Düşünce ve Kuram Dergisi

Öcalan ve Spinoza’da Hakikat ve Demokrasi

Nasrullah Kuran

“Hintliler, halka göstermek için karanlık bir ahıra bir fil getirmişlerdi.
Fili görmek için o karanlık yere bir çok kişi toplanmıştı.
Fili o karanlıkta görebilme imkanı yoktu, herkes file el sürmekteydi.
Birinin eline filin hortumu geçti: “fil” dedi, “bir oluğa benziyor”,
Birinin eli kulağına dokundu, fil ona yelpazeye benzer zannını verdi,
Birisi eliyle ayağına dokundu, “filin şeklini” dedi, “bir direk gibi gördüm”,
Birisi elini sırtına koydu: “bu fil” dedi, “bir taht gibiymiş”,
Böylece herkes filin bir yerine dokundu, neresine dokunduysa ona göre anladı, fili o çeşit anlatmaya başladı…
Bu bakımdan sözleri, birbirine aykırı oldu; birisi “dal” dedi ona öteki “elif” adını taktı.
Her birinin elinde bir mum olsaydı, sözlerindeki ayrılık, aykırılık kalkar giderdi.
Duygu gözü, elin avucuna benzer; ancak insanın avucu filin her yerini kavrayamaz ki!
Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizi gören gözle bak…
Köpükler, gece-gündüz denizden belirip oynamada…
Fakat ne şaşılacak şey ki, sen boyna köpüğü görüyorsun da denizi gömüyorsun.
Biz gemilere benziyoruz; apaydın denizdeyiz, fakat gözlerimiz kararmış…
Birbirimize çarpıp duruyoruz…”
Mevlana Celaleddin Rumi – Mesnevi

Yargıç elini kutsal kitabın üzerine koyan tanığa sorar: “Bize hakikati, sadece hakikati söyleyeceğine kutsal kitabın üzerine yemin eder misin?” Tanık yanıtlar: “Hakikati bilebileceğimden emin değilim, ama bildiklerimi anlatacağıma söz veririm”.

“Hakikat nedir?” sorusuna insanlığın yanıt arayışı, insanlığın tarihi kadar eski ve içerdiği, ilişkide olduğu argümanlar itibariyle de toplumların düşünce eşitliği oranında çoklu ve zengindir. Hakikat kavramının tanımında genel bir ortak algılama söz konusu iken, çelişki ve çatışma hakikatin ne olduğu sorusunda yoğunlaşmakta, farklılık ve ayrışma buradan itibaren ağırlık kazanmaktadır. Mitolojiden dine, ideolojiden bilime ve materyalizmden metafiziğe kadar süregelen bütün toplum tasavvurlarında hep bir mutlak hakikat arayışının izlerine rastlarız. Kimi “Hakikat tanrıdır” derken, kimi evreni hakikat olarak değerlendirmekte, kimi insanda karar kılarak “Hakikat insandır” ilanında bulunurken, kimi de hakikati bilginin iktidarı ve güçle somutlaştırmaktadır.

O halde bunların hangisi hakikat veya hakikat denilen şey bunların neresindedir, neye göredir? Hakikat gerçekten herkesin görmek isteyebileceği, katlanabileceği bir şey midir? Yoksa onsuz bir dünya, yaşam ve tercih mümkün mü? Günümüz dünyasının kapitalist egemenlik çağında, hakikatin bizleri terk ettiği ve yalanın ikametgâhına bütün yaşantılarımızın anti-yaşam haline dönüştüğünü ifade eden yazar B. Fondone’nin, “Hakikat ne zaman hayata dönebilir? Ve kimin için hayata dönmelidir, karanlığın tam ortasındayken?” sorusunu yine bir felsefeci yanıtlar; “Ne zaman kimse bilmiyor. Kesin olan tek şey, hakikatin gerçek olan ile meşru olan arasındaki çatlakta bulunduğudur.”

Gerçek olan ile meşru olan arasındaki çatlakta konaklayan Hakikat, en çok da anlam arayışı ve özgürlük inşası içinde bulunan insanlığın ortak ısrar ve çabasıyla açığa çıkarılmak ve hayata döndürülmek durumundadır. Çünkü insanı, varlığını anlamlandırmaya, özerkliğini ve özgürlüğünü inşa etmeye yönlendiren arayış, özünde insanlığını gerçekleştirme çabası ve mücadelesidir. En çok da güzelliği, sevinci ve mutluluğu bulundurduğu ölçüde acıyı, zorlukları ve yitirilişleri de içeren bir yaşam mücadelesinin hakikate ve hakikatliliğe ihtiyacı vardır. Zira hakikat, hayatın zorlukları karşısında yaratım istenciyle doğru yaşam gücü gösterenlerin ve kendisini gerçekleştirenlerin gereksinim duyduğu şeydir.

Kapitalist değersizleşme ve çürüme çağında, bireylik vasfını duymak bilmez bir azgınlığa vardıran nihilizmin inkar zeminini kurutmak ve bu zemin üzerinde yeniden anlam değerleri üretmek, dayatılan fetişizmine ve soysuzlaşmaya verilmiş en güçlü yanıt olacaktır. Yokluk fikrini öne süren anlayışa karşı, varlık mefhumuyla emek veren insanlığa işaret eden Hakikat bu nedenle Hakikatli militanın eylem yeteneğine her zamankinden daha çok bugün ivme kazandırmak zorundadır. “HAKİKAT AŞKTIR; AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR” düsturunun hakikatliliğine ancak böylesi bir gerçekleşme ile ulaşabilecek ve yalanın ikametgahındaki zamanlar ve mekanlar aşılarak gerçek özlerine kavuşturulabilecektir.

 

Her Hakikat bir şeyin Hakikatidir; Her Hakikatlilik de bir şey için Hakikatliliktir!

“Nasıl ki bir hidrojen atomu yalıtılmış olarak incelendiğinde belirli niteliklere sahipse, başka elementlerle molekül bağına girdiğinde yeni nitelikler kazanıyorsa ve bağından koparıldığında yeniden eski özelliklerini gösteriyorsa, kavramlar da böyle kullanılır. Tek başlarına ele alındıklarında kendi tanımlarını korur ve bağlam içinde yeni anlam bütünlerinin uğrakları olurlar. Kavramların “alışkanlığı” içinde gerçekliğin devinimi yansır.”
Mark Holmes

Arapça kökenli bir kavram olan Hakikatin Türkçedeki anlam karşıtlığı; ”Bir işin doğrusu, gerçek” ya da “Gerçeklik, doğru” biçiminde ifade bulmuştur. Erken ve Ortaçağ İngilizcesinde ise köken olarak, sadakat, bağlılık ve itimat anlamını bildirir. Felsefede de; “Gerçekte bir şeyin kendi özü içinde örtüsünü açarak vukua gelmesi ve insanın bunun farkında olması durumu; varlığın gizinden çıkarak olagelmesi ve insanın bunun bilincinde olması hali” anlamını içeren Hakikat, ağırlıkla, “En genel anlamı içinde, dini, bilimsel, ahlaki vb. hakikatler bağlamında, bir ilgi alanı ya da disiplinin konu aldığı varlık alanıyla ilgili temel doğrular bütünü olarak” değerlendirilmektedir.

Hakikat kavramının arayışlar bazındaki tanımlanması konusu, genelde sorunlu ve spekülasyona açık bir alan olarak gündeme gelmiştir. Hakikati spekülatif ve sorunlu bir kavram haline getiren nedenler, birden çok olmakla birlikte, başlıca iki temel anlayış noktasında toplanırlar.

Bunlardan birincisi; “İster daha çok, ister daha az kapsamlı olsun, felsefi hakikat kavramlarının kesinlikle bir tarihi var… Oysa hakikat kavramının kendisinin böyle bir tarihi yok,” İddiasına dayanır. Böylece hakikat tarihsizliğe ve belirsizliğe mahkum edilir. Bu tutum, her ne kadar üzerinden tartışma ve polemik yürütmeye açık bir alansa da, Hakikat kavramlarının açık ve belirlenebilir tarihi karşısında Hakikat kavramının tarihsel oluşum belirsizliğinin, Hakikat kavramları lehine tartışmayı sınırlandırdığı da bir gerçektir.

İkinci anlayış ise; Hakikatin, tanımlanması imkansız bir kavram olduğunu ileri sürer. Tanımlanamaz oluşunu kavramın gizli, muğlak veya güvenilmez olmasından değil, onu açıklığa kavuşturmak için birçok kavramla bağlandırmamızın gerekliliğinden kaynaklandığını belirtir. Felsefeci B. Williams, bunu şöyle açık eder;  “Özellikle hakikatin tanımına yönelik, herhangi bir talebe direnmemiz gerekir. Çünkü Hakikat, anlam, gönderme, inanç vb. gibi bağlantılı bir kök salmış nosyon kümesinde yer alır ve bu nosyonlardan birini veya bazılarını ötekilerin talebi gibi ele almaya çalışmaktansa, arandaki bağları keşfetmemiz daha iyi olur”.

Toplumsal kültürün oluşa gelen dil, anlam ve inançla ilgili alanlarında Hakikat kavramının çeşitlilikten ziyade, her zaman ve her yerde aynı temel rolü oynuyor oluşu, belirli bir bakış açısı oluşturmamıza ve yorum geliştirmemize olanak sağlasa da, mesele burada ve bununla bitmiyor.

Bir anlamda çelişkiler dergahı olan felsefi bilincin, Hakikat olgusu açısından yaşadığı yazılma bir diğer soruna, çatallaşmaya kaçınılmaz olarak dikkatlerimizi yönlendiriyor. Yani hakikat, hakikat olarak hep aynı zamanda ve zeminde durmuyor. Kavramsal tekliğini korusa da, bilginin-bilmenin gelişim düzeyi ve mahiyet, bildirdiği anlamı ve bulunduğu zemini değişikliğe uğratabiliyor; mesela bir görüş, “[…..]Bilginin her zaman sınırlı bir gerekliği vardır. Bunun nedeni hem nesneye hem de bilen özneye dayanmaktadır. Her şey ve şeyler arasındaki her ilişki zamanla değişir ve böylelikle gerçekteki durumlar üzerine her yargı, zamanla doğruluğunu yitirmek zorunda kalır,” derken çok mu haksızdır? Yoksa bir gerçeğe mi işaret etmektedir? Tarih konusundaki bilgimizin yeni arkeolojik buluntularla ve bilim hakkındaki doğrularımızın-kuantum örneğinde olduğu gibi- yeni buluşlarla sürekli değişikliğe uğraması, bunu doğrulamıyor mu? Bu sorulara yönelik geliştireceğimiz her olumlu yanıt, bizi bir hakikatin olmadığı,  bilmenin seyrine göre hakikatin değişkenlik kazandığı göreceli bir olgu olduğu fikrine yakınlaştırmaz mı?

Kuşkusuz bu, nereden baktığımıza bağlı. Eğer diyalektiğin, “Doğa yalnızca var olmaz ayrıca yaşar ve ölür,” anlayışını esas alıyor ve diyalektiği “şeyleri ve onların imgelerini, düşüncelerini esas alarak içsel bağlantıları oluşum sırası, hareketleri, doğumu ve ölümleri içinde kavrayan” düşünme tarzı olarak tanımlarsak, hakikatin bilmenin seyrine göre değişkenlik kazandığı olgusunu da bir hakikat olarak benimseriz. Ancak bu, faizi post-modernizmin hakikat denen bir şeyin olmadığı yanılsamasına götürmediği gibi, idealizmin buradan ulaştığı mutlak hakikat olarak Tanrı fikri ile de buluşturmaz.

“Körü körüne inanmaya, mutlak boyun eğmeye yönelik” aşkın tutumu ile mutlak hakikat eğilimi, bilginin her zaman insan öznesinin sınırlarında seyretmesi sebebiyle nesnel hakikatin gerçekliğine sürekli kuşku duymuş, belirlenmiş bilginin güvenilmezliğini, koşulluluğunu ve sonluluğunu öne sürerek, tüm bunları aşan insan ve evren üstü bir varlıkta, Tanrı iddiasında karar kılmıştır. İdealizmden tinselciliğe, oradan mistisizme uzanan tüm kavramlarda bunun yoğun etkilerine rastlarız.

Halbuki insani hakikat, insan yaşamının dünyevi gerçekliğinin yaratmış olduğu ilişkiler kapsamında anlam ve ifade bulur. Değişim ve dönüşüm deviniminde kendini sürekli yenileme ihtiyacı duyan insan ve evrene ait hakikatte, zorunlu olarak hep eksik ve tamamlanmamış kalacaktır. Hakikat , “zorunlu olarak tanımlanmamış olduğu ve bu bakımdan “göreli” kaldığı sürece, aynı zamanda muhakkaktır. Çünkü daha sonraki bir düzelti, daha önceki bir doğrunun önceden olmadığı anlamına gelmez.” Bilginin ilerleyişi sürecinde yanlışlıkla doğru kabul edilen birçok şeyin yanlış olduğunun ortaya çıkması, Mark Homes’ın belirlemesiyle, kavram ve gerçeklik ilişkisinin kuvvetler, görevler ve tarihsel değişiklikler tarafından etkilenmesi, değiştirilmesinden kaynaklanır. Dolayısıyla, insan öznesinin bilincinden hareketle ulaşılan her hakikatin kendi içerisinde bir bütün olmaktan çok daima düzeltilmeyi ve yeniden belirlenmeyi talep etmesinden daha doğal bir şey olmayacaktır.

Bu anlamda, nasıl ki toplumsala ilişkin “belirli bir kuramdan koparıldığında, her bilgi kuramı biçimselci ve soyut” kalıyorsa, “her bir kavramda, asıl anlamını ancak başka kavramlarla bağlantılarının kurulması üzerinden kuramsal bir bütünlüğe ilerlemiş ve rolü bu bütünlük içinde kabul edilmiş olduğundan kazanır.” Diyalektik düşünce ve bu düşüncenin hakikatliği de kaynağını buradan alır. Konuşmaların gerçekleşme hali, anlama yetisi ve akabinde gelişen düşünce olmaksızın diyalektiğin hakikati varlık bulamaz. Burada önemsenmesi gereken yaklaşım, anlama yetimizin, belirli bilgiyi veya onun sonuçlarını “hakikatin varoluş ve devamı olarak” mutlaklaştırma eğilimi içerisine girmesine müsaade etmemektir. Zira bu türden bir mutlaklaştırma diyalektiğin değil, metafiziğin alanına girer.

Nihayetinde ister dini, bilimseli ister ahlaki ve felsefi olsun; “her hakikat bir şeyin hakikatidir ve hakikatlilik te bir şey için hakikatliliktir.” Yani, bilimsel bir doğru veya hakikat, bilimin hakikatidir; burada hakikatlilik de bilim için hakikatliliktir. Bu aforizmayı dine, felsefeye ve toplum bilime de uyarlayabiliriz pekala. Hakikat ve hakikatlilik olguları arasındaki ilişkiyi irdelerken, hakikatin diğer kavramlarla olan bağlantılarına ilişkin B. Williams’ın yaptığı tespitler dikkate değerdir. “Hakikatlilik hakikate duyulan saygıyı içerir,” der Williams ve bunu da, “Amaç veya hedeflerine bakınca her ikisi de eşit ölçüde hakikatle bağlantılıdır. Ancak ortada şu fark vardır ki, doğruluğu tanımlarken hakikatten bahsetmek zorundayız, oysa samimiyet için hakikate gönderme bir aşama sonra gelir. Sadece insanların inançlarından bahsederek samimiyeti tanımlayabiliriz; samimiyet doğrudan doğruya sadece bir konuşmacının inandıklarını dile getirmesini ima eder. Hakikat için işine sonradan karışır, çünkü inançlar hakikati ‘amaçlar’,” biçiminde betimlemede bulunur.

Hakikati amaçlayan inançlar, insan doğasının özüne hitap eder ve lehine sonuçlar yaratırlar. İnancın hakikate uygunluğunu esas alan ve ısrar eden tutumlar, toplumsalın ahlaki değerlerini baz alır ve faydacılığı değil ilkeleri tercih ederler. Hakikate uygunluğun ilkelerine bağlılık ve bu temeldeki hakikat savunucusu, bizleri pozitivizmin bir türü olarak pragmatizmden ve onun pragmatik bilgi kuramından sadece korumakla kalmaz, aynı oranda onun çarpık hakikat anlayışının kıstası olan sınırsız rekabet ve ilke tanımazlık hakkında da bilinçlendirir. Bilinçli insanların Hakikat arayışı bu nedenle her türlü kendini aldatma, kibir, atalet ve zevk üzerine tesis edilmiş yaklaşımından uzak, kendini arındırmış ve doğruluk erdemine yatırmış bir arayış olmak durumundadır. Çünkü doğruluk ve samimiyet, hakikati hakikat yapan iki temel erdemse ve doğal insan saflık ve sadelik ayarında bu erdemleri yaşayan, kendisi olan insan ise, o zaman bilinçli insanın hakikat arayışı da zorunlu olarak bunu amaçlayacaktır.

Doğal insan, samimi olan, kendisi olan insandır. Günümüzün acımasız genel rekabet pratiğinin yaşatmış olduğu kapitalist insandışılaşma ortamına ve bu ortamın şekillendirdiği kendi soyutluğu içerisinde yalıtılmış, korku ve güvensizliğin müdavimi birey karşısında direniş; “ KENDİNİ BİL ! “düsturuna uygun olarak, kendi düşünsel sınırlılığımızın, eksiklerimizin farkına varmamız ve hakikate bağlı kalarak kendimizi yeniden inşa etmemizle mümkündür. Mümkün olanı gerçekleştirmemizin yolu da, “Bir düşünce yararlı olduğu için hakikat değil, hakikat olduğu için yararlıdır.” doğrusunu benimsemekten ve onu pratik bir değer haline getirmekten geçer.

“Hakikati öğrenmek, bir ruhun dönüşümü, gerçeği keşfetmek bir insanın kendini keşfetmesidir; bir insanın bir ruhu ve bu ruhun bir doğası vardır. Bu keşif kaçınılmaz bir şekilde yalnızca mutluluk yolu değil, acı çekme yoludur.” [William Irwin – Matrix ve Felsefe]

Hakikati öğrenme ve gerçeği, kendini keşfetme arzusu her insanda aynı düzeyde beliren ve tercih edilen bir arzu olmamıştır. Birçok insan olgularından kaçmayı ve kendileri tarafından tanımlanmış bir düşler, yalanlar ve yüzeysellikler dünyasında yaşamayı tercih ederler. Çünkü gerçeğin, hakikatin yolu, bilinmezliklerle dolu, zorlu ve engebeli bir yoldur. Büyük zahmetler kadar büyük acılara da yer verir ve bunların deneyimlenmesiyle insan, iradesinin sınandığı her sınavdan kendini aşarak çıkmak zorundadır.

Bu tercihlere yönelik çarpıcı bir örnek olarak “Matrix” filmi hatırlanmaya değerdir. Söz konusu filmi birçoğumuz izlemişizdir. İlk izleyişte filmin felsefik içeriğinin ne kadar ayırdına vardık kuşkusuz irdelenebilir, ancak bu yönlü içeriği ve verdiği mesajlarla epey tartışma yarattığını, kitaplara konu olan değerlendirmelerden biliyoruz. Ne olursa olsun hakikat bilmeye değer mi, yoksa gerçekten de cehalet mutluluk mudur sorusu, filmin ana teması gibidir. Bir yanda Matrix’e bağlı yaşayanların simüline dünyası, öte yanda da buna karşı hakiki dünyayı, eşyanın gerçek tabiatına bağlı kalarak yaşamayı tercih eden direnişler.

Çarpıcı sahnelerinden “mutluluk anlaşması” adlı sahnenin ikinci yarısında “Cyhper, bir restoranda Ajan Smith’in karşısında oturur. Cyhper büyük, sulu bir bifteği kesmekle meşguldür. Çin porseleni tabağa çarpan çatal ve kaşık sesleri duyulur ve kırmızı şarap kadehinde hafif hafif salınır. Cyhper hata yapmak üzeredir. Direniş savaşçısı, hayatından bıkmıştır. Direniş saflarında geçirilen bir dokuz sene sonra teslim olmuştur ve Matrix’e bağlanmış bir kalem pil olmak için ikinci bir fırsat karşılığında bütün arkadaşlarını ele vermeye razıdır. Ajan Smith son cevabının ne olduğunu sorar, fakat Cyhper cevap vermeden önce şöyle söyler: ‘ Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Dokuz yıl sonra neyi fark ettim biliyor musun? Cehalet mutluluktur.’ “

Cehaletin mutluluk olduğu yerde Hakikat, faili hakikatsizlik olan bu cinayetin farkında olmaktır. Hakikat dışı yalanların, hakikatsizliğin temelleri ortadan kaldırılmadan kendi doğasına ihanet eden ve mutluluğu cehalette bulan insanların –gerçek kurbanların– varlığı da son bulmayacaktır. Hayatın anlamına varmak ve anlamın yarattığı gerçek deneyim ve eylem içerisinde yaşama cesareti ve arayışını göstermek, yani insanın kendi hakikatine varması fiilini gerçekleştirmek için hakikatsizliği ortadan kaldırmak gerekecektir. Acı çekme yolu dediğimiz olguda, tam d burada, Hakikatin hakikatsizliği ortadan kaldırma mücadelesinde açığa çıkar. Acılar sadece zorluklardan ve sıkıntılardan kaynağını almaz. Büyük acıların kaynağı, uğruna büyük çabalar harcanarak ulaşılan gerçeklerin yeterince anlamlandırılamaması, saptırılması ya da verili hayatlarına sıkı sıkıya zincirlenmiş yaşayanların onu aykırı ilan etmesidir. Tıpkı içerisinde bulundukları sistemin sahte ve aldatıcı karakterini teşhis eden muhaliflerin, egemenlerin yönlendirilmesiyle mensubu bulundukları toplumca aforoz edilmeleri, suçlu ilan edilmeleri, deli unvanlarıyla ödüllendirilmeleri gibi. Bazen, egemen iktidarın dışımızda bir şey olmadığını, alışkanlıklarımızın ve bilme kapasitemizin içeriğini oluşturan ve bağımlılaştıran, içselleştirilmiş bir şey olduğunu da bilmeliyiz.

Platon’un Devlet eserinde geçen mağara alegorisi unutulmazdır: “Mağarada mahkumlar, boyunlarından, ellerinden ve ayaklarından zincirlenmişlerdir. Doğuştan itibaren bu haldedirler ve başka hiçbir mefhumları yoktur. Gardiyanlar, bir gölge oyununda olduğu gibi, ateşin önünde hayvan şekillerini geçirirken, gölgeler önlerindeki duvara düşer. Mahkumlar duvardaki –gerçek hayvanların değil, tahtadan oyma şekillere ait– gölgeleri seyreder. Bu gölgeleri mümkün kılan ışık, en iyi ışık, yani güneş ışığı değil, bir ateş ışığıdır. Ne var ki mahkumlar tutsak olduklarını bilmezler ve kendilerince tecrübe edilen dışında herhangi bir gerçekliğin var olduğundan kuşkulanmazlar. Gelgelelim bir gün, mahkumlardan biri serbest bırakılır, dış dünyaya çıkarılır ve orada, güneş ışığında, şeyleri bilfiil oldukları gibi görür. Bencil bir şekilde dış dünyada kalmaktansa esaret içinde yaşadıklarını ötekilere anlatmak için geri döner, arkadaşları onun delirdiğine inanarak alayla karşılık verir.” Özgürlüğün bencilce keyfini çıkarmak yerine arkadaşlarını hakikat konusunda aydınlatma görevini yükümlenen tutsak, bu sefer sadece sistemin tutsağı olmayacak, arkadaşları için de bir delidir artık o, ve alay konusu olacaktır. Burada soru şudur; mekandaşımız buna katlanabilecek midir? Hakikatin delisi olma cüretini gösterdiği ve kendini çoğaltabildiği sürece evet!

Sıkı sıkıya zincirlenmiş olarak yaşadığımız hayatların bilme ve alışkanlıkları, çoğunlukla gerçeğe ulaşmamız önünde engele dönüşen ayak bağları gibidirler. Hakikatsizliğin bu türden mekanlarını terk etmek, hakikat arayışında özgürleşmektir. Ama, refahı ve mutluluğu yaşamın değişmezliğinde gören ve bu nedenle verili yaşamı olduğu gibi benimseme ve koruma yoluna giden sıradan insan açısından bu oldukça zor gerçekleşebilecek bir şeydir. Zira o, gündelik hayatın koşullarına ve mecburiyetlerine kendini rehin bırakmış, gündelik olanın rutin işleyişinin mekanik bir unsuru haline dönüşmüştür. “Nefes alışları ve diriliğiyle” hayatın bir bütün olarak hissedilmesini sağlayan arayışın, bilinmeyene açılma cüretini göstermediğinden hakikatsizliğin mekanlarını kolay kolay terk etmeyecek, bağımlılık zincirlerinin pasını üzerinden atarak özgürleşme yoluna girmeyecektir.

Halbuki; insanlığı ilerleten, tarihi yaşatan ve her yeninin keşfine yol açanda, verili olanı aşma cüretini gösteren ve karşı duruşuyla değişimi kaçınılmaz hale getiren arayışçı mücadele olmuştur daima. İyi ve güzel kabul edilen, anlam yaratan her olgu, bunlar için mücadele etme yolunu seçmiş arayışçıların engin fedakârlıkları sonucu gerçekleşmiştir. 1916’da Dublin’de ayaklanmayı başlatan İrlandalı ulusal kurtuluş lideri Connoly, öğrencisi Brien’a, “Katledilmeye gidiyoruz.” der. “Başarma şansımız hiç yok mu?” sorusuna ise “hayır“ diye cevap verir, “kesinlikle yok!” Connoly, çıkışlarının başlangıcının ilk adımını oluşturduğunu ve bu adımın katliamla karşılanacağının bilincindedir. Ne var ki bu ilk adım, kendinden sonraki adımlarında koşullayıcısıdır: İkincisinin olabilmesi için ilk adımın tetikleyiciliğine ihtiyaç vardır ve o, bununda farkındadır. Yaşama sevincimizi ve insanın özüne olan güvenimizi şekillendiren de, bu türden çabalar ve bu çabalara kendiliğinden bir şeyler katmasını bilen kişilerdir. Onların hakikatli duruşu, hakikatsizliğin cehaletine karşı mücadelede insanlığın umudu haline gelmiştir. Mani’den Hallac-ı Mansur’a, Şeyh Bedreddin’den Saint Paul’e ve oradan Giordano Bruno’ya kadar uzanan hakikat arayışında, hep bu anlayışın bir tezahürünü görürüz.

“Cehalet mutluluktur”un simülüne dünyası, bencilliğin kotardığı zayıflıkların ve teslimiyetin açlık giderici simgesi iken; “Karnı aç bir insan olmak, karnı tok bir domuz olmaya; kendinden hoşnutsuz Sokrates olmak, kendinden hoşnut bir aptal olmaya yeğdir.” sözü de, Hakikat arayışçılarının yol gösterici amentüsü gibidir. Hakikat arayışçılığının reddi, açık ki gerçek anlamda hayatın reddidir. Anlamak, dolaysızca hayata katılmak olduğuna ve katılmak da eylemek fiilini içerdiğine göre, hayatın düşündüğü ve düşüncenin yaşadığı yere varmak, Hakikate ulaşmaktır. Hayat, insanın gerçekliğin hakiki tarafıyla karşılaştığı, sürekli sorular sorduğu ve varoluşun sırrına erme çabasıyla kendini bilme boyutuna her gün yeni bir şey kattığı canlı ve akışkan bir alandır. “Her ne kadar varoluşun hakikati insanı ciddileştirse de, bütün sahip olduğumuz, elimizde olan tek şey odur. Cazibesini bir kenara bırakırsak bile, eğer Heidegger varlığın zaman olduğu ve bizim zamanımızın sonlu olduğu konusunda haklıysa, bir insanın otantik olmayan bir şekilde yaşayarak vakit kaybetmesi bir delilik gibi görünüyor.”

Gerçekten de hayatı aslına bağlı kalarak, her anını bütün şiddeti ve olanca oluşu içerisinde hissederek yaşamak varken, neden bunun dışında veya kenarında, kıyısında olunsun? İnsanın sonlu bir varlık oluşu, olduğu gibi olma cüretinde daha cüretkâr olmasını gerektirmez mi? Hakikatsizliğe karşı direnmek, “kendi öznelliğiyle uyum içinde olmak ve kendi varoluşunun anlamını korumak demektir.” Varoluş çabası, yaşayan her şeyi hareket halinde tutan etken olarak inşacıdır. Arayış ve gerçekleşme, sonlu varlık olma bilincindeki hakiki insanın yaşama dair tüm hakikatleri keşfetme ve varlığının sınırlarını bilme, ulaşma gayretinden kaynaklanır. İnşa, bu gayretin zamana ve mekana yöneltilmiş biçimidir. Sonlu varlığın, Gılgameş’in ölümsüzlük otu arayışında ifadesini bulan sonsuzluk arzusunun kendini dışa vurumu ve yenemediği sonlu yazgının geleceğe kendinden izler bırakma çabası, güdüsüdür.

Ufkumuzun sınırlarını belirleyen çizgi, hep uzaklardan bakan biz için ancak bir sınır çizgisidir. Aradaki mesafeyi kat edip sınır çizgisinin olduğu yere vardığımızda, özümüzde göz alabildiğince bir enginliğin uzandığını ve yepyeni bir ufuk çizgisinin belirdiğini görürüz. Öyle ki, her sınır çizgisi aynı zamanda yeni bir başlangıç çizgisidir. Tıpkı ulaşılmış her menzilin ulaşılmamış menzillere yeni kapıları açması gibi. Hakikat olgusu da benzer bir muhtevaya bağlı olarak, daima kendini renginde ve kıvamında gelişme gösteren zamanın içindedir. Düşünün, “ Arayış daima zamansaldır ve hakikat de daima zamanın hakikatidir.” Deyişi de bundandır. Varlığın boyutu olan zamanı hakikatten ve hakikati de zamansal gerçeğinden soyutlayarak düşünmek, insanı anlamından soyutlayarak varlığının doğasını bozuma uğratmak ve hakikati zamansız-mekansız bir boşluğa terk ederek toplumsal ölümünü gerçekleştirmektir. Zamansız ve mekansız bir hakikat yoktur. Hakikati zaman ve mekan-dışılaştırma çabası, insanı insan-dışılaştırma ve kullaştırma pratiğinin bir sonucudur.

Hakikat aşığı militan, belki de en çok bunun için fırtınalı ve çamurlu sulardan geçerek, mümkün olanın sınırlarını zorlamak durumundadır. Anlamsızlığın sığ sularında yitip gitmektense, anlamlı ve güzel olanın sürükleyiciliğinde bir umut ışığının peşinden koşmak, ve yıldızlara daha yakın durmak her zaman insana daha yakın olmak, daha çok insan olmak.

 

“Hakikat Aşktır, Aşk Özgür Yaşamdır!”

İlkin; İnsanın iç barışı olmadan dış barışı olmaz.
İkincisi; Barış yalnızca özgürlükle vardır.
Üçüncüsü; Özgürlük yalnızca hakikatle olur.
K. Jaspers

Nasıl ki zuhal yıldızı her gece karanlığında yeniden belirmekte ve yol yürüyen kervanlar için bir pusula gibi yön göstermeye deva etmekte ise, Öcalan’ın, “Özdeyişimiz; HAKİKAT AŞKTIR, AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR!” vecizesi de Hakikat aşığı militanın fırtınalı ve çamurlu sulardan geçerken ruhunu ve bilincini uyanık ve aydınlık tutan en güçlü pusuladır.

Anlamlı ve güzel olanın sürükleyiciliğinde sürekli yolda olmak, hareketin kurucu özelliği temelinde insani ve toplumsal varlığımızın inşasında bulunmak, insanı insan yapan en değerli çabadır. Bu çabayı Antonio Negri, “Varlık hakikate sahip olmayan bir oluşa tabi olmak istemez. Hakikat varlıktandır, hakikat devrimcidir, varlık ise zaten devrimdir.“ sözleriyle karşılarken, Öcalan, “Hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır, Anlam bir kişide güçlü yaşanabilir fakat örgütlenip hareketlendikçe bir toplumsal hakikat haline gelebilir… Bir insanın yaşamında, yaşadığı gerçekliklerin hakikatine varmak kadar daha değerli bir şey olamaz. Hakikat arayışçılığı en değerli insan faaliyetidir. İnsanı özetlemek gerekirse hakikati mümkün kılan varlıktır,” Tanımıyla Negri ile kesişir, fakat burada durmaz. Hakikat ve özgürlük ilişkisini tanımlarken bu sefer K. Jaspers ile buluşur.

Jaspers, “Özgürlük olmadan nasıl barış olmuyorsa, hakikat olmadan da özgürlük olmaz. Hakikatle ilişkili düşünülmeyen kaynağının hakikat olduğunu görmeyen özgürlük ‘boş’ tur.” der. Peki hakikatten ne anlamak gerekir? Jaspers’e göre hakikat, insanın, onu arayışta devamlı yolda olduğu, hiçbir zaman ona içerik olarak sahip olmadığı bir olgudur. “Aklın düşünüş biçiminde” bulunulan hakikat özünde iletişimseldir. İletişimin kesilmesiyle hakikat de ortadan kalkar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ise “Hakikat toplumsal varlığın özgürleşmesidir… Özgür olmak, anlamlı ve hakikatli olmakla mümkündür. Özgürlüğü olmayanın kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olmaz.” der ve şöyle devam eder: “Hakikat gerçek olmayıp, gerçeğin bilince varmış halidir. Hakikatsiz gerçek, uyuyan gerçekliktir. Uyuyan gerçekliğin sorunu yoktur. Hakikat, uykudaki gerçekliğin uyandırılmış halidir.”

Jaspers’de “iletişimsel” olan hakikat, özgür insan’da iletişimselliğin öznesi olan toplumsal varlığın bizzat kendisi ve özgürleşme eylemi olarak ifadesini bulur. Jaspers, insanın masal-politik dönüşümüyle ancak özgürlük ve dünya barışının gerçekleşebileceğini belirtir. Öcalan bunu, “Hakikatsiz toplum politikasız bırakılmış, dolayısıyla uyuyan, kendi öz çıkar, kimlik ve kolektif vicdanı için ayağa kalkmayan, toplum olmaktan çıkarılmış toplumdur.“ tarzında tanımlamış ve “Hakikat, uykudaki gerçekliğin uyandırılış halidir,” derken de, toplumun kendi öz bilinci ve ideolojisi doğrultusunda politika yapmaya başlaması, politika ile özgürlük inşasına yönelmesini kasteder. İnsanın ahlaki-politik dönüşümle özgürleşmesini bir hakikat devrimi olarak değerlendiren Öcalan, bunun aynı zamanda bir zihniyet ve yaşam tarzı devrimi olduğunu işaret eder. Ahlak ve politika, zihniyet ve yaşam tarzı ilişkisi, Öcalan’da birbirini koşullayan, birisi olmadan diğerinin varlık bulamayacağı ruh-beden ilişkisi gibidir. Hakikat bu özgürleştirici ilişkiyi birbirini tamamlar nitelikte sürekli bir oluşum halinde tutmaktır.

Hakikat ve özgürlük ilişkisini irdelerken özgür insan, kendini belirli sınırlara ve düşünce kalıplarına hapsetmez. Bilincinin akışkan hali, onu nereye kadar götürürse oraya kadar gider ve anlamlandırma ilişkisini bu akışkanlığın seyrine göre şekillendirir. Bu akışkan bilinç onu, ideoloji ve politikanın özgürlükle ilişkisini tanımlamaya götürürken özgürlük bilincinin ne olduğuna dair sorularla karşı karşıya bırakır. Burada da Öcalan’ın Spinoza ile yakınlaştığını görürüz. Spinoza’nın Demokrasiyi özgürlük bilinci olarak tanımlayan yaklaşımının özgür insan’da daha derinlikli bir tarihsel bağlam içerisinde ele alındığını ve varoluşsal bir olgu olarak güçlü bir vurguya kavuştuğuna tanık oluruz. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “İnsanın varoluşsal biçimi toplumsaldır. Toplumun da kendini devam ettirme ve var olma biçimi komünal demokratik yaşam oluyor… Komünal olan demokratik, demokratik olan komünaldir.” değerlendirmesi, her şeyden önce demokrasiyi Atina’dan başlatma alışkanlığına sahip modernist, katı merkezci tarih bilincine yöneltilmiş tam radikal bir itirazdır. Demokrasiyi toplumun varoluş, ahlaki ve politik temeldeki işleyiş hali olarak tanımlamak ise, başlı başına devrimci demokratik bir okuma ve halkların radikal demokratik tarih bilincini yeniden canlandırmaktadır.

Spinoza ve Abdullah Öcalan’ın buluştuğu bir diğer nokta, zaman kavramına yükledikleri anlamdır. İkisi de zamanı bir ölçü birimi olarak almaktan çok, varlığın boyutu olarak ele alırlar. Her ikisi içinde “zaman, yalnızca özgürleşme olarak vardır. Özgürleşmiş zaman ne oluş, ne diyalektik, ne de dolayımdır; daha ziyade kendisini inşa eden varlık, dinamik kuruluş, gerçekleşmiş imgelemdir. Zaman ölçü değil etiktir… Etik, varlığın varlığını sürdürmesi, savunması ve onun direnişidir.” Bu nedenle “zaman oluşan pratiktir… Zaman her zaman gerçeğin inşa boyutudur.” Özgürlük ancak varlıkla mümkün olduğuna göre ve zaman da varlığın boyutu olarak anlam bulduğuna göre, o halde hakikat; inşa halindeki özgür varlık, yani Özgür Halk’tır. “Özgür Halk”, Spinoza’da da Öcalan’da da güçlü bir kavramsallaştırma olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla hakikat, Özgür Halk’la “özgür ve eşit olma olanağı; görev ise, aslında bu hakikati etik olarak kurmaktır.”

Öcalan’da hakikat, hem devrimci hem de devrimcileştiricidir. Ancak Öcalan’ın devrim olgusuna yaklaşımı farklıdır; o, devrimi toplumu yeniden yaşatma eylemi olarak görmez. Böyle bir yaklaşımı pozitivist tanrıcılık anlayışı olarak değerlendirir ve devrimi “Toplumu aşırı sermaye ve iktidar yükünden arındırma” eylemi biçiminde tanımlar. Bu çerçevede sosyalizmi sadece devrimler ve savaşlarla yaşatılacak bir toplum olarak gören anlayışa karşı da sesini yükseltir:

“Sosyalizmi hep devrimlerle ve savaşlarla kazanılacak bir toplum olarak görmek de yanlıştır. Şüphesiz koşullar oluştuğunda devrimci dönüşümler için savaşlarda mümkündür. Ama sosyalizm sadece devrim demek değildir; topluma demokratik katılım ve kapitalizme karşı bilinçli ve eylemli yaşamdır. ‘ Devrim olur, sonra sosyalist yaşam olur ‘ demek, kendini kandırmak ve boş beklentiler içine sokmaktır… Sosyalizmi sadece geleceğe ilişkin bir proje ve program olarak görmek yerine, anlık özgürleştiren, eşitliği ve adaleti gözeten, estetik değeri olan ahlaki ve politik bir yaşam tarzı olarak hakikatleştirmek gerekir. Sosyalizm hakikati ifade eden bilinçli bir yaşam tarzıdır.”

Pozitivist zihniyette devrim geçmişle kopuşu simgelerken, Kürt Halk Önderi Öcalan’da bu, varlığın doğasına, var olma bilincine ve hakikatine aykırıdır. “Hakikat bütündür, parçalanamaz,” ilkesi temelinde devrim ve sosyalizmi, geçmiş-şimdi-gelecek ilişki içerisinde ele alır ve şöyle der: “Toplumsal gerçeği hep dolu yaşamak, onun tüm geçmiş birikimini içinden geçilen anın oluşum heyecanı ve geleceğin engin umutlarıyla yaşamak, hakikate en yakın yaşam gerçeğidir. Bu tarz bir yaşamı gerçekleştirmeyi sosyalist teori ve pratiğin temel sorunu olarak görmek büyük değer taşır.” Öcalan, devrim ve sosyalizmi, özgürlüğü üretmenin ve örgütlemenin demokratik komünal yaşam tarzı olarak somutlar. Demokratik Modernite devrimini inşa çabalarını ise, kuramda ve kavramda tıkanan marksizmi aşma ve sosyalizme yeni bir açılım yaptırma çabası olarak değerlendirir. 19. yüzyıl kuram ve kavramlarıyla mücehhez Marksizm’le günümüz toplumsallığının sorunlarına yanıt oluşturamayacağımızın yeterince açığa çıktığını belirtir. Eğer sosyalizm iddiamızı sürdürmek ve onun evrensel karakteri doğrultusunda toplumsal inşaya yönelmek istiyorsak, bu gerçeğin farkında olarak zihniyet dünyamızı Demokratik Modernite’nin kuram ve kavramlarıyla yeniden oluşturmak, donatmak zorunda olduğumuz hatırlatmasında bulunur.

Öcalan son değerlendirmesinde, Hakikat sahibi, hakikatli bir devrimci olmanın yükümlülüklerini ise güncelle bağ içerisinde şu temelde çözümler:

“Devrimcilik zor bir iştir, ancak zor olduğu kadar da özgürlüğü ve toplumsallığı yaşatma mücadelesindeki en değerli ve anlamlı iştir. Her şeyden önce tutku düzeyinde inşasına giriştiği yeni toplumsallığa bağlanmayı, mülk olmayı ve mülk edinmeyi amaç edinmiş sahte yaşam alışkanlıklarından keskin bir kopuşu gerektirir. Devrimci, büyük iddiası olan insandır. İddiası doğrultusunda sorunlara yönelerek çözümleyen, çözümlediği oranda da pratiğine, yapma işine yönelen insandır. Devrimci insan böyle yaşar. Her anı böyle bir devrimci bilinçle, uyanıklıkla karşılar. Sizde bu yok. Devrimciyim diyorsunuz, bir bütün yaşamınızı adıyorsunuz ve bunda oldukça fedakarsınız da. Ama iş gereklerine göre görev insanı olmaya, gereklerini anı anına yaşamaya gelip dayandığında adeta ortadan kayboluyorsunuz. Halbuki devrimci insan hep hamle halinde olan, coşku ve heyecanını yitirmeyen insandır. Mesela Rıfat Horoz’u burada mutlaka hatırlatmamız lazım, okudunuz gazeteden değil mi? Çok değerli bir insan olduğu anlaşılıyor. O yaşına rağmen devrimci coşkuyu her yönüyle yaşadığı oldukça açık. Biyolojik yaşı ilerlemiş, ama ruhu ve yüreği genç ve devrimci kalmış. Böyle insanları bulmak kolay olmuyor. Köy nöbetlerinden kütüphane kurmaya, oradan da komün ve diğer işlere koşturuyor hep. Hep bir koşuşturmaca, bir şeyler yapma heyecanı ve çabası içerisinde. Çeteler saldırdığında da hemen harekete geçmesi, ölümün üzerine gidişi bile böyle yiğitçe, sosyalistçedir. İçerideki kadın arkadaşlara da epey yardımı dokunmuş. Devrimci dediğin budur işte; böyle bir ruhu, heyecanı, coşkuyu taşımaktır, bunun bilinciyle yaşamak ve görevlere yaklaşmaktır. Siz bile onun yanında yorgun savaşçılar gibi kalırsınız. Birçoğunuzun durumu vahim. Ya anlamıyorsunuz, ya da geç, anlıyorsunuz; o da genelde ölüm yolunda oluyor. Halbuki değerli olan, devrimciliğe başlarken, devrimcilik yaparken doğru söz ve pratik sahibi olabilmektir. Çünkü doğru bir başlangıç sizi de halkı da yaşatır, süreklilik kazandırdığınızda sizi başarıya ulaştırır. Yoksa ölüme giderken doğru bir söz, doğru bir pratik göstermişsiniz kime ne yararı var.

Günümüzde devrimci ve sosyalist olduğunu iddia eden birçok kişi ve yapılanmaya baktığımda gördüğüm, Rıfat Horoz’un çok çok gerisinde olduklarıdır. Her şeyden önce devrimci ruh ve heyecan çok zayıflamış, var olanı da silik ve kırıntılar düzeyindedir. Söylemde hepsi sistem karşıtı gözüküyor, ama yaşam ve alışkanlıkları en değme moderniste taş çıkartacak cinsten demagogcadır. Devrimci ciddiyet ve topluma karşı tarihsel sorumluluk yok. Maalesef bunun nüveleri bizde de baş göstermiş durumda. Sosyalist bir bilinç ve ciddiyet olsa, mevcut Ortadoğu zemininin açığa çıkardığı devrim ve demokrasiye açık durum fazlasıyla toplum lehine değerlendirilir ve ortalık faşist güruhlara bu kadar bırakılmazdı. Lenin, ‘ Biz, gerçekliğin kendisi kadar radikal olmak zorundayız.’ diyor değil mi? Peki hani nerede Bolşevik Ruh? İspanya iç savaşında yaşanan devrimci deneyimin tarihi kimin tarihi, bunun hafızası ve bilinci nerede? Devrimci bilinç ve hafıza, hakikatli sosyalist bir kararlılık ve örgütlülükle buluşmuş olsa, bugün Ortadoğu’da faşist çeteler dehşet saçarak yürüyebilirler miydi? Özgürlük ve demokrasiyi inşa etme temelinde Ortadoğu’nun devrimcileri Ortadoğu konfederasyon ordusu bayrağı altında birleşip harekete geçse, halklarımız dört bir yana dağılıp sokaklarda dilenir duruma düşer miydi?

Sosyalist vicdan ve ahlak, yerinde ve zamanında düşünmeyi, yerinde ve zamanında harekete geçmeyi gerektirir. Eğer böyle olunamıyorsa, böylesi düşünceler geliştirilip hayata geçirilemiyorsa, sosyalizm anlaşılamamış, sosyalizm öz değerleri kavranamamış demektir. Bu da, somut şartların somut analizini yapma iradesinden düşüldüğü anlamına gelir. Kuşkusuz yapılanları, gösterilen çaba ve emekleri inkar etmek büyük haksızlık olur. Böyle bir haksızlığın öznesi olmayacağız. Fakat, devrimci durum ve görevler karşısında, devrimci çizgiye göre değil de kendine göreliliğin yol açtığı zihniyet ve hareket sınırlılığını, dogmatizmi de kabullenecek değiliz. Çünkü bu sınırlılık ve dogmatizm, var olan, patlamaya hazır toplumsal enerjiyi tutsak alıp işlevsiz bırakmış durumdadır. Denebilir ki kapitalist sistem de bilinçlice geliştirilen işsizlik, devrimci saflara bilinçsizce de olsa taşırılmış olup hastalık düzeyinde yaşatılmaktadır. Yetersiz devrimciliğin tutsaklığı, ‘ özgürlük alanları ‘nda kendi kendini tutsaklaştırması dediğimiz şey tam da bu oluyor. Oysa hakikat daima hareket halindedir, edilgen değil dinamiktir. Çağın devrimciliği de, tıpkı kuanta’lar gibi hem her yerde hem de hiçbir yerde, bazen dalga bazen parçacık biçiminde ama sürekli hareket halinde ve tamamlayıcı nitelikte iz bırakan, toplumsallığı inşa eden akışkan ve kolektif bir bilinç özelliğinde olmalıdır. Bunun dışında kalan her türlü yetersiz yaklaşım, bilineni tekrarlamaya ve yenilgiler tarihine yeni sayfalar eklemekten başka bir işe yaramayacaktır…”

Denir ki, “Gecenin karanlığı günün ilk ışıklarıyla dağıldığında, gecenin dehşeti artık tanımlanamazdır. ‘Bir şey’in ‘hiçbir şey’ olduğu ortaya çıkar.” Sistemin ideolojik aygıtları üzerinden kurguladığı hakikat rejimi de “ bir şey”ken, özgür insanın hakikat sorgulaması karşısında bir anda “hiçbir şey”e dönüşür. Mesele, varlığın kendinin farkına varması ve ne olduğuna dair güçlü bir sorgulamaya girişmesidir. Sorgulama ve varlığını anlamlandırma çabası, anlam ve hakikat olarak nerede durduğumuza, neyi yaşamakta olduğumuza dair çarpıcı yanıtlara ulaşmamızı sağlar. Yanıtlar da kendi hakikatimiz doğrultusunda kendimizi yeniden yapmamızın yolunu açar. Bu yolda ilerlerken toplumsal kimliklerimiz ve farklılıklarımızla ulus-devlet sistemi içerisinde “hiçbir şey”ken, Demokratik ulus hakikatinde “bir şey”, hakikate yol açan varlık olduğumuzun farkına varırız. Öcalan’ın deyimiyle, “Yaşamın geneline ilişkin olarak hakikat algısını güçlü yaşamak, yaşamın en keyifli anına daha doğrusu anlamına erişmektir. İnsanlar niçin yaşadıklarını doğru kavramışsa bir yerde yaşamak onlar için sorun olmaz.”

Ve son söz;

“Tahakkümden ötürü özgürlük ihtiyacı geneldir. Her halkın özgürlük ihtiyacı ve tarzı, üzerindeki tahakkümün durumuna bağlıdır. İster bireysel, ister toplumsal boyutlarda olsun, tahakkümlülük hüküm sürdükçe özgürlük ihtiyacı ve mücadelesi de devam edecektir. Özgürlük ihtiyacı gelişme için şarttır. Yokluk özgürlüğün katliamıyla ancak gerçekleşebilir. Yokluk gerçekleşmedikçe, özgürlüğün gerektiğinde kayaları parçalayan bitkiler misali üzerindeki her baskı duvarını delip kendi mecrasında akma iradesi durdurulamayacaktır.”

 

Yararlanılan Kaynaklar;

 

  • Akal, Cemal Bâli. Varolma Bilinci ve Özerklik: Bir Hak Kuramı İçin Spinoza’yla. Dost Kitabevi Yayınları. Ankara
  • Bensaid, Daniel. Köstebek ve Lokomotif: Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler. Çev: Uraz Aydın. Yazın Yayınları. İstanbul: 2006
  • Jaspers, Karl. Felsefe Nedir? Çev: İsmet Zeki Eyuboğlu. Say Yayınları. İstanbul: 1986
  • Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Çözümü V: Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü. Amara Yayıncılık. İstanbul: 2015
  • Irwin, William. Matrix ve Felsefe. Çev: Murat Sağlam. Güncel Yayıncılık. İstanbul: 2003

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.