Düşünce ve Kuram Dergisi

Modernist Kurgu ve Üretilmiş Yaşamlar

 Osman Kılavuz

Aydınlanma esinli modernizmin temel iddiasına göre hurafelerin, batıl inançların, cehaletin, her şeyin belirleyicisi olan tanrısal hâkimiyetin hüküm sürdürdüğü bir dünyanın yıkılıp bozulmasıyla yerine gelecek olan akıl yasalarının hâkim olduğu bir dünya tasavvurunda insanlık karanlıklardan aydınlıklara taşırılabilecektir. O nedenle de eskiye ait değerlerin kategorik olarak reddi gerekiyordu. Zira eskinin tutulacak bir tarafı kalmamıştı. Geleceğin geçer akçe olduğu dönemlerde ne kadar köklü ve hızlı bir kopuş yaşanırsa aklın yol göstericiliğinde ilerleyebilme fikri bir o kadar mümkün olabilecekti. Bu ilerleme fikri yolunda, nesnelliği yakın olan karakteri nedeniyle bilime daha çok şans tanınırken, felsefe ise taşıdığı belirsizlik özellikleri dolayısıyla gözden düşmeyi yaşayacaktı. Bilim ve felsefe arasında süregelen rekabetin, kapitalizmin gelişim sürecini belirleyecek şekilde felsefenin amaçlarının hilafına son bulması ve bilimin mutlak egemenliğinin ilanı, modern hâkimiyet ideolojisinin ölümcül ağlarını yaşamın olduğu her yere örebilmesinin koşullarının kendiliğinden hazırlamış olacaktı.

Bir başka besleyici kaynak olarak ise iyinin mutluluğu, dolayısıyla hazza eşit olduğunu savunan Bentham ve J.S.Mill’in geliştirdiği yararcılık denilen ahlaki öğretinin katkısının da bu sürece dâhil edilmesi gerekiyor. Hedonizm’in modern bir uyarlaması sayılabilecek bu öğretiye göre iyi mutluluk (haz) veren ve ondan yoksun olandır. Kapitalizmin ahlak anlayışına dönüşen bu öğreti, aynı zamanda kapitalist piyasa teorisi ile uygun bir kavramsal örtüşmeyi de yaşayacaktır. Genel eleştiriye göre etiğe, fayda-zarar hesaplaması ile yaklaşması onu piyasa teorisi ile aynı amaçlara bağlamıştır. Oysaki en yüksek hazzı yaşamanın bir sınırı yoktur. En fazla sayıda insanın mutluluğu geriye kalan mutlu olmayanların aleyhine sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

Çehov bir öyküsün de kahramanın dilinden “Bir insan mutluluğu ancak mutsuzlar yüklerine sessizce katlandıkları için hisseder. Onların bu durumları (mutsuzlukları) olmadan mutluluk olmaz” sözlerini diyecektir. Daha da önemlisi haz maksimizasyonun kapitalist dünyadaki karşılığı sömürünün maksimizasyonudur. Hazzın hâkim öğe olduğu idealar dünyasında komünal birleştirici unsur olan maneviyat-ahlak zamanın en büyük darbesini almış olacaktı. Dünya insanlığın gözünde doyumsuzluklarını tüketeceği, istediği şekilde kullanabileceği bir nesneydi artık. Tüketilmeyecek, değiş-tokuş edilmeyecek hiçbir şey bırakılmamıştır geriye. Doğa insana bağlanmış, insan doğanın üstüne çıkarılmıştır. İnsan doğanın bir parçası olduğuna göre, doğa ele geçirilirken insan da ele geçirilmiş sayılacaktı. İnsanın hizmetine açık olan doğa böylelikle şeyleştirilen bir nesne halini alacaktı.

Sadece doğa veya nesneler değil, ahlaki, ruhsal değer yargıları da bu mücadelenin, ticaretin konusu durumundadır. Yıllar önce Adorno özneye karşı nesnenin haklarının savunulması gerektiğini söylemişse de bugün artık özel bir özne-nesne ayrımına gitmeye gerek kalmamıştır. Her ikisi de birbirinin yerine geçebilen olgular halini almıştır.

Bireyin hem doğadan hem de geçmişinden yalıtılması onu ‘tartışmasız iktidara’ ve onun zorba uygulamalarına karşı ses çıkaramayacak bir hale getirir. Özgür bireyin yaratılması ve toplumdan -cemaatinden azade edilmesi adına toplum atomize edilip anlamsız kalabalıklara dönüşür. Özgürlük aslında örgütsüzlüğün diyeti olur. Toplumsal bağlarından (örgütlülüğünden) koparılan bireyler örgütsüz bir başına kalınca modern saikler etrafında örgütlenip yeniden birleştirileceklerdi. Bu ihtiyacı erkenden fark eden sistemin kurucu sihirbazları üretilmiş bir kavram olarak ulus devleti devreye soktular. İtalyan ulusal birliğinin sağlandığı 19. yy’da dönemin devlet bakanı olan Fellini’nin “İtalya Devletini kurduk, şimdi sıra ulusunu yaratmaktır” sözü, ulus devletin nemenem bir kurgusallık olduğunu anlamak açısından fazla söze yer bırakmaz.

Egemenlik stratejisinin dayatma metodolojisi kendisini ilerleyen ve değişen zaman ve koşullara göre yeniden kurgular. Klasik egemenlik siyaseti tahakküme dayalı ve toprak temelliydi; açıktan fiziki baskı ve zoru içermekteydi. Ancak modern dönemin egemenlik stratejisinde toprak değil, insan bedeni vardı. Bedenleri ele geçiren ve yönlendirebilen, Foucault’un bio-politika dediği yeni bir siyaset anlayışıydı peydahlanmış olan. Biyo-politikanın egemenlik konusu yaşamın kendisidir. Yaşamlar ele geçirilip bunların sistemin üreten ve tüketen nesnesi, öznesi haline getirmesi sağlanır. Bireyin hakları, yaşamına saygı gibi konular üzerine titrenilen konularmış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekte toplumsallıkla ilintili beşeri tüm değerlerin üzerinden silindir gibi geçilecektir. İnsan haklarına saygı, tüketiciye saygı minvalinde ele alındı veyahut öyle algılandı. Geçmişteki gibi sadece baskıyla, kurallarla (disiplinle), iktidarın gruplarına buyruklarına uyulması değildi. Söz konusu olan, bu kuralları isteyen, arzulayan, savunan, sisteme kalpten bağlanmış bireylerin yaratılma süreciydi işleyen.

Bu süreç erken yaşlardan itibaren başlar. Özgürlük ve kendine aitlik hakkı henüz anne karnında iken alınır kişinin elinden. Sırası geldiğinde herkesin yaşamaya mecbur kılındığı kurgulanmış yaşamları çocuk yaşlardan itibaren ‘seçmiş ‘oluyoruz sadece. Habermas, rekabet ve performans ölçümlerinin ilkokul çağındaki çocuklara kadar yaygınlaştırdığını söylese de bu marş bugün okul öncesine kadar çekilebilmiştir. Çocuk, okul öncesi eğitimler, kreşler ve benzeri yollarla ebeveynden koparılırken, ailesiyle (içinden geldiği toplumsallıkla) olan kültürel bağından da koparılmış oluyordu. Bu yollarla çocuğun çok daha öncesinden sistemin gelişim sahipleri doğrultusunda şekillendirilip kazanılması hedeflenmişti. Bir insandan en yüksek verimi elde etmenin rasyonaliteye uygun operasyonu da denilebilir buna…

Çocuğu doğuran kadın taşıyıcı anne derecesine düşürülürken, genel olarak ebeveyn, burjuvazinin kendine ait gördüğü çocuğu emanet ettiği bakıcı konumuna düşürülmüştür. Anadan koparılmış, aynı zamanda gelenekten ve toplumsal hafızadan koparılmış demektir. Komünal değerlerin hiçbir koşulda değişmeyen taşıyıcı ana geleneği daha bir erkene alınmış bu ataerkil müdahale ile belki de ilk defa yok edilme riskiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Sistem, çocuğun vesayetiyle ilgili konuda yaratan anaya bir nevi şirk koşmaktır. Ailenin çocuğu sisteme kazandırma çabalarında yaşanacak ihmal ve hata payını da ortadan kaldıracak şekilde sistemin bizzat kendisi bu yetiştirme sürecine müdahil oluyordu ilk defa…

Çocuğun bedeni sistemin etkisindeki ailenin mülkiyetine alınma suretiyle sağlama bağlanmışken, kişiliği de sistemce zimmetlenerek geleceği ve bir bütün yaşamı da zapt edilmiş sayılıyordu.

 

Kendini Kandırma Hakkı

Bundan sonrasında verilecek roller, giyilecek kıyafetler, sahnelenecek tiyatronun içeriğine göre biçilmiş kaftandır! Aslında herkes gelecekte kendisinin nelerin beklediğini bilir, ama yine de o bildik mizansenin gereklerine uymaktan kendini alamaz. Bir serüvene atılıyormuş, sürprizlerle dolu bir geleceğe koşuyormuş gibi yapıp kendisinden istenilen şekliyle rolünü inanarak yerine getirmeye çalışır. Bütün çaba ambalajlanmış, metni önden belirlenmiş olan yapay başarı ve statüko momentlerine endeksli mutluluk ütopyalarına ulaşma yolunda harcanır. Bilinçlerine, hatta bilinçaltlarına müdahale edilmiş bireylere tanınan mutluluk ütopyalarının peşinden koşma özgürlüğü, aslında sınırsız rekabetin, tüketimin, sınırsız bireyciliğin gelişimine tanınmış haklardır. Her ne kadar çok seçenekli bir gelecek ve özgür tercihlerin yapılabildiği bir dünyada yaşanılıyormuş duygusu uyandırılmaya çalışılsa da sunulan şey, hangi yoldan gidilse aynı kapıya çıkıldığı yanılsamalı özgürlükler dünyasıdır. Modern veya post-modern anlamında seçenek bulduğu, özgürlük diye sunulan çokluk, tekliğin türevlerinden başka bir şey değildir. Çokluk bin bir yüzlü indirgenmiş tekliktir. Çok olan şey, aynı ürünün pazar değerini artırmak amacıyla başvurulan ‘her açıldığında hep aynı hayal kırıklığını yaratan bir ambalaj çeşitlemesindeki yenilik değeri’ kadardır.

Aradığı hazineyi bulmamaya mahkûm olan, ama hayatının tümünü onu bulma moduyla eskiten talihsiz bir define avcısının yaşadığına benzeyen bir durumdur bu yaşanan ve yaşatılan. Para aşkıyla, eğlenceyle, cinsellikle hissizleştirilen toplum ve tek tek bireyler, olmayan-hedefler peşinden çaresizce koşturulurken onların toplumsallığına olan ilgi ve duyarlılıkları bir nevi bir hedeflere ulaşma yolunda meşgul edilmekte, oyalanmakta veya saptırılmaktadır. Burada artık ne birey ne de toplum vardır.

Kullanılabilen, alınıp satılabilen, her tarafa çekilebilen insan-nesne vardır. Özne olma özelliğini yitirmiş bireyin benimsetilmiş algılarla sisteme mal edilmiş hakikatler dünyasında özgürlük arzusu sistemin arzulanışından öteye bir anlam ifade etmeyecektir. Bütün verili özgürlük alanları, sıra dışı marjinal konumlanışlar, modernizemce sınırları kişiye tanınmış kendini kandırma hakkıdır. Elleri kolları zincirli köle, köle olduğunu bilir; ama insanların özgür değilken kendini özgür; mutlu değilken mutlu sanmasını sağlamak, sadece modernizme münhasır bir marifettir.

Sistemin ‘kültürel hegemonyası’nın etkili olduğu bir ortamda yüklenilmiş duygular, zerk edilmiş fikirlerle birey, yaptıklarının kendi özgür iradesi ile yaptığı yanılsamasını yaşar safça. “Kalbimin sesini dinliyorum” derken dahi dillendirilen kişinin öz iradesine ne kadar dayandığı kuşkuludur. Ağızdan çıkana sözün, kalpten damlayan duygunun sistemce el değmemişliği, katkısızlığı aynı nedenlerle yine şüpheye açıktır. Bize ait olduğunu sandığımız hiçbir şeyin steril kalabilme garantisi yoktur bu dünyada. Zira iktidar tekeline aldığı bilgi kurumlarıyla algı ve zevkleri kendi varoluş ihtiyaçları temelinde rahatlıkla değiştirip yeniden yapılandırabilmektedir. Weber bunu “rıza imal süreci” diye tanımlıyor. “Rıza imal süreci” dize ve düzene getirilen özgür toplumsallıktır.

Aslında verili muhalif haller bile, bu ‘rıza imal sürecinde’ modern kafesin içinde öfkeyi mas eden, normalleştiren bir rol oynarlar. Ortaya çıkmış tüm sistem karşıtı hareketlerin dön dolaş yine aynı yola girmekten kendilerini alamamış olmaları bununla açıklanabilir ancak. Başarısızlıkları, hatta bazen başarılarıyla (devrimin devletleşip, karşı devrimcileşmesi gibi ) sistemin her seferinde doğrulanmasına -istemeden de olsakatkı sunmuş olurlar. Modern kafesin dışına çıkılmadıkça sistemin biricikliği doğrulama pratiklerinin sürgit yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Eski zamanlardaki gibi uygarlıktan uzaklaşmak için dağların yüksekliklerinde, ormanların derinliklerinde üslerine çekilen hakikat arayıcıları için daha işgal edilmemiş çok yer vardı. Bugün ise öyle üslerine çekilebilecek, uygarlığın elinin uzanamayacağı, etkisinin hissedilemeyeceği sistem karşıtı olan ne kadar bir alan kaldı acaba? Veya böylesi özgür alanlar neler pahasına korunabiliyor?

 

İyimserlik

Muhafazakârlar gelenekle, devrimciler gelecekle oyalanmayı sürdürürken, ortada kalan “şimdi” ise modernizmin hiççi mimarı liberalizm tarafından, anı yaşama felsefesiyle devşirilerek haz ve hız ikiliğinde harcar hevesler tatmini yolunda tüketilir. Özünde düşünmeye sevk edene tiyatronun yerine düşünecek vakit bırakmayan sinemanın geçmişinde olduğu gibi reel dünyanın yakıcı gerçekliği üzerine yoğunlaşmaktan alıkonulan insanlar, hızla gelip geçen görsel dünyanın uyutucu, hipnotize edici, etkisiyle bir anlamda esir alınırlar. Yardımına pek çok ihtiyaç duyduğu Adorno’nun metalaşma dediği eğlence dünyasının araçlarıyla sebebi olduğu hayatın çirkinliklerinin, çürümüşlüklerinin garabetlerinin üzerini sinsice örtmeye çalışır modernizm. Kendi haline bırakıldığında insanlığın bir an için bile olsa içine sindiremeyeceği sorunlu bir yaşam allanıp pullanılarak türlü tekniklerle yeniden ve yeniden yaratılarak sürülür piyasaya.

Mutluluk her koşulda el üstünde tutulurken yaşamın bir başka boyutu olan acı yaşamın dışına itilir, unutturulur. Acı, egemenlik sistemde afyon etkisi yaratan kitle kültürü, araçları (teknikleriyle) bastırılırken, acının duyulduğu dokunun hissizleştirdiği noktada acıya karşılık verilen tepkinin körleşmesi amaçlanır. Acı idesi yok edildiği oranda, birey tepki verebilme iradesini de kaybedecek, yaşanacak his yitimiyle öfke ve direnme gücüde sağlanmış olacaktı böylelikle.

Acının bastırılıp mutluluğun ulaştırıldığı bu hakikatler dünyası ancak sahte iyimserlik havasının pompalanmasıyla ayakta durabilirdi. Barışın, hoşgörünün, uzlaşmanın, uyumun sürekli övülüp dönemin romantik söylemleri halini alması tesadüf değil. Toplumsal antegonizmaların alıp başını gittiği böylesi bir gerçeklikte barışa, uzlaşıya, uyuma neden bu kadar vurgu yapılır? Kapitalist modernitede barış gerçekte, savaşla yola getirilmiş anarşik, dinamik, ahlaki-politik toplumsallıktır. Barış, devletli uygarlığın toplumu silahsızlandırma projesi amacını taşır. NATO’nun adına iç savaş konsepti dediği düzeninde hatırlatacağı üzere, devletlerin devletlerle savaşından ziyade devletlerin topluma karşı savaşı esas amaçtır burada. Günümüzde devletlerarası savaşlar pek söz konusu değildir. “Devlet=topluma karşı savaş” tanımlanmasının belki de hiçbir zaman günümüzdeki kadar gerçekleşmesine tanık olunmadı. Barıştan anlaşılan şiddetsizlik ve çatışmasızlığın karşılıklı olarak ebedi sönümlenmesi değil, savaşın sonucunda şiddet tekelini eline geçiren tarafın dayattığı koşulların ötekine razı ettirmesidir. Modernitede barışa, uyuma söylemsel vurgu ne kadar fazlaysa, bir gerçeğin üzerini örtbas etmenin işaretleri de bir o kadar görünür olmaktadır. Toplumsal çelişkiler nasıl ki yaratılmış çelişkilerse, onu perdeleme işlevi gören popüler uzlaşma (uyum) nosyonu da bir o kadar yapaydır. Modern dünyada uyum ve uzlaşı çağrısı eşit ve adil olmayan düzenin içe sindirilişini sağlama ve ona teveccüh kazandırma gayretidir özünde.

Hiç de böyle olmadığı ve hak etmediği halde güler yüzlü bir dünyada yaşadığımız sahte imajıyla alternatifi olmayan bir yaşama mahkûmmuş hissiyatına sürükleniriz durmadan. Tüm çirkinlik ve sömürü hallerine rağmen hayatın güler yüzle karşılanması, hayatın her şeye rağmen güzel olduğu telkinleriyle insanların yaşam algılayışlarının normallik standartlarında seyretmesi hedeflenir. Gülmek, işten dışa doğru gelişen bir eyleyiş değil, gerçeklerden uzaklaştırıcı, örtbas edici işlevi olan yüze takılan bir maske veya kalın bir makyaj gibidir. Çirkinlik ne kadar belirginse makyaja duyulan ihtiyaç da o denli artar. Çünkü kapitalizmin iyi olmaya değil, iyi görünmeye ihtiyacı vardır. Gülenlerin ve “güzellerin” sürekli el üstünde tutulması da bundandır. Çürümüş ve bozulmuş öz, ancak biçimsel müdahaleler ile gizlenebilir. “İmaj çağı” adlandırılması bu niyeti belli oranda dışa vurmaktadır zaten. İmaj sistemin kötücül amaçlarının cilalanarak örtbas edilmesi için kullanılan, ama yıkıcı bir eylem niteliğindedir.

Parlaklığıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış yeni hâkimiyet ideolojisi toplumu allahsız ve ahlaksız koyduktan sonra kendi ürettiği ideolojiyi yukarıdan topluma dayatmayı sürdürür. Kitle iletişim araçları ve medyayla kültürel bir kuşatmaya alınan insanlar ikna süreçlerinin, sisteme özendirme metodlarının imbiğinden geçirilerek kazanırlar. Sanatsal alana bu konuda önemli roller düşer. Şiir, anti-toplumsallığa dizilmiş övgü; aşk, tarafların birbirlerinin benliklerini durmadan büyüttüğü “iki kişilik bencillik” olup çıkar. Edebiyat, bireyciliğin estetize edilişi olurken, müzik ise sanattan arındırılmış yaratıcı bir şov niteliğini kazanır.

 

Doğa da öldü

Tüm bu kopyalanma, standartlaşma süreçlerinin sonucunda ruhunu kaybetmeye başlayan birey, boşluğun, anlamsızlığın, değersizliğin hâkim olduğu bir yaşam içinde bulur kendini. “Tanrı öldü” diyen Nietzsche’den yıllar sonra insanlığın bu yeni durumunun dehşeti ve “çığlığıyla” kendisini karşı karşıya bulan Foucault, “İnsan da öldü” diyecekti. Bu gün açısından ise doğanın başına getirilenler düşünüldüğünde ölen “tanrı” ve insana doğanın ölümünü de eklemek gerekecektir belki de. Toplumun yaşadığı stresler, depresyonlar, anlamsızlık duygusu, hiçlik, hayattan zevk almamalar, kapitalist modernitenin adeta manevi dünyamızın çatısından sebep olduğu sera etkisi türünden tahribatın birer izleri olarak görülmelidir. Marks’ın “ruhsuz dünyanın ruhu” dediği gerçeği ifade eden gerçek bu olsa gerek. Tam da bu noktada Dakuzc’e kulak vermeli: “İktidar bizi daha az baskı altında tutmak, ama bize daha çok bunalım vermek zorundadır. İktidar için üzüntülerimize ihtiyaç duyar, üzüntü eylem gücümüzü en aza indirger” diyor Gilles Deleuze.

 

‘Şüpheden şüphe etmek”

Rönesans’tan beri tanrının varlığına duyulan şüphe ile başlayan sorgulama gücü, Avrupa’yı karanlıklardan kurtaran rolü başarıyla yerine getirmiş olabilir. Fakat günümüzde bu sınır tanımayan şüphecilik, insanlığa kendi insanlığından bile şüphe ettirebilecek türden nihilist bir savrulmayı yaşattırmaktadır. Şüphesel yönelim edimi göksel iktidarı ve onun yeryüzündeki tezahürlerinin temellerini ciddi manada sarsabildiği noktasında bir şüphe yoktur. Ancak onun, tanrıdan boşalan koltuğa yerleşen mutlak özne-bireyin (insanın) iktidarını sorgulayacak düzeye gelememiş olması, şüpheci düşünüş açısından ciddi bir çıkmazdır. Göğe bakarak ilerlemesini sürdüren şüphecilik, yerdeki modern devlet ve iktidarların söz konusu olduğu yerde ilerlemeyip dogmatizme boyun eğmiştir. Tanrısal hâkimiyetin dogmatizmi sorgulama cesareti, insansal hâkimiyetin dogmatizmine sıra gelince akamete uğramıştır. Bugünkü dünyada görülen ve “görülmeyen” dünya ya ait her türlü değer fütursuzca sorgulanabilirken, çağın yeni kutsiyeti olan devletli düzenin kendisini bundan muaf tutabilmiş olması yine de bu durumla açıklanabilir.

Gelişecek bilimsel teknolojik ilerlemelerin insanlığı daha ileri noktalara taşıyacağı yönündeki ilerlemeci kehanetinin de insanlığın manevi dünyasında olumlu hiçbir gelişmeye yol açmadığı bugün artık çok net görülmüştür. Sisteme tanınacak bir iyimserlik için ortada her hangi bir geçerli neden de görülmemektedir. Ruhsuz, cansız, moralsiz, heyecanını yitirmiş bir dünya karşısında yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında ise din üzerinden geliştirilmeye çalışılan, ultra-maneviyat çözüm reçeteleri de en az ötekiler kadar dağıtıcı ve tüketici bir işlev görmektedir.

Gelişecek bilimsel teknolojik ilerlemelerin insanlığı daha ileri noktalara taşıyacağı yönündeki ilerlemeci kehanetinin de insanlığın manevi dünyasında olumlu hiçbir gelişmeye yol açmadığı bugün artık çok net görülmüştür. Sisteme tanınacak bir iyimserlik için ortada her hangi bir geçerli neden de görülmemektedir. Ruhsuz, cansız, moralsiz, heyecanını yitirmiş bir dünya karşısında yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında ise din üzerinden geliştirilmeye çalışılan, ultra-maneviyat çözüm reçeteleri de en az ötekiler kadar dağıtıcı ve tüketici bir işlev görmektedir.

Gelinen nokta kötümser bir esinti hissi uyandırsa da bunun modernizmin iyimserlik ve razı kılma dikişlerinin artık tutmadığını, çözülen dikişlerle kralın çıplaklığının ilanının yakın olduğunu gösteren anlamlı işaretler olarak yorumlamak mümkün. En yoğunlaşılan an, en çok zayıflayan ve en çok tüketilen ana tekabül eder. Tarih, devlet olmayan yerel ve bölgesel komünal otonom toplum yapı ve paradigmalarına modern krizden çıkış sağlamanın koşullarını her zamankinden daha fazla olgunlaştırmıştır bugün.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.