Düşünce ve Kuram Dergisi

Öcalan ve Hakikat Arayışı 

Nasrullah Kuran

“Geçmişten kalma bir başka kütük mü diyorsunuz? Öyle olsun, ama sürgün vermeye yazgılı bir kütük bu; Belki antik şeylerde geri gelmeye mahkûm; Uzun zamandır unutulmuş olan hakikat şimdilerde yeniden canlanmakta. Uzun süren bir karanlıktan sonra bilgimizin ufkunda yepyeni bir güneş doğuyor, tam tepeye çıkmak üzere hızla yükselen bir güneş.” GİARDANO BRUNO

Tarihin ve yaşamın anlamı, insan varlığının etkinliğinde saklıdır. Çünkü tarih yapan ve yaşama anlamını veren, nitelikli insan etkinliğidir. Var oluş çabasında, kendi ve içerisinde bulunduğu evren üzerine düşünme yeteneği kazanan insan, etkinliğini de bu çerçevede bir arayış ve anlam üzerinden temellendirmeye, tanımlamaya başlamıştır. Böylece insan, etkinliğiyle anlam yaşatan doğa, doğasıyla anlamı koşullayan zekâ haline gelmiştir.

İnsanın anlam hali, evrenin düşünüş çabası olabilir mi? Ya da evrenin düşünüş çabası insanı, anlam yaratma hali ve arayışı olarak kendini dışa vuruyor olamaz mı? Bunlar, yaşamı yaratma ve yeni toplumsallığımızı kurma yolunda, üzerinde düşünmek ve sorgulamak durumunda kaldığımız sorulardır. İnsanın “tüm evrene yayılmış gerçekliğin toplamı” olarak izah edilmesi ve “kendini bilmeyi tüm zamanı ve evreni bilmekle özdeş” kılınması, bizleri sınırları aşan bir düşünme eylemine ve arayışına yöneltmektedir.

Düşünüş ve arayış içerisindeki insan, keşfedici varlık olma bilinci ve özelliğiyle hakikate yakınlaşan, hakiki hale gelen insandır. Eskiler bunu, “hakiki olmak, keşfedici varlık olmak demektir” biçiminde tanımlamışlardır. Bu bağlamda Öcalan’da gerçekleşen hakikat arayışı-anlayışı, insanın anlam gücüyle hayata dolaysızca katılımı “hayatın düşündüğü ve düşüncenin yaşadığı” yer olarak insanın kendi toplumsallığının inşasıdır. Buna göre hakikat ve hakikatlilikte, toplumsallığın anlam yüklü doğasında oluşan özgürlük bilinci ve bilince göre yaşama gücüdür. Bunun içindir ki Öcalan, “özgür olmak, anlamlı ve hakikatli olmakla mümkündür. Özgürlüğü olmayanın kimliği, dolaysıyla anlamı ve hakikati de olmaz” deme ihtiyacı duymuştur. Özgür olmak, özgür bir yaşam anlayışına, bu da erdemli yaşamın özüne ulaşmayı ve pozitif toplumu gerçekleştirmeyi ifade eder.

Hakikat, en çok da anlam arayışı ve özgürlük inşası içinde bulunan insanlığın ortak ısrar ve çabasıyla açığa çıkarılmak ve hayatın kendisi haline getirilmek durumundadır. Çünkü insanı, varlığını anlamlandırmaya ve özgürlüğünü inşa etmeye yönlendiren arayış, özünde insanlığını gerçekleştirme çabası ve mücadelesidir. Zira bağrında sevinci, güzelliği ve mutluluğu barındırdığı ölçüde; acıyı, zorlukları ve yitirişleri de içeren bir özgür yaşam mücadelesinin hakikate ihtiyacı vardır. Hakikat, hayatın zorlukları karşısında yaratım istenciyle doğru yaşam gücü gösterenlerin ve kendini gerçekleştirme arzusunda olanların gereksinim duyduğu şeydir.

Kapitalist değersizleşme ve çözülme-çürüme çağında, bireycilik vasfını doymaz bir azgınlığa vardıran bencilliğin inkâr zeminini kurutmak ve bu zemin üzerinde yeniden anlam değerleri üretmek, dayatılan meta-tüketim faşizmine ve köksüzleşmeye verilmiş en güçlü yanıt olacaktır. Hakikat, yokluk fikrini öne süren anlayışa karşı varlık olgusuyla emek veren insanlığa işaret eder. Bu nedenle hakikatli insanın eylem yeteneğine en çok da bugün ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü kapitalist sistemin gerçekleştirdiği toplumsal soykırım, insan gerçekliğini hakikatinden ve anlamından uzaklaştırmış, öz kimliğini yitirerek iktidar icadı hakikat rejimlerinin nesnesi ve uydusu haline getirmiştir. Mevcut yöntemlerin ve amaçların hiçbiri, sistemin oluşturduğu sahte hakikat rejiminin dışına çıkamamakta, karşısında da yer alınsa sonuçta rejimin lehine işleyen bir mekanizmanın dişlisi olma rolü bir türlü aşılamamaktadır. Öcalan’ın bu açmaza yanıtı ve çözümü, “hakikat devrimi” olmuştur. Hakikat devrimini, bir taraftan bir zihniyet ve yaşam tarzı devrimi olarak nitelendirirken diğer taraftan ise “kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyasından ve yaşam tarzından kurtulma devrimi” biçiminde tanımlar.

Sistemin hakikat rejimine karşı her cepheden alternatif bir duruş sergilemeyi, yapılması gereken ilk ciddi iş olarak değerlendiren Öcalan, burada salt teoriye, söylem gücüne dayalı kuru bir okunuştan söz etmez. Aksine teori-pratik birlikteliğini esas alan, sistemi en ücra odaklarına kadar tanımayı ve çözümlemeyi hedefleyen ve yerinden karşı inşa çabalarına yönelen bir direnişi, bilme tarzımızın vazgeçilmez hakikati sayar. Burada direnmek, kendi var oluşumun anlamını korumak ve eldeki değerlerini yaşatmak demektir. Bu da direnişin öncelikle kişilikte, ruhta, duygu ve düşüncede başlatılması; sistemle oluşmuş aradaki tüm bağların ve köprülerin atılarak kopuşa yönelmesi anlamına gelir. Kapitalist modernitenin yarattığı atomlaşma, sadece bireyler arası bir kopuş ve bireyin kendi özel dünyasına gömülmeyi sağlamamış, aynı düzeyde bireyin kendi içinde de bölünmesi ve anlam yitimine uğrayarak toplumsallığa yabancılaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle hakikat; kişide ve toplumda inşa edilmesi amaçlanan radikal bir içerikte gelişmek durumundadır.

Peki nasıl? Ne yapmalı, nereden başlamalı ve nasıl yaşamalı?

Gerçek radikal çözümler, zorlu kulvarları tercih ederler. Burada zorluk, var olma çabalarını özgürlük ve irade kazandırma mücadelesini, sadece kendilerine dayanarak vermelerinden ve tam anlamıyla kendilerini baştan yaratma zorunluluğundan kaynaklanır. Bundan dolayıdır ki, Öcalan’ın “burada çözümlenen an değil, tarih, kişi değil, toplumdur” vurgusunu, sistemi tarihte, bireyi de toplumda çözümleyerek arındırma ve öz irade kazandırma mücadelesinin bir özeti, bir manifestosu olarak tanımlamak mümkün. Kapitalist modernitenin bireyi elde ederek toplumsallığa kaybettirdiği zeminde siz, tek artınız olan gözü pekliğiniz ve düşünce gücünüzle öz kimlik sahibi hakiki insani yaratma ve onunla toplumsal hakikati inşa etme mücadelesine girişiyorsunuz. Bu, işin nasılına yanıt oluşturuyor. Devamında “nereden başlamalı? Ne yapmalı ve nasıl yapmalı? ‘yı Öcalan şöyle çözümler:

Nereden başlamalı ve ne yapmalının yanıtı olarak, bilinçli ve örgütlü pratik oluşturur. Öcalan bunu şöyle tanımlıyor; nasıl yaşamalı, ne yapmalı ve nerede başlamalı sorularına verilecek ilk anlık cevap, sistemin içinden ve sisteme karşıtlık temelinde başlamalıdır. Fakat sistemin içinden sisteme karşıtlık, eski bilgeler düzeyinde her an ölüm pahasına hakikat savaşçılığını gerektirir. Nasıl yaşamalı, nereden başlamalıyla iç içe olacak şekilde modernitenin bir zırh gibi giydirdiği deli gömleğini çıkarır misali nefret ederek bu yaşamdan vazgeçeceksin. Gerektiğinde her an kusarak; mideni, beynini ve bedenin içindeki bu yaşamdan arındıracaksın. Sistem sana kendini dünya güzeli gibi sunsa bile ona içindekini kusarak yanıt vereceksin. Diğer iki soruyla iç içe alarak, ne yapmalı sorusuna sisteme karşı hep eylemlilik biçiminde bir karşılıkla yanıt vereceksin. Ne yapmalının cevabı bilinçli ve örgütlü pratiktir.

“Bilinçli ve örgütlü pratiğin gerçekleştirme aracı ne olmalıdır?” sorusuna yanıt, öncülük misyonu üslenmiş, öncü parti ve ona bağlı akademik yapılanmalardır. Demokratik modernitenin açılımı olan ekonomik, ekolojik ve demokratik toplumun zihinsel ve iradi ihtiyacının karşılanması görevini, öncü partinin temel misyonu belirler. Ardından, öncü partinin yüklendiği misyonu yetkince yerine getirebilmesi için, akademik-yapısal açılımlara gitmenin gerekliliğine işaret eder; “bunun için yeterli sayıda ve nitelikte akademik yapılanmanın inşası gereklidir” der. Kapitalist Modernitenin akademik dünyasını sadece eleştirmekle yetinmeyen, bununla birlikte alternatifini geliştiren yeni akademik birimlerin, içeriklerine göre çeşitli adlarla inşa edilmesi, hakikatin savaşımını verme vb. konularda anlamlı birliktelikler sergiliyor. Bu anlamıyla da, ekonomik, teknik, ekolojik, tarım, demokratik siyaset, güvenlik, öz savunma, kadın, özgürlük, kültür, kimlik, tarih, dil, bilim, felsefe, din sanat başta olmak üzere, önem ve ihtiyaçlara göre toplumun her alanına ilişkin olarak yapılacak inşa çabaları, hakikat arayışçısının temel görevi olarak somutluk kazanıyor.

Öcalan, burada bilinçli ve örgütlü pratiğin, yani demokratik moderniteyi inşanın kurucu öznesi olarak da, örgütlü akademik-ideolojik kadroyu belirler ve “Güçlü bir akademik-ideolojik kadro olmadan demokratik modernite unsurları inşa edilemez. Akademik kadro, demokratik modernite unsurları olmaksızın nasıl anlam ifade etmezse, örgütlü, akademik-ideolojik kadrolar olmaksızın demokratik modernite unsurları da anlam ifade etmez ve başarılı olamazlar; iç içe bütünsellik, anlam ve başarı için şarttır” der. Ardından, girişilen hakikat savaşında kadronun nasıl olması gerektiğini tanımlamaya girişir; “kapitalist modernitenin sırttaki lanetli elbise gibi oluşan fikri, zikri ve eylemi aynı anlayışını mutlaka terk etmek, aşmak gerekir. Fikirzikir-eylem birbirinden asla ayrılmayan, hakikatin hep sırtta tutulması, bütünlük içinde giyilmesi ve yaşanması gereken yücelik nişaneleridir. Üçünü bir arada nasıl yaşamalıda, ne yapmalıda ve nereden başlamalı da temsil edemeyen kimse hakikat savaşına çıkmamalıdır. Hakikat savaşı kapitalist modernite çarpıtmasını kabul etmez, onunla yaşayamaz; özcesi akademik-ideolojik kadro beyindir ve bedende (toplumda) kılcal damarlarla yayılandır. Gerçek bütündür. Hakikat ifade edilen bütünsel gerçektir. Kadro örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikattir.” der.

Hakikat arayışının örgütlenmiş ve eylemsel kılınmış hakikat haline gelmesi, hakikatin potansiyeli olarak değerlendirilmesi ve hareket halindeki anlamlı yaşam olarak tanımlanmasıyla ilişkilidir. Buna göre, “hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır. Anlam bir kişide güçlü yaşanabilir; fakat örgütlenip hareketlendikçe bir toplumsal hakikat haline gelebilir.” Nitekim “bir halkı savunmak” adlı eserinde Öcalan, “anlamın ve hissin yaşattığı bir insan, en güçlü insandır” derken, hakikat haline gelmiş kadroyu tanımlamaktaydı.

 

Her Hakikat Bir Şeyin Hakikatidir 

Bilimsel hakikat fikri, hakiki bir toplumun hakikatinden ayrılmaz!

Öcalan felsefesindeki “Nasıl yaşamalı, ne yapmalı ve nereden başlamalı?” sorularına yönelik yanıt arayışı, bireyi ve içerisinde yaşadığımız toplumu, bilinçli ve örgütlü pratikle, bunun için gerekli olan öncü partiyle ve onun akademikideolojik bilinç kazanmış, örgütlenmiş kadrosuyla buluşturdu. Bunlar, bir inşa için gerekli tüm koşulları oluşturan öğeler. Peki, ama ne için? Elbette ki yeni toplumsallığımızın inşası için.

Nihayetinde ister dini-bilimsel ister ahlaki, politik ya da felsefi olsun; her hakikat bir şeyin hakikatidir ve hakikatlilik de bir şey için hakikatliliktir. Mesela bilimsel bir doğru veya hakikat, bilimin hakikatidir ve burada hakikatlilik de bilim için hakikatliliktir. Konumuza uyarladığımızda bu şu demektir; demokratik toplum, ulaşmak istediğimiz ve bunun için inşasına giriştiğimiz bir hakikattir. Ancak bu hakikat; emek veren, direnen, özgür yaşam arayışı ve mücadelesinde olan insanlık için amaçlanan bir hakikattir. Yani demokratik toplum hakikati, emek ve mücadele veren toplumsallığa ait bir hakikattir. Hakikat arayışçısının buna göre yaşaması ve eylemde bulunması da bir hakikatlilik durumunu bildirir ki bu da toplumsallığı için bir hakikatliliktir.

Öcalan, kapitalist modernitenin hakikat rejimi ve onun kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet biçiminde ifadesini bulan üçlü sacayağına karşı, diyalektik yöntemi uygulayıp, derinlikli bir tarihsel ve güncel eleştiriye girişirken, aynı zamanda alternatif hakikat sisteminin ne olması gerektiğini de kapsamlıca ortaya koyar. “Toplumsal kimliği tüm yönleriyle aramak, çözümlemek, çözümlerini sunmak hakikat savaşının özüdür” tespitiyle, yeni toplumsal hakikat inşasına girişirken, sistemini “demokratik modernite” kavramlaştırması üzerinden tanımlar ve demokratik modernite hakikatini de ekonomik, ekolojik ve demokratik toplum biçiminde, karşı bir üçlü sacayağı ile açımlar. Demokratik modernite sistemi, kendini kapitalist modernite karşıtlığı temelinde bir araya gelmiş, sürekli direniş halindeki emekçi, özgürlükçü güçlerle ve kırsal komünal güçlerin birlikteliği esası üzerinden izah eder. Toplumsal doğanın tarihsel gerçekleşme özelliklerini baz alarak, Demokratik Konfederalizmi temel siyasal model olarak belirler. Öcalan’da hareket noktası, toplumsal doğanın homojen ve monolitik olmaması, daima renklilik ve çeşitlilik içermesidir. Homojen ulusun soykırımcılığına karşı; çok etnisiteli, çok kültürlü ve farklı siyasal oluşumlarda ısrar, varlık sebebidir.

Demokratik Modernitenin birinci sacayağını, “kapitalizme karşı ekonomik toplum” oluşturur. Ekonomik toplum, kapitalizmin anti-pazar ve anti-ekonomi yaklaşımını ve bu yönlü oluşmuş yanılgılı yaklaşımları reddeder. Ekonomik toplum, tüm toplumsal ekonomik güçleri temel alan ve ekonomiyi kapitalizmin baş aktörlüğünde yürütülen bir faaliyet olarak görmekten çıkaran toplumdur. “Sosyal çelişki, tekelcilerle onların dışında ki tüm toplum arasındadır” tespitiyle, çelişkiyi hapsedildiği dar sınıfsal ve döngüsel çıkmazdan özgürleştirerek daha vurgulu, diyalektik bir doğru haline getirir ve anti-kapitalizmin ancak anti-tekelcilikle mümkün olacağını belirtir. Toptancı bir yaklaşım sergilemek yerine, meta kategorisine girmeyen muazzam büyüklükteki kullanım değerleri ekonomisine dikkat çeker ve “asıl toplumsal ekonomiden anlaşılması gereken budur” der. Ekonomik indirgemeciliği ve ekonomiyi teknik bir sorun düzeyinde ki ele alışları sıkı bir eleştiriye tabi tuttuktan sonra, kendi duruşunu şöyle tanımlar; “Ekonomi, teknik bir altyapı sorunu değildir; toplumların temel var oluş yapısı olarak toplumun tümünün görüş, tartışma, karar örgütsel eylemiyle, çalışmasıyla gerçekleştirilen bir faaliyettir… Ekonomi, mutlaka topluluk eksenli, ekolojik ve verimlilik esaslarına bağlı olarak, örgütlenmesi gereken toplumun temel var oluş koşuludur… Ekonomi daima grupların işidir. Ekonomi demokrasidir. Demokrasi en çok ekonomi için geçerlidir. Bu anlamda ne altyapı ne üstyapı olarak yorumlanabilir. Toplumun en temel demokratik eylemi olarak yorumlanması daha gerçekçidir… Tarih boyunca ekonomik yaşam, ağırlıklı olarak komün tarzındadır.”

İkinci sacayağı, “endüstriyalizme karşı, ekolojik toplum” dur. Ekolojik toplumu, dış doğa ve insan doğasını birbirinden yalıtık ve kopuk iki ayrı doğa olarak ele almak yerine, birbiriyle sıkı ilişki ve bağ içerisinde gerçekleşen, birinin yokluğunun diğerini eksik kılacağı evrensel bir düzen olarak görür. Bu nedenle çevresel yıkım kadar, insan toplumsallığındaki yıkım ve tahribatları da bütün kapsamı içerisinde ve iç içe ele almayı görevi bilir. Endüstriyalizm karşıtlığı, endüstriyalizmin “özünde fizik, kimya ve biyolojinin teorikpratik ilke ve kurallarını topluma ve özellikle ekonomik yapısına uygulamak anlamını” taşıması ve bu tarzda gerçekleşmesinden ileri gelir. Bu yaklaşım, çok farklı olan toplumsal doğanın yadsınmasını beraberinde getirmiş, yaratılan açgözlü tekeller ve kapitalist bireycilik eliyle bozulma, tahribat ve yıkım her alana taşırılmıştır. Ekolojik dengenin bozulması, savaşların yol açtığı tahribat, işsizlik vb. tüm unsurlar, endüstriyalizmin yol açtığı sonuçlardır. Yine endüstriyalizmin toplumu, kendisini savunmak adına topraktan koparmasını ve tarımı bitirmenin sonlarına vardırmasını, kültürel soykırımın başat özelliği olarak sayar ve reddeder. Her iki doğayı da gözeten ve kapsayan bir ilişki içerisinde yeniden düzenlemeyi ve onlarla birlikte varlığını koruyan din, cemaat ve etnisiteleri özgürleştirerek, demokratikleştirmeyi temel amacı olarak belirler. Yeniden inşa içinde, Ortadoğu özgülünde yoğunlaştırılan kapitalist saldırganlığa karşı, Dicle-Firat tarım-su-enerji komününün inşası önerisini öne çıkarır. Örgütlenmesini bu amaçlar üzerinde kurgular ve geliştirir.

Üçüncü sacayağını ise, “ulus devletçiliğe karşı, ahlaki ve politik toplum” oluşturur. Ahlaki ve politik toplum, ulusdevleti; devlet iktidarının en gelişmiş, faşizme götüren biçimi olarak görür ve reddeder. Ulus-devletin tüm bilimsellik iddialarına rağmen, toplumsal hakikat olmakta en zayıf ve olumsuz var oluşsallığı temsil ettiğini belirtir. Buna kanıt olarak da, ulusal toplumun bir toplumsal mühendislik projesi sonucu oluşmuş, yapay topluluk halini gösterir. Ulusdevletin tek tip vatandaş yaratma mantığını da, “ulus-devletin tek tip vatandaş üretme idareciliği, anlam bakımından potansiyelini yitirmiş, ezberlenmiş birkaç doğmadan öteye zihni çalışmayan, resmi törenleri ibadet biçimi olarak algılayan, hakikat açısından içi boşatılmış bireyciliktir” tarzında eleştiriye tabi tutar. “toplumsal doğalar öz olarak ahlaki ve politiktir. Ahlaksız ve politikasız toplum ve birey düşünülemez. Toplum ahlaksız ve politikasız kılınmaya zorlanabilir. Ahlaki ve politik yetenek kötürümleştirilip, rolünü oynayamayacak denli zayıf kılınabilir. Ama asla yok edilemez. Yok edilmesi ancak toplum olmaktan çık makla mümkündür” tespiti, toplumsal var oluşunun özünü oluşturur. Ahlakı ve politikayı üstyapı olarak sunan Marksizm’i eleştirir; demokrasiyi ahlaki ve politik toplumun iş leyiş hali olarak tanımlar. Ahlakın rolü, “toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Varlık kurallarını ve uygulama gücünü yitiren toplum, hayvan topluluğuna dönüşmüş demektir ki, bu halde istenildiği kadar kullanılıp sömürülebilir” biçiminde belirlenirken, politikanın rolü, “özünde topluma gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte temel maddi ve zihni ihtiyaçlarını gidermenin yol ve yöntemlerini sürekli tartışmak kararlaştırmaktır… Bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini sürekli tartışmak, kararlaştırmak, temel maddi-manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar öngörü olarak politikasız bırakmaktır. Hiçbir yol bu denli sakıncalı olamaz” tarzında ifadeye kavuşturulur. İktidar ve devlet aygıtlarının tarih boyunca ahlak yerine ‘hukuku, politika yerine devlet’ idaresini koymasını, en önemli tarihsel saptırmalardan biri olarak değerlendirir.

 

Felsefesiz Toplum Hakikatle Bağını Yitiren Toplumdur! 

Öcalan’daki hakikat gerçeğinde aklın keşfi, düşüncenin oluşumu, bilincin hakikat ve eylem içerisindeki akışkan özelliği belirleyicidir. Kapitalist modernite ve modernitenin üç sacayağına karşı, sadece demokratik moderniteyi ve üç sacayağını koymaz. Onunda ötesine taşan bir tarihsel sorumluluk ve bilinçle, bizzat uygarlık sistemine yönelir ve diyalektik yöntemle tüm parametrelerini çözümlemeye girişir. Açığa çıkan sonuç bilim, tarih, iktidar, cins-özgürlük sorunu, doğa, devlet, toplum-birey ve daha birçok parametrelerde sürdürülemezlik durumudur. Tarih, var oluşun, gerçekleşen sürecin yorumu, insan ise tarihini seçebilen, tarihle yaşamayı bilen bir varlık iken, devletli uygarlık sisteminin yalan kültürü sayesinde bu gerçeklik tersyüz edilmiştir. Tarih her gün bizlerle yeni anlamlar kazanan bir hakikat iken, günü bilinçli yaşamayı ve sorumluluk duymayı unutan insan bencilliği ile anlamdan ve oluşturucu olmaktan uzak düşen bir hakikatsizliğe dönüşmüştür. Öcalan’da hakikat, işte tüm bunlara yanıt olmayı görev edinmiş bir vicdan ve ahlakın anlam ve arayışı olarak şekillenmektedir.

Öcalan’ın hakikat sisteminde toplumsallaşma ve toplumsal özgürlük, yaşam ve anlam arayışının gerçekleşme zeminidir. Bu nedenle toplumsallığı, insan yaşamının olmazsa olmazı olarak kabul eder ve toplumun, toplum olmaktan çıkarılmasını kendisine temel sorun yapar. Günümüz toplumsallığının durumunu, “toplumsal öz, varlik olarak paramparça edilirken, anlam ve hakikat olarak da kaotik bir durum yaşamaktadır” tarzında çarpıcı bir ifadeye kavuşturur. “TOPLUMUNU SAVUNAMAYANIN ONURLU YAŞAM HAKKI OLAMAZ!” vurgusuyla, içerisine girdiği mücadelenin ana doğrultusunu ve gerekçesini özetler. Kapitalist modernitenin doğurduğu medyatik, şovgösteri ve magazinel toplumları, nesnel-olgucu pozitivist anlayışın açığa çıkardığı bir hakikat ve aslında hakikatin inkârı olarak değerlendirir. Benzer yaklaşımı ulus aidiyetleri içinde göstererek, ” Alman, Fransız, Arap, Türk, Kürt ulus kavramları pozitivist karakterde birer hakikattirler. Özünde ise hakikatin silik görüntüleridir. Öyleyse gerçek, hakikat nedir? diye sorulabilir, cevabı basittir. Toplum gerçeğinde doğal olan ahlaki ve politik toplum hakikati ile bunu sürekli aşındırmak isteyen uygarlık hakikati vardır. Bunun dışındaki sıfatlar, isimler hiç gerçeği temsil etmez demiyorum. Özünü değil, görüntüsünü, basit ve sık değişkenlik formunu temsil eder diyorum” değerlendirmesinde bulunur.

Modernitenin yarattığı küresel krizi, beş bin yıllık uygarlık sisteminin toplum karşıtı güçlerinin ahlaki toplum aleyhine yarattıkları kriz olarak değerlendirirken, krizden çıkışın formülünü de toplumsal doğanın güçlü, ahlaki dokusunun tekrardan işlevselleştirilmesi olarak gösterir. Daha fazla sermaye ve iktidar aygıtının, daha fazla yoksullaşma ve sürüleşmeden başka bir şey getirmediğini, bunun sonucunda açığa çıkan toplumsal yabancılaşmanın da tarihsel ihanetten başka bir şey üretemediğini vurgular. Öncelik özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmeden de önce ahlaki ve politik toplumun savunulmasına verilmelidir. Çünkü ahlaki ve politik toplumun varlığı tehdit altındadır. Bu anlamda demokratik modernitenin, saldırılara cevabı olarak öz savunma, toplumsal özün ve bu kapsamda açığa çıkarılmış değerlerin tüm parametrelerinde direniş olarak anlaşılmak ve gereği yerine getirilmek durumundadır. Devletin ve iktidarın karşıt dayatmalarına karşı direnme hakkı, başvurulması gereken kutsal ve ahlaki bir haktır.

Öcalan felsefesinde toplumsal yaşam tanımlanırken toplum ve özgürlük ilişkisinin yarattığı hakikate de yeni yorumlar kazandırılır. Özgürlüğün gerçek anlamını, biz-öteki ayrımını aşan ve herkesçe paylaşılabilen karakterde oluşu ile yorumladıktan sonra şunları belirtir; “Toplumun zekâ yoğunluğu en gelişkin doğa olarak tanımı, özgürlük çözümlemesi konusunda da aydınlatıcıdır. Zekânın yoğun alanları özgürlüğe hassas alanlardır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür, akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa, o denli özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir.” Buna göre toplumsallığın zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini oluşturmaktadır. Dolaysıyla burada özgürlük, aynı oranda toplumsal inşa gücü olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgürlük, toplumsal inşa gücü hüviyeti kazandığında bir özgürlük kuralı olarak ahlakla ilişkisi de kaçınılmaz şekilde gündeme gelir. Çünkü “özgürlük ahlakın kaynağıdır.” der ve şöyle devam eder; “Eğer ahlaki kaynaklıysa, özgürlüğün zekâyla, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlaka toplumun kolektif bilinci (vicdan) demek de daha anlaşılır oluyor.”

Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme ve farklı laşma olarak tanımlayan bu hakikat felsefesine göre, özgürlüğe ulaşmak için de toplumsal politikanın gerekliliği şarttır. “donmuş akıl” olarak nitelendirdiği devlet ve iktidar aygıtlarının, toplumsal politikaların inkârının üzerinden geliştiklerini; iktidar ve devlet alanlarını ne denli özgürlük yitimi olarak değerlendirirken toplumsal politik alanlarının da o kadar özgürlük doğurucu olduklarını belirtir. Bu görüşünü şu tespitle güçlendirir; “politik olan öz, gören akılların en çok çarpışıp yoğunlaştıkları ve sonuç almaya çalıştıkları alandır. Bunu bir anlamda katılan öznelerin kendilerini politik sanat aracılığıyla özgürleştirdikleri alan olarak tanımlamak da mümkündür. Toplumsal politika geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine döneceğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekir. Politikasız özgürlük istemlerini vahim bir yanılgı biçiminde değerlendirirken toplumun da politikanın en somut hali olarak da demokratik siyaseti belirlediğine değinir. Beraberinde demokratik siyaseti, özgürleşmenin gerçek sanatı olarak da tanımlayabileceğimizi söyler. Burada, politikleşmeyi özgürleşmenin ana biçimi olarak ele aldığını görüyoruz. Demokratik siyasetle toplumun politikleşmesi ve politikleşerek özgürleşme yoluna koyulması, amacın gerçekleşmesi anlamına gelir.

Kapitalist modernitenin pozitif toplumculuğun karşısına koyduğu bireysel özgürlüğü (negatif özgürlük), bireyciliğin toplum yıkıcılığı olarak değerlendirir. Bu türden bireyci insanı “kendisini yaşamaktan başka olmayan atom” biçiminde sıfatlandırmakla birlikte, ahlakın ve politikanın inkârındaki rolünün önemine dikkat çeker. Bireycilikle atomize edilen toplum, takatten düşürülerek bir şey yapamaz hale getirilir ve böylece teslim alınır. Bu çerçevede, ideolojik bireycilik olarak liberal bireycilik, toplumsal politika ve özgürlüğü tüketen temel kaynak konumundadır. O halde yaşama saygının ve insan soy değerlerine bağlılığın gereği olarak bireyci yaşamın ve arkasındaki sistemin durdurulması mücadelesini yürütmek gerekmektedir. Bu, hakikat savaşçılığının en temel görevidir.

Öcalan hakikatinde felsefeye dönüş çağrısı, bir yönüyle ana topluma, ahlaki ve politik topluma dönüş çağrısıdır. Çünkü hakikat bilimi olarak felsefenin tasfiyesi ve önemini yitirişi, toplumun yaşadığı maddi, fiziki soykırımlar kadar felakete yol açar. Felsefesiz toplum hakikatle bağını yitiren toplumdur. Bu ise, toplumun sadece bir nesneler yığını haline gelmesi demektir. Felsefe yapan toplum ise, sorgulayan, araştıran, durumlar karşısında tutum alabilen ve çabasıyla hakikate ulaşma mücadelesine giren, önce yaşamın hakkını veren toplumdur. Dolaysıyla hakikat bilimi, toplumsal yaşamı felsefeyle ilişki içerisinde doğru tanımlamak ve bilinç içerisinde yaşama ve çalışma gücü gösterebilmektir.

Sıkı sıkıya zincirlenmiş olarak yaşadığımız modernitenin bilme ve alışkanlıkları, çoğunlukla gerçeğe ulaşmamız önünde engele dönüşen ayak bağları gibidirler. Hakikatsizliğin bu türden mekânlarını terk etmek, hakikat arayışında özgürleşmektir. Ama refahı ve mutluluğu yaşamın değişmezliğinde gören ve bu nedenle verili yaşamı olduğu gibi benimseme ve koruma yoluna giden ideolojik bireycilik açısından da, bu oldukça zor gerçekleşebilecek bir şeydir. Zira o, gündelik hayatın koşullarına ve “mecburiyetlerine kendini rehin bırakmış, gündelik olanın yalın işleyişinin mekanik bir unsuru haline dönüşmüştür.

“HAKİKAT AŞKTIR, AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR!” özdeyişi, gerçek hakikat arayışçılarına yol gösteren bir pusula niteliğindedir. Hakikat arayışçılığının reddi, açık ki gerçek anlamda hayatın reddidir. Hayat, insanın gerçekliğin hakiki tabiatıyla karşılaştığı, sürekli sorular sorduğu ve var oluşun sırrına erme çabasıyla kendini bilme boyutuna her gün yeni bir şey kattığı canlı ve akışkan bir alandır. Her ne kadar varlığın hakikati insanı ciddileştirse de, bütün sahip olduğumuz, elimizde olan tek şey odur. Cazibesini bir kenara bıraksak bile eğer ‘varlığın zaman olduğu ve bizim zamanımızın sonlu olduğu düşüncesi haklıysa, bir insanın otantik olmayan bir şekilde yaşayarak vakit kaybetmesi bir delilik gibi görünüyor.

Gerçekten de hayatı, aslına bağlı kalarak, her anını bütün şiddetiyle olanca oluşu içerisinde hissederek yaşamak varken, neden bunun dışında veya kenarında, kıyısında olunsun? İnsanın sonlu bir varlık oluşu, olduğu gibi olma cüretinden daha cüretkâr olmasını gerektirmez mi? Hakikatsizliğe karşı direnmek, kendi öznelliğiyle uyum içinde olmak ve kendi var oluşunun anlamını korumak demektir. Var oluş çabası, yaşayan her şeyi hareket halinde tutan, etken olan inşacıdır. Arayış ve gerçekleşme, sonlu varlık olma bilincindeki hakiki insanın yaşamdaki tüm hakikatleri keşfetme ve varlığının sınırlarını bilme, buna ulaşma gayretinden kaynaklanan inşa ve bu gayretin zamana ve mekâna yöneltilmiş biçimidir. Sonlu varlığın Gilgameş’in ölümsüzlük otu arayışında ifadesini bulan sonsuzluk arzusu, kendini dışa vurma ve yenemediği sonlu yazgısının geleceğe kendinden izler bırakma çabası ve amacıdır.

Ufkumuzun sınırlarını belirleyen çizgi, hep uzaklardan bakan biz için ancak bir sınır çizgisidir. Aradaki mesafeyi kat edip sınır çizgisinin olduğu yere vardığımızda, önümüzde göz alabildiğince bir enginliğin uzandığını ve yepyeni bir ufuk çizgisinin belirdiğini görürüz. Her sınır çizgisi aynı zamanda yeni bir başlangıç çizgisidir. Tıpkı ulaşılmış her menzilin, ulaşılmamış menzillere yeni kapılar açması gibi. Hakikat olgusu da, bazen bir muhtevaya bağlı olarak daima kendi renginde ve kıvamında gelişme gösteren pratik oluşturucu inşa edici özelliğiyle zamanın içindedir. Zaman, kendisi haline gelmektedir. Burada varlığın boyutu olan zamanı hakikatten ve hakikati de zamansal gerçeğinden soyutlayarak düşünemezsiniz. Her ikisini iç içe, kendi var oluşu çerçevesinde ve yaşamı iyi, doğru, güzel ve özgür kılma çabası içerisinde değerlendirmek daha gerçekçidir. Bizim burada yaptığımız, hakikat anlayışını çok sınırlı ve yetersizce de olsa ele alma çabasıdır. Ancak bu konuda daha derinlikli düşünüş ve açılımlara ihtiyaç vardır.

Hakikat aşığı-savaşçısı, belki de en çok bunun için fırtınalı ve çamurlu sulardan geçerek, mümkün olanın sınırlarını zorlamak durumundadır. Anlamsızlığın sığ sularında yitip gitmektense, anlamlı ve güzel olanın sürükleyiciliğinde bir hakikat ışığının peşinde koşmak ve yıldızlara daha yakın durmak her zaman insana daha yakın olmak, daha çok insan olmaktır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.