Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Yaşamın İktidarizmle Sakatlanması

Ali Koç

Toplumsal yaşama dair tüm çıkarsama ve değerlendirmeler, onun insan zekâsının ve kültürel yaratımlarının asli bir ürünü olduğudur. Nasıl ki insan, zekâsı ve bilinçli edimleriyle canlılar dünyasında ayırt edici bir konuma erişmişse; toplumsallaşmayla da tür olarak varlığını güvence altına alıp, sürdürülebilir kılmıştır.

Yaşamını sürdürebilir kılmak; en çok da kendi doğası içerisinde kendine ait olanı anlamlı kılmak ve çevresiyle bu anlam düzeyi üzerinden ilişkiler kurmakla mümkündür. Bunda birinci veri zekâ iken, ikincisi kültürel yaratımlarını anlamlandırma çabası ve yeteneğidir. Kültürel yaratım dediğimiz, insanın iç ve doğayla kurduğu ilişkilerin ürünü olan yaşam evreni; insanın ontolojik gerçekliğini ifade ettiği gibi kendini zihniyet üzerinden kodlayarak tarihsel süreç içerisinden çok ötelere kadar taşırabilmektedir.

Toplumsal yaşam inşaları en çok bu zihniyet kodları üzerinden gerçekleşmektedir. Arkasında ciddi ve sağlam zihni temeller olmayan toplumsal inşalar, çok zayıf gerçekleşmeler olarak başkalaşıma uğramaya çok müsaittirler. O nedenle toplum, belki de kendisini en fazla zihniyet yapısının güçlülüğü ve kültürel yaratımların zenginliği ile savunmakta ve var olmaktadır. Çünkü her toplumsal inşa önce zihniyette gerçekleşir ve bu izlek üzerinden varoluşunu anlamlandırır.

Anlam düzeyinin yüksekliği ve/veya derinliği, toplumsal yaşamın bilgelik düzeyiyle alakalıdır. Her inşa ve/veya yaratım, yüklendiği anlam dahilinde kabul görür veya reddedilir. Sorunları çözme yeteneği de bu bağlam üzerinden gelişir. Sorun çözme ve/veya yönetme becerisi olan toplumsal inşalar, sahip oldukları anlam düzeyiyle toplumsal doğaya yaklaşırlar. Toplumsal doğa, toplumsal oluşumların en saf, zenginlik ve çeşitlilik halidir; doğal oluşum halidir. Bilgeliği de buradan gelmektedir. Kendi dinamikleri içerisindeki değişim ve dönüşüm yeteneğiyle hep gelişim halinde olur.

Bilgelik hali içerisindeki toplumsal oluşumların güçlü olmasının nedeni, toplumsal doğa haline dayanıyor olmalarıdır. Zihniyet yapılarının sağlamlığı ve kendilerini hep üretebiliyor olmaları bu nedenledir. Manipülasyonlarla başkalaşıma uğratılmaları bu açıdan çok zordur. Dış sızmalara ve içteki darbeci yaklaşımlara kapalı olmaları, doğal zihniyet ve oluşum halinin kendisini sürekli üreten dinamizminden kaynaklanır.

Bir toplumsal oluşumun en zayıf yanı, sorunları çözme ve/veya yönetme yeteneğini kaybetmesi, en azından bu yeteneğinin ciddi bir şekilde gerilemesidir. Toplumsal doğanın zayıflayıp dış etkilenmelere açık olduğu, toplumsal yaşamın bilgelikten uzaklaştığı bu an, zihniyet yapılarının da artık eskisi gibi kendini üretemediği ve anlamlandırma gücünü büyük oranda kaybettiği andır. Toplumsal cehalet süreçleri olarak da anlamlandırabileceğimiz bu süreçlerde, toplumsal yaşama yabancı olan unsurlar toplumsal doğaya sızmaya çalışırlar.

İnsan toplumu böylesi bir süreci en şiddetli şekilde uygarlığın oluşumunda yaşamıştır. Hiyerarşinin oluşumunu bir denge dönemi olarak adlandırabilirsek eğer, uygarlığın tüm unsurlarıyla birlikte tezahür etmesini, toplumsal yaşama cehaletin hakim olduğu dönem olarak tanımlayabiliriz. Devletin, iktidarın ve sınıfların oluştuğu ve hakim olduğu uygarlık süreci; toplumsal zihniyetin büsbütün değiştiği, doğal oluşum halinden uzaklaştığı ve toplumsal yaşamın yabancı unsurların işgaline uğradığı toplumsal cehaleti ifade eder

Anlam yitiminin doruğa çıktığı, anlamsızlığın yeni ”anlam düzeyi” olarak topluma dayatıldığı uygarlık süreci, tüm yaratımlarıyla toplumsal yaşamın iktidarizmle zehirlendiğini ifade eder. Eğer toplumsal yaşamın doğal hali bilgeliği yansıtıyorsa, iktidarizm de cehaleti yansıtmakla kalmıyor, cehaleti yeniden yeniden üretiyor. Cehalet hali, zihniyetten, bilgelikten, güçten ve anlamlandırma yeteneğinden düşme/düşürmedir. Çünkü iktidarist zihniyet ve anlam düzeyi; toplumsal doğanın çok renkli, çok yapılı, çeşitlilik arz eden zenginliğine tek renkli, tek yapılı ve çeşitliliği boğan homojenliği dayatmaktadır. Toplumsal yaşamın boğdurulduğu bu hal, sorun üretme ve üretilen sorunlar üzerinden toplumu çalıştırarak egemenliğe alma amacının sonucudur. Bu nedenle iktidar tekellerinin oluşturduğu suni yaşam tezahürlerinin fasit dairesi büyüdükçe, insanlık büyük bir anlam yitimiyle karşı karşıya kalmaktadır.

Toplumsallaşma, insanların baş edimi ve kendi varlığını sürdürmenin harika bir yöntemidir. Öylesine tesadüfen ve/veya keyfi olarak buldukları bir yöntem de değildir. Doğanın en zayıf türü olmanın farkındalığı ile türünü sürdürme ihtiyacının zorunluluk halinin zekâ denen ayrıcalıkla bütünleşmesi, toplumun/toplumsal yaşamın başlangıcını ifade eder.

İnsanın toplumsallaşma çabası ve bununla ortaya çıkardığı muazzam toplumsal yetenek birikiminin birilerinin iştahını kabartması kadar doğal bir şey olamaz. O nedenle toplumsal inşa çabası ile ”kurnaz ve güçlü adam”ın hegemon olma çabası atbaşı gitmiştir. Toplumsal yaşamın doğal dinamikleriyle kendini uzun süre korumuş, savunmuş, hatta geliştirmiş olması, karşıt çabanın olmadığı anlamına gelmez. Ancak henüz bu çabasını başarıya ulaştıracak zemin yoktur. Dahası, toplumun anlamlandırma düzeyi ve zihniyet yapısı, böyle bir eğilime yüz verecek durumda değildir. Bu nedenle iktidarist eğilim, toplumsal olanın zayıfladığı, kendini üretme yeteneğinin azaldığı, sorun çözme ve/veya yönetme gücünü kaybettiği ve kendisini var eden ahlaki ve demokratik toplumun anlam gücünden uzaklaştığı bir tarihsel süreçte başarı kazanmıştır.

Bu açıdan bakıldığında; iktidarist inşa halleri, toplumsal doğadan uzaklaşıldıkça güç kazanmakta ve zemin bulmaktadır. İktidarist inşalar, sosyal mühendislik çalışmalarıdır. Suni döllenme tarzıdır. Normalde bu tarz oluşumun toplumsal bünyece kabulü mümkün değildir. Ancak bu mümkün olmama hali, toplumsal zihniyetin dejenere edilmesiyle imkan dâhiline sokulmaktadır. Toplumsal yabancılaşma olarak da nitelendirebileceğimiz bu durum gerçekleştirilmedikçe ve çeşitli zihniyet uyumlarıyla insanlar ikna edilmedikçe iktidar zihniyetinin başatlığı olmamaktadır. Ama insan bir kez toplumsal yaşamın doğasına yabancılaştırıldığında ve kendi zihniyet doğrultusunu kaybettiğinde, özcesi devletçi/iktidarist oluşuma geçit verdiğinde, artık kendi toplumsal doğasına kavuşması çok zor olmaktadır. Nitekim beş bin yıllık devletçi ve iktidarist yapay oluşumun halen varlığını sürdürmesi, hatta kendini geliştirme çabası içerisinde olması bu durumla bağlantılıdır. Toplumsal anlam düzeyinin geçerliliğini kaybetmesi ve/veya bastırılması; devletçi/iktidarist eğilimin kendine anlam oluşturmalarına olanak sağlamıştır. Çünkü anlamlandırma, zihniyet yapısının tezahürüdür. Oluşmaları kadar yıkılmaları da zaman almaktadır. Ayrıca hiç bir oluşum, anlam düzeyini geliştirmedikçe geçerlilik sağlamamaktadır.

Toplumsal doğa ”yönetilebilir” gerçekliğe göre oluşurken, iktidar ”yönetebilir” gerçekliğe göre kurgulanır. İkisi arasındaki ayırım, sadece doğal oluşu ve yapay kurgulama değildir. Bununla birlikte, zihniyet yapısının ”yönetebilme” ve ”yönetilebilme” kodlarının neresinde durduğuyla da bağlantılıdır.

Toplumsal doğanın özelliklerine göre oluşmuş toplumsal yaşam gerçeği, kendi kendini yönetmenin en güzel tasavvurudur. Zaten toplumsal sorunlarını çözme yeteneği buradan gelmektedir. Ahlaki ve politik yaşam özellikleriyle toplumsal sorunlara müdahale etme ve çözme çabası, yönetim olgusunu doğal kılmaktadır. Topluma rağmen davranma, yönetme durumu yoktur.

Ancak iktidarist zihniyetin tezahürü olan ve bu zihniyet yapısının kurguladığı yaşam gerçeği, toplumu ”yönetebilme” parantezine almaktadır. Yani, buna göre toplum ”yönetilmeye” muhtaçtır ve birilerinin bunu yapması gerekiyor. İktidar tekelleri, toplumsal yapıyı devlet denilen örgütsel yapının cenderesine alarak yönetmeyi bir hal olarak ele almaktadır. Yöneten bir ” beyin” olarak, yönetilmeye hazır ve/veya yönetilmeyi arzulayan yığınların başına geçilmesi gerekmektedir. Bunun zihinsel ve kültürel altyapısı kurgulanmakta ve zihniyet yabancılaşmasıyla topluma kabul ettirilmektedir. Sosyal mühendislik denilen kurgusal inşa hali bunu ifade etmektedir.

Aslında toplum kendi doğasından uzaklaştıkça dinamizmini kaybetmekte ve birilerine muhtaç hale gelmektedir. Çoğu kez bu bilinçli bir şekilde yapılarak dayatılmaktadır. Ancak iktidar aygıtının, ”yönetme hakkı” adına yaptığı da bekçilikten başka bir şey değildir. İktidar, bir anlamıyla bekçiliktir. Evet, toplum yönetilmektedir, ancak bunun kurgusal olduğunun farkındalığı, iktidar güçlerine korku ve endişe olarak sirayet etmektedir. Elindekini kaybetme korkusu, iktidarı aşırı bir korumacılığa, şiddet kullanmaya ve toplumsal olandan endişe duymaya sevk etmektedir.

Toplumsal doğanın gidişatına iktidar zihniyeti üzerinden dışarıdan yapılan müdahaleler, toplumsal yaşamı sakatlamıştır. İktidar zihniyeti, toplumsal bünyeye yabancıdır. Toplumsal bünyenin ahlaki, demokratik, politik ve özgürlük temellerine karşılık; iktidarist zihniyet, bu temelleri ortadan kaldırarak hâkimiyet epistemolojilerine dayanan araçsallıklar yerleştirmektedir. Buna uygun kültürel oluşturmalarla ontolojik temellerini sağlamlaştırmaktadır.

İktidar zihniyetinin kültürel bir hegemonyaya dönüşmesi ile iktidarizm, toplumsal yaşamda durmaksızın hastalıklı yanları üretir. Toplumsal bünyede hastalık üretmekle yetinmez, bu dejenerasyon üzerinden toplumu sürekli kontrol altında tutar. Kontrol mekanizması, iktidarın sürekliliği ve amacına ulaşımı için gerek ve yeter koşuldur. Hiç bir toplum kontrol altına alınmadan ve yaşama dair olgular söz konusu araçsallıklarla doğasının dışına taşırılmadan iktidar aygıtının varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Haliyle iktidarizm, ideolojik kurgular üzerinden toplumsal yaşamın gözeneklerine sirayet etmeye çalışır. Sirayet etme hali öyle sıradan tasavvurlarla gerçekleşmemektedir. Toplumsal zihniyete sızılmakta ve toplum önce buralardan ele geçirilmektedir. Gerek ikna, gerek inandırma ve gerekse çarpıtma bu bağlam üzerinden yapılmaktadır. Yoksa nasıl olur da toplum kendi hakikatinden taviz vermeye, hatta vazgeçmeye razı edilir?

Öyle ön kabullerle iktidarın zor ve baskıyla toplumsal olana hakimiyet kurduğunu iddia etmek, işin en kolay yanı olmaktadır. Elbette zor, baskı ve şiddet iktidar olgusu da mündemiçtir. Ama başlangıçtan ziyade, sonrasında yoğunca devreye sokulmuştur. Öncesinde kendisi de bir ideolojik hal olan iktidar, toplumun çözmekte zorlandığı kimi sorunların varlığını kullanarak ve bunlar üzerinden varlığını haklı kılarak topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. Devletin oluşumuna ikna edilen toplum, iktidara da razı edilmiş demektir.

İktidar üzerinden toplumu değiştirmek ve toplumsal yaşamı parçalayarak manipüle etmek, egemen güçlerin bir projesidir. Uygarlık tarihi, aynı zamanda söz konusu projeyi yaygınlaştırma ve tahkim etme tarihidir. Modern zamanlarda bu durum daha fazla gerçeğe dönüştürülmüştür. Abdullah ÖCALAN, Avrupa uygarlığının iktidar ve devlet anlayışında yarattığı değişimi açıklarken; ”Avrupa uygarlığındaki iktidar ve devlet otoritelerinde meydana gelen köklü dönüşümün farkı, giderek hızlanacak biçimde toplumun tüm gözeneklerine sızma ihtiyacı duymasıdır.”[1] demektedir.

Hegemon güçler, iktidarist zihniyeti toplumun tüm gözeneklerine yayabildikleri oranda hem daha fazla kontrol mekanizmalarını oluşturabilmekte hem de varlıklarını gelişim yönünde güvence altına alabilmektedirler. Belki de bu gerçeklikten dolayıdır ki, modern zamanlarda hem devlet aygıtı hem de onun ruhu olan iktidar aygıtı ciddi bir dönüşüm geçirebilmiştir. Asıl olan, amaca daha fazla hizmet eden koşulları ve araçsallıkları yaratmaktır.

Bu nedenledir ki, pozotivist felsefe, modernitenin iktidar anlayışının dönüşümündeki asıl oyun kurucudur. Özne-nesne farklılığı üzerinden toplumsal yaşam olabildiğince parçalanmakta ve parçalar üzerinden toplumsal zihniyet dumura uğratılmak suretiyle toplum teslim alınmaktadır. Toplumsal doğanın zehirlenmesi, toplumsal yaşamın sakatlanması ve insan bilincinin kendisine ait hakikate yabancılaştırılması denilen hususlar, bu hat üzerinden gerçekleştirilmektedir.

”İktidar daha ziyade sosyal ilişkilerin parçalanmasında yatar.”[2] diyen John Holloway’a eklenecek husus; sadece sosyal ilişkilerin parçalanması değil, topluma dair olan her şeyin ve de hakikatin parçalanmasıdır. Çünkü iktidar, bir zihniyet oluşum hali olarak toplumda bireylerin gündelik davranışlarına, ruhsal gerçekliklerine ve her türlü edimlerine sirayet ederek yönlendirmektedir. Toplum/birey bunun üzerinden teslim alınmakta ve iktidar için araçsallaştırılmaktadır. Michel Foucult haklı olarak bu iktidarlaşma halini ”mikroskobik iktidar dizisi”[3] olarak tanımlar.

İktidarizm, hakikatin parçalanarak yabancılaştırılması ise eğer; toplumsal yaşamı kendi öz dinamikleri üzerinden açığa çıkaracak hakikat arayışı, ancak iktidarist zihniyetle ve onun oluşum halleriyle hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır. Toplumsal doğanın yeniden gerçekleşmesi hali için ilk ve kaçınılmaz yol bu olmaktadır. Çünkü iktidarist zihniyetin oluşumu hem kolay olmamıştır, hem de sıradan değildir. Öncesinde, ”doğal insan” ile ”kurnaz ve güçlü adam” arasında uzun süreye yayılan mücadelesi vardır. Sonrasın da ise, beş bin yıllık mücadele tarihi vardır. İktidar zihniyeti, adeta bir ”zihinsel gen” halini almıştır. Bu nedenle toplumsal yaşamın dayanağı olan toplumsal doğanın hakim kılınması, ancak iktidar alanının ve zihniyetinin geriletilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu açıdan yaşamın anlam gücüne ulaşmak ve bu anlam gücü üzerinden hakikate ulaşmak, çağımız özgürlük mücadelelerinin olmazsa olmazı durumundadır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

[1] A.ÖCALAN, Özgürlük Sosyolojisi (s.100)

[2] John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek (s.107)

[3] Michel Foucault. İktidarın Gücü (s.48)

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.