Düşünce ve Kuram Dergisi

Ütopya Sahibi Olmak ve Sömürgeciliğin Zihni Hegemonyasından Çıkış

Emine Erciyes

İnsanın evrendeki diğer varlıklar ve oluşumlardan farkı tartışma gerektirmez açık bir gerçektir. İnsan evrenin en nadide yaratımı olarak kendini, yaşamı, evreni sorgular, doğruyu yanlışı ayırmaya çalışır, anlam arar. Yorumlar yapar, ulaştığı sonuçlarla kültürler oluşturur, uygarlıklar kurar, işler istediği gibi gitmediğinde, kendisine üstünlük sağlamaya kalkan egemen sistemlere karşı isyanlar örgütler. İnsanlık gelişimine katkı sunmayan sistemleri yıkar, yerine yenisini kurar. İnsan demek bir irade gücü olmak demektir. Birey olarak irade olmak, kendi yaşamını örgütlemek kadar toplumsal yaşama katılarak kendi rengini toplum yaşamına katmak ve toplumun güçlenmesine, ayakta durmasına katılmak demektir. Geleceğe dair kendisi ve toplumu için ütopyalar kurmak ve onları yaşamsallaştırma mücadelesi vermektir. Yani birey iradesi deyince akla gelecek olan liberalizmin zihinlerde oluşturduğu algı olan, toplumundan ayrıksı olarak kişinin yalnız kendi çıkarları değildir. Toplum dolayısıyla bireyin doğası nasıldı, buna dayatılan kırılmalar nelerdi, nasıl sonuçlar yaratmakta, bu yazımızda buna değinmeye çalışacağız.

Konumuz birey ve toplumda yaşanan kırılmanın başlangıcı ya da ana kilidi zaten bu ikisinin birbirinden koparılması ile başlıyor. Birey toplumdan koptuktan sonra toplum dağılır, ahlak çöker, toplum politikasızlaşır ve iradesizleşir, tarih unutulur, değersizleşir. Bunlar birey ve toplumda kırılmayı yaratmanın temel koşullarıdır. Artık bireyler savunmasız kalmıştır ve sömürgecilik tek tek rahatlıkla herkesi avlamaya başlar. Birey ve toplum iradesinin kırıldığı ilk nokta, birey ve toplumun birbirinden ayrıksılaştığı ve giderek çıkarlarının sanki çatıştığı, bu nedenle birey ve toplum karşıtlarmış algısının yaratıldığı aşamada başlar. Birey ve toplum koptuktan sonra devreye iktidar odakları, devlet girer. Toplumu bir arada tutmak, savunmak, hukuku, adaleti, asayişi sağlamak, devletsiz olmaz algısı yaratılır, toplumun artık iliklerine kadar sömürülmesinin zemini açılmıştır.

Bireyleri irade olduğu oranda toplum da bir irade olarak kendini oluşturma gücünü yakalar. Bireyi irade olamayan bir toplumun irade olmasından bahsedilemez. Toplum iradesi demek bireylerin ortaklaşan kolektif aklı, inisiyatifi ve iradesi demektir. Bugün ise toplumsallık hücrelerine kadar parçalanmış, insanlar birbirine karşı duyarsızlaşmış, bireyci çıkarlar en temel amaç olmuş, toplumsal ahlak çökmüş, aslında toplum dağılmıştır. Bu nedenle sistem insanlığı, açlıkla terbiye edip, savaşlarla tüketip, ekolojiyi tehdit eden sanayileşmeyle  bir felakete sürüklerken kimse bu gidişata ses çıkarmamaktadır. Tüm dünyaca ölüme giderken yaşanan sessizlik, toplumsal çıkarları umursamazken kendini de umursamama anlamına gelmektedir. Bu kadere razı oluş, birey ve toplum kırımın derinliğini göstermektedir. Birey ve toplumun birbirinden koparılması insanlıktan kopuştur, insanlığa yapılabilecek en büyük kötülüktür, en tehlikeli birey-toplum kırım yöntemidir.

Toplum adına egemen sınıfların, devletlerin karar vermesi demek, bireyin ve toplumun iradesinin ellerinden alınması demektir. Devlet ve iktidar bir birey-toplum kırım aygıtı olarak doğar. Toplumu iradesizleştirme, emeğini, yaratıcı yeteneğini, ürününü gasp etme devletin doğuş karakteridir.  Egemenler toplumların ve bireylerin iradelerini, inisiyatiflerini ve ortak aklını çiğneyerek sadece kendi çıkarları için toplumsal enerjiyi kullanmanın yollarını oluştururlar. Egemenlik ve bunun kurumsal hali olan devlet, toplum ve birey kırımını sağlayan odaklardır. Oysa toplumsallaşmanın başlangıcında insanlık, toplumsal akılla hem karşılaştıkları zorlukları sorun olmaktan çıkaracak yöntemler aramış, hem de bunların temel bir sorun olmaktan çıkması ile, insanlık için daha farklı sorular sormanın zeminini açmışlardır. Kimim, amacım ne, neden yaşıyorum, toplum ve evrenin varlıkla bağlantıları, insanlığın yaşamı anlamlandırma arayışında sorduğu sorular ve cevaplar, yaşamın hakikatine dair insanlığa engin gelişmeler sağlamıştır. Yaşama tutunma kavgasıyla başlayıp, yaşama anlam arayışıyla süren insanlık gelişim macerası, ortak aklın giderek toplumsal hafıza olarak birikmesini ve insanlık mirası olarak oluşmasını getirmiştir.

İnsan olarak doğadaki diğer canlılardan bir farkımız varsa bunu toplumsallığımıza borçluyuz. Çünkü bu farkı yaratan zeka toplumsuz oluşamaz, nesilden nesle aktarılamaz, toplumdan topluma zenginleşerek gelişemezdi. İnsanın birey olarak iradeleşmesi toplumun irade olmasıyla bu anlamda yakından bağlantılıdır. İnsan ve toplum karşılıklı birbirini geliştiren, birbirini inşa eden olgulardır. Bu anlamda insanın en doğal özelliği toplumsal olmasıdır. Toplumsallaşmanın başlangıcında insan bu gerçeğin çok açık olarak farkındaydı ve bu nedenle toplumun kendi varlığı için ne kadar hayati bir konum olduğunun bilincindeydi. Toplum ve bireyler aynı şeylerdi adeta, birey kendini toplumdan ayrı düşünemezdi, toplum onun kendisiydi. Aynı zamanda toplum da bireylerinin oluşumuna bir o kadar önem verirdi. Bireyler eğitilmeden, hazırlanmadan toplumun geleceğinin tehlikede olduğu bilinci ile hareket edilirdi, bu nedenle birey toplumun geleceği ve kendisiydi.

Kapitalist sistemin iddia ettiği gibi insanın özü bireyci değil toplumsal ve kolektif karakterlidir. Toplumsallık ve toplumsal ahlak insanı cendereye alan olgular değil, birey toplum dengesini sağlamanın ve  yaşamı ortak paylaşmanın ihtiyaçlarıdır. İnsanı, tüm insani özellikleri ile inşa eden toplumdur. Hiç bir bireyin, herhangi bir özelliği içinde yaşadığı toplumundan bağımsız değildir. İnsan, her şeyi içinde yaşadığı toplumundan öyle ya da böyle  alır, öğrenir. Toplum ise inşa ettiği insanlarla kendi karakterini de oluşturur, kültürel, sistemsel, ekonomik,  ahlaki ve politik karakterini belirler ve yürütür. Toplum insanların kaba olarak bir araya gelip toplanması değildir, toplum insanların aklının toplanmasıdır. Çünkü insanlar ancak ortak akıl oluşturarak toplumsal yaşamı sürdürmenin yol ve yöntemlerini geliştirirler. Yani birey yaşamı toplumsal yaşam olmadan olmaz. Bir insanın yaşama tutunmak için bir toplumun üyesi olmaya ihtiyacı vardır.  Bu insan çocuğunun doğumundan, belli bir yaşa gelene kadar dar anlamda aile, geniş anlamda toplum tarafından fiziki koruma ve bakıma muhtaç olmasıyla başlar. Dahası toplum bu evladını eğitmez, yaşamdan çıkardığı tecrübeleri aktarmaz, bildiği yaşamı kolaylaştırıcı ve koruyucu yöntemleri aktarmazsa, bu çocuğun hayata tutunma şansı yine olmaz. Ki toplumla var olmak sadece çocukluk dönemi için değil yaşamın tüm aşamaları ve toplumun tüm bireyleri için geçerli bir şarttır. Kim toplumu olmayan bir insan olmayı hayal edebilir. Böyle bir insan nasıl yaşar, niye yaşar? Toplum sadece yaşam koşullarını oluşturmak için bireyin tutunduğu bir dayanışma grubu değildir. Toplum bireye sadece biyolojik olarak yaşamda kalmanın şartlarını sağlamaz, kültür, ahlak ve yaşama bakış açısının oluşmasında da öncülük eder. İnsanın doğadaki canlılardan temel farkı yaşamı sorgulaması, anlam araması ve bir amaç uğruna yaşamasıdır. Anlam ve amaç arayışı ise toplumsuz olmaz.

 

Kapitalizmin Zirvesi: Birey ve Toplum Kırım

Doğada diğer tüm canlılar, korunma beslenme ve üreme temelli içgüdülerle yaşarlar. Oysa insan, toplumsal aklı sayesinde, canlılıkta tutunmanın sınırı olan bu içgüdülerle yaşamak zorunda olmaktan kendini kurtarmış, canlılığın hayata tutuma sınırını aşmıştır. Bugün insanlığın varlığının tehlikede olması, besin kaynaklarının tüm insanlara eşit ulaşmaması, ve demografik yapının bir sorun olarak karşımıza çıkması, yani insanlığın korunma, beslenme ve üreme sorunu var gibi bir durumun oluşması, kapitalist sistemin sömürü karakterinden kaynaklıdır. Kapitalist sistem, insanlığı, insanlık farkı olan özelliklerinden kopararak salt canlılık sınırında tutmak istemektedir. Kapitalist sistemin sömürgeci zihniyeti, insanlık için, sisteme gücünün son damlasına kadar hizmet ederse ancak kendini besleyebileceği yaşam koşullarını ifade etmektedir. Kapitalizmin kendisini inşa etmede baş vurduğu temel anlayışı olan soykırımlara karşı  çok çocuk yapmak ise toplumların adeta bir savunma mekanizmasıdır. Sonuçta bir taraftan insanlık dünyaya sığmayacak denli çoğalırken, açlık sınırında yaşamakta, diğer tarafta ise dünyanın tüm zenginliği birkaç kişinin elinde toplanmaktadır. İnsan ve toplumun korunması ise sistem tarafından körüklenen savaşlar nedeniyle hep tehlike altında olan bir pozisyondadır. Yani insan yaşamı, eğer kendini besleyebilir, çoğalabilir ve koruyabilirse  var olabilir bir noktada tutulmaktadır. Oysa ulaşılan teknik gelişmeler ve maddi zemin bunları sorun olmaktan çoktan çıkaracak denli büyümüştür.  Egemen sistemin insanlığı iliklerine kadar sömürüp ancak canlılık sınırlarında yaşayabilme koşullarında tutması egemenliğin nasıl bir birey ve toplum kırım olduğunun somut ifadesidir. Açlık sınırındaki birey-toplum egemen sisteme boyun eğmek zorunda olduğu algısıyla doldurulur. Yoksulluk, yokluk, sömürülme onun kaderidir. Ancak sisteme hizmet ederse en azından ayakta kalabilecektir. İsyan ise daha ağır bedeller ödemesini getirecektir, bu nedenle asla düşünülmemeli, tek kurtuluş sisteme sorgusuz sualsiz sonuna kadar hizmettir.

İnsan olmanın farkı olan arayışlardan kopmak, hakikate ihtiyaç duymadan yaşamayı kabul etmek, en büyük birey-toplum kırımıdır. Her insanı birey yapan kendine has yetenekleri yaratıcılığı köreltilmiştir. İnsanların yeteneklerinin farklı bakış açılarının birleşimi olan toplumsal akıl düşünemez olmuştur artık. Yaşamın gizemli amacının ve anlamının arayışı kalmamış, yaşamın kıymeti kalmamıştır. Var olmak, nefes alıp vermek sınırına indirgenmiştir.  Açlık sınırında tutulan toplumla birey ve toplum iradesi kırılmış, sürü toplum yaratılmıştır. Artık egemenlerin istediği yöne sürebileceği, istediği kadar sömürebileceği teslim alınmış toplum yaratılmıştır. Artık büyülü bir dünya, gizemli bir yaşam yoktur. Yaşamın anlamını arayan dinlerin,  en ince duyguları dile getiren sanatın sonu gelmiştir.  Egemenlerin gazabından kurtulmak için direnç kalesi olan din, egemenliği meşrulaştırma aracı olarak devletin ve egemenlerin kendilerini ardında sakladıkları bir maskeye çevrilmiştir. Devlet kendini tanrı ilan etmiştir. Sanat toplumu uyutmanın, uyuşturmanın en güncel silahı halinde topluma sürekli bombardıman yapar haldedir. Nasıl yaşanmalı, kim gibi olunmalı, ne giyilip ne yenmeli, nasıl gülünüp, nasıl sevilmeli yani insan yaşamına dair ne varsa, bunlara dair sanat aracılığıyla algılar yaratılarak sömürü kanallarının zihniyeti oluşturulmaktadır. Sanat bir reklam firması gibi sunumlar yapmakta,  maddi ve manevi sömürü pazarının çığırtkanlığını yapmaktadır.

Felsefe sömürü sisteminin çıkarlarını meşrulaştırma aracına dönüşmüştür. Özü doğayı, insanı ve yaşamı anlama arayışı olan felsefe, kapitalist sistemle birlikte devletin ve iktidarın sınırsızlığını, aşılmazlığını ispatlama, sömürünün meşruluğunu doğaya kadar indirgeme yöntemlerine baş vurarak kapitalizmin ideologluğunu yapmıştır. Özne nesne ayrımını geliştirerek egemen-sömürülen anlayışını felsefi bir olguya çevirmiş, yöneten yani egemen özne iken, yönetilen nesnedir yani etkisiz elemandır, başına gelene razı olmalıdır. Doğanın, insanın, kadının sömürüsünü aynı zihniyetle, doğanın kuralı olarak, diyalektik yasa algısına oturtmaya çalışmıştır. Toplumun düşünsel direnç alanı olan felsefe toplum-birey kırım aracına dönüştürülmüştür. Bilim ise sömürüyü arttırmanın araçlarını üretmekte tüm toplum-birey-doğa kırım araçlarının önüne geçme yarışındadır adeta. En büyük adımı savaş ve silah sanayinde atarak, doğayı ve yaşamı tehdit etme noktasında insan yaşamından kopmuştur. Bilimcilik, dincilik, cinsiyetçilik ve milliyetçilik kapitalist sistemin toplumu ve bireyi kırımdan geçirmek için var gücüyle topluma yönelttiği algı oluşturma araçları olarak rol oynamaktadırlar. Bunlar üzerine oluşan kapitalist ideoloji bilimi, dini, kadını ve ulusları sömürmenin kilidini eline almış olmaktadır.

Egemen sistem bu araçlarla toplumu tam sömürü cenderesine alırken sanat, spor ve seks ise toplumu meşgul etme araçları olarak hep körüklenmektedir. Kapitalist sistem bu araçlarıyla toplumda ve bireyde algılar yaratarak istediği toplumu yaratmak istiyor. Nasıl ki toplum kendi bireyinin toplumsal hassasiyetlerine göre inşa ederse, kapitalizm de kendi çıkarları için gerekli olan insanın nasıl olması gerektiğini kurguluyor, insanın benliğini seks ve sporla boşaltıyor, kendi kurgu tiplemesini ise sanatla işleyerek beyinlere işliyor. Tam bir beyin yıkama makinesi gibi bu ‘üç S’ silahını kullanarak toplum mühendisliği yapıyor. Hangi insan sadece kendi güdülerinin peşinde koşar, sanat adına yaratılan sanal dünyaları kendi dünyası sanacak kadar içinde kaybolur, ya da spora bir milliyetçilik derecesinde taparcasına, fanatikçe kendini yatırır. Yaşamı anlamsızlaşmış, gelecekten umudu kalmamış, toplumda tutunacak dalı kalmamış, yani boşluğa düşmüş insan. Kırımdan geçmiş insan.

İnsanın yaşam arayışlarının onun farkı olduğundan bahsettik hep. Bu, insan maneviyatsız yaşayamaz demektir. Mutlaka duygu dünyasında, inanç dünyasında tutunacak inanacak bir şeyler arar. İnsanı hayata bağlayan maneviyatıdır, maneviyat yoksa ne kadar maddi imkanları olsa da yaşamın anlamsızlığından kendini kurtaramaz. İşte kapitalist sistemin bireyi ve toplumu vurduğu temel nokta bu en insani fark. Toplumun tarihten süzerek oluşturduğu ahlak ve kendini yürütme gücü olan politik gücünü elinden alarak, yerine çürümüşlük ve iradesizlik aşılamaktadır. Ahlak kişiyi sınırlıyor, geriye çekiyor, özgürlük bu geri ölçülerden kurtulmakla başlar diyerek, toplum ve birey bağı olan ahlakı çöküntüye uğratmış, ahlaktan dolayısıyla toplumundan kopan birey anlamsız bir yaşamın içinde boşlukta sallanır olmuştur. Politikayı yani toplumu korumayı, beslemeyi yönetmeyi kendi işi olarak gösteren devlet aslında toplumun kendi öz dinamikleriyle işleyen bu yönlerini gasp etmiş ve toplumu politikasızlaştırarak iradesizleştirmiştir.

Sonuç olarak, toplumsallığın başlangıcındaki iradeli toplum ve bireyin yerine, iradesi sistem tarafından gasp edilmiş birey ve toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Peki o renkli, yaratıcı, inisiyatifli toplum yapısından bugünkü egemenler tarafından iradesi elinden alınmış, yönünü kendisi bulamaz, kendi hakkında söz hakkı olmayan, söz hakkını istemeye cesareti kırılmış toplum gerçeğine nasıl gelindi? Toplum kendi olma inisiyatifini nasıl egemenlere çaldırdı? Peki ya birey, bugün çok yoğun bir bireycilikten bahsediyoruz. Sadece kendini düşünen, kendi çıkarı için her şeyi yapan, göze alan bireycilik. Başkasının ezilmesinde sömürülmesinde kendi geleceğini ören bireycilik, iktidarcılık. Kendisi için bu kadar gözü kara bireycilik varken, gerçekte ise bir iradeden bahsedemeyiz. Sisteme ortak olmuş, kul olmuş, sistemin gölgesinde, sistemin parçası bir birey, ama iradesi yoktur ortada.

 

Tüm Uygarlıkların Sentezi Olarak Kapitalizmin Sömürü Zihniyeti

Kapitalist sistem egemenlikli uygarlık sisteminin en son halkası, tarih boyunca biriktirilmiş egemenlik ve sömürü çarkının en zirvesidir. Bu anlamda egemenliğin en zirveleşmiş halini ifade etmektedir. Diğer taraftan önceki uygarlıkların egemenlik ve sömürü alışkanlıklarını daha da katmerleştirmiş, daha da derinleştirmiştir. Önceki süreçler yani köleci ve feodal çağlar kaba ve maddi  sömürü ağırlıkta iken kapitalist sistem toplumun maddi değerlerini sömürmekle yetinmemiş, toplumun en ince ayrıntılarına en küçük hücresine kadar sızmadan rahat etmemiştir. Kapitalizm öyle bir sömürü sistemi hedeflemiştir ki, insanlar nefes alamasın, kendilerine dair has hiçbir farklılıkları olmasın, sistem nasıl ol diyorsa öyle olsun. Kutsal kitaplarda Tanrı insanları yaratırken; “kendi amellerinden kendileri sorumlu olacaktır ve iyilikleri ve kötülüklerinin karşılığını bulacaklardır”, der. Oysa kapitalist toplumda insana en ufak bir karar, irade hakkı yoktur.

Liberal özgürlük anlayışı olarak dile gelen herkesin eşitliği ise tam bir tuzaktır. Herkesin tek tip olduğu, hiç bir fark ve özgünlüğün tanınmadığı bir özgürlük. Kelimeler köleci çağının kölelerinin eşitliğinin aynısı değil mi? Tek fark onlara açık kölesiniz deniyordu, şimdi ise özgürlük adına bu tek tiplik dile geliyor. Sisteme kölelik de özgürlüktür, kapitalist liberal özgürlük. Özgürlüğün özü, herkesin kendi olması, farkı, rengi ve iradesiyle toplum iradesine, rengine katılmasıdır. Kendi olmayanın topluma katacağı bir şeyi de olamaz çünkü. Kapitalizm bir geleneğin mirasçısıdır dedik. Bu köleci zihniyet, iktidarcı zihniyet, egemenlikli uygarlık geleneğidir. Kapitalizmin arkasında bu miras olmasaydı toplumu bu kadar kafese alma gücünü bu kısa zaman aralığında yaratması düşünülemezdi. Egemenlik bir gelenek olarak kendini bin yıllarca ördüğü gibi toplum ve bireyin zihninde de kölelik bu bin yıllarda gittikçe derinleştirilmiş, aşılmaz onsuz olunamaz bir olgu olarak işlenmiştir. İktidar ve sömürü, egemenlikli uygarlık boyunca nasıl toplumu ahtapot gibi sarmışsa kölelik zihniyeti de o kadar sanki toplum doğasıymış gibi zihinlere kazınmaya çalışılmıştır.

 

Özgür İnsanlık İçin Hafızayı Geri Kazanmak

Birey ve toplum kırım demek olan kölelik zihniyetinden kurtulmanın yolu bu nedenle  köleliğin, egemenliğin daha da önemlisi özgürlüğün tarihini iyi bilmekten geçer. Tarih toplumsal kültürün, hafızanın geçmişten bugüne nasıl örüldüğünün ifadesidir. İnsanlar, toplumlar tarihinden güç alır, dersler çıkarır, ve geleceğini ona göre planlar. Toplumu tarihsiz bırakmak en büyük toplum-birey kırım girişimidir. Bunun farkında olan egemen uygarlık güçleri tarihi kendileriyle başlatmışlar, sadece kendilerinin tarihini yazarken kendilerini tarihin kahramanı ilan etmişlerdir. Böylece onlar her şey olmuş, yaşam onlarsız olamaz algısı oluşturulmuş, toplumsa hiç bir anlamı, önemi olmayan bir yığın  haline getirilmiştir. Örneğin şimdi toplumda kime sorsak, devletin sanki insan yaşamının doğal bir parçası olduğunu, hatta olmazsa olmazı, toplumun devletsiz ayakta duramayacağını, kendini idare edemeyeceğini vs. duyarız. Yine iktidarın devletin doğal hakkı olduğu, toplumu koruduğu, yönettiği için toplum üzerinde söz hakkı olduğunu duyarız.  Oysa ki insanlık ancak beş bin yıldır devletli sistemlerle yönetiliyor demeyeceğim, sömürülüyorlar. Ondan öncesi ise insanlık, tarihin yüzde doksan sekizi bir zaman dilimini doğal toplum olarak herkesin topluma eşit katıldığı doğal otoritenin olduğu, yetenek ve öncülüğün esas olduğu bir dönemi yaşamıştır. Kimsenin yeteneği nedeniyle diğerinden üstün olmadığı, sömürüyü kendine hak görmediği herkesin toplumun çıkarlarını kendi çıkarları, toplumun varlığını kendi varlığı olarak gördüğü bir dönemi yaşamışlardır. Bu aşamalar adeta insanlık hafızasından silinmiştir, yaşanmamış sayılmaktadır, tarih öncesi insanlık öncesi ilan edilmiştir. Tarih egemen uygarlığın başlangıcıyla eş tutulur. Egemenler açısından bu gayet anlaşılırdır. Tarih sahnesine çıkışlarını tarihlerinin başlangıcı ilan  etmeleri anlaşılırdır. Bunu yaparken diğer taraftan, gasp ettikleri özgürlüğü insanlık hafızasından silmek bu tarih çarpıtmasının en önemli bir boyutu olmaktadır. Çünkü ne zaman ki egemenlik sahneye çıkmış, insanlık, özgürlüğe, anaya dönüşü ‘amargi’ olarak aramaya başlamıştır. Bu arayışın durması için egemenler insanları başka şeylerle meşgul etme araçlarına baş vurmuşlardır.

Egemen sistem başta kadınların olmak üzere, halkların üretimlerine el koyma üzerinden gelişmiştir. Bu nedenle toplumlara katliamlar dayatılmıştır. Savaşlar halkların üretimlerini gasp etme üzerinden ilk defa tarih sahnesinde yer almıştır. Sindirme, köleleştirme, katletme, tanrılara kurban etme, üretim üzerinde olduğu kadar insanın kendisini sömürü aygıtı gibi kullanmak için başvurulan yöntemler olmuştur. Tarihte insanlığa dayatılan ilk kırım böyle başlamıştır. Özgür ve komünal yaşamdan kopuş ve en vahşi yöntemlere baş vurularak kölelikle ehlileştirme insanlık hafızasında en büyük kırılma noktası olsa gerek. İnsanlığa karşı açılan bu ilk savaşın asıl hedefi ise kadınlardır. Çünkü toplumsallaşma  ana kadın etrafında şekillenmiştir ve ana kadın, tanrıça olarak topluma öncülük etmekte, toplumun ayakta durmasını sağlayan tüm maddi manevi değerler ana tanrıçanın sayesinde gelişmektedir. Tüm toplum ana tanrıça etrafında şekillendiği için o toplumun kutsalıdır. Ama o toplumun üzerinde yukarısında değil içinde ortasında bir kutsallıktır.  O toplumun içinde olduğu için toplum da onun etrafındadır, yanındadır. Topluma ilk saldırıyla ana kadının bu kültürü yıkılmış, kendini tanrı ilan eden egemenler toplumun üstünde, yukarısında kendilerini konumlandırarak, iktidarın, hiyerarşinin zihni karakterini tüm yaşam alanlarında çeşitli biçimlerde de hissettirmeye özen göstermişlerdir.

Kendini tanrının sözcüsü rahip olarak tanımlayan bu kurnaz erkek zigguratı inşa etmiş, üst kata tanrıyı yerleştirmiş, orta kata kendisi yerleşmiş ve ezilen insanları en alt kata yerleştirmiştir. Böylece baskı ve şiddetin bastırmaya gücünün yetmediği özgür iradeyi teslim almanın en kurnazca yolu icat edilmiştir. Askeri komutanın şiddetine boyun eğmeyen insanlar tanrı buyruğuna inançla rahibin hizmetine alınıyor. Bundan sonra askeri komutan ve rahibin işbirliği ile, insanlar ya şiddetle, olmazsa tanrı korkusuyla köleleştiriliyor. Kurnaz yönetici de bu ekibe katılınca egemen sistemin insanlığa kan kusturacak olan yaman üçlü ittifakı kurulmuş oluyor. Bundan sonra nice isyanlar gelişse de bu üçlüden her birinin yeri geldiğinde devreye giren kendilerine has toplumu esir alma taktikleri, yeri geldiğinde ortak saldırıları toplumu gittikçe derinleşen bir sömürü ağına almıştır. İlk model olan bu üçlü ittifak tarih boyunca biçim değiştirse de, kendini daha geniş örgütlese de, ilk öz karakter değişmemiştir. Bugün de egemen sistem toplumu şiddetle cenderede tutmakta, manevi oyalama araçlarıyla uyuşturmakta ve yönetici kurnazlığıyla bunların meşru devlet hakkı olduğunu topluma empoze etmektedir. İktidar ve onun kurumlaşması olan devlet, şiddet aygıtları, ideolojik uyuşturma aygıtları ve yöneticilik sanatının ortak kullanılmasıyla artı ürünün gasp edilmesi üzerine kurulur. İlk karakteri böyledir ve hala böyle işlemektedir. Doğuşuyla birlikte devlet nasıl ki bir sömürü aygıtıysa, sömürü de toplum-birey kırımına dayanırsa, devlet bir toplum- birey kırım aracı olarak doğmuştur.

Sömürünün ve devletin karakterini bu temelde kavradıktan sonra çağları köleci, feodal, kapitalist olarak ayırmak bunlar arasındaki biçimsel ve yöntemsel farkları ifade edebilir.  Sömürgecilik derinleşmiş, sömürgeci kurumlar genişlemiş,  topluma ve bireye dayatılan iradi kırım derinleşmiştir. Bu çağların bundan başka aralarında köklü bir fark olduğu söylenemez. Bu çağların art arda gelişimini incelemek, sömürü ve köleliğin giderek nasıl daha derinleştiğini anlamak açısından anlamlı olabilir. Egemen uygarlık tarihi boyunca sömürü ve köleliğin boyutlanmasına kısaca bakacak olursak;

Köleci çağ tanrının birebir kral şahsında somutlaşması olarak sömürgeciliğin en açık yalın halidir. İnsanların tanrının dışkısından yaratıldığı mitolojisi, özgür ruhlu neolitik kökenli insana ne kadar derin bir düşüş ve kırımın dayatıldığının en somut ifadesi olsa gerek. Doğanın bir parçası, onunla aynı ruhu paylaşan insandan, en kirli şeyden yaratılan insana düşüş korkunç bir ruhsal ve iradi kırılmadır. Köleci çağın daha sonraki çağlardan farkı ise özgür günlerin henüz çok uzun bir geçmiş olmaması ve hatırasının canlı olmasının verdiği direnç gücüdür. Başta tanrıça kültürü olmak üzere köleliğe boyun eğmeyen aşiretler, etnisiteler uzun süre direnç göstermişler ve köleci sisteme karşı mücadele etmişlerdir. Mitolojiye baktığımızda kavga, kurnaz tanrı Enki ve tanrıça İnanna arasında tam iki bin yıl sürüyor. Demek ki komünal ve kadın eksenli neolitik kültür tam iki bin yıl direnmiştir. Toplumun etrafında toplandığı tanrıça kendi toplumunu kurnaz erkek tanrı Enki’ye yani yeni doğan egemen güce karşı tam iki bin yıl savunmuştur.

Feodal çağ köleliğin biraz daha esner gibi göründüğü, oysa kralın artık tanrı olabileceği inandırıcılığını kaybettiği için daha güçlü tanrılara ihtiyacın duyulduğu bir çağdır. İnandırıcılığı azalan tanrı kral isyanlarla karşılaşınca daha güçlü bir tanrı inşasına gerek duyulur. Böylece tanrı soyutlaşır, görülemeyecek ve duyulamayacak kadar yücelir dolayısıyla insanlar da bir o kadar daha derinleşen bir boyun eğmeyle karşı karşıya kalırlar. Aynı süreçte hegemonya da daha da genişler, kent devletlerinden imparatorluklara geçilir. Tanrının güçlenip tekleşmesine paralel kralda  daha otoriter, tek ve yayılmacı bir karakter alır. İmparatorun toprağına toprak katmak, gücüne güç katmak için artık savaşlar ve fetihler çağı başlamıştır.

Kapitalist çağ ise tüm bu köleci çağların bütün deneyimlerini kendi bünyesinde birleştirmiştir. Topluma daha bir hiddetle saldırmış. Katlettiği yerli kabilelerin kanları ile beslenmiştir. Sömürgeleştirdiği ulusların emeğiyle palazlanmıştır. Kapitalist ulus devletler kanla, katliamla sağladıkları rantı kendi aralarında paylaşamadıkları için tarihin en kanlı savaşlarına, 1. ve 2. Dünya Savaşlarına girişmişlerdir. İnsanlığa tüm tarih boyunca yaşamadıkları acıları Kapitalist sistem yaşatmıştır. Fiziki katliamlar kapitalizmin sömürgeci ruhunu doyuramamış, toplumu tamamen esir almanın yollarını aramıştır. Bunu ise kültür kırımı ile sağlamayı planlamıştır. Çünkü katliamlar ne kadar vahşice yapılsa da anıları bir intikam hareketi doğurmaktadır. Nitekim kapitalizm şiddetin en vahşisine baş vurmuş ve tarihin en büyük direnişleriyle de karşı karşıya kalmıştır. Bulduğu nihai çözüm kültür kırımdır. Tarihi, dilleri, kültürleri unutturmak, katletmek. İşte bu birey-toplum kırımın en zirvedeki ifadesidir. Bu değerler insanı insan yapan tarihten süzülmüş toplumsal değerlerdir. Toplumu bunlardan koparmak  toplumu dağıtmak olmaktadır. Kapitalist sistem, toplumun kültür, dil, tarih, ahlak ve politikayla ördüğü  ortak akıl ve ortak ruhlu yaşamını bozmuş, toplumu birbiriyle alakasız insan kalabalığı haline getirmiştir. Kapitalizm insanlığın bitirilmesine fatura kesilen çağdır. Kapitalizmde her şey para içindir. Onun için, tamamen teslim alınmış toplum, en fazla para getirecek toplumdur.

Kapitalizm de özgür insan iradesini kırmayı, renkli insan dünyasını karartmayı başaramamıştır. Kapitalizmin tüm katliam pratikleri, kültür kırım senaryoları, toplum mühendisliği planlamaları kendi sonuna daha hızla yakınlaşmasını sağlamaktadır. Egemen uygarlıkların en vahşisi, en derini, olduğu gibi en kısası olması da dikkat çekicidir. Çünkü kapitalizm topluma, tüm egemenlik tarihinin yaşatmadığı acıları yaşatmış, bedelleri ödetmiş olması itibarıyla, insanlığın tahammül edemeyeceği bir sistemdir. Bu yüzden de ömrü kısa olmuş, şifreleri çabuk çökmüştür.

Egemen güçler, tarihi kendi istedikleri gibi yazdıkları için kendilerine karşı gelişen direnişleri yok saymışlar ve tarih sayfalarında yer vermemişlerdir. Bu nedenle tarih, sanki sadece egemenlerin kurup yıktıkları devletler ve fetih savaşlarından ibaret gösterilmektedir. Oysa direniş kültürü erkek egemenliğine karşı tanrıça İnanna’dan Prometeuslara, köleciliğe karşı Spartaküslere, feodal sisteme karşı peygamber geleneğine, kapitalizme karşı sosyalist hareketlere kadar aralıksız sürmüştür. Kadınlar, aşiretler, etnisiteler, işçiler, kültür, ekoloji ve kadın hareketleri toplumun demokrasi ve özgürlük dinamikleri olarak birbirini takip eden egemenlikli çağlar boyunca toplumu savunmuşlardır.

Onların ürettikleri maddi manevi yaşam kültürü, gösterdikleri direnişler egemenlerin yaptıklarından daha çok insan yaşamını etkilemiş ve  yön vermiştir. Tarihte direnişler kesik kesik de olsa birbirinden beslenmiş, birbirini sürdürmüş ve tüm baskı ve zulümlere inat yenilmemişlerdir. Sistemleşerek toplum yaşamına tam hakim olmasalar da, topumun bağrında hep yaşamışlar ve temel toplumsal kültür olarak var olmuşlardır. Demokratik uygarlığın egemenlikli uygarlığa karşı sürdürdüğü direniş toplumun bağrında hep var olmuş, toplumu ayakta tutan temel dinamik olmuştur. Gücünü toplumun ilk doğuş karakteri olan komünal özünden, ahlaki politik toplum karakterinden almaktadır.

Ahlaki politik toplumsal öz her türlü toplum-birey kırım uygulamalarına karşı direnecek kadar güçlüdür, çünkü toplumun doğal özüdür, tarihsel karakteridir. Çağlar boyunca dayatılan sömürüye  toplum-birey kırım uygulamalarına karşı direnmek kadar alternatif yaşam kültürleri oluşturacak kadar da köklüdür, yaratıcıdır. Tarihteki tüm direnişler ahlaki-politik toplumun canlanması olduğu gibi bugün de her gün ayakta olan halklar, kadınlar, demokrasi güçleri ahlaki politik toplumun bu günkü direnişini ifade etmektedir. Kapitalist uygarlığın bunalımlı karakteri gittikçe tıkanan bir sistem gerçeğini açığa çıkarırken, halklar uyanmakta, birleşmekte, direnişi büyütmekte ve demokratik uygarlığın ışığına doğru yönlerini çevirmektedirler. Demokratik uygarlık tüm egemenlikli uygarlık çağlarınca dayatılan kültür, toplum ve birey kırımlarından intikam olacak, özgür toplumun ve özgür insanın görkemli uyanışı olacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.