Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da Savaş Çizgileri ve Karakterleri

Beritan Munzur

Ortadoğu, iktidar mücadelelerinin hiç bitmediği, savaşların, isyanların son bulmadığı, “suların durulmadığı” bir alandır. Hiyerarşik devletli uygarlığa beşiklik, dinsel ideolojilere ve imparatorluklara merkezlik yapan Ortadoğu, bu özelliklerinden dolayı hemen her zaman çizgisel savaşların yaşandığı bir mekân olmuştur. Günümüzde yaşanan savaş gerçeğinin altında yatan neden de, yine bu özelliğinden kaynaklı yaklaşımdır.

Ortadoğu, küresel hegemonik güçlerin egemen olmak istedikleri alanların başında gelmiştir. İskender’den ABD’ye bütün hegemonik güçler aynı iktidar yaklaşımıyla gözlerini Ortadoğu’ya dikmiş, ele geçirmek istemişlerdir. Adeta ‘küresel iktidar olmanın yolu Ortadoğu’dan geçer’ dedirtircesine, bu alana yönelmiş, mutlak hâkimiyetlerini kurmak istemişlerdir. Merkezi uygarlık ekseninde gelişen bu yaklaşımlar Ortadoğu’nun sürekli bir kaos ve karmaşa içinde olmasına neden olmuş, olmaya da devam etmektedir.

Günümüzün Ortadoğu’su geçmiş zamanları aratmayacak düzeyde kaotik bir zaman dilimini ve ortamını yaşamaktadır. Mezhep savaşlarından ulus-devlet savaşlarına, hegemonik güçlerin müdahalesine kadar çok taraflı, çok başlı; farklı ideolojik yaklaşımlar arasında, geniş çerçevede bir mücadele ve savaş sürmektedir. Bir yandan Kapitalist Modernite’nin mutlak hâkimiyetini sağlamayı amaçlayan hegemonik ve bölgenin parçalı yapısını ve oluşan statükoyu korumaya çalışan ulus-devletçi güçler, diğer yandan da çözülmemiş ulusal, toplumsal ve cinsiyetçi yaklaşımdan kaynaklı sorunları demokratik sosyalist perspektifle çözüme kavuşturmak isteyen güçlerin mücadelesi Ortadoğu’daki siyasal güç dengelerini şekillendirmektedir. 

 

Hiyerarşik Devletçi Uygarlığa Geçiş Yaşanan Sorunların Esas Nedenidir

Bugün yaşanan gelişmelerin tarihsel bir geçmişi ve arka planı vardır. Bilindiği gibi hiyerarşinin gelişimi ve devletli uygarlığa geçiş bu kadim topraklar üzerinde gerçekleşmiştir. Öcalan, Sümer zigguratlarını devletçi merkezi uygarlığın ana rahmi olarak değerlendirmektedir. S. N. Kramer’e “Tarih Sümer’de Başlar” dedirten gerçeklik, Ortadoğu’nun merkezi uygarlığın gelişiminde oynamış olduğu “ana nehir” özelliğinden kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz ki, tarih Sümer’de başlamıyor. İnsan açısından tarih; toplumsal varoluşla, toplumsallaşmayla birlikte başlar. 

Uygarlığın gelişiminin “ana rahmi” olarak değerlendirilen ziggurat merkezli süreklilik, şüphesiz ki, merkezi uygarlığın zihniyeti kadar, genetik kodlarını ve yapısını da oluşturan özellikler içermiştir. Merkezi uygarlığın bu kodları, “imparatorluk(lar)”da ifadesini bulan merkezi hegemonik iktidarcı zihniyeti içermektedir. Sargon’dan ABD imparatorluk yapısına kadar geçerli olan tek yaklaşım budur. Sargon kendi döneminin küresel hegemonu olarak mutlak hükümdarlığını kurmuştur. Stellerde, “kellelerden surlar, kaleler” yapıldığını anlatan hikâyeler hegemonyanın uygulanış biçimini vermektedir. 

Ortadoğu, uygarlığın gelişimindeki rolü, jeopolitik yapısı ve sahip olduğu kaynaklar itibariyle çok farklı bir konuma sahiptir. Küresel çapta hegemonyasını kurmak isteyen istisnasız her güç gözünü Ortadoğu’ya dikmiştir. Ancak bölgenin hâkim güçleri, dışarıdan gelen hegemonların, varlıklarını uzun süre devam ettirmelerine imkân tanımamıştır. 

Ortadoğu’nun en büyük ve merkezi hegemonik gücünü temsil eden Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitülasyonlar yoluyla giderek sömürgeleşme sürecine girmesiyle birlikte Ortadoğu, Batılı güçlerin varlıklarını tanımaya başlamıştır. Bölgesel merkezi iktidar güçleri hegemonik gelişmeler karşısında iktidar kırılmalarını yaşamış, boyun eğmiş ve egemenlik altına girmişlerdir. Buna rağmen iktidar arayışlarını da tümden terk etmemişler veya Avrupa merkezli farklı hegemon güçler arasındaki iktidar savaşlarına dayanarak varlıklarını korumaya ve sürdürmeye çalışmışlardır.

Farklı hegemon güçlerin varlığı küresel çapta paylaşımı gündeme getirmiş, bunun sonucu olarak da birinci emperyalist paylaşım savaşı yaşanmıştır. Alman ulus-devletinin yanında savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyet alanlarının büyük bölümü İngiliz ve Fransız hegemon güçleri tarafından ele geçirilmiştir. 

Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’na kadar klasik tarz bir sömürgecilikle Ortadoğu’da egemenlik sürdürülmüş olsa da, ulus-devlet zihniyeti Ortadoğu’ya müdahalenin temel yaklaşımı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılan topraklar üzerinde; bir yandan İngiliz ve Fransız siyasetinin yansıması olarak ulus-devletler kurulurken, diğer yandan da bağımsızlıkçı çizgi adına ulus-devletler kurulmaya başlanmıştır. Wilson’ın “self determinasyon”u ile Lenin’in “kendi kaderini tayin etme hakkı”nın ortak paydası bu coğrafi ve toplumsal parçalanmaların zeminini güçlendirmiş, ulus-devlet anlayışının giderek hâkim ve temel yaklaşım haline gelmesine neden olmuştur. 

Birinci Dünya Savaşı içerisinde parçalanan, paylaşılan ve karşıt hale getirilen Ortadoğu’da, ulus-devlet zihniyeti ve milliyetçilik zehriyle bitmeyecek savaşların tohumu atılmıştır. Hegemon, mutlak iktidarını bu araçlarla sağlayabilmiştir. Bölgesel iktidar güçleri hegemonun tamamlayıcısı ve sürdürücüsü olarak rol oynamış olsalar da, bir açıdan da zihniyetleri-çizgileri çerçevesinde, kendi egemenliklerini de korumak istemişlerdir. Kapitalist modernist sistemin ve yerel hegemon güçlerin çıkarlarını tehdit eder duruma gelmeleri, hegemonyanın paylaşımında farklı yaklaşımlara ve zihniyetlere sahip olan bu güçlerin ortak paydada bütünleşmelerine, aynı çizgide birlikte hareket etmelerine imkân sağlamıştır. Ancak bu egemenlik rekabetini ortadan kaldırmaz; dolayısıyla geçicidir, koşulları oluştuğunda kendi hâkimiyetini mutlaklaştırma eğilimi her iktidar odağının temel karakteristik özelliğidir.

Sovyetler Birliği’nin ezilen sınıflar ve halklara dayalı bir sistem olarak kurulması ve giderek etkili hale gelmesiyle birlikte, sömürülen ve ezilen halklarda ilgi uyandırması ve uygulanabilir bir sistem haline gelmesi, dünya çapında alternatif bir sistemin oluşmasına imkân sağlamıştır. Bu alternatif yaklaşımlar dünya genelinde kutuplaşmanın yaşanmasını ve yeni dengelerin oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Dünyanın kutuplu yapısı sürecinde, genelde olduğu gibi, Ortadoğu’da da dengeler kurulmuştur. Egemenlik yaklaşımları merkezlerle bağlantılı savaşlar getirmiş olsa da, bu, dengelerin değişmesine imkân sunmamıştır. Her ne kadar bu yönlü arayış ve yaklaşım gündeme gelmiş olsa da, bir sonuca ulaşmamıştır. Çözülmemiş ulusal sorunlar başta olmak üzere biriken toplumsal sorunlar nedeniyle Ortadoğu, bu dengeler içerisinde yine de, ciddi mücadele ve savaşların yürüdüğü bir alan olmuştur. Ancak küresel çapta kurulmuş olan dengeler ve bu dengelerin adeta sessiz bir konsensüsle korunuyor olması, çelişki ve çatışmaların belli bir denge ve düzey içerisinde kalmasına imkân sunmuştur. Geçen zaman içerisinde çelişki ve sorunları çözüm perspektifiyle gündeme gelen mücadeleler de, en nihayetinde bu dengeyi sağlayan ulus-devletçi ideolojik çerçevenin dışına çıkamamıştır.

Kapitalist Modernite’nin ürünü olan ulus-devlet modeli dünyanın her yerinde olduğu gibi, Ortadoğu alanında da ulusal sorunların çözüm modeli olarak sunulmuştur. Dolayısıyla kısır döngüden çıkılamamış, sorunlara çözüm olunamamıştır. Kapitalist Modernite’nin karmaşayı körükleyen politikalarının bunda belirleyici bir rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Reel Sosyalist sistemin sonlanması, çözülmemiş olan ulusal ve toplumsal sorunların tüm ağırlıklarıyla kendilerini dayatmalarına, dolayısıyla çözüm arayışlarının yeniden gündemleşmesine neden olmuştur. Küresel hegemon güçler de meydana gelen bu yeni durumdan hareketle yeni arayışlara, yeni yapılanmalara gitme ihtiyacını duymaya başlamışlardır. Bölgesel iktidar yapılanmalarını olduğu gibi korumanın ve sürdürmenin, “astarı yüzünden pahalı” bir duruma gelmiş olması, sistem açısından yenilenmeyi, yeniden yapılanmayı kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu, küresel hegemonların yerel iktidar yapıları ve devletlerle, iktidar paylaşımındaki çizgi farklılıklarını da gündeme getirmiştir. Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşanan iç ve dış müdahale kaynaklı savaşlar; Kuzey Afrika ve Körfez ülkelerinde yaşanan çatışmalı durum; Türkiye ve İran’ın küresel hegemonun bölge politikalarıyla çelişkili bir durum içerisine girmesi, hatta karşıtlaşması farklı çizgisel yaklaşımları açığa çıkarmıştır.

 

Küresel Hegemonik Çizginin Karakteri

Küresel hegemonik çizginin temel karakteri, mutlak egemen olmak üzere kurgulanmıştır. İdeolojik yapılanmadan günlük siyasetin uygulanmasına kadar seçilen ve kullanılan araçların tümü bu amaç doğrultusunda belirlenir, uygulanır. Amaç-araç ilişkisinde; toplumların gerçeklikleri, ülkelerin durumu, insanların inançları, doğanın durumu başta olmak üzere hiçbir etik-politik değere dikkat edilmez, göz önünde bulundurulmaz. Önemli olan, sömürü kaynaklarına ulaşabilmek, mutlak egemen olmaktır. Eğer savaşlar bu amaca ulaşmaya hizmet ediyorsa, savaşların geliştirilmesinden çekinilmez; bu amaçla en kanlı savaşlara girişilir.

Bu amaçla toplumlar karşı karşıya getirilir, düşman kılınır, savaşlar çıkarılır, ülkeler harap edilir, toplumlar kırımdan geçirilir. Eğer özgürlükleri içeren ideolojiler bu amaca ulaşmada etkili olurlarsa, sahte özgürlük maskeleri takınmaktan da geri durulmaz. Kavram olarak her ne kadar özgürlükleri dillendirse de, özgürlükler yalanını bayrak edinerek “her renge bürünen liberalizm” kapitalist modernist sistemin elinde bu amaca ulaşmanın temel ideolojisi rolünü, oynar. En değme ideolojilere, dinlere taş çıkartan bir ideoloji olmasına ve toplum üzerinde tam bir hâkimiyet gerçekleştirmesine rağmen, “ideolojilerin son bulduğu” yalanını söylemekten de imtina etmez.

Liberalizm gibi, küresel hegemonik çizgi de her renge bürünmekten çekinmez. Bilim, modernist sistemin en etkili ve dayanıklı kalkanı olmak kadar, en etkili saldırı silahı olarak da üzerine düşeni etkili bir biçimde oynar. Kısacası, sistemin üzerine bina edildiği “üç süreksizlik” olarak da ifade edilen Kapitalist Modernite’nin sacayakları, sistemin temel karakterleri olarak öne çıkarlar. 

Liberalizmden kaynağını alan ve bio-iktidara kadar uzanan iktidar araçları ortadan kalktığında, geride hegemonik karakterli bir yapıdan da bahsedilemez. Dolayısıyla hegemonik sistem ne kapitalizmden, ne ulus-devletten, ne de endüstriyalizmden vazgeçebilir. Tüm bu karakter yapılanması da en nihayetinde, kapitalizmin temel yapısı olan azami kâra ulaşmak amaçlıdır. 

Hegemonyanın sınırları küresel çaptadır. Dünyaya hâkim olma amacı taşımayan hiçbir hegemon yoktur. Ancak Ortadoğu sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik özellikleri nedeniyle çok ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Çözülmemiş ulusal ve toplumsal sorunlar, günlük olarak kendisini üreten ve sürdüren savaşlar, mezhep çatışmaları, ulus-devlet karşılaşmaları, bölgeye müdahaleler Ortadoğu’daki çizgi savaşlarının derinliğini ve boyutlarını gösterir. Kuşkusuz Kapitalist Modernite’yle bütünleşmeyi engelleyen doku uyuşmazlığı, kodlanmış toplumsal yapısının farklılığı da, bu çelişki, çatışma ve sorunların sürmesinin nedenlerindendir. Her ne kadar dinsel ideolojik karşıtlıklar temel parametreler olarak ele alınıp, “medeniyetler çatışması” değerlendirmeleriyapılmışsa da bu kodlanmış toplumsal yapı ve doku uyuşmazlığı böylesi ciddi bir çizgi karşıtlığının olduğunu göstermektedir. En azından modernist sistem ile bölgenin kültürel yapısı arasındaki çelişkiler açısından bu söylenebilir. Kapitalist Modernite’nin ulus-devletle kökü binlerce yıla dayanan kadim Ortadoğu ağacına yapmak istediği aşı tutmamıştır. Eğer günümüzde Ortadoğu’da yaşananlar Üçüncü Dünya Savaşı olarak değerlendiriliyorsa, bunun nedeni, yine en başta farklı zihniyet yapılanmalarına ve dokulara yol açan uygarlıklar ve karakterleridir.

Ortadoğu, geçmişte merkez-çevre ilişkilerinde, merkezin sorunlarını aktardığı bir alan olması itibariyle, sistem açısından rahatlatıcı bir rol oynamış olsa da, derinleşen kriz ve kaotik durum nedeniyle, “çevre”nin sorunlarının “merkez”e taşınmasına neden olmuştur. Kapitalist modernist sistemin derinleşen ve süreklileşen yapısal bunalımının altında böylesi bir sorun da yatmaktadır. Bu anlamda sistem yeniden organize olma çabası içerisindedir. Ancak bu da sanıldığı kadar kolay değildir. 

Ortadoğu’nun despotik iktidarları hegemonik sistemin sürdürülmesinin temel dayanaklarıdır. Varlıklarını, küresel çapta yaşanan karşıtlık ve kutuplaşmalara borçludur. Ortadoğu’daki ulus-devletlerin hemen tümü kapitalist modernist sistem tarafından oluşturulmuşlardır. Hegemonik sistem tarafından jeopolitik konumları ve sahip oldukları enerji kaynaklarından hareketle, bu devletler niteliklerine bakılmaksızın desteklenilip kullanılmışlardır. 

Birinci Dünya Savaşı ve yeni inşa olunan reel sosyalist sistemle birlikte, dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da bir statüko oluşmuştur. Reel sosyalist sistemin yıkılmasıyla birlikte oluşan bu statükonun yeniden yapılandırılması sistem açısından kaçınılmaz hale gelmiştir. Despotik devletlerin yeniden yapılandırılması ve sistemle entegrasyonu anlamına gelen bu yaklaşım, statükoyu sürdürmek isteyen devletlerle, özünde suni de olsa çizgisel çelişkileri, farklılıkları ve giderek karşıtlıkları gündeme getirmiştir. Dolayısıyla buna hazır olmayan despotik iktidar yapıları, iktidarlarını koruma çabasına girmişlerdir. 

Günümüz Ortadoğu’sundaki ilişki ve ittifaklar, çelişki ve çatışmalar, ideolojik mücadele ve iktidar arayışları çok bilinmeyenli denklemleri barındırmaktadır. İktidar dengelerinin değiştiği ve yeniden oluştuğu, “yeniden yapılanma-yapılandırma” politikalarının günlük ilişki ve ittifaklarla belirlenip yürütüldüğü bir süreç yaşanmaktadır. “Kaos aralığı” olarak tanımlayabileceğimiz gelişmeler, özgürlüğe en yakın olduğumuz anları içermektedir.

 

Demokratik Konfederalist Çizginin Karakteri

Sosyalizm, emekçi sınıfların ve halkların sömürülmesine son vermek, eşit, özgür, demokratik ve kolektif bir yaşamı gerçekleştirmek üzere yola çıkan ideolojik-felsefi bir yaklaşımı, dünya görüşünü ifade eder. Eşitlik ve özgürlükten kasıt, alt ve üst toplum ayrılıklarının ortadan kaldırıldığı, kadın ve erkek arasındaki egemenlik yaklaşımlarına son verildiği, ezen ve ezilen sınıf ve toplum kesimleri arasındaki farklılıkların giderildiği, inançlar arasındaki farklılıkların ortadan kalktığı, her inancın kendisini herhangi bir engelle karşılaşmadan yaşayabildiği, toplumun kendisini gerçekleştirdiği demokratik toplumdur. Her ne kadar reel sosyalizmin çözülmesinden hareketle sosyalizmin öldüğü iddiası kapitalist modernitenin ideologları tarafından dillendirilmiş olsa da, sosyalizmin gerçekliği ortadan kaldırılamamıştır, kaldırılamaz da. Sosyalizm, insanın toplumsal gerçekliğinin ifadesidir ve dolayısıyla insanlık var oldukça sosyalizm de var olacaktır. Öcalan’ın, “Sosyalizmden kuşku duymak, insandan ve onun toplumsal gerçekliğinden kuşku duymaktır” biçimindeki tanımlaması ve yine, “sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır” değerlendirmesi, sosyalizm mücadelesinin asla bitmeyecek, son bulmayacak bir mücadele olduğunu ifade eder. 

Sosyalizmi demokratik karakteriyle tamamlamak, tüm toplumların, toplumsal kesimlerin ortak zeminde ve paydada birleşmelerini sağlayacaktır. İnsanlığın eşitlik ve özgürlük hayalleri demokratik sosyalizm ruhuyla Demokratik Konfederalizm tarafından gerçekleştirilecektir. Hegemonik sistemin sınıflı ve devletli uygarlık sistemine karşı tek alternatif sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz, özgürlükçü Demokratik Konfederalizm çizgisidir.

Kapitalist Modernite sacayakları olan kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devletle toplumları parçalayarak üzerinde hegemonik sistemin kurulduğu bir dünya yaratmıştır. Yaratılan bu dünyanın yol açtığı sonuç; özgürlüklerin yok edildiği, cins olarak kadınlar başta olmak üzere toplumun büyük çoğunluğunun demokrasi ve özgürlüklerden yoksun bırakıldığı, devletlerin ve toplumların karşı karşıya getirilip çatıştırıldığı, doğanın tahrip edildiği bir dünyadır. Bu hegemonik dünyanın alternatif çizgisi, Demokratik Konfederalizm’de ifadesini bulacak olan, demokratik ulus ve eko-endüstriyel toplumdur.

Kısaca özetleyecek olursak; insanlık aslında iki farklı ideoloji ve anlayışla karşılaşmıştır. Birincisi, devletli ve sınıflı uygarlığı savunan ideoloji; ikincisi, sınıflı ve devletli uygarlığı, insanlığın uzun tarihsel geçmişindeki “ana nehir”den bir sapma olarak değerlendiren ve dolayısıyla devletsiz ve sınıfsız toplumu esas alan ideolojidir. Demokratik Konfederalizm çatısı altında birliğini yaratan Kürdistani halklar Ortadoğu’nun konfederal birliğinin, Ortadoğu’nun konfederal birliği de, kıtasal ve küresel konfederal birliklerin yolunu açacak, insanlığın “Altın Çağ” arayışlarını, ütopik bir arayış olmaktan çıkararak, ete kemiğe büründürecektir. O zaman demokrasi kesintisiz, doğrudan ve radikal uygulanmasına kavuşarak, özgürlükler derinliğine yaşanmaya başlanacaktır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.