federal yapısının düzenleyicisi olan devlet, aynı zamanda üretici güç konumundaki köylülüğün de üretim faaliyetlerini koruyan olumlu bir role sahipti. Diğer yandan üretici sınıfın ihtiyaç duyduğu köle emeğinin de düzenleyicisiydi. Burada devlet kurumunun esasen istilacı bir silahlı gücün hem asker derleme, hem vergilendirme ve hem de istila edilen coğrafyalardaki halkları yönetme gibi despotik niteliğin öne çıkmasının tersine, üretici sınıfın dinsel ve koruyucu hukuksal taleplerine uygun ve en önemlisi de kent sitelerinin bünyesinde henüz dikey bir hiyerarşi oluşturmamış varlığından bahsetmekteyiz. Bunun önemli göstergelerinden birisi olarak çok sayıda rahip kralın varlığı ve kent sitelerinin bir tür federatif örgütlenmesini ve rahip kralların köleler dışında bir tür yurttaş hukukuna bağlı bireyler tarafından seçilmesini gösterebiliriz.

Üçüncüsü; yukarıdaki ikinci vurgunun devamı olarak kelime anlamına uygun bir demokrasinin varlığıdır. Arkeolojik bulgulara göre Sümerler döneminde 21 büyük kent sitesinden bahsedilmektedir. Burada merkezi bir hiyerarşiden ziyade yatay bir idari sistemle birbirine bağlanmış konfederal birbirlik sözkonusudur.Burada ulus devlet fikri henüz yoktur. Dolayısıyla da sınırlar henüz netleşmediği için hukuki bir tanıma kavuşmamıştır. Doğal olarak da bütün bunlara ait bir ideolojik bilginin, bireyin özgür düşünsel dünyasını henüz sınırlamadığı bir tarihsel kesittir o dönem. O nedenle Sümerler insanın kendisini çevreleyen doğayı tanıma eyleminin gerektirdiği yaratıcılık ve enerjiyi bulduğu bir toplumsal formasyona sahiptir. Sümerler bunu başardıkları içindir ki bilim, hukuk, sanat alanlarında bugün bile şaşılacak ölçüde eserler bırakmışlardır. Çağımızda bir kısmı sansasyon amaçlı da olsa bazı bilim insanı ya da tarih yazarları, Sümerlerin özellikle matematik, geometri, astronomi gibi fen bilimlerindeki keşiflerinin mutlaka bir öncesi olduğunu varsaymaktaya da dünya dışı bazı gizemli medeniyetlerin rollerini delillendirmektedirler. Buradaki temel yanılgı, insanın üretici gücünü, günümüz otomasyon çağının yabancılaştırdığı devlet aygıtları tarafından formatlanmış haliyle veri almalarıdır. Burada esasen insan edimine karşı kapitalizmin duyduğu şüphenin de izleri vardır. Bu onun anti-insan niteliği gereğidir.

Sümer demokrasisinin gücünün iki önemli kaynağı daha vardır. Birincisi medeniyetin kuruluşunda ve devamında uzun süre egemen olan Anahanlıktır. Kadının toplumda diğer cins tarafından sınırlandırılmamış varlığının toplumsal dinamiğe olan katkıları çok büyük olmuştur. Bu bir yandan despotik devlet aygıtının vazgeçilmez unsuru olan erkek egemen bir ideolojinin tehdit edici etkilerini ortadan kaldırır ve eşitlik fikrini sürekli güncellerken, diğer yandan da cinsler arası bir mutluluğu sürekli yeniden üreterek toplumsal bir yaratıcılığın itici gücü olmuştur. İkincisi ise çok tanrılılıktır. Tanrıların insan biçiminde resmedilmesi, onların aynı zamanda toplumsal bir varlık olarak görülmeleri anlamına gelmektedir. Bu hem bir ruhsal birliğin ortaya çıkışında katkı sağlamış, hem de toplumsal bir çeşitliliğin temellerini atmıştır. Sümerlerin çok renkli bir toplum olduğunu söylemek pek de abartılı olmaz. Amacımız bir Sümer güzellemesi yapmak değil elbette. Ama baskı altında düşünsel yetenekleri dumura uğratılmış toplumların bu yaratıcılığı gösterdiğine dair en ufak bir bilgi elimizde yoktur.

Burada bir parantez açarak önemli bir vurgulamada bulunalım: Bilim ve teknoloji yanı sıra felsefe, güzel sanatlar, mimari ve estetik alanlarında öncü olan medeniyetlerin bilinen pek çok örneğinde kol gücünün köleci temelde örgütlendiği ve yurttaş hukukunun tamamiyle dışında bırakılmış bir alt sınıf gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Çünkü yukarıda saydığımız ilerleme alanları ciddi bir gözlem, yoğunlaşma ve sabırlı bir beyinsel mesai gerektirmektedir. Bu da ister istemez bir akademik örgütlenmeyi gerekli kılmaktadır. Bu ise üretimi örgütleyen özgür yurttaşlar topluluğundan beslenen veonların gündelik hayatına maddi manevi destekler sunan bir elit sınıf yaratmaktadır. Köle emeği bunun gerçekleşmesinde vazgeçilmez bir rol oynamaktadır. Yakın tarihimizde de örnekleri görülen köleci sistemler, zamanla kapitalizmin ücretli kölelik sistemiyle evrenselleştirilmiş ve hukuksal reformlar yoluyla içselleştirilmiştir. Buna rağmen toplumların temel sorun alanı olarak durmaktadır.

Bütün benzerliklerine karşın hemen aynı tarihsel kesitte ve benzer bir coğrafyada (Nil Deltası) yer alan Mısır medeniyetinin demokrasi adına bizlere bıraktığı ciddi bir miras yoktur. Tam tersine Mısır firavunlarının zalimliğini anlatan bir mitolojik bilgi ile karşı karşıyayız. Bu fark neden?

Birincisi günümüz boyutlarında son derece uzun bir tarihsel süreçten bahsetmekteyiz. Nil havzasında tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi irili ufaklı pekçok uygarlığın kent siteleri şeklinde örgütlendiği bir tarihsel kesitten bahsedilebilir ama zamanla mevcut uygarlıklardan birinin (Nagada Uygarlığı) yavaş yavaş diğerlerine göre güçlendiği ve istilacı bir nitelik alarak bölgeye egemen olduğu ve zenginlik kaynaklarını ele geçirdiği tipik bir imparatorluk oluşumundan bahsedebiliriz. Firavun’un şahsında tanrıyı tekleştirmesi, erkeğin bir savaş sembolüolarak kadına üstünlük sağlaması ki buna çok çarpıcı bir örnek olarak benzerleri Asya kadim medeniyetlerinde de görülen, ölen erkeğin karısıyla beraber gömülmesi durumu ve nihayet kent siteleri arasında eşit hukuk sistemine dayalı bir federal örgütlenme yerine merkezi hiyerarşik bir yapının egemen olması, köle emeğinin örgütlendirilmesi üzerinden kendisini ayrıcalıklılaştıran merkezi bir elit yönetici sınıfın hakim kılındığı bir toplumsal formasyonun varlığı gibi nedenlerle kendini istilacılık ile yaşatan bir despotik yapının doğduğu söylenebilir. Burada Sümerlerin ilk yurttaşlık hukukuna benzerlikten ziyade tebalığı esas alan bir sisteme doğru gidiş söz konusudur.

Böylece Sümerlerde netlik kazanmamış bir sınırlarla çevrilme bilincinin de ardılı imparatorluklara örnek olacak biçimde oluştuğunu söyleyebiliriz.

 

Mezopotamya’nın Demokratik Kökleri ile Avrupa Demokrasilerinin Temelleri Arasındaki Fark

Bu fark üzerine fikir yürütmek bize Kemalist öğretinin aşıladığı Batı karşısındaki müzmin aşağılık kompleksi ile de hesaplaşma imkanı veriyor. Kemalizme göreancak Batıya benzeyerek bu kompleksten kurtulabiliriz. İnsanlık adına bütün bireysel ve toplumsal ilerlemenin kaynağı Batıdır. Onun toplum örgütlenmesi, onun hukuku, onun bilim ve felsefesi temel alınmalıdır. Hatta onun gibi giyinmeli ve yaşanmalıdır. Tersi Ortaçağ gericiliğidir. Sonuçtan bir değerlendirmeyle butespitlere önemli ölçüde katılmak mümkün. Kapitalizmin gelişimine paralel olarak Avrupa’da tarih sahnesine çıkan burjuva sınıfı mülkiyetçi girişim özgürlüğünün gereği olarak önceki toplumsal örgütlenmelerle hesaplaşmalara girişti. Bir yandan hristiyanlıkta reformasyon çağını başlatırken diğer yandan da sanayi devrimlerine paralel sosyal hareketlenmelere kapı açtı. Bununla da krallıkların burjuva demokratik devrimleriyle devrildiği bir çağ başlatmıştır. Pek çok devrime alt sınıflar, sömürülen, baskı altında olan kalabalıklar ve öncüleri öncülük etmesine rağmen sontahlilde burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri bazen kanlı tasfiyelerle bazen ise süreçleri uzlaşmacı reformlarla sulandırarak sonuçta kapitalist pazarın ihtiyaçlarına göre şekillendirdiler. Fransız Devrimi’nin jakoben önderlerin giyotine gönderilmesiyle sonuçlanması, 1848 Alman Devrimi’nin bastırılması, 1870 Paris Komünü kalkışmasının katliamla bitirilmesi, İngiliz Devrimi ve işçi hareketlerinin kapitalist siyasetin çarklarında ustalıkla uysallaştırılması gibi pek çok girişim son tahlilde burjuvazinin kendi devletini her seferinde daha çok tahkim ederek şekil verdiği ve toplumsal bir mutabakat zeminine yaklaştırdığı duraklar oldu. Neredeyse bin yılı bulan ve su yolları üzerinden örgütlediği ticaret ile ilk sermaye birikimini gerçekleştirerek ulus devletler çağını başlatan burjuvazi, kendi devlet gerçekliğinin yanına bir de demokrasiyi eklemekte gecikmedi. Dolayısıyla ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm üçlüsüyle burjuva demokrasisi kavramı altında günümüzdeki biçimini almaya başladı.

Şimdi bu kısa tarihçenin ışığında asıl önemli bulduğumuz konuya gelelim: Mezopotamya’nın demokratik köklerinin Batının demokrasi algısından farkı nedir? Burada “Batıdemokrasileri”ninsiyasi-felsefitemelinioluşturan1215 tarihli Magna Carta Libertatum anlaşmasını hatırlamak durumundayız. Bu bir İngiliz belgesidir ve ‘Büyük Özgürlükler Sözleşmesi’ anlamına gelmektedir. Zamanla Avrupa Anayasalarının da temelini oluşturan Güçler Ayrılığı ilkesinin ilk defa formüle edildiği bir belge olması nedeniyle Avrupa demokrasilerinin de temel çıkış noktasıdır. Bu sözleşme beylerle kral arasında olmaktan çok özünde kral ile Papa arasındaki başka bir deyişle devlet erki ile din arasındaki egemenlik ilişkisini tanımlamıştır. Yani egemenlerin kendi egemenlik çatışmalarının nihayete erdirilmesi adına yapılmış bir sözleşme niteliğindedir. Herne kadar yurttaşlık hukuku adına bazı kazanımları metinleştirse de özünde egemenlerin birbirine karşı olan pozisyonlarını netleştirmiştir. Bu da gösteriyor ki Avrupa merkezli “demokrasiler” aynı zamanda egemenler arası güç ve çıkar çatışmalarına göre de şekil almışlardır. Genel anlamda Avrupa’da bugünün parlamenter demokrasilerinde emekçi sınıflar, göçmenler, dini ve etnik azınlıkların etkili bir temsilinden bahsedilemez. Mevcut parti çeşitliliğinin bütünü, kapitalist sermayenin taleplerini temel alan görece farklı politikalarının yürütücüsü konumundadır ve derinleşen bir biçimde toplumsal taleplere cevap olamayan bir tıkanıklığı yaşamaktadır. Yani bir anlamda iktidarsız iktidarlar şeklinde sermayenin sınırlarını belirlediği bir alanda rollerini oynamaktadırlar. Yurttaş hakları ve örgütlenme özgürlüğü konusundaki bütün reform adımlarına rağmen son tahlilde küresel sermayenin kar marjlarını ve yatırım stratejilerini güvence altına alan niteliği ile burjuva demokrasilerinin parlamenter sistemleri, soğuk savaş döneminin örgüt yapıları ile günümüzün dijital devrim çağının şekil vermeye başladığı yeni toplumsal taleplerin arasında sıkışmış bir geçiş süreci yaşamaktadır. Demokratik siyasetin giderek iktidar merkezlerinden çevreye doğru kaymakta olduğu yeni inisiyatif alanları güçlenmektedir. Amerikan sistemine uyarlanarak ekonomik genişleme politikalarıyla sınıflararası ekonomik uçurumları derinleştiren uluslararsı finans kapitalinin baş nedeni olduğu kriz süreçleri nedeniyle, özellikle Avrupa’da güçlenme eğilimindeki çevresel inisiyatif grupları ile sorunlara çözüm üretemeyip itibar kaybetmekte olan klasik parlamenter demokrasiler arasındaki çelişkilerin çatışmalı nitelikler kazanma olasılığı giderek büyümektedir. Batı demokrasilerinin iyi olduğu ön kabulüne göre düşünce üreten aydınlarımızı yakın gelecekte hayal kırıklıklarının bekleyeceğini şimdiden öngörmek yanlış olmaz. Bugün küreselleşme karşıtı gösterilerin yüzbinlerce insanın katılımıyla gerçekleşiyor olmasının yanısıra Wall Street ya da Frankfurt’taki işgal hareketleri sıradan bir protesto patlaması olarak görülemez. Burada toplumsal karar alma süreçlerine radikal bir katılım talebi söz konusudur. Klasik sınıf muhalefetinde ciddi bir sönme durumu söz konusuyken, yani sistemin uyuşturduğu sendikal muhalefete katılımlar eski görkemlerini yitirmişken entellektüel duyarlılıkları ve bireysel varoluş bilinçleri ile siyaset kurumunu ve mevcut demokratik normları dönüşmeye zorlayan yeni kalabalıklar ortaya çıkmıştır. Bu kalabalıkların mevcut sistemin verili şartları içinde iktidar olmak gibi bir arayışları yoktur. Tam tersine sistemin bütününü hedefe koyan alternatif bir demokrasiyi tartışmakta ve mülkiyet ilşkilerinde yeni bir sosyalleşme dinamiğinin öznesi olmaktadırlar. Nasıl İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi neredeyse bir yüzyıl sonra burjuva demokratik devrimler ve buyönlü sosyal reformlara yol açmışlarsa aynı şekilde özellikle 80’lerle birlikte başlayan dijital devrim, ekonomide küreselleşmeyi hızlandırırken, toplumsal hayatta yeni dönemin teknolojisi ve duyarlılıkları ile donanmış yeni bir aydın katman yaratmıştır. Her ne kadar bu potansiyel, egemen sermaye güçleri tarafından (örneğin Almanya’daki Yeşiller Hareketi’nin kuruluşunda Soros Vakfı’nın oynadığı rol ve son dönemde yine Almanya’da Korsanlar Partisi oluşumları gibi) sisteme entegre etme müdahaleleriyle kontrol altına alınmaya çalışılsa da önümüzdeki dönem Avrupa demokrasilerinde radikal dönüştürücü roller oynayacaklardır. Daha şimdiden oluşturdukları dil ve alternatif gelenek, sınırları aşan bir şekilde pek çok ülkedeki toplumsal protesto veözgürlük eylemlerinin esin kaynağı olmuş durumdadır. Bu ise çok kültürlü yeni bir enternasyonalizmin çağdaş değerlerini yaratmaktadır. Son Gezi direnişini bu temelde tahlil etmenin onunla güncel siyasetin dar vizyonunu aşan bir empatiyi geliştirmeye yardımcı olacağını düşünebiliz.

 

Sosyalist Öğreti Kapitalizmin Argümanı Gördüğü Demokrasiyi Küçümsemiştir

Kapitalizmin, kullanım değeri yerine değişim değerini egemen kılmasına paralel olarak kendi toplumsal formasyonunu yaratması ve bunun siyasal olarak örgütlemesinin belli aşamalarında Aydınlanma ve Rönesansın etkileriyle, kapitalizmi şiddetle eleştiren felsefi akımlar da ortaya çıkmıştır. Bu akımların analizi bu yazının konusu olmamakla birlikte bir yandan hristiyanlığın reformasyonu diğer yandan mevcut üretim ilişkilerinin bir sınıf olarak ortaya çıkardığı proletaryanın sert sömürü koşullarına karşın bir haklar mücadelesinin doğal önderi haline gelmeye başlaması ile birlikte burjuvazi devlet zorunun güvencesi ile daha despotik bir nitelik kazandı. Buna paralel olarak kendilerini önce felsefi düşünce akımları olarak vareden ve başını aydınların çektiği hareketler, zamanla siyasal kimlikler kazandılar. İşte Marksizm böylesi bir süreçte özellikle kapitalist sömürü mekanizmasının bilimsel eleştirisi olarak doğdu. Ancak Marx’ın kapitalist devletin üretici güçlerin gelişme seviyesine paralel olarak sönmeye yüz tutacağına dair deterministik tezleri ve komünizm tariflerinde ütopik bir yan vardır. Bu konudaki vurguları birer taslak çalışması durumundadır. Yine de onun Paris Komünü’ nü selamlamasının devrimci iradeyi olumlaması açısından sembolik bir önemi vardır. Marx’ın ömrü yetmeyerek değinemediği Devlet ve iktidar meseleleri Engels tarafından geliştirilmeye çalışılmış ve bu temelde ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’ adlı eserinde yol açıcı belirlemelere ulaşılmıştır. Böylece bilimsel sosyalizmin bir tarih tezi ışığında teorik alt yapısı hazırlanmıştır. Ancak bu çerçeve batılı bir çerçeve idi ve başta Mezopotamya kolektivizmi diyebileceğimiz son derece önemli bir tarihselliği dışarıda bırakıyordu. Zaten hiçbir felsefi, tarihsel, ideolojik saptama bitirilmiş bir çalışma değildir.Yalnızca geliştirilmesine kapı açan bir başlangıç noktasıdır. Bu bakımdan Marksizm insanın özgürlüğe yürüyüşünde aydınlık bir kapı olduğu kadar sürekli güncellenmesi gereken bir esin kaynağıdır da.

Avrupa’da devrim süreçlerinin başarısız sonuçları bilimsel sosyalist öğretinin de bir dönem aydınların gözünde prestij kaybetmesine ve düşünsel kaosa yol açar. Engels’in öngörülü saptamasıyla devrimin fırtına merkezleri batıdan doğuya kayar. Bu durumu değerlendiren Lenin, yoldaşları ile beraber bayrağı devralır. Marksist felsefeye son derece hakim ve onu bir iktidar siyaseti olarak ete kemiğe büründüren Lenin gerçek bir taktik ustasıdır. Bu temelde burjuva diktatörlüğü karşısında Proletarya Diktatörlüğü’nü gerekli görür ve bunun en önemli organı olarak İşçi Sovyetleri’ni formüle eder. Daha sonra ordunun da bazı birlikleriyle ayaklanmaya katılması ile bu formülasyon İşçi ve Asker Sovyetleri olarak genişletilir. Sovyetler, esasında emekçilerin doğrudan bir yönetim organı olarak Bolşevik partisini de denetleyen bir ağırlığa sahip olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla Burjuvatemsili demokrasisinden daha ilerivehalk iradesinin gerçekleştiği sosyalist bir geçiş dönemi ile devlet aygıtı aşama aşama söndürülecek ve sınıfsız komünizm aşamasına geçilecekti. Ancak öyle olmadı. Olmaması bir tesadüf değildi. Neden?

İlki devrimin niteliğidir.Bolşevik önderlik Çarlık  otokrasisine karşı mücadelede bilimsel sosyalist öğretiyi temel alırken pratikte Fransız jakobenliğine benzer bir çizgiyi de esas almıştır. O nedenle Bolşevik ayaklanma kısa süreli bir darbe şeklinde tezahür etmiştir. 1860 Dekabrist darbecilikle başlayıp Narodnik silahlı muhalefet ve yeraltı örgütlenmeleri ile devam eden Çarlık karşıtı mücadele şüphesiz uzun siyasal hazırlık süreçlerinden geçmiştir. Ancak Bolşevik Devrim ,1917 Şubat ve 1917 Ekim arasındaki birkaç ayın, emperyalist savaşın da etkileri ile olağanüstü karmaşık süreci içinde Özellikle Lenin’in dahiyane taktik öngörüleriyle ama içinde çok temel bir eksiği de barındırarak zafere ulaşmıştır. Devrim sürecinin niteliği itibariyle emekçi sınıfların siyasi olarak yönetime taşınmaları, sosyal olarak taşınmaları anlamına gelmemiştir. Çünkü onun gerekli alternatif yönetim organları ve sınıf iradesini temsil edecek demokratik örgütlenmeleri öngörülmemiştir. Bunun yerine bütün bu görevi Bolşevik Parti önderliğinin iradesinin belirleyeceği bir iktidar olma stratejisi esas alınmıştır. Diğer yandan sosyalizmi asla demokrasisiz öngörmeyen Lenin’in Sovyetler’ e yüklediği misyon ne Troçki ne de Stalin tarafından önemsenmiştir. Çarlık otokrasisinden devralınan devlet cihazı fazla bir değişikliğe uğratılmadan kullanıma sokulmuştur. Bunda devrimden kısa süre sonra başlayan iç savaşın da büyük etkileri vardır. Bir yandan kitlesel ölümlere yol açmaya başlayan açlığa karşı stokçularla mücadelede devletin istihbarat ve polis gücünü yoğun kullanması aşırı merkezileşmeye yol açmıştır. Bu arada parti komiserlerinin yetersiz beslenme nedeniyle görevlerini yapamaz hale gelmesi nedeniyle partinin çıkarttığı özel bir karanameyle parti görevlileri için özel kantin uygulamasına başlanmış ve bu giderek bir sınıfsal ayrıcalık halini almıştır. Diğer yandan başta İngiltere olmak üzere Bolşevik iktidara düşman emperyal güçlerin yardımıyla başlayan iç savaş, öncelikleri merkeziyetçi bir askerileşmeden yana değiştirmiştir. Bunların yanısıra atıl hale gelen kapitalist işletmelerin çalıştırılması zorunluluğu dolayısıyla eski kapitalist sahiplerine tekrar verilmesi ve Lenin’in ‘Yeni Ekonomik Plan’ olarak formüle ettiği bu dönemin emekçi sınıfların iradesini etkisiz kılması gibi nedenlerle sosyalizmin inşasında ciddi sıkıntılar yaşanmaya başlamış ve Lenin’i kaygılandıran bir reel politik önlenemez bir yapısallık kazanmıştır. Halk katılımını gözeten siyasi bir kültüre sahip olmayan bu jakoben merkeziyetçiliğin, iç savaş sonrası kızıl ordu yoluyla Bolşevik devrimini ihraç etme çabaları, Troçki komutasındaki Kızıl ordunun Polonya prensleri karşısındaki başarısızlığıyla mahkum olmuştur. Ama ülkelerin farklı toplumsal formasyonlarını gözetmeyen ve kendi kaderlerini tayin etme iradesini siyasi ideallere kurban eden Bolşevik jakobenizmi, iktidar gücünü sınırsız kullanma hakkı konusunda tereddütsüz olduğunu göstermeye devam etmiştir. Burada, aynı zamanda ‘Beni ancak benim gibiler denetler’ anlayışıyla karar ve denetim hakkını parti eliti ile sınırlayan ve sonuçta 1938 kanlı tasfiyesine kadar giden yolu açan ego çatışmalarını yaratan yabancılaşma eğilimindeki bir iktidar mekanizmasından bahsetmekteyiz. Bu durumu doğrulayan yaşanmış bir olayı aktarmak öğretici olacaktır. 1922 de Kafhasya’da ortodoks din adamlarının da içinde bulunduğu Çarlık yanlısı bir köylü ayaklanması baş gösterir. Lenin, geçirdiği ağır beyin kanaması dolayısıyla hastahanede doktor gözetimindedir ve parti çalışmalarına katılamamaktadır. Ve Stalin’in gücü sınırsız kullanma hırsının da etkisiyle alınan kararlardan ve gelişmelerden yeterince bilgi sahibi yapılmamaktadır. Parti Merkez Komitesi Lenin’in yokluğunda toplanır ve Stalin’in en yakın silah arkadaşı ve kendisi de bir Gürcü olan Orjonikidze’yi ayaklanmayı bastırmaya memur eder. Orjonokidze, kızıl ordumüfrezelerinin başında ayaklanma bölgesine giderek kısa süreli çatışmalardan sonra ayaklanmayı bastırır ve ayaklanmanın başını çekenleri yakalayarak yıldırım kararlarla köy meydanlarında astırır. Bütün bugelişmeler detaylı bir şekilde raporlaştırılarak parti merkez komitesinin onayına sunulur ve oybirliğiyle onaylanır. Bu rapor daha sonra Lenin’e sunulur. Raporu okuyan Lenin çılgına döner ve bunu halka karşı Çarlığın yaptığı katliamlardan farksız bir cinayet olarak niteler. Bu durumu bir halkın geçmişe özlem duyan butarz eylemlerini kanla bastırmanın hiçbir mazereti olmayan bir suç olduğunu vurgular. Parti’den istifa etme tehdidinde bulunur. Devrimin demokratik araçlarını yaratamamış olması, Lenin’in defalarca dile getirdiği kaygılarının da temel sebebi olmuştur. Yine Lenin’in ölümünden kısa bir süre önce kendisine bakmakla görevli hemşiresinin yardımıyla hastahaneden kaçıp yakındaki bir işletmeye giderek işçileri toplaması ve Partinin tepeden inme kararlarına karşı direnmelerini telkin etmesi de aslında son derece öğreticidir. Bu korkuların boşuna olmadığı Lenin sonrası pratikte görülecektir. Burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz bu tarihsel süreçte reel sosyalizme hakim olan iktidar olma felsefesi yani halkların katılım organlarının yetkilerini temel alan değil, Komünist partinin merkeziyetçiliğini kültleştiren bir anlayışın nasıl esas alındığı vurgulanmaya çalışılmaktadır. Böyle olunca da devleti söndürme yerine onu güçlendirmeyi hedefleyen vebunu emperyalist dış tehdit ve kapitalist pazarla yarışma zorunluluğu gibi mazeretlerle kalıcılaştıran bir egemenlik biçimi ortaya çıkmıştır. Demokratik katılım ve insanın özgür varoluşunu eksenine almaması nedeniyle kendisini yaşatma enerjisini zamanla kaybeden burejimler, karanlık gölgelerini halkların sosyalizm özlemleri üzerine düşürerek çürüyüp gitmişlerdir.

 

Türk Sosyalist Hareketinin Başaramadıkları ve Nedenleri

Türkiye Sosyalist Hareketinin beslendiği tarihsel geçmişin başında Osmanlı’daki batılılaşma hareketlerini sayabiliriz. Batı karşısında sürekli kaybeden konumundan kurtulmanın yolunu ona benzemekte gören jöntürklerin öncülüğünü yaptığı islahat hareketleri ve bu arada Prens Sabahattin’in ‘adem-i merkeziyetçi’ teorilerinin Batı tarzı bir yurttaş hukuku ve demokratik arayışlar olarak tanımlamak pek yanlış olmaz. Ancak aynı dönemde özellikle Balkanlarda başlayan milliyetçi isyanların ciddi toprak kayıplarına yol açması sebebiyle yine Batı kaynaklı burjuva milliyetçiliğini temel alan ve özellikle Bismarck’çı kalkınma modeline sempati duyan ittihatçı kadronun kurtarıcı kimliğiyle darbe yoluyla iktidara gelmesi ile bu arayışlar yerini katı bir Osmanlı milliyetçiliğine bıraktı. Ve süratle militarist despotik bir karakter kazanarak emperyalist savaştaki yerini aldı. Ermeni Katliamı gibi tarihin en hunhar soykırımları işte bu Osmanlı milliyetçiliğinin çekirdek kadrosu tarafından yapılmıştır. İşte sosyalist hareketin kaynaklarından biri bu İttihatçılıktır. Çoğunluğunu Rum ve Ermenilerin oluşturduğu İstanbul aydın ve proletaryasının özellikle işgal yıllarında yükselttikleri sınıf mücadelesi siyasi bir gelenek yaratamamıştır. Yine Mustafa Kemal tarafından potansiyel tehlike olarak görülüp Karadeniz’de boğdurularak tasfiye edilen Mustafa Suphi’nin TKP’si de herhangi bir pratiği olmadığı için ciddi bir iz bırakamamış ve giderek Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin resmi sözcüsü olmanın ötesinde bir siyasal kimliğe kavuşamamıştır.

Sosyalist hareketin beslendiği kaynaklardan belki de en güçlüsü Kemalizm’dir. Kemalist iktidarın temel karakterini belirleyen onun anti emperyalist bağımsızlıkçı yanı değildir. Kemalizm, Türklüğü temel alarak güçlü ve merkezi devlet eliyle uluslararası kapitalist pazara dahil olma tercihinin siyasi ifadesidir. Kapitalist restorasyonun güçlü bir ulus-devlet ihtiyacı dolayısıyla ırkçılığa varan bir Türkçülük temel alınmış ve buna direnecek olan unsurlar zor yoluyla tasfiye edilmiştir. Müdafa-i Hukuk’larda başta Kürtler olmak üzere doğal bir temsil sağlanmış ve kuruluş sonrası ilk anayasada bu bazı güvencelere kavuşmuş olsa da amaç hiçbir zaman demokratik bir Cumhuriyet olmamıştır. Kamucu değil, devletçi olmak esas alınmıştır. Ulusal kapitalist pazarın Anadolu’nun Türkleştirilmesi üzerinden gerçekleştirilmesine en büyük direniş, o güne kadar hem coğrafyanın etkileri hem de Osmanlının ana hedef alanlarından uzaklığı dolayısıyla nispeten özgür bırakılmış ve herhangi bir işgale uğramayarak kimliğini koruyabilmiş olan Kürtlerden gelmiştir. Burada detaylarına girmeyeceğimiz bir tarihsel kesit ayrıntıları ile zaten biliniyor. Bizi ilgilendiren Türkiye Sosyalist hareketinin Kürt isyanlarının kanla bastırılmasına karşı tavrıdır. Doktor Hikmet Kıvılcımlı dışında TKP’nin resmi tavrı, katliamları onaylamak olmuştur. TKP lideri Şefik Hüsnü, işçilere yönelik olarak bizzat kendisinin kaleme aldığı bildiride Şeyh Said önderlikli kalkışma için ‘kara kuvvet’ belirlemesi yapmakta ve bu feodal gericiliğin hem komünistlerin hem de burjuvazinin ortak düşmanı olmasından bahisle temizlenmesinde gönüllü ittifak gücü olmaktan bahsetmektedir. Bu bir utanç belgesidir ve enternasyonalist olması gereken bir dünya görüşünün kendisini ulus-devlet büyüsüne kaptırmasıyla nasıl deforme olduğunun da bir göstergesidir. Bu aynı zamanda sosyalist hareketimizin bilinç altında batı emperyalizminin doğu halklarını aşağılayan sömürgeci tavrına içten içe duyulan bir sempatinin de ifadesidir. Dolayısıyla özünde mandacılık vardır. İzmir İktisat Kongrelerinde karar altına alınan devlet eliyle burjuvazi yaratma siyasetine karşı çıkılmazken ve tamtersine bunun proletaryayı güçlendireceği ve sınıf mücadelesinin elverişli koşullarını yaratacağı öngörüsüyle Üçüncü Enternasyonal bakış açısı esas alınırken kendi coğrafyasındaki halkların tarihsel varlıkları tamamiyle es geçilmiştir. Denebilir ki Sosyalist hareket bazı istisnalar dışında kendi ait olduğu halklarını sevmemiştir. Bu ona yapılabilecek belki de en büyük suçlamadır. Ama sosyalist hareket açısından günümüzde de yaşanan durumun en temel nedenidir. Toplumsal köklere ait olması gereken duygusal bağların son derece eksik olduğu, hatta halkçı söylemlerin popülizm ile mahkum edilerek sürekli bir kadrocu zihniyetin egemen kılındığı bir sol düşünce ve pratik, her ne kadar Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadele dersleri ve yarattığı muazzam öğretisinin de etkisiyle değişime zorlanıyorsa da hala anti demokratik kadrocu tavrını korumakta ve içinden çıkan demokratik sesler, liberallik suçlamaları veyetersiz devrimcilike mahkum edilerek tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Kemalist cumhuriyet felsefesini çok iyi ifade eden “Orada bir köy var uzakta. Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür” dizelerdekine benzer bir romantik halkçılık ile bir yandan ‘köy’e, yani kendisinden olmayana şevkatli göndermeler yapılırken, diğer yandan da ‘köy’ün mülkiyetinden de vazgeçilmeyerek ‘senin hayatını da ben belirlerim’ türünden kadrocu bir zihniyet de egemenliğini sürdürmektedir. Ancak bütün bu olumsuz geçmiş özelliklere rağmen Türkiye Sosyalist Hareketi, kendini yeniden tanımlayacağı bir kavşağa doğru yürümektedir. Halkların demokratik biraradalıklarını temel alacak bir toplum modelinin, mutluluğun temel kaynağı olacağına dair inanç daha fazla taraftar bulmakta ve bu algı ile davranan yeni bir nesilin ayak sesleri duyulmaktadır. Buradaki en büyük tehlike Batı kaynaklı bir küreselleşmenin dayattığı yeni ideolojik algıların, yakın geçmişimizdekine benzer biçimde kendi toprağının yaratıcı gücüne dayanmayan mandacı oluşumlara yol açabileceğidir. Bunun panzehiri ise evrensel normlara kulak tıkamadan ait olduğu coğrafya ve kendi halklar gerçeğinin özgür kimlik ve yaşayan kültür değerlerinin dinamik demokratik siyasetini yaratmaktır. Buson derece soyut bir formülasyon gibi görünse de kendini var etme imkanları her zamankinden fazladır. Emperyalist siyasetin, bölgemize dayattığı ekonomi politiğin, halklara acı çektirmenin dışında bir fonksiyonunun olmadığının artık görüldüğü ve yeni bir sosyal ve siyasal alternatife dair talebin arttığı bir dönemde Anadolu Sosyalist birikiminin de şansları artmıştır. Bu konjonktürden güçlü bir siyasal önderlik çıkıp çıkamayacağını hep birlikte göreceğiz.

 

Kürt Özgürlük Hareketi Neyi Başarmıştır?

Kürt Halkının özgürlük taleplerinin ifadesi olarak bir avuç öncü ile başlayan ve bugün gelinen aşamada bütün Ortadoğu ve Mezopotamya Halklarına model önermesi yapacak ölçüde felsefi ve pratik bir derinliğe sahip olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu şaşırtıcı etkinliği nereden gelmektedir?

İlki Öcalan’ın Rolüdür.Tarihin gidişini kişilerin deha ve iradelerine bağlayan tarih yorumu ne derece idealist ve egemen sınıfa aitse, tarihi kişilerin rol oynamadığı bir takım determinist yasalarla açıklamaya çalışmak da o derece kaba materyalist bir anlayıştır. İkisi de gerçeği anlamamızı sağlamaz. Bu iki yanlışa da düşmeden ve Özgürlük Hareketi’nin tarihine bakarak hiç abartısız bir şekilde denebilir ki Abdullah Öcalan’ın şahsında temsil edilen önderliğin karakterinin belirleyici bir önemi vardır. Buatılımın evrensel insanlık değerleri ile irtibatlanması ve Kürtleri model önermeye kadar varacak bir yetkinliğe taşıması ve sosyalist toplum bilimine geleceğin yaşam imkanlarını sunan teorik vepratik katkılarda bulunacak bir felsefi düzeyi yakalamasında Öcalan’ın belirleyici bir rol oynadığını söylemek abartılı bir yaklaşım olmaz.Bu müthiş bir gözlem ve soyutlama yeteneği yanısıra sonsuz bir özgürlük tutkusunun birlikteliğinden yayılan karşı durulamaz bir etkileme gücü olarak kendisini var etmiştir. Kürt isyanının bölgesel bir devrime doğru evrilmesini sağlamada bu çekim merkezinin belirleyici rol oynadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.O nedenle Öcalan tarafından dayatılan demokratik modernite ve devletsiz yaşamın imkanlarını sunan paradigma eğer yeterince içselleştirilemezse reel politiğin önermelerine uygun bir egemenlik siyasetine dönüşme riskini içermektedir.

İkincisi, Kürt coğrafyasının çok parçalılığıdır. Bu ister istemez konfederal önermeleri gündeme taşımaktadır. Bir parçanın diğer parçalar üzerinde egemenlik tesis etmesi yerine parçalar arasında demokratik karşılıklı bir etkileşimi temel alan ve bunun demokratik kurumlarını öngören bir ulusal birlik siyasetini gündemleştirmektedir. Dolayısıyla öncesinde örneklerini gördüğümüz uluslaşma modellerinde merkezi devlet erkinin etkin rolüyerine bölgesel inisiyatif çeşitliliğinin harmonik birlikteliğini öngören yatay bir sistem tartışılmaktadır. Bu ise yurttaş insiyatifini köreltmek yerine onu gelişmeye zorlayan, kendisinin kaderi için başkasını yetkilendiren dikey bir hiyerarşi yerine toplumsal sorumlulukta aktif pay sahibi olacağı belirleyici bir rol öngörmektedir.

Üçüncüsü, Kürt direnişinin stratejik gelişim karakteridir. Eksenini elverişli bir coğrafyada ciddi lojistik derinliği bulunan bir gerilla savaşının oluşturduğu ve bölgenin yapısal istikrarsızlığının yarattığı boşlukları avantajlara döndürmede son derece maharetli bir önderlik kurumunun ustaca yönlendirdiği direniş, devletin bütün katliam ve zor yöntemlerine rağmen kahramanca bir duruşla varlığını süreklileştirirken karşılığını halkta bulan derin bir bağlılık ve kitleselleşme yaratmıştır. Özlü bir deyişle Apoculuk halklaşmıştır. Kolektif aksiyon gücü tarihsel olarak dumura uğratılamamış bulunan Kürtler, uzun süreli savaş boyunca genç erkek ve kadınlarının kahramanlıklarına tanık olarak onların anılarına bağlılık temelinde ruhsal bir kolektivite oluşturmuşlardır. Burada Öcalan’ın özellikle Kürt kadınının davaya bağlılığındaki destansı duruşunu erkek egemen anlayışla hesaplaşmada felsefi tarihsel bir avantaja dönüştürmesi ve bugün bunun görkemli eserlerine tanık olmamız tek başına toplumsal bir devrim niteliğindedir. Özetle kısa süreli iktidar mücadelelerinde tanık olunamayacak bir ruhsal kolektivizm, devletin merkezi erki dışında çevresel insiyatif alanlarını oduğu kadarbir birey aktivitesini de olanaklı kılmıştır. Dağdan başlayıp geniş kitleleri saran bir Serhildan ruhuartık kendi insiyatif alanlarını yaratma aşamasına gelmiştir. Demokratik özerk bir yönetim özlemi artık bir aydın elit fantazisi olmaktan çıkmış ve bir toplumsal talep haline gelmiştir.

Bu, Kapitalist modernitenin gündeminde olmayan bir gelişmedir ve daha şimdiden Ortadoğu’da batının emperyal çıkarlarına göre dizayn edilmiş reel politikayı tedirgin etmektedir. Bugün Rojava’nın karşı karşıya kaldığı saldırılar onu sürekli çatışma pozisyonunda tutarak alternatif bir model olmasını önlemeye matuftur. Anlaşılan o ki demokratik özerk bir idari şekil, savaş koşullarında adım adım gerçekleştirilmek mecburiyetindedir. Buradaki temel tehlikelerden birisi savaş koşulları nedeniyle demokratik özerk bir yapı yerine iktidarı koruma refleksini temel alan bir merkezi hiyerarşik yapıyı esas alma zorunluluğudur ki bu zorunluluğa asla teslim olmamak gerekir. Bilinmelidir ki siyaset ideal koşullarda niyete göre yapılan bir etkinlik değildir. Ustalık, bunaltıcı koşullar altında idealleri gerçekleştirme iradesini göstermektir. Bunu da en iyi Kürt Özgürlük Hareketi bilir.

Zamanı gelmiş bir düşünce kadar etkili hiçbirşey yoktur. Mezopotamya, tarihsel köklerine gönderme yapan bir demokratik düşüncenin devrimsel dönüşüm için olgunlaştığını bize mutlaka gösterecektir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.