Düşünce ve Kuram Dergisi

Coğrafya İnsanın Kaderi Değil, Sebebidir!

Kenan Avcı

 

Giriş

Toplumsal kültürlerin oluşum, gelişim ve dönüşüm süreçlerinde belirleyici olan göç ve göçertme konularını sosyo-politik açılardan irdelemek, günümüzü doğru kavrayıp bütünlüklü bir perspektifle analiz edebilmek açısından büyük önem arz etmektedir. Çünkü kitlesel ve uzun mesafeli göç hareketleri olmasaydı, hiçbir kültürel doku ve uygarlıksal yapı sadece kendi iç dinamikleriyle vücuda gelmez, inşa edilemezdi. Kuşkusuz bunu söylerken tekil ve kısa mesafeli göçleri kastetmiyoruz. Bir bireyin veya ailenin çeşitli nedenlerden ötürü yaşam alanını değiştirmesinin, uygarlıksal gelişme evrelerini etkilemesi beklenemez. Yine bir köyün veya kabilenin güvenlik veya beslenme gibi nedenlerden dolayı yerleşim alanını bir dağın kuzey yamacından güney yamacına ya da bir ovanın doğu yakasından batı yakasına taşıması da herhangi yapısal bir sonuç doğurmaz. Bahsini etmek istediğimiz şey, büyük, doğal ve toplumsal olaylar veya süreçleri takiben kitlesel olarak hareketlenen ve bütün birikimleriyle birlikte mekan değiştiren insan topluluklarının, zamanı nasıl şekillendirdikleridir. Örneğin M.Ö. 3000’lerde Zagros dağlarından göçen “kuzeyli kara başlılar” Tel Xalaf kültür evriminin tüm birikimini Basra Körfezi’nin verimli ovalarına doğru taşımasalardı, Sümer uygarlığı kendi zamanının doğuşunu gerçekleştiremezdi. Yine Hiksoslar Kuzey Afrika’ya, Hititler Anadolu’ya, İskitler Kafkasya’ya, Akalar Yunan yarımadasına, Etrüskler İtalya doğru hareketlenmeselerdi, tarihin o şaşalı medeniyetlerine belki de hiç tanıklık edemeyecektik.

Tarihin daha yakın sayfalarına bakacak olursak, kitlesel göç hareketlerinin büyük siyasi ve sosyolojik sonuçlar doğurduğunu görmekteyiz. Germen kavimlerinin M.S. 5. yüzyılda kuzeybatıya doğru yönelmeleri ve Batı Roma İmparatorluğu’nun sonunu getirmeleri göç olgusunun insanlık tarihi açısından önemini ortaya koymaktadır. Arapların İslamiyet ile birlikte kuzeye uzanmaları Türklerin M.S. 4. yüzyılda kuzeybatıya doğru 10. yüzyılı takiben de güneybatıya doğru açılmaları, etkileri şimdiye kadar süregelen sosyo-politik ve sosyo-kültürel sonuçlar doğurmuştur. Yani sözün özü kültürleri yayan-toplayan, uygarlıkları kuran-dağıtan, çağları açan-kapatan ve tarihselliği kadar güncelliğiyle de dikkat çeken göç olgusu günümüzün sosyo-politik dinamiklerini de aktif bir şekilde belirlemektedir. Özellikle Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin temel gündemlerinden birisi düzenli ve düzensiz göç akımlarıyla mücadele etmek olmaktadır. Bu nedenle göç olgusunun neden ve sonuçlarını derin bir perspektifle incelemek aktüel bir ihtiyaç olmaktadır.

 

Doğal Göçler 

Doğal göç olgusunun, akışkan yaşamın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu belirtmek mümkündür. Doğanın değişken koşulları; yaşamın sürekli form ve mekan değiştirmesini, kendisini yenilemesini ve uyum sağlayarak gelişmesini zorunlu kılmaktadır. Doğada hiçbir varlık veya yapı durağan değildir. Hareket ve dinamizm doğal yaşamın karakteristiği konumundadır. Bu dinamizm olmasaydı, çeşitlenerek çoğalmaktan bahsedemezdik. Ve dolayısıyla yaşam sürekliliğini yitirme riskiyle karşı karşıya kalırdı. Bu açıdan bütün canlı organizmalar ürettikleri yaşam formlarının gerekli kıldığı ölçülerde, her zaman daha uygun yaşam alanları bulma arayışlarını süregelmişlerdir. Mekanın maddi olanakları cevap verdiği sürece başka mekanlara geçme ihtiyacı hasıl olmamışsa da doğanın serbest devinimi, canlı varlıklar için göç olgusunu sık sık dayatmaktadır. Kuraklık, buzullaşma, hava şartları, su miktarı, kaynakların tükenmesi ve aşırı canlı popülasyonu gibi durumlar göç hareketlerini tetikleyen doğal etmenler olmuştur. Bu doğal devinimi ve dolaşımı olumsuzlamamak gerekir. Çünkü yaşam kendisini bu yolla keşfetmekte, yeteneklerini açığa çıkarmakta ve görünürlüğü arttırmaktadır. Belki de doğanın kendisini gösterme ve anlaşılır kılma yöntemi de budur. Milyonlarca yıllık evrensel varoluş sürecinde maddenin ve enerjinin sürekli yer değiştirdiğini ve formdan forma girdiğini bilmekteyiz. Dolayısıyla en küçük atom parçacığından tutalım doğanın en gelişmiş canlı varlığı olan insana varıncaya kadar doğadaki her entite’nin olduğunu kabul etmek durumundayız.

İnsan toplumsallaşması açısından meselenin daha özgün bir yeri bulunmaktadır. Zira kendisinin farkına varan ve düşünce gücünü keşfeden insan açısından göç olgusu, sadece doğal şartların dayatmasıyla gündemleşen bir zorunluluk değildir. Bilinmezi bilinir kılma, ötede duran saklı hakikatin gizemini çözme ve keşfetme duyguları da insan göçlerinin nedenleri arasındadır. Bu merak ve keşfetme heyecanı dürtü düzeyinde mevcut olmasaydı belki de hala Afrika’nın Rift Vadisi’nde yaşıyor olurduk. Çünkü kültürleşme ve kültürlerin taşması, uygarlıksal gelişmelerin önünü açmış, nüfus patlamalarını takiben göç dalgalanmalarını hızlandırmıştır. Milyonlarca yıl boyunca oradan oraya savrulan insanlar, arı misali, kondukları her yaşam alanında edindikleri kültürel birikimleri göç yoluyla başka mekanlara taşımışlardır. Kültürel üremenin taşı taşıyıcısı olan doğal göç davranışı, toplumsallaşmanın da bal kıvamında süzülerek günümüzdeki rafine halini almasını mümkün kılmıştır. Gezmek, görmek, algılamak, keşfetmek ve analojiler kurarak benzeşmek, esnek yapısıyla daima şekillenmeye açık olan insan zihniyetinin doğal yapısında mevcuttur.

Bu esnek zihin yapısı, 3 milyon yıllık kültürel evrim sürecimizin en değerli mirasıdır. Bu sürecin tamamını göç yolculukları kapsamaktadır. Dolayısıyla tasavvuf felsefesinde fani bir “yolcu” olarak tasvir edilen insanın tikel anlamda kısa, tümel anlamda en uzun hikayesinin özlü özeti, yol ve yolculuk metaforlarında saklıdır. Kuşkusuz sadece kültürel evrim açısından değil, kimyasal ve biyolojik evrim süreçleri açısından da aynı tespiti yapabiliriz. Maddenin ve enerjinin 13 milyar yılı aşan uzun kimyasal evrim yolculuğu ve yaşamın 500 milyon yıl önce Kambriyen çağda başlayan maceralarla dolu biyolojik evrim yolculuğunda, kendi düzleminde bir göç hikayesidir. Örneğin şu an bedenimizde devinen ve varlığımızın bir parçası olan trilyonlarca atomdan her birisi, acaba evrenin hangi noktasında hangi yıldızın bağrından ve hangi zamanlardan kopup gelmiştir? Yaşam evrenin, insan yaşamının ve toplum da insanın yansıması olduğuna göre; hem evrende serbest dolaşan enerjinin hem doğada kütle kazanan maddenin ve hem de toplumda yasallığını inşa eden insanın davranış biçimleri önemli oranlarda örtüşmektedir.

 

Zorunlu Göçler 

İnsanlığın ilk doğal göç dalgasının 3 milyon yıl öncesinden başladığını ve takriben 1 milyon yıl öncesinde Altın Hilal denilen Zagros-Toros hattında tamamlandığını bilmekteyiz. Bu göçü tetikleyen ve Rift Vadisi’nden çıkışı gündemleştiren maddi nedenlerin kuraklık ve insan nüfusunun aşırı artışı olduğu tespit edilmektedir. Milyon yılları bulan bu uzun yürüyüşün Mezopotamya’da noktalanması tesadüf olmasa gerekir. Mezopotamya’daki kümelenmenin ve kültürleşerek dünyaya yayılmanın nedeni de coğrafyasının üreme, barınma ve beslenme gibi canlı yaşamın temel ihtiyaçlarını karşılamaya son derece istekli ve müsait olmasından ileri gelmektedir. Dağlık ama çok fazla da sarp olmayan coğrafyası, bir yandan korunaklı alanlar sağlamakta bir yandan da zorlanmadan hareket etmeyi mümkün kılmaktadır. Buna ek olarak bol su kaynakları, zengin bitki örtüsü ve sınırsız av hayvanı çeşitliliğiyle canlı yaşamı açısından en ideal parametrelere sahiptir. İnsanların milyonlarca yıldır aradıkları ve bütün güzelliğiyle bulunmayı bekleyen cennet köşesini andırmaktadır. İlklerin diyarı, hayallerin sınırı ve tüm yolculukların nihai menzili olması bundan ötürüdür.

Mezopotamya’daki kültür patlaması ve bu kültürel zenginlik üzerine inşa edilen derin toplumsal ilişkiler ağının sağladığı güçlü kurumsal zemin doğru anlaşılmalıdır. Toplum dediğimiz görüngünün normatif yapısı, tarihin bu kesitinde vücuda gelmiştir. Bu süreç iyi çözümlenemeden, sonrasında sapma temelinde açığa çıkan tahakkümcü devlet inşası ve onun yakıcı sonuçlarından birisi olan göçertme saldırılarını da doğru temelde analiz edemeyiz. Mezopotamya’nın zengin kültürel birikimi bize şu gerçeği tüm açıklığıyla göstermektedir ki, insan toplulukları binlerce yıl bu coğrafyadan hiçbir yere ayrılma gereğini duymamış, coğrafyayı dışa taşırmıştır. Bir yandan dışarıdan göç almaya devam ederken bir yandan da kendi iç popülasyonlarını hızla arttırmış, açığa çıkan fazlaydı da sürekli çevresine dağıtmıştı. Gelişme aşamasında muazzam avantajlar sağladığı aşikar olan bu nicel yoğunluğun, zamanla önce hiyerarşisinin doğmasına ve onu takiben tahakküme evirilmesine vesile olduğu, tartışmasız bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Hızla çoğalan, örgütlenerek öğrenen, farklılaşarak öbekleşen ve mekanın dar gelmeye başlamasıyla çatışma pozisyonları alan insan topluluklarının, merkezden çevreye doğru taşmaya başlamaları toplumsal gelişmenin doğasıyla uyumlu bir sonuçtur. Yaşam alanlarının giderek daralması, o zamana kadar başına buyruk yaşayan sayısız insan topluluğunun bir arada yaşamasını ve ortaklaşmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu ortaklaşma toplum dediğimiz ahlaki-politik evrenin çıkış noktası olduğu kadar, devlet dediğimiz despotik-ceberut dünyanın da kuluçka yatağı olmuştur. Artan nicel birikimin nitel güce dönüşmesiyle doğa üzerindeki denetimini artıran, insanın gittikçe daha fazla güç istemesi gelişim diyalektiğinde bir kırılma noktası yaratmış, insanı insanın ve doğanın düşmanı haline getirmiştir. İnsanların bir araya gelmesi ve daha büyük toplumsal yapılar oluşturmaları bir amaç olmaktan çıkmış, daha fazla iktidar üreten araca dönüşmüştür. Gücün ve güçlü olanın söz sahibi olduğu bir atmosferde doğayı, toplumu ve insanı ele alış perspektifi de güç devşirme odaklı olacaktır. Daha çok insanı etrafında toplayan, daha geniş alanlara hükmedecek, daha çok artık ürüne sahip olacak ve dolayısıyla daha fazla gücü kendi ellerinin altında toplayacaktır.

Zorunlu göç biçiminde karşımıza çıkan toplumsal göç olgusunun bu ikinci evresinde belirleyici olan faktör uygarlıkların gelişmeye başlamasıdır. Göçün birinci evresinde belirleyici öge doğal dinamiklerken, ikinci evreye damgasını vuran öge uygarlaşmış insandır. Çoğaldıkça güvenlik ve beslenme ihtiyaçlarını daha kolay karşılayabildiğini keşfeden ve bu nedenle mantar gibi çoğalıp karınca gibi bir arada toplanan insan zekası, bu azmanlaşan güç temerküzünün dönüp kendisini vurmaya başlayacağını akıl edememiştir. Yaşam alanlarının insanlarla dolup taşması fiziki temas ve etkileşimlerin artmasına vesile olmuş, bunun sonucunda gelişen yönetim ilişkilerinin bünyesinde taşıdığı doğal hiyerarşinin tahakküme evrilmesiyle de merkezden çevreye, çevreden dışa doğru dağılma ya da kaçış süreci başlamıştır. Uygarlıksal gelişmenin nicel-nitel ritmiyle uyumlu olarak çevreye doğru itilen toplulukların dışa doğru taşmaya başlamaları zorunlu göç dediğimiz sürecin önünü açmış olmalıdır. Bu noktada şu tespiti de yapmalıyız; merkezden göçen toplulukların çevrede kendi uygarlık merkezlerini kurmaya yönelmeleri ilk merkezde oluşan tahakkümü devletleşmenin zihniyet gücünü göstermesi açısından önemlidir. Mezopotamya’yı merkez; Anadolu, Kafkasya, Kuzey Afrika, Nil-Pencap havzasını çevre olarak kabul edersek, antropologlar bu taşıyıcı mekanlar arasında geçişkenlikler olmakla birlikte uygarlığın merkezden çevreye doğru yayıldığı ve gittiği çevrede merkezi taklit ettiği hususlarında ortak görüşe varmaktadır.

Zorunlu göç dalgasının M.Ö. 4000-2000 yılları arasında zirveleştiğini ve Mezopotamya merkezli yayılım gösterdiğini göz önünde bulundurursak, antropologların yanılmadıkları anlaşılmaktadır. Bu göç dalgasının ilk ayağının, kendilerini “kuzeyli kara başlılar” olarak tanımlayan Sümerlilerin Zagroslardan göçüp Basra Körfezi civarında devletli uygarlığın temelini atmaları olduğu bilinmektedir. Zagros dağlarında nüvelenen Tel Xalaf kültür evreninden edindikleri maddi-düşünsel birikimleri ovaya taşımış, ovanın yaşam koşullarıyla sentezleyerek devletleşme dönemini başlatmışlardır. Bu gelişkin kabilelerin Zagroslardan niçin göçtükleri veya göçertildikleri net olarak bilinmiyorsa da, ovada kurdukları devletleşmenin iki temel motivasyonu olduğu belirtilmektedir. Birincisi güvenlik ihtiyacıdır. Artık korunaklı dağlarda olmayan toplulukların güvenliklerini sağlayabilmenin en sonuç alıcı yolu, başkalarının güvenliğini tehdit edebilecek güce ulaşmaları olarak görülmüştür. İkincisi alüvyon zengini verimli topraklarda gelişkin tarım tekniklerinin besin sorununu çözmesi olmuştur. Güvenlik ihtiyacına cevaben devleti, besin ihtiyacına cevaben tarımı geliştiren Sümer uygarlığının, tarihin o kesitinden itibaren lokomotif olma rolünü üstlenmeleri ve hem nicel hem nitel göçlerin başlangıç noktası olmaları şaşırtıcı değildir. M.Ö. 3000’lerden sonra Hiksosların batıya doğru göçmeleri Mısır uygarlığını, M.Ö. 2000’lerde Etilerin kuzeye doğru göçmeleri Hitit uygarlığını, M.Ö. 1700’lerde Akaların kuzeybatıya doğru göçmeleri Miken uygarlığını, M.Ö. 1300’lerde Etrüsklerin yine kuzeybatıya doğru göçleri millet uygarlığını tetiklemiştir. Roma dönemine kadar durmaksızın devam eden bu kitlesel akışlar Sümerli kurnaz rahibin yarattığı devletleşmenin sonuçları olarak görülmelidir. İlk evredeki doğal güçlerin kültürün taşıyıcılığını yapmasına benzer bir şekilde, ikinci evredeki zorunlu göçler uygarlığını taşıyıcılığını yapmıştır.

 

Zorla Göçertmeler 

Doğal ve zorunlu göç hareketliliğinin yanı sıra, zoraki göçertme saldırılarından da bahsetmek gerekir. Tahakkümcü devlet örgütlenmesinin kurumsallaşmasını takiben insanlığın tanıştırıldığı zoraki göçertme gerçekliği, insanın insana uyguladığı kitlesel zulmün en yalın ifadesi olmaktadır. İşgal, sömürü, ele geçirme, el koyma, hakimiyet kurma, ezme, bastırma, sindirme ve irade kırma gibi eril edinimlerin toplumsal yaşama hakim hale getirilmesi ve devlet gibi makro yıkıcı bir yapının çatısı altında buluşturulması, göçertme saldırıları sıradan ve sürekli hale getirmiştir. Daha çok tahakküm savaşları sırasında yaygınca görülen göç hareketleri, toplumsal dokuyu en fazla tahrip eden ve dağıtan cinsten göçler olmaktadır. Göç olgusunun üçüncü evresi diyebileceğimiz bu aşamada temel belirleyen tahakküm arzusudur. Büyük orduların hedefi olan veya o orduların çatışma hattında kalan gelişkin toplumsal kültürlerin akıbeti ya tamamen yok olmak ya da dağılarak erimek olmuştur. Kılıç artığı kalabilende, tüm maddi ve kültürel birikimlerini geride bırakarak, can havliyle başka coğrafyalara sığınan değersizleşmiş toplulukların, çok boyutlu toplumsal sorunlara yol açtıkları ve kültürleri bozuma uğrattıkları söylenebilir. Birincisi binlerce yılın birikimi olan maddi-manevi değerler işgalci güçlerce talan edilmektedir. İkincisi göçertilen kitleler toplumsuz kalmakta ve dolayısıyla değersizleştirilmektedir. Varlığı dağıtılan ve sığıntı konumuna düşürülen insanların her türlü sömürüye açık hale geldikleri ve çoğunlukla köleleştirdikleri bilinmektedir. Üçüncüsü göçertilen yeni coğrafyalarda yerleşik olan toplum yapısıyla kültürel doku uyuşmazlığının yarattığı çatışma hali ters etkileşimlere yol açmaktadır. Bir insanlık suçu olan asimilasyon saldırısı bu vesileyle zuhur etmektedir. Doğadan, toplumdan ve onu var eden tüm değerlerden koparılan toplulukların; kültürsüzleştirme, kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme ve iradesizleştirilme sürecine sokulması, göçertme saldırılarının yarattığı en büyük tahribat olmaktadır. Toplumsal doğayı bozuma uğratan ve kültürel çölleşmeye yol açan bu durumun yaşamın kalitesini düşürdüğünü belirtmek mümkündür. Doğal göçler kültürleri, zorunlu göçler uygarlıkları oluşturup taşımıştır. Bu açıdan görece olumlu sonuçlar doğurmuşlardır. Ama zorunlu göçertme saldırıları inşa edilen her maddi-manevi yapıyı yakıp yıkıp yok etmektedir. Çünkü kültürlerin uzun erimli etkileşimler sonucunda kaynaşmaları, dönüşmeleri ve taşımaları başka bir şey, bir kültürün onu var eden coğrafyadan koparılıp tamamen savunmasız kalacağı farklı coğrafyalara savrulması başka bir şeydir. Belki de binlerce yılda takriben gerçekleşmesi gereken böylesine büyük ve hızlı kitlesel geçişlerin sancılanmadan sindirilmesi veya absorbe edilmesi mümkün değildir. Dili, kültürü, ahlaki örüntüleri, inanç sistemleri ve üretim biçimleri oldukça farklı olan toplumsal yapıların aniden iç içe geçirilmesi kültürlerin deforme olmasına ve çarpışmasına yol açmaktadır.

 

Zorla Göçertmelerin Sonuçları 

İstisnasız bütün canlılar yaşadıkları coğrafyaların biçimini alırlar. Bu genel kural insan ve toplumlar açısından daha fazla geçerlidir. İşte kutuplarda yaşayan insanların fiziki yapılarının deniz kıyılarında yaşayan insanlarınkinden farklı olması gibi, Ekvator hattında yaşayan insanların ten renklerinin siyah olması ve Ekvator’dan uzaklaştıkça ten renginin beyaza doğru açılması gibi, dağlarda ayrı ormanlarda ayrı fiziki-sosyal şekillenmelerin görülmesi gibi gözle ayırt edilebilen farklılıklar, coğrafyanın insan (canlı) üzerindeki belirleyici etkisini ortaya koymaktadır. Ne yiyor ne içiyor ne soluyor ve güneşle nasıl bir temas kuruyorsak, günün sonunda ona dönüşüyoruz

Bu benzeşme durumu sadece fizyolojik değildir. Sosyo-kültürel örüntüleri belirleyen ana unsur da coğrafi koşullar olmaktadır. Coğrafi zenginlik nüfusu, nüfus toplumsallığı, toplumsallık kültürü, kültür de bilinci yükseltmektedir. Çoğalan nüfus tasnif etmek, sosyal kategorileri yapılandırmak, davranış kalıplarını belirlemek gelişkin soyut düşünce gücünü gerektirmektedir. Bunu açığa çıkaran da şüphesiz coğrafyanın bitki örtüsü ve canlı çeşitliliğidir. Birçok bitki ve hayvan çeşidine sadece isimler takmak ve onların özelliklerini tanımlamak bile, sadece dili zenginleştirmekle sınırlı kalmamakta, bilinç düzeyinde de patlamalar yaratmaktadır. Analitik zeka olarak tanımladığımız bu soyut düşünce gücünün gelişme düzeyi, toplumsal tasarımların da sıçrama tahtasıdır. İnanç ritüelleri, ahlaki normlar, aile-akrabalık ilişkileri, yönetim biçimleri, üretim stratejileri, sanat akımları, müzik melodileri gibi soyutlamalara varıncaya kadar bütün zihni üretimler insanın yaşadığı coğrafyalar, kurduğu ilişkiler sonucunda gözlem yoluyla edindiği birikim ve yeteneklerinin toplamıdır. Yani insanı insan yapan, zekayla donatan, yetenekli kılan temel unsur yaşanan coğrafyadır. Çorak ve verimsiz bölgelerde toplumsallaşma düzeyinin, dillerin ve analitik kapasitenin zayıf kalması veya tarihin çok geç dönemlerinde dışarıdan öğrenme temelinde gelişmeye başlaması buna örnek gösterilebilir. Örneğin Kürtçede üç binden fazla çiçek ismi bulunmaktadır. Sadece bu üç bin tane çiçeğe isimler vermek, onları tanımak ve farklılıklarını tanımlamak bile, ciddi bir soyutlama gücüne işaret etmektedir. Bu isim ve tanımlamaları binlerce yıl nesilden nesille aktararak günümüze ulaştırmak da kültür ve toplumsal hafızayla ilgili olmaktadır. İşte yaşanılan coğrafyada o üç bin tane çiçek türü yetişmiyor olsaydı; bu adlandırmalara da gidilemeyecek, soyutlamalar yapılamayacak, zeka potansiyeli açığa çıkarılamayacaktı. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere coğrafyanın özelliği insanın hem düşünme hem de eyleme biçimini tayin etmektedir. Daha ileri bir yorumla şunu söylemek mümkündür: Doğa insanda konuşmakta, maharetlerini sergilemektedir. Bu karşılıklı bir oluşma halidir. Şöyle ki; insan yaşadığı coğrafyanın biçimini alırken, orada vücut bulan canlı-cansız her varlığın cismini de kendi şahsında resmetmektedir. Burada karşılıklı tanımlanma, tamamlanma ve birbirini görünür kılma durumu söz konusudur. İnsan bir çiçeğe, böceğe, kuşa, ağaca, hayvana vb. isim verdiği ve onunla etkileşime girdiği zaman, bir taraftan onu tanımlayıp görünür kılmakta, bir taraftan da onunla tamamlanıp görünür olmaktadır. Burada bir özne-nesne ilişkisi yoktur. Karşılıklı birbirinin varlığıyla var olma durumu mevcuttur.

O zaman şu tespiti yapmak da aşırı kaçmayacaktır: İnsanın coğrafyayla kurduğu yaşamsal ilişki “kader” metaforunun ötesinde varoluşsal anlamlara sahiptir. Yani coğrafya insanın kaderi değil, sebebidir. Dolayısıyla bir insanı veya toplumu var olduğu, tanımlandığı ve tamamlandığı coğrafyalardan koparıp başka yerlere savurmak, bir çiçeği kökünden koparıp soldurmakla eşdeğerdir. Birçok canlının (hem bitki hem hayvanlar anlamında) kendi habitatının dışında yaşayamadığı bilinmektedir. Ya yok olmakta ya da başka bir şeye dönüşmektedirler. Elbette insan, esnek zihniyeti ve uyum sağlama yeteneğiyle doğadaki tüm diğer canlılardan daha avantajlı bir konumdadır. Tekil anlamda savrulduğu her yeni mekanda fiziki varlığını sürdürebilmektedir. Ama sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve duygusal anlamlarda, insan açısından da yaşanan şey tam bir yıkım olmaktadır. Kendi coğrafyasının etkin öznesi olan insanın, savrulduğu yeni coğrafyalarda nesneleşmesi ruhsal, kültürel ve kimi zamanlarda fiziksel yapıda bozulmalar yaratmaktadır. Bu bozulmanın en az üç-dört kuşak boyunca sürdüğünü ve tam bir entegrasyonun onlarca yıl aldığını bilmekteyiz.

 

Küreselleşme Çağında Göç Mühendisliği 

21. Yüzyılın temel sorunlarından birisinin, belki de en büyüğünün, göç ve göçmenler sorunu olduğunu genel kabul görmektedir. İster doğal, ister zorunlu, ister zoraki ve isterse de mühendislik temelinde gelişmiş olsun, insanlık tarihinin her çağında göç olgusu belirleyici özelliğini korumuştur. Ama mesele hiçbir çağda küreselleşme çağında olduğu kadar kültür kırım ve toplum kırım boyutlarına vardırılamamıştır. Ortaçağlarda da bazı etnik yapıları veya inanç gruplarını asimile etmek için kimi toplum ve kültür mühendisliği çalışmalarının yapıldığı görülmüştür. Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Kurdistan’ın Kürtsüzleştirilmeye çalışılması, gene Anadolu ve Mezopotamya’nın Ermenisizleştirilmesi, Ege’nin Rumlardan arındırılması, Avrupa’nın Yahudisizleştirilmesi, Alevilerin parçalanıp yalıtılması, Êzidîlerin kılıçtan geçirilip dağlara sürülmesi gibi göç ve göçertmeye dayalı yıkım dönemleri yaşanmıştır. Ama bunların hiçbirisi küreselleşme çağının göç mühendisliği politikaları kadar acımasız ve tahripkâr olmamıştır. Yukarıda saydığımız toplumlar saldırılara uğramış, büyük acılar yaşamışlarsa da toplumsal varlıklarını ve kültürel gelişim diyalektiklerini bir şekilde sürdürmüşlerdir. Ama küreselleşme öylesine sinsi, ince ve acımasız bir göçertme mühendisliği yöntemleri geliştirmiş bulunuyor ki gerçekten de son derece korkunç ve acımasızdır. Korkunçluğu yüzündeki sahte masumiyet maskesinin inandırıcılığından, acımasızlığı da maskenin altındaki yüzün buz gibi sinsiliğinden ileri gelmektedir. Bireyci yaşamın yüceltilmesi, toplumsallığın değersizleştirilmesi ve insanın güçsüz düşürülmesi, küreselleşme çağının göçertme saldırılarının temel yöntemi haline getirilmiş durumdadır. Bireycilik ve bireysel kurtuluş arayışlarının sonuna kadar körüklenmesi, insanı köksüz bir yaratık haline getirmiştir. Savaşlar, gelir adaletsizlikleri ve refah farklılıklarından bağımsız olarak, insanların kitleler halinde bireysel kurtuluş özlemleriyle göç yollarına düşürmeleri, bir yönelim sapması bağlamında insanlığın yüz binlerce yılda oluşturduğu tüm toplumsal değerleri tehdit etmektedir. Vatanıyla, toprağıyla, kültürüyle ve toplumuyla neredeyse bütün bağları kopan ve duygusal erozyon yaşayan insanın koşar adım moderniteye yönelmesi, çağımızın en büyük ideolojik savrulmasıdır. Biraz daha rahat yaşayabilmek ve kontrolsüzce şahlandırılan zincirsiz güdülerini tatmin edebilmek için üstüne para vererek, özünden kaçarcasına vatanından ve toplumundan kaçan bu insan davranışının sosyo-politik, sosyo-kültürel ve psiko-sosyal çözümlemesi yapılmadan, kapitalist modernitenin yarattığı toplum ve kültür tahribatlarını onarmak mümkün olmayacaktır. Toplumun ahlaki-politik değerleri ancak doğayla, toplumla ve insanla güçlü bağları olan yurtsever bireyler üzerinden yükseltilebilir. İşte küreselleşme çağında hedef alınan şey budur. Toplumu çağrıştıran her şey hedeflenmektedir. Sunulan tek şey bireyci köleliktir. Gittiği yerde parya durumuna düşürülmek, egemenin angaryacısı olmak ve mutlak bir yalnızlık içerisinde yaşamak pahasına göç yollarına düşmek ve üstelik bu kaçışı yaşamın en büyük hayali haline getirmek, büyük bir yozlaşmayı işaret etmektedir. Vatanıyla, toplumuyla ve insanıyla bağını güçlendirmek, kalıp savaşmak, fedakârlık yapmak gibi erdemli davranışların yerini “doğduğun yer değil, doyduğun yer vatanındır” sloganıyla sorumsuz bir kaçışa bırakması ve daha da vahimi bu davranışın çağın erdemi haline getirilmesi, toplumsal yıkımın büyüklüğünü ve zihniyet tahribinin boyutlarını göstermektedir. Yaratılan bu insan tipolojisinin ulaşacağı yer modern köleliktir. Eski çağlarda işgalci güçlerin zorla yaptırmadığı göçertmelerin, 21. yüzyılın “gelişkin” insanında gönüllü ve hatta hevesli bir şekilde gerçekleşmesi insandaki yabancılaşmanın ve düşüşün boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.

 

Sonuç

Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslarda yaşayan her on gençten en az sekizinin hayali Avrupa’ya gitmek, Meksika başta olmak üzere Latin Amerika’da yaşayan aynı oranda gençlerin en büyük hayali ise ABD’ye kapak atmaktır. Ama nedense bunun tersi tahayyül bile edilmez. Örneğin neden Avrupalı gençler Ortadoğu’da yaşamak istemez? Kültürün, medeniyetin ve maddi-manevi toplumsal değerlerinin çıkış ve gelişme merkezi burası değil mi? Mesele savaşlarla, maddi yetersizliklerle veya kültür yoksunluğuyla izah edilemeyecek kadar komplikedir. Dünyada toplumsal yaşam kültürünün hala en güçlü olduğu coğrafya Ortadoğu’dur. Bu kültürün üretebileceği toplumsal direniş dinamiklerini yok etmek için göçertme stratejileriyle müdahale edilmektedir. “Dünya vatandaşlığı”, “küresel dil”, “küresel ekonomi”, “küresel siyaset” gibi homojen bir dünya yaratma çabalarının merkezi bu neviden göçertme strateji bulunmaktadır. Kuşkusuz her şey egemenlerin planladığı gibi de ilerlememektedir. Göçmenler ve mültecilik sorunu batı sosyolojisini ve siyasal yönetimlerin de önemli ölçüde değiştirmekte, arzulananın karşı yönünde gelişmeler doğurmaktadır. Batıda da sağın yükselişi, yabancı düşmanlığı ve refah düzeyinin düşüşü gibi eko-politik sonuçlar küreselleşmeci emperyalizmin toplumun genleriyle oynayan bu göçertme stratejilerini sorgulamaya başlamıştır. Şu nokta gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır: İnsanı bozarsan toplum bozulur, toplum bozulursa her şey dağılır. Dolayısıyla göç hareketlerini durdurmanın yegane yolu yaşamı yerinde yüceltmek, toplumsallığı güçlendirmek ve insanın doğaya yabancılaşmasını aşmak olmalıdır. Yani öze dönüş de diyebileceğimiz, doğaya, topluma ve köklü insani değerlere dönüş yapmak için modernist yaşamı reddetmek artık bir zorunluluk olarak görülmelidir

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.