Düşünce ve Kuram Dergisi

Tüm iktidar baldırı çıplaklara!

Murat Çakır

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminde halkların alternatif birliği olanaklı mıdır?

Demokratik Modernite yazı kurulu bu sayıda yer alan “Demokratik Ulusun Bedeni” dosyasında öncelikli olarak BM’lere, NATO’ya, G8’e, yani devletlerin sorunu büyüten yapılarına karşı alternatif bir birlik, yani “Dünya Demokratik Konfederalizmi” düşüncesini öne çıkarmayı amaçladıklarını ve bu bağlamda halkların devlet dışı, komünal, sosyalist birlik arayışlarını yorumlayan bir katkı istediklerinde, sunabileceğimiz katkının konunun kapsamı nedeniyle ancak eleştirel bir girizgâh olabileceğini belirtmiştik. Elbette tam kelime anlamında bir “girizgâh” olarak değil, aksine insanlığın ve doğanın yakın gelecekteki var oluşunu olumlu anlamda etkileme potansiyeline sahip ve oluşturulmasının zorunluluğu gün gibi açık olan bir halkların alternatif birliği üzerine gerekli gördüğümüz tartışmaya giriş babında.

Ama başlamadan önce okuru bir noktada aydınlatmak mecburiyetindeyiz: Bu makaledeki düşüncelerimizin yer aldığı temel çerçeve, sınıfsal bakışa ve işçi sınıfının bilimsel dünya görüşüne dayanmaktadır. Yani tespitlerimiz, eleştirilerimiz ve çözüme dair önerilerimiz taraflıdır – ezilenlerden, sömürülenlerden, kısacası baldırı çıplaklardan yana. O nedenle makalede kullanacağımız “ulus” tanımını, birleşik toplumsal-siyasal bir bütün, bir nevi “sınıfsız ve imtiyazsız olarak” bütünleşmiş bir yapı anlamında kullanmadığımızı belirtmeliyiz. Görüşümüze göre dünyanın hiç bir yerinde – ister ezen, isterse ezilen olsun – “sınıfsız ve imtiyazsız” bir “ulus” yoktur. Aksine, her “ulus” farklı çıkarlarıyla farklı toplumsal katmanlar ve sınıflardan oluşur. Günümüz “ulusları” ve “ulus-devletlerinin” reddedilemez gerçeği: mülkiyet ve sermaye sahibi sınıflar ile ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların çıkarlarının birbirleriyle taban tabana çelişmekte olduğudur.

Örneklersek: Mülkiyet ve sermaye sahibi sınıfların çıkarları, milliyetlerinden bağımsız, ekonomik ilişkilerde ranta ve emek sömürüsüne dayanır, hukuku özel mülkiyet üzerine kurdurur, formel burjuva demokrasisini egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini ve burjuvazinin sınıf tahakkümünü koruma aracı hâline getirir; cins, din, mezhep ve milliyet ayırımcılığının egemenlik araçları olarak kullanılmasını gerektirir, yaşamın ve doğanın istisnasız her alanının kapitalist sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokulmasını zorunlu kılar ve sermaye ihracı ile yayılmacılık ve ilhak siyasetini dayatır. Buna karşın emek sömürüsünün ortadan kaldırılması, ekonomik ilişkilerin ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması, hukukun insan ve doğa odaklı adalet ve hakkaniyet anlayışına dayanması, her türlü iktidar ilişkisinin yatay ve en geniş demokratik, sosyal ve siyasal haklar üzerine kurulup, uzun vadede aşılması; sosyo-ekolojik dönüşümün gerçekleştirilmesi; cinsiyet eşitliğinin, vicdan özgürlüğüne ve yasaların üstünlüğüne dayanan laik din ve mezhep yaşamının garanti edilmesi, milliyetlerin kültürel yaşamlarının ve özyönetim haklarının eşitlik ve sosyal adalet temelinde anayasal güvence altına alınması ve komşu ülkelerle karşılıklı güven, iyi komşuluk, adil iktisadî ilişkiler, işbirliği, dostluk ve barış anlayışı çerçevesinde geliştirilen bir dış politika, her milliyetten ezilen ve sömürülen tüm katman ve sınıfların çıkarınadır.

Her ne kadar “demokrasi” ve özgürlükler konusunda mülkiyet ve sermaye sahibi sınıflar ile ezilen ve sömürülenlerin çıkarları örtüşüyor gibi görünse de, aslında tam tersi: yani tam bu konuda iki tarafın çıkarları arasında en bariz uyumsuzluk ve en açık çelişki söz konusudur. Bu, ezen ve ezilen “uluslar” içerisindeki sınıflar için aynen geçerlidir. Dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, burjuva demokrasileri egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini koruduklarından ve de sürdürülebilir kıldıklarından öz itibariyle ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlar açısından, kendilerini boyunduruk altında tutan bir sınıf diktatörlüğüdür. Ezilen ve sömürülenlerin büyük bir kesiminin kendilerini ezen ve sömüren sınıfların partilerine oy veriyor olmaları, bu gerçeği değiştirmemektedir. Tersinden bakıldığında ise; ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların çıkarlarını önceleyen, devletin her köşesinde aynı ve eşit sosyal, iktisadî ve siyasî standartları korumak, ama aynı zamanda özyönetimi anayasal güvence altına almak için devlet ve yasama zorunu kullanan bir demokrasi, yani kelime anlamıyla bir “Demokratik Cumhuriyet”, mülkiyet ve sermaye sahipleri açısından bir diktatörlük anlamına gelmektedir. Ama bu “diktatörlük” ezilen ve sömürülen halklar için en geniş demokrasi, en geniş özgürlükler, eşitlik ve sosyal adaletten başka bir şey değildir. Günümüzün gelişmiş kapitalist devletlerinin (örneğin Almanya’nın) anayasalarında dahi mülkiyet ve sermaye sahiplerinin “kamuya karşı sorumluluklarına” atıfta bulunulmakta, hatta bu anayasalar kamu yararı gerektirdiğinde “başta kilit sanayiler olmak üzere, büyük mülkiyetlerin ve özel işletmelerin toplumsallaştırılabileceğini” öngörmektedirler. Gerçi şimdiye kadar bu “hak” kullanılmamıştır, ama sadece bu örnek dahi burjuva demokrasilerinin mülkiyet ve sermaye sahibi sınıfların iradelerinin, kamunun genelinin çıkarı söz konusu olduğunda, göz ardı edebileceğini öngördüğünü kanıtlamaktadır. O açından ezilen ve sömürülen sınıfların çıkarlarına uygun bir “diktatörlük” burjuva demokratik hukuk devleti çerçevesinde de olanaklıdır – gerçekleştirilebilmesinin tek önkoşulu, güçler dengesinin ezilen ve sömürülen sınıflar lehine değiştirilmesidir.

Tüm bu nedenlerden dolayı çıkarları çelişen sınıflardan oluşan toplumlarda “ortak ve birleşik” bir iradeden bahsedilemez. Günümüzde “ulusal çıkarlar”olarak deklare edilenler, her zaman ve her yerde sadece burjuvazinin çıkarlarıdır. Demokratik cumhuriyetin “demokratik ulusunun” çıkarları ise, verili kapitalist koşullar altında dahi, her zaman ezilen ve sömürülenlerin çıkarları anlamına gelmek zorundadır. Bu açıdan “demokratik ulus” anlayışı Friedrich Engels ve Rosa Luxemburg’un kullandıkları anlamda bir demokratik cumhuriyet oluşturulmasının önkoşuludur. Demokratik cumhuriyet ise, sadece milliyetlerin değil, bizzat her bireyin özgür ve bağımsız iradesiyle kendi kaderini tayin etmesini olanaklı kılacak biçimde sınıflı toplumun aşılması ve insanların üretim koşulları ile toplumsal süreçlere hakim olmaları için verilmesi gerekli olan sınıf mücadelesinin önünü açacaktır.

İşçi sınıfının devrimci güçleri, bilhassa biz komünistler açısından asıl önemli olan ezilen ve sömürülenlerin özgür ve bağımsız iradeleri ile kendi kaderlerini ve ortak iradeleri ile tüm toplumun kaderini tayin edebilecekleri ekonomik, siyasî ve toplumsal koşulları yaratmak, yani işçi sınıfının iktidarını kurmak için mücadele etmektir. İstisnasız tüm toplumsal, iktisadî ve siyasî sorunlara bu pozisyondan hareketle yanıt ve çözüm getirmeyi tarihsel görevlerimiz arasında görmemizin nedeni budur. Ve tam da bu nedenle burjuva demokrasisinin demokratikleştirilerek demokratik cumhuriyete dönüştürülmesini, milliyetler sorununun “demokratik ulus” anlayışı temelinde, asıl mücadelenin önünü açacak biçimde ve verili koşullar altında eşit, barışçıl, adil, demokratik ve özerk çözümünü savunuyor, Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin bu hedefle ortak ve birleşik mücadelesini zorunlu görüyoruz. Okuru, yüzeysel olsa da, görüşlerimizin dayandığı temel hakkında bilgilendirdiğimize göre, şimdi konuya girebiliriz. Demokratik Modernite dergisinin öne çıkarmak istediği “Dünya Demokratik Konfederalizmi” düşüncesini değerlendirebilmek için, alt başlıkta sorduğumuz “emperyalist-kapitalist dünya sisteminde halkların alternatif birliği olanaklı mıdır?” sorusuna yanıt aramak, bizce doğru bir yöntem olacaktır. Sonunda söylemek istediğimizi şimdi söyleyelim: Evet, olanaklıdır! Ama bu yanıtı gerekçelendirmek için önce günümüz realitesini ele almamız gerekmektedir.

 

Günümüz dünyasının gerçekleri

1989/1990 karşı devriminden ve reel sosyalizm ülkelerinde kapitalizmin restorasyonundan bu yana, siyasî hedefler için militarizmin, savaşın ve askerî müdahalelerin araç olarak kullanılması, dünya çapındaki gündelik yaşamın karakteristik özelliği hâline gelmiştir. Bunun sonucunda ülkeler içindeki ve uluslararası alandaki sömürü, baskı, antidemokratik uygulamalar, cinsel, dini ve etnik ayrışmalar, silahlı çatışma ve ihtilaflar uluslararası ilişkilerin gidişatını belirlemekte, farklı alanlardaki çelişkileri derinleştirmektedir. Artık her bölgesel savaş veya ihtilaf dünya çapında bir savaş çıkarma potansiyelini içinde barındırmaktadır.

Aslına bakılırsa, fiilen ilân edilmemiş ve “Dünya Savaşı” olarak nitelendirilmeyen bir “Üçüncü Dünya Savaşı” içerisinde olduğumuzu söylemek olanaklıdır – 60 milyondan fazla insanı mülteci yapan, geniş bölgeleri kasıp kavuran, son 25 yılda milyonlarca insanın yaşamına mal olan, yaklaşık 1 milyar insanı açlık sınırına iten ve temiz içme suyuna ulaşmaktan alıkoyan, insanlık tarihinin kadim miraslarını yok eden, doğayı katleden ve ekolojik felaketlere yol açan, toplumlara milliyet, ırk ve mezhep nefretini aşılayan, nihâyetinde insanlığın var oluşunu tehdit eden bir savaş içerisinde olduğumuzu! Dünyanın zengin ve imtiyazlı coğrafyalarında, hatta savaşların sürdüğü bölgelerin belirli kısımlarında görece refah ve barış ortamında yaşanılabiliyor olması, bu gerçeği değiştirmemektedir. Aksine, dünyanın neredeyse bütün refah bölgeleri tehdit altında, mülteci akınlarının yol açtığı sorunlarla boğuşmakta, “güvenlik” için hak ve özgürlüklerden feragat ettirilmekte, otoriter güvenlik rejimlerinin inşasına rıza vermek zorunda bırakılmakta ve giderek derinleşen sosyal, ekonomik, siyasî, hatta kültürel krizlerle karşılaşmaktadırlar. Bu gerçekler, burjuva demokrasilerinin ve görece refah ve “özgürlük” düzenlerinin tümünün kum üzerine kurulu ve son derece kırılgan olduklarını kanıtlamaktadır.

Tüm bu gelişmelerin en temel nedeni, bizzat emperyalist-kapitalist dünya sistemi ve kapitalist sömürünün kendisidir. Ancak bu gelişmeleri tetikleyen, sadece kapitalist gelişme süreci ve kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler değil, aynı zamanda ve özellikle emperyalist devletlerin jeo-stratejik çıkarlarının çarpışma noktalarında veya kültürel-tarihsel veyahut farklı iktisadî düzen sınırlarında bulunan bölgeler ve ülkelerdeki çatışmalar da çelişkileri ve ihtilafları derinleştiren faktörler hâline gelmişlerdir. Emperyalist güçler, genellikle zengin hammadde ve enerji taşıyıcısı kaynakları ile önemli nakil yollarının bulunduğu bu bölgeler ve ülkelerdeki çatışmaları, çelişki ve ihtilafları, bilhassa milliyet ve mezhep sorunlarını, jeo-stratejik, jeopolitik ve jeo-ekonomik hedefleri için araçsallaştırmakta ve kullanmaktadırlar. Bu güçlerin başında ABD emperyalizmi ve AB çatısı altında toplanan Batı Avrupalı emperyalist devletler gelmektedir. Aynı zamanda, emperyalist güçler ile örtüşen ve kimi zaman çelişen çıkarlar bütünlüğü içerisinde işbirliğine giren bölgesel egemenlerin politikaları da önemli bir rol oynamaktadır.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin motor gücü – tüm sorunlarına rağmen – hâlen ABD emperyalizmidir. 1990’dan bu yana toplam 19 savaşı ve askerî müdahaleyi yürüten ABD, uzun vadeli stratejileri ile dünya çapındaki gelişmeleri belirlemektedir. ABD emperyalizmi devlet aklı hâline getirdiği meşum ”Wolfowitz Doktrini” ile 1990’lı yıllardan bu yana mütemadiyen dünya çapında tek egemen olma çabası ve aynı zamanda bu hedefine engel olabilme potansiyelini taşıyan devletleri bertaraf etme uğraşı içerisindedir. Dünyanın farklı bölgeleri için geliştirilen “stratejileri” bu hedefine yöneliktir. Örneğin Doğu Avrupa’da hem NATO’yu kullanarak, hem de diğer NATO üyelerinin onayına muhtaç kalmamak için, NATO dışında bir siyaset izleyerek, Rusya Federasyonu’nu NATO üyesi ülkelerle kuşatma stratejisini izlerken, ilân ettiği “Pasifik Stratejisiyle” Çin Halk Cumhuriyeti’ni hedefine koyarak, 2020’ye kadar donanmasının üçte ikisini Pasifik bölgesinde konuşlandırma ve böylelikle Pasifik bölgesini öncelikli etki alanı hâline getirme hedefini gütmektedir. Askeri gücünün önemli bir bölümünü Pasifik bölgesinde yoğunlaştırma kararı, ABD’nin Ortadoğu ve Afrika politikalarını doğrudan belirlemektedir. Ortadoğu’nun “yeniden düzenlenmesinde” düzen kuruculuk ve koruyuculuk “sorumluluğunu”, F. Alman emperyalizminin öncülüğündeki Batı Avrupalı emperyalist devletler ve bölgedeki stratejik partnerleri olan despotik rejimler ile paylaşmayı öngörmektedir. Ancak bu “sorumluluk paylaşımı” Batı Avrupalı emperyalist devletler ile bölge egemenlerinin ABD’nden bağımsız davranabileceklerine izin verildiği anlamına gelmemektedir. Aksine, ABD stratejilerini öncü rolünü kaybetmeyecek biçimde şekillendirmektedir.

Ekonomik gücüne ve askeri üstünlüğüne güvenen ABD emperyalizmi, hem NATO’yu kullanarak, hem de NATO kurumlarını dışlayarak aldığı farklı ülkelerde askeri üsler kurma, roket sistemleri yerleştirme ve silah yardımı yapma kararlarıyla, AB’nin ekonomik ve jeo-stratejik üstünlük kazanmasını ve işbirliği içinde olduğu bölge egemenlerinin kendisinden “bağımsız” hareket etmelerini engelleyebilmekte, gerek Batı Avrupalı emperyalist devletlerin kendi aralarında olan çelişkileri, gerekse de bölge egemenleri arasındaki ihtilafları öncü konumunu güçlendirmek için kullanabilmektedir. Ekonomik gücünün zayıflama tandansına rağmen, bilimsel-teknik potansiyeli ve bilhassa okyanuslar ile uzayı kontrolü altında tutması nedeniyle ABD emperyalizminin en az önümüzdeki on yıl boyunca bu konumunu koruyabileceğini varsayabiliriz.

ABD’nin en önemli müttefiki, ama aynı zamanda en büyük rakiplerinden birisi olan AB, F. Almanya’nın iç pazarı olarak ve F. Alman emperyalizminin öncülüğünde Batı Avrupalı emperyalist devletlerin iktisadî ve siyasî yapılanması hâline gelmiş durumdadır. Kendi içerisinde de çelişkisiz olmayan bu yapılanmanın yönlendirici itici gücü, saldırganlığını ve militarizmini katlayarak artıran F. Alman emperyalizmidir. “Lizbon Stratejisi” temelinde “dünyanın en büyük rekabet yetisine sahip olan iktisat merkezi” olma hedefine odaklanan AB, her ne kadar ABD’nin askeri üstünlüğüne yetişemese de, hızla dış politikasını militaristleştirmekte ve “sorumluluk paylaşımında” payına düşen “görevleri” layıkıyla (!) yerine getirebilecek askeri, siyasî ve iktisadî yeteneklere sahip olmaya çalışmaktadır. Emperyalist çatı olarak AB, ABD’nin hem yanında, hem de ABD ile rekabet içerisinde dünyanın yeniden paylaşımının organizasyonuna katılmaktadır. ABD ve AB’nin stratejik partnerlikleri çıkarlarının örtüştüğü alanlarda derinleşmektedir. AB, NATO ile paralel olarak Doğu Avrupa’ya genişler ve NATO ile ortak askeri operasyonlara girişirken, ABD’nin askeri güçlerini azaltmakta olduğu Akdeniz ve Kuzey Afrika ülkeleri ile Doğu ve Batı Afrika kıyılarında askeri ve siyasî görevler üstlenmekte, “AB Komşuluk Politikası” ve “Bölgesel Diyalog Projeleri” gibi tedbirler ve borçlandırmalar üzerinden komşu ülkeleri boyunduruk altına sokmaya ve Akdeniz’i “Avrupa’nın iç denizi” hâline getirmeye çalışmakta, özellikle Ortadoğu’daki despotik rejimlere silah ihracatı ve sanayi yatırımları yaparak, etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Aynı şekilde CETA, TTIP ve TISA gibi sermaye ve tekellerin lehine olan serbest ticaret ve yatırım koruması antlaşmalarıyla “Transatlantik Ticarî İşbirliğini” kökleştirmeye çalışmaktadır. Ancak diğer yandan da ABD emperyalizminin stratejik hamlelerinin kendi çıkarlarını zedelememesi için girişimlerde bulunmaktadır. Örneğin AB, yaptırımlar ve ambargolar konusunda ABD gibi Rusya Federasyonu’na karşı hasmane tutum içerisinde olmasına rağmen, Rusya Federasyonu’na olan enerji bağımlılığı nedeniyle, ABD’nden daha esnek bir politika izlemek durumundadır. Aynı şekilde Ortadoğu’daki “bakir” pazarlarda ABD’nin “egoist tutumuna” karşı politikalar geliştirilmekte, örneğin yeni İran pazarından daha büyük pay alınabilmesi için, ABD tekelleriyle açık rekabete girilmektedir. Benzer bir rekabet Uzak Doğu – bilhassa Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya – ve Latin Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerde de gözlemlenebilir. Tüm bu çıkar örtüşmeleri ve çıkar çelişkileri bütününce belirlenen işbirliği ve rekabet keşmekeşi üzerine kurulu olan emperyalist konglomera, özellikle BRICS ülkelerine karşı olan düşmanlıkta ortaklaşmakta, BM Şartı’nın temellendirdiği uluslararası hukukun işlevsizleştirilmesi, hükümran devletlerin bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin tehdit altına sokulması, uluslararası tahkim mahkemeleri, finans kurumları ve serbest ticaret antlaşmalarıyla neoliberal uygulamaların ve emperyalist devletler lehine olan politikaların dayatılması konularında ve diğer nice noktada ortak çabalar içerisinde girmektedir. Bu ortak çabaları kuran ve belirleyen temel etmen: dünya piyasalarına, dünya çapındaki hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşım, nakliyat yollarının kontrol altına alınması ve emperyalizmin dünya çapındaki askeri, iktisadi, siyasi ve kültürel hegemonyasının korunup, genişletilmesi hedefidir.

ABD emperyalizmi ve Batı Avrupalı emperyalist devletler bu hedeflere ulaşmak için savaşlar çıkartmakta, işgaller gerçekleştirmekte, farklı bölgelerde farklı etnik, dinsel veya mezhepsel ihtilafları körüklemekte, despotik ve faşist rejimleri desteklemekte, emek ve doğa sömürüsünü katmerleştirmekte, kısacası, dünyayı cehennem ateşlerinin alevlerine atmaktadırlar. Bunun nedeni, emperyalist devletlerin yöneticilerinin iyi veya kötü niyetli oldukları veya yanlış politikalar izledikleri değil, aksine emperyalizme içkin ve kapitalizm çerçevesinde çözümü olanaksız iktisadî ve toplumsal krizlerin artırdığı saldırganlıktır. Emperyalist-kapitalist dünya sistemi, katmerleştirerek artırdığı vahşi kapitalist sömürü ve saldırgan yayılmacılığı ile savaşlara ve silahlı çatışmalara, ekolojik felaketlere ve çevre kirliliğine, kitlesel yoksulluk ve sefalete, milliyetler ve dinler arasında kin ve nefrete yol açarak, insanlığın var oluşunu, 65 milyon yıl önce dinozorları yok eden gök taşının gücünde tehdit eden bir unsura dönüşmüştür.

“Ulus-devletler” çağı bitti mi?

Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin en önemli özelliklerinden birisi, İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında, reel sosyalizmin varlığının ve sömürgeciliğe karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerin etkisi ile uluslararası ilişkiler için geliştirilen hukuksal kuralların, özellikle BM Şartı’nın çiğnenmesidir. Savaş ve şiddetin siyasî hedeflerin aracı olarak kullanılmaması, hükümran devletlerin iç işlerine karışılmaması, bir iç savaşta taraflardan birinin lehine müdahale edilmemesi, iyi komşuluğa dayanan ilişkiler kurulması, hükümran devletlerin sınırlarının üçüncü devletler tarafından değiştirilmemesi, ilhak yasağı vb. bir dizi kural, özellikle Avrupa’da faşizmin yol açtığı derin yaraların tekrarlanmaması için konulmuştu. Emperyalist güçlerin 1990’lardan bu yana uyguladıkları pratik, tüm bu kuralların bilinçli ve keyfi bir biçimde stratejik çıkarlar için çiğnendiğini kanıtlamaktadır. Emperyalist güçler hükümran “ulus-devletleri”, ki “ulus-devlet”1921’den bu yana uluslararası hukukun küresel normudur, ve bu çerçevede hükümran “ulus-devletlerin oluşturduğu” BM Örgütü, AGİT veya Avrupa Konseyi gibi uluslararası hukuka dayanan kurumları, hegemonik hedefleri önünde birer engel olarak görmektedirler. Günümüzün “ulus-devletleri” emperyalist güçlerce yerel ve bölgesel kaynakları, piyasaları ve nakliyat yollarını kontrol etmelerine, vergi sistemlerinin dışında kalmalarına, gümrüklerden muaf tutulmalarına ve yasal engelleri aşmalarına yardımcı olmakla mükellef “hizmet yapılanmaları” olarak görülmektedirler. Herhangi bir şekilde anayasal temel üzerine kurulu olan “ulus-devletleri” çıkarlarına hizmet eden yapılara dönüştürmek, “ulusal” parlamentoları işlevsiz kılmak, sosyal ve demokratik hak ve özgürlükleri bir biçimde garanti eden ve ülke ekonomisini korumaya yönelik olan “ulusal” yasaları kendileri için geçersiz kılmak amacıyla AB Komisyonu, AB Hükümet ve Devlet Başkanları Zirveleri, G8 zirveleri, eşik ülkeleri G8’e eklemledikleri G20 toplantıları, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi yasallıkları (legaliteleri) olmayan, ama üretilmiş bir meşruiyete sahip yapıları, BM Örgütü vb. uluslararası hukuka dayanan kurumların karşısına geçirmektedirler. Parlamentolara, böylelikle “ulus-devletlerdeki” seçmen iradesine hiç bir biçimde bağlı olmayan yapılarda, bizzat sermaye ve uluslararası tekellerin temsilcilerinin katılımıyla alınan kararlar, “ulus devlet” parlamentolarına “uluslararası kurallar ve kararlar” gerekçesiyle dayatılmakta ve “ulus-devlet” bürokrasisinin bunları eksiksiz uygulaması sağlanmaktadır. Böylelikle “ulus-devletler” hükümranlık haklarını üretilen meşruiyetten başka hiç bir meşruiyeti olmayan “ulus-devletler üstü yapılara” devretmekte, bu yapıların keyfi biçimde belirlenmiş “yürütmelerinin” aldıkları “kararları” yasa hükmünde uygulamakla mükellef tutulmaktadırlar.

Ancak emperyalist güçler bunu henüz dünya çapında uygulayabilecek konuma erişememişlerdir. Bir kere önlerinde duran en büyük engeller, hükümranlık haklarını devretmek istemeyen ülkeler, uluslararası hukukun koruyucusu olan BM Örgütü ve veto hakkıyla BM Güvenlik Konseyi’dir. Kuşkusuz birçok “ulus-devleti”, BM Örgütü’nü ve BM Güvenlik Konseyi’ni eleştirmek için yeterince haklı neden bulunmaktadır. Zaten BM Genel Kurulu’nda temsil edilen devletlerin öncelikli olarak bu devletlerdeki egemen sınıfları temsil ediyor olmaları, “yeryüzünün lanetlileri” açısından büyük bir sorun teşkil etmektedir. Ama tek başına BM Örgütü ve uluslararası hukuk, emperyalist güçlerin saldırganlığını frenleyen ve uluslararası antlaşmaların yasallığı ile geçerliliğini garanti eden yegâne yapıdır. Uluslararası sermaye ve tekeller, egemen sınıfların siyasî temsilcisi olan hükümetler ve emperyalist devletler tam da bu nedenle BM Örgütü’nü ekarte etmeye çalışmakta, BM Şartı’nı bilinçli olarak çiğneyerek, fiili durum yaratmak istemektedirler. Örneğin “terörle mücadele” veya “insanî müdahale” gerekçesiyle NATO’da alınan bir kararla veya “Suriye’nin dostları”, “İstekliler Koalisyonu” gibi hiç bir yasallığı ve meşruiyeti olmayan süreli birliklerle BM Şartı bir yana itilerek askerî müdahaleler, bombardımanlar, devlet dışı güçlere ve terör gruplarına silah yardımları, lojistik destek, ambargolar ve yaptırımlar gerçekleştirilmektedir. Böylelikle uluslararası hukukun geçerlilik alanı daraltılmaktadır.

Aynı zamanda “ulus devletin miadını doldurduğuna” ve “ulus devlet sınırlarının önemini yitirdiğine” dair ideolojik manipülasyon yürütülmektedir. Ancak burada da burjuva ikiyüzlülüğü ortaya çıkıyor: sermaye, ürün ve hizmetler trafiği için sınırlar kaldırılırken, insanların serbest dolaşımı kısıtlanıyor, görünmez duvarlarla örülen sınırlar mültecilere ve göçmenlere kapatılıyor.

İdeolojik manipülasyonun ne denli kapsamlı olduğunu kavramların kullanılış biçimiyle tartmak mümkün. Örneğin “ulus” kavramı: Büyük Fransız Devrimi’nin ulus kavramı, belirli bir coğrafî bölge içerisinde etnik, dil veya benzer kategoriler temelinde kurgulanan kolektif bir kimliği değil – ki bunun asıl tanımı “milliyettir” –, aksine anayasal temelde genelin çıkarlarını tekil çıkarların üstünde tutan eşit haklı yurttaşlar birliğini tanımlamaktadır. “Ulusu” salt etnik, dil veya din birliğine indirgeyen gerici burjuva ideolojisidir ve bu bağlamda “tek dil, tek vatan, tek devlet, tek millet…”teranesi bir egemenlik aracıdır. Buna karşın Büyük Fransız Devrimi’nin “ulus” kavramı ilericidir, çünkü esas itibariyle milliyetlerin eşitliğini öngörmektedir.

Aynı şekilde “demokrasi” ve “insan hakları” kavramlarının da içi boşaltılmıştır. Burada da Büyük Fransız Devrimi’ni referans alabiliriz: eşit yurttaşlar birliğinin ortak çıkarlarının sosyal konumundan, etnik veya dini kökeninden bağımsız eşit haklı, adil ve özgür biçimde her alanda kararlara katılım. Yaşam hakkı başta olmak üzere bu siyasî özgürlükler ile temel hak ve özgürlükler insan haklarıdır. Buna karşın üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet insan hakkı değildir. Ancak bugün içi boşaltılmış “demokrasi” ve “insan hakları” kavramları kisve olarak kullanılarak savaşlar ve işgaller gerçekleştirilmektedir. Sonuç itibariyle mülkiyet ve sermaye sınıflarının “ulusu”, “demokrasisi” ve “insan hakları”, ezilen ve sömürülen sınıfların “ulusu”, “demokrasisi” ve”insan hakları” ile aynı değildir. Mülkiyet ve sermaye sahibi sınıflar, lehlerine olan güç dengeleri, egemenliklerinde olan iktidar ve mülkiyet ilişkileri sayesinde “ulusu” ve “ulus devleti” kendi çıkarına göre tanımlamakta ve tahakkümlerinin araçları olarak kullanmaktadırlar. Demek ki burjuva demokrasisi ve verili kapitalist üretim koşulları çerçevesinde kavramların gerçek ve ilerici anlamlarına geçerlilik kazandırabilmek için ezilen ve sömürülen sınıfların iktidarı ele geçirmeleri bir zorunluluktur. Bu çerçevede, iktidar mücadelesi uzun vadeli bir süreç olduğundan, siyasî açıdan ilk adımlar olarak “demokratik ulus” anlayışı temelinde demokratik cumhuriyetin oluşturularak, yasama çerçevesi olan “ulus devletin” hükümranlığını koruması ve uluslararası hukuku temellendiren BM Şartı’nın geçerliliğinin savunulması ezilen ve sömürülen tüm sınıf ve katmanların çıkarınadır. “Ulus-devletler” çağımızın realitesidir ve liberal iddiaların telkin etmeye çalıştığı gibi, aşılamamışlardır. “Ulus-devletin” aşılması, ezilen ve sömürülenlerin adım adım dünya çapında iktidarı ele geçirmeleriyle başlayacak olan süreçle olanaklı olacaktır. Verili “ulus-devlet” yapılanmalarını ve etnik temele dayalı “ulusu” savunan milliyetçi ve “ulusalcı” akımlarla olan temel fark buraya kadar saydığımız noktalarda yatmaktadır.

Demokratik cumhuriyetin ve “demokratik ulusun” gerekleri

Ezilen ve sömürülenler lehine demokratik cumhuriyet mücadelesi, hem verili “ulus-devletin” dönüşümünü, hem de “ulus-devletin” sınırlandırılmasını ve uzun vadede aşılmasını hedeflemelidir. Aslına bakılırsa bu, Abdullah Öcalan’ın “iktidar, devlet ve sınırlar ötesinde” önerdiği Demokratik Özerklik Konsepti ile tam uyum içerisindedir. Çünkü verili “ulus-devletler”, bu devletlerin sınırları içerisindeki yasama, yürütme ve yargının çerçevesini ve bu bağlamda demokratik cumhuriyetin hükümranlık alanını oluşturmaktadırlar. Milliyetler için özerklik hakları, en küçük beldeden en büyük bölgeye kadar özyönetim uygulaması; vicdan özgürlüğüne ve yasaların üstünlüğüne dayanan laik din ve mezhep yaşamı; sosyal adaleti sağlayacak vergi sistemi, sosyal ve sendikal hak ve özgürlükler, iktisadın demokratik kontrolü, sosyo-ekolojik dönüşümü olanaklı kılacak altyapı yatırımları, doğal zenginliklerin ve kilit sanayilerin kamu elinde kalacak biçimde toplumsallaştırılmaları; cins eşitliği, en geniş demokratik ve siyasî hak ve özgürlükler, fırsat eşitliği, bölgelerin eşit gelişiminin sağlanması; milis anlayışına dayanan ve kadın ve erkekler için aynı oranda ve vicdanî ret hakkı saklı kalmak koşuluyla zorunlu olacak yurt savunması ve asayiş örgütlenmesi; her türlü karara yurttaşların doğrudan katılımı; kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü; sağlık, konut, ulaşım ve eğitim-öğrenim hizmetlerine herkesin kendi anadilinde ücretsiz ulaşımının gerçekleştirilmesi, en geniş basın ve yayın özgürlüğü ve bilgilenme hakkının korunması vs. vs. – kısacası “ulus-devlet” sınırları içerisinde ve her köşesinde eşit, adil, demokratik, kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasî standartların sağlanması, korunması ve geliştirilmesi, ancak ve ancak merkezi yasama ile, burjuva demokrasisi koşullarında dahi olanaklıdır.

Ancak bu merkezi yasama, demokratik özerklik ve aşağıdan yukarıya özyönetimle birlikte gerçekleştirilmediği takdirde, merkezîleşme tandansını her daim artırarak kazanımları boşa çıkartacak ve demokratik cumhuriyetin temellerini dinamitleyecektir. O nedenle merkezi yasama ve demokratik özerklik kombinasyonu, demokratik cumhuriyetin olmazsa olmaz koşulu, birbirini tamamlayan taşıyıcı sütunlarıdır. Demokratik özerklik ile özyönetimlerin temel görevi, milliyetlerin tüm kültürel haklarının korunup, geliştirilmesini, yerel ve bölgesel özgün sorunların çözümünü, özyönetimlerin katılımcılığının güçlendirilmesini ve merkezi yasama ile sağlanan tüm hak ve özgürlüklerin engelsiz kullanılmasını olanaklı kılacak koşulların yaratılmasıdır. Merkezi yasama ise “ulus-devlet” sınırları içerisindeki ortak çıkarlar ile uluslararası ilişkiler, ülke savunması vb. anlamda dış politikanın şekillendirilmesini, özerk bölgelerin haklarının korunmasını, eşit gelişimlerinin sağlanmasını özerk bölgelerin ve yurttaşların gönüllü birliği temelinde korumak ve geliştirmektir.

Demokratik cumhuriyet ve demokratik özerkliğin esaslarını teoride kısaca böyle tanımlayabiliriz. Pratikte bunların gerçekleştirilmesi ise, daha önce belirttiğimiz gibi ancak mücadeleler sonucunda olanaklı olacaktır. Böylesi bir mücadelenin ana eksenlerinden birisi de, bugünden itibaren “ulus-devlet” yapılanmalarının üretken “dekonstrüksiyonunun” başlatılması, yani iktidar, güç ve hegemonya tekelinin toplumsallaştırılmasıdır. Verili yasa sınırlarını zorlayan, bu sınırların genişletilmesi için etkide bulunan, halkları ve bireyleri ortak ve tekil çıkarlarının savunulması için aydınlatan, bilinçlendiren ve örgütleyen, karar alma mekanizmalarında katılımcılığı ve eşitliği – bilhassa cins eşitliğini – teşvik eden, sorun çözümüne odaklanan ve yaşamın her alanında oluşturulacak otonom kolektifler, komünler ve meclisler, bu zorunlu olan üretken “dekonstrüksiyon” süreçlerini şekillendirecek, hızlandıracak ve gerçekleştirecek yapılardır. Böylesi otonom yapıların bir özelliği de, emek ve doğa sömürüsüne dayanan, böylelikle her türlü eşitsizliği yeniden üreten kapitalist ilişkiler dışı üretim ve tüketim ilişkilerini kurmayı hedeflemeleri olmalıdır. Üretim ve tüketim kooperatiflerinin, ödeme aracı olarak parayı gereksiz kılan ilişkilerin kurulmasının, ortak yaşam, çalışma ve eğitim-öğrenim alanlarının inşa edilmesinin, gönüllü emek temelinde ücretsiz sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinin, toplumsal dayanışma temelinde ve karşılıklılık ilkesine dayanan çocuk evleri ve kreşlerin, öğrencilere ders ve ödev yardımının, yaşlıların toplumsal ve kültürel yaşama aktif katılımlarını olanaklı kılacak bir bakım sisteminin, kadın evlerinin, aile içi şiddet, cinsel taciz ve eril söylem karşıtı tedbirleri ve cinsiyet eşitliği yaptırımlarını içeren toplumsal dönüşümün, emek hareketinin sınıf sendikacılığına dayanan yeniden yapılandırılması için gerekli olan müdahalelerin, belde ve kent yönetimlerine halkın doğrudan katılımının dayatılmasının vs. vs. gerçekleştirilmesi, verili yasalar ve günümüz koşulları dahilinde olanaklıdır. Bunun temel önkoşulu ise, yaşamın her alanında örgütlenmektir! 2013 Haziran Direnişi esnasında Gezi Parkı’nda kurulan komünler ve ortaklaşma, ardından farklı kentlerde oluşturulan park forumları ve benzeri oluşumlar, Kürdistan’da gerçekleştirilen komünler ve halk meclisleri pratiği, bazı sanayi kentlerinden patlak veren ve sarı sendika bürokrasisini işlevsiz bırakan kendiliğindenci başarılı grevler, kadın hareketinin pratiği, HES karşıtı hareket ve güncel olarak Artvin’de olduğu gibi madenlere karşı oluşan halk örgütlenmeleri, bir kölelik yasası olan “Kiralık İşçi Uygulamasına” karşı emek hareketinde başlayan kıpırdanmalar ve en önemlisi Cizre, Sur, Nusaybin, İdil ve diğer kentlerde uygulanan vahşi şiddete ve topyekun kirli savaş dayatmalarına karşı sivil halkın gösterdiği olağanüstü direnişin kırılamaması, – cılız olsa da –bu direnişe gösterilen dayanışma, üretken “dekonstrüksiyonun” coğrafyamızda bir temeli olduğunu kanıtlamaktadır. Ancak buradaki en büyük sorun, bu farklı direniş odakları arasında kalıcı bir bağlantı kurulamamış olmasıdır. Türkiye ve Kürdistan’daki toplumsal muhalefetin en büyük ve en temel sorunları bu bağlantının kurulamamış olmasından kaynaklanmaktadırlar.

Sonuç yerine

Kürdistan’da verilen özgürlük mücadelesinin pratiği, Kürt yoksullarına ve bilhassa kadınlara dayanan Kürt Özgürlük Hareketinin geniş toplumsal tabanının politizasyonu ve tüm sorunlarına, dağınıklığına, dayandığı toplumsal tabanın zayıflığına rağmen Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin bütününün birikimi, son yıllarda elde edilen parlamenter ve yerel yönetim olanaklarıyla birlikte, farklı muhalif kesimler ve farklı direniş odakları arasında bağlantıyı kurabilecek, mücadeleleri ortaklaştırabilecek ve ezilen ve sömürülenlerin itici gücü olan geniş bir toplumsal ittifakı örecek bir potansiyeli ortaya çıkartmaktadır. Sokağın gücünü iktidara geri adım attıracak şekilde artırabilecek, mücadeleleri kazanımlarla yaygınlaştırabilecek ve farklı toplumsal katmanların ezilen ve sömürülen sınıfların öncülüğünde ortaklaşmalarını sağlayabilecek güce sahip olan bu potansiyelin kullanılması, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların alternatif birliğinin inşasını olanaklı kılabilir.

Böylesi bir birliğin etkisi sadece Türkiye ve Kürdistan ile sınırlı kalmayacak, doğrudan Ortadoğu’yu ve böylelikle dünya çapındaki benzer mücadeleleri de etkileyecektir. Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında oluşturulacak olan böylesi bir halkların alternatif birliği, farklı ülkelerdeki devlet dışı güçler, emek hareketleri, kadın hareketleri, antikapitalist ve antiemperyalist hareketler, sosyalist ve komünist yapılar, topraksız köylü hareketleri vb. tüm diğer aktörler ile birlikte devlet dışı güçlerin bir enternasyonalist birliğinin, dayanışma ağlarının, şuraların, işbirliği konseylerinin, kısacası dünya çapında demokratik ve konfederatif yapıların inşa edilmesine ön ayak olabilir. “Demokratik ulus” anlayışına dayanan demokratik cumhuriyet mücadelesi ve aynı anda “ulus devlet” yapılanmalarının üretken “dekonstrüksiyon” sürecinin başlatılması, “insanı esirleştirilen, hor görülen ve aşağılanan bir varlık olmasına neden olan tüm koşulları alaşağı etme” ve “her insanın özgürce gelişmesinin, herkesin özgürce gelişmesinin şartı olacağı bir birliğin” kurulma mücadelesini tetikleyecektir. Demokratik cumhuriyetin kurulması için, sorunları büyüten tüm yapıları aşmak için verilecek mücadele, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için verilmesi zorunlu olan asıl mücadelenin olanaklarını zenginleştirecek, halkların alternatif birliğinin kurulmasını olanaklı hâle getirecektir.

İşte, tüm bu nedenlerden dolayı, gerçek anlamda demokratik, barışçıl, adil, eşit ve kurtuluşçu bir gelecek davasına baş koyanların temel şiarı: “Tüm iktidar baldırı çıplaklara” olmak zorundadır!

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.