Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu ve “Demokratik Uluslar Birliği” Üzerine

Fırat Gernas

“Doğu”nun, Sevinçlerin ve Acıların “Orta”sı…

Asya, Avrupa ve Afrika denilen Eski Dünya karalarının ortasında yer alan, herkesin kendisine göre farklı bir ad ile andığı ama günümüzde en yaygın ve kanıksanmış (yahut kanıksatılmış) adıyla “Ortadoğu”, stratejik merkezi konumu nedeniyle çoğu zaman çizilen stratejilerin de merkezinde yer almıştır. Özellikle son iki yüz yılda başta İngiltere olmak üzere birçok Batılı devletin uyguladığı siyasetlerin hedefinde yer almıştır. Zaten “Ortadoğu” adlandırması da ABD-İngiltere çıkışlı ve kendi konumlarına göre “doğu”nun “orta”sı olmaktadır. Farklı zamanlarda, farklı bakış ve amaçlarla nice adlandırmalara konu olan bu coğrafya günümüzde de öneminden birşey yitirmiş değil. Farklı nitelemelerle bazen geniş bazen de dar bir coğrafya olarak ele alınan ama hep de merkez olagelen; “Bereketli Hilal”, “Mezopotamya”, “Yakındoğu”, “Ön Asya” ve nihayet “Ortadoğu” gibi nice adlandırmalara uğrayan bu topraklar bağrında, insanlığın nice gizem ve sırlarını da saklamaktadır. Deyim yerindeyse günlük olarak her tarafından tarih ve eski yaşam izleri gün yüzüne çıkmaktadır. Yer altı ve yer üstü kaynakları, zengin flora ve faunası ve doğasıyla ilk söz ve ilk destandan günümüze değin adeta hakikat yurdu olagelmiştir.

Hakikatin yurdu ve coğrafyası olmak, insanlığa beşiklik etmek, bereket ve zenginlik sunmak her zaman beraberinde “hayırlı” sonuçlar getirmiyor. Aksine ziyadesiyle “bela”ya yol açıyor. Bu coğrafyada yaşayıp da günlük olarak bu paradoksun getirdiği acıları, çelişkileri, zorluk ve eziyetleri; daha da kötüsü savaş, katliam ve kırımları yaşamamak mümkün değildir. Tarih buna hesapsız ve sayısız kez şahitlik etmiştir. Tarihin ve toplumsal yaşamın şafağı attığında en güzel tını ve ninnilerle insanı kendi cennetimsi beşiğinde sallayan bu coğrafya; “uygarlık” şafağı (belki de zifiri karanlığı demek daha yerinde olacaktır) attıktan sonra ise en acılı çığlıkların yükseldiği mekan haline gelmiştir. James Melaart, Robert Braidwood, Gordon Childe, Klaus Schmidt, Samuel Noah Kramer ve daha nice arkeolog, yer altından fışkıran gizeme temasa ederken duydukları heyecanı cümlelerine yansıtmışlardır. “Uygarlık öncesi”  cennetimsi yaşamı dillendirmişlerdir. Fakat peşi sıra gelişen uygarlık çağıyla başlayan ve Gılgameş destanında dile getirilen “ihanet”, “başkalaşım” ve eski cennet arayışları, neyin kaybedilmeye başlandığını dokunaklı bir biçimde ortaya seriyor. Kaybedilen insanlığın yüzbinlerce yıldır ilmek ilmek ördüğü kendi hakikati, tanrıça İnnana’nın yaşamsal “me”leri oluyor. Hakikatin yurdunda hakikat yitimi oluyor. İnsanlığın doyumsuz rüyası, çivi yazılı Gılgameş destanında mat ve donuk kayalara çakılı kalıyor.  Artık bundan sonra tanrı kralların mutlak irade ve idaresi, korkunç gürlemeleri, savaş ve çığlık sesleri yükseliyor. Sargon, Hammurabi, Asurbanipal silsilesi ne yazık ki günümüzün “modern devlet adamları”na kadar kesintisiz sürüyor. Zaman, zemin ve şartlar değişse de söz konusu kralların ve günümüzdeki kim bilir kaçıncı versiyonlarının toplumlara çektirdikleri acılar kat be kat devam ediyor. Değişen yanı günümüz zulüm araçlarının daha “modern” olmasıdır! Özcesi, en derin acılar en tarifsiz mutlulukların yaşandığı diyarlarda çektirildi ve en keskin çığlıklar yürek dolusu sevinçlerin yaşandığı mekanlardan yükseldi. Doyumsuz halayların tutuştuğu meydanlar sonrasında kan revan bir hal aldı.

Buna rağmen bu coğrafyada umut hiçbir zaman kaybetmedi. Toplumsal gözeneklerde saklı ama hep diri kaldı. Yeri geldiğinde direniş olarak şahlandı ve yürüdü. Kutsal değerleri bağrında hep yaşattı ve büyüttü. Ama lanetlilik de peşini bırakmadı.

 

Girift Zihniyet Sorunları

Neden böyle oldu ya da olmak zorunda mıydı soruları daha ziyade başka bir yazı ya da tartışmanın konusu olabilir. Burada daha çok bundan sonra ne olmalı, neyi düşünmeli ve ne yapmalı üzerinde yoğunlaşılacaktır. Bunun için de yakın tarih olgularına ve güncele ilişkin bazı değinmelerde bulunulacaktır. Çünkü ne yaşandığı, neyin ve kimin nerede durduğu ve ne yapmaya çalıştığı anlaşılmadan sonrasına ilişkin öngörüde bulunamaz ve adım atamayız.

Ortadoğu’daki sorunlar girişte de belirtildiği gibi oldukça köklüdür. Günümüzde ise günden güne daha da çetrefil bir hal almakta ve bir girdabı andırmaktadır. Herkes kendi cephesinden “çözüm” de geliştirmeye çalışmaktadır. Geliştirilen çözümlerin içeriklerine bakıldığı zaman toplumsal, düşünsel, politik, ekonomik ve kültürel odaklı olanlar olduğu gibi “komple” çözümler de önerilmektedir. Yine çözüm öneren ya da geliştirmeye çalışan merkez, çevre ya da kesimlerin de bir kısmının iç dinamiklere dayandığını ama diğer bir kısmının da ya bizzat dış dinamik olduğu ya da dış dinamiklerle hareket eden “yerli” kesimler olduğunu görmek mümkündür. Fakat en önemlisi ve daha yakından incelendiğinde “çözüm” adı altında hareket eden bir kısım güçlerin aslında sorunların esas kaynağını teşkil ettikleri de teşhis edilebilir. Öyle ki “çözüm” adıyla sorunları sürüncemede ve çözümsüzlükte bırakmayı çıkarları için daha “elverişli” bulan güçler de bulunmaktadır.

Her ne şekilde ve hangi düşünüşle olursa olsun esas amacı gerçekten çözüm olan güçlerin öncelikle Ortadoğu’yu tarihsel, toplumsal, felsefi, kültürel ve hatta coğrafi olarak çok iyi tahlil ederek ulaştığı sonuçlar üzerinden hareket etmesi gerektiği; bölge hakikati esas alınmadan girişilecek tüm çözüm çabalarının sorunları daha da derinleştirmekten öteye bir sonuç getirmeyeceği tarihsel tecrübelerle olduğu kadar günlük olarak da yaşanmakta ve farkına varılmaktadır. Mesele göründüğünden daha da zahmetlidir. PKK Lideri Abdullah Öcalan bu durumu şöyle ifade eder; Ortadoğu toplumu, devleti gerçek anlamda bir sorunlar yığınıdır. Kadim tarihten beri biriken ve bastırılan çeşitli sorunlar toplumu nefessiz bırakmıştır. Çözüm bulsunlar diye kapitalist sistem tarafından dayatılan rejimlerin kendileri sorunların kaynağı haline gelmişlerdir. Ne kendileri çözümleyici olabiliyor, ne de iç ve dış çözümleyici güçlere imkân veriyor…[1]

Dahası bölgede zihniyet ve “bilme”ye dair sorunlar çok daha ağırdır. Dogmatizm, oryantalizm, taklitçilik, kof pozitivizm, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve nice hastalık, zihinleri adeta sarmalamıştır. Atmosfer çoğu zaman kaostur. Hakikat algısı kötürümleşmiştir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma, sağlıklı bir analize gitmeden karar sahibi olma, fevri hareket etme, travma düzeyindeki duygusallık öne çıkan özellikler olmaktadır. Dolayısıyla çoğu zaman ufak sorunlar, içinden çıkılamaz sonuçlara neden olabilmektedir. Zihniyet sorunlarını Öcalan şöyle irdelemektedir: Ortadoğu güncelinde söz ve pratik, kavram ve olgu, hayal ve gerçek, din ve yaşam, bilim ve ideoloji, felsefe ve din, ahlak ve yasalar arasında muazzam bir kargaşa, iç içelik, bozulma ve siliklik yaşanmaktadır. Neredeyse insanlığın tanıdığı tüm zihniyet tabakaları yol açtıkları kirlilikle birlikte sorun yığınları halinde istiflenmiş olarak durmaktadır. Gerek eski gerek yeni dil yapıları da zihniyet durumlarını tüm tutuculukları içinde yansıtmaktan geri durmamaktadır.[2]

Elbette bu durumu aşmaya dönük çabalar da gelişmiştir. Avrupa benzeri Rönesans ve Reform girişimlerinden tutalım farklı çıkışlara kadar girişimler olduysa da istenilen sonuçları yaratamamıştır. Devrimci, eğitmen ve yazar Rûstem Cudî bu konuda şöyle bir tespitte bulunur: Ortadoğu’da gelişen bu çabalar kapitalist moderniteye dayanıyordu. Yani Avrupa demokrasisi, İngiliz ve Fransız devrimlerine dayanan Avrupa’nın modern değerlerini esas alıyordu. İran, Mısır ve Türkiye’de bu temelde bireysel hakları gerçekleştirmek amacındaydılar. Örneğin Cemaleddin Afgani, Kewakıbi, Mirza Markon ve diğerleri sömürgeciliğe ve monarşiye karşıydılar. Kendilerine göre Ortadoğu’da bir rönesans projesi güdüyorlardı. Fakat başaramadılar. Neden başaramadılar? Çünkü ne dışarıdan müdahalelerle ne de içeriden ama dışa dayalı yöntem ve değerlerle bölgenin sorunlarını çözmek mümkündür.[3]

Rûstem Cudî benzeri biçimde oryantalist yaklaşımları da eleştirmektedir. Avrupa ya da Batılı düşünüş biçimiyle Ortadoğu’yu ele almanın özünde bağımlı kişilik özelliklerinden kaynaklandığını ve bunun sömürge kişiliğiyle aynı olduğunu vurgulamaktadır.[4]

Abdullah Öcalan da bu konuda, anti-oryantalist geçinen ve modernite düşmanı kesilen ama özünde modernite içi olan kişi ve örgütleri eleştirmekte ve “Geleneğin sadece elbise ve sakallarını kuşanırlar. Ruhları ve bedenleri en gerici modernite artıklarıyla yüklüdür” şeklinde nitelemektedir.[5]

 

Ulus-Devlet Kanserleşmesi

Ortadoğu’da sözü edilen zihniyet sorunlarının yanı sıra durumu iyice kötürümleştiren esaslı yaşamsal sorunlardan biri de ulus-devlet yapılanmasıdır.

Ulus-devleti “kuzu postuna bürünmüş kurt misali” ulus postuna bürünmüş devlet/iktidar olarak nitelemek yerinde bir tabir olacaktır. Bu yolda kullandığı temel argüman ve sonrasında silah, milliyetçiliktir. Milliyetçilik, kullandığı bir silah ama yeri geldiğinde de devrimci söylem ve eylemleri boşa çıkarmak için kullandığı bir kalkan, özel savaş aygıtı ve ideolojik saldırı aracıdır. Bu yönüyle milliyetçilik; insanın ve toplumun doğa, toprak, yurt ve benzeri değerler sevgisi gibi özden ve doğal gelişen duyguları yerine ikame edilen yapay ve kurgusal bir kavramdır. Oluşturulan yapay duygular üzerinden her şey “tek”leştirilmeye çalışılır ve öncelikle adına hareket ettiği “büyük ulus” dışındaki tüm uluslar ve toplumsal kesimler hedeflenir. Bunlar sindirildiği ve hiçleştirildiği oranda “büyük ulus” devletleştirilir. Bu ulusun bireylerine anlık ve günlük olarak hamaset ve milliyetçilik dopingi enjekte edilir. Yapılan her şeyin bu ulusun ve fertlerinin “yararı”na olduğu savı sürekli işlenir. Oysa deyim yerindeyse ulusun kimyası artık bozulmuş ve kanserleşme süreci başlamıştır. Bireyler bir an bile söz konusu “yarar”ın neden diğer ulus ve toplumlardan olan en yakın komşu, çalışma arkadaşı ve hatta dostundan bile esirgendiğini sorgulayamaz derecede bu hastalığa bulaştırılmıştır. Hastalık ilerledikçe birey, devletin eline tutuşturduğu silahı bu en yakın komşu ve dostlarına doğrultur. Özcesi ulus-devlet kendi iktidarı haricinde hiçbir ulusun yararını gözetmez. Onun gözettiği “tek”lik kendi iktidar çıkarıdır.

Öyle ki bu “kutsal teklik” adına toplumların en doğal özellik ve hakları, ana dili, kültürü ve varoluşsal değerleri yok sayılır. Bununla da yetinilmez yok edilmeye çalışılır, asimilasyona tabi tutulur ve aşağılanır. Ama bir yandan da çalıp çırpıp “tek kültür”e katılır. Bu yönüyle de ulus-devlet toplumkırım ve soykırım aracıdır.  Beri taraftan ulus-devlet olabildiğince yüceltilir. O bir “kader” ve “olmazsa olmaz”dır artık. Sonra da “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülü önüne konur. “Kim kaderini tayin etmek istemez ki” deyip yola çıkıldığında varılan nokta kanserleşmedir. Dermana büründülüp verilen aslında umarsız bir derttir. Herkes “kaderini tayin etmeye” çalışırken bir diğerinin kaderinin canına okumaktadır artık! Sonrasında bitmek bilmeyen ulusal savaşlar… “Bağımsızlık” ve “kendi kaderini tayin hakkı” sloganlarıya başlatılan kan revan ikliminden sonra varılan nokta, ulus-devletler sistemine en koyu “bağımlılık” ve “kaderi”ni ellerine teslim etmedir.

Ulus-devlet sistemi kendi içerisinde “tek”liği savunsa da “uluslararası” alanda tek değildir. O “uluslar arası” çoklu bir sistemdir. Çatışsalar da barışsalar da tüm ulus-devletler birbirlerine tutunurlar. Söylemde “çelişik” görünseler de esasında toplum ve hakikat dışı yapay çelişkilerde ortaktırlar ve iktidarlarının “beka”sını buna dayandırırlar. Çelişip çatışmaları, karşıt olduklarını doğrulamaz. Aksine onlar aynı ideolojik atmosferden solumaktadırlar. Hepsi de içte “tekçi” iken dışarıda hep “çoğulculuk”tan dem vururlar. Bu da uluslararası bir sistemdir ve adı da “Birleşmiş Milletler”dir. Adının “Birleşmiş Devletler” olması gerekirken “millet” kavramının kullanılması bilinçlidir ve ulus-devlet ideolojisinin gereğidir. En eski ve köklü milletlerden olan on milyonlarca Kürt halkına Birleşmiş Milletler’de yer verilmemesi nasıl izah edilebilir! Bunun için öne sürülen koşul bir ulus-devlet olunması! Mevcut Ortadoğu ve Kürdistan koşullarında bunun sözünün edilmesi dahi kurtlar sofrasına girip kıyamet ateşini yakmakla eş anlamlıdır!

O halde çözüm “kurtlarla dans”ta değil demokrasi halayını tutuşturmaktadır. Sosyal medya deyimleriyle Ortadoğu “Kurtlarla dans”ı mı yoksa “Kürtlerle halay”ı mı seçecektir, işin nirengi noktası budur.  Ulus-devletin belirtilen toplumsal kanserojen özelliğinden en çok Kürtler zarar görmesine rağmen özellikle Güney Kürdistan özelinde bir ulus-devletçiliğin dayatılması, belirtilen ideolojik atmosfer ve çıkarlarla ilgilidir. Buna dönük eleştirel tutum alındığında ise hemen “Kürtler statüsüz mü kalsın” gibi çoğunlukla tuzak bir ifade ile cevap verilmektedir. Bu eğer bilinçli söyleniyorsa ulus-devlet sistemiyle bir ideolojik ve çıkar bağı yüksek ihtimaldir. Bilinçsiz söyleniyorsa bilinmelidir ki Kürt halkı bir statü oluşturmak istiyorsa “ulus-devlet” kesinlikle seçeneklerin dışında olmalıdır. Ulus-devleti reddetmek statüyü reddetmek değildir. Aksine Kürtler için kıyamet senaryosunu reddetmektir. Artık yakıp yıktığı kadar kendisi de yıkım süreci yaşayan ulus-devlet modeli peşinde koşmak, Güney Kürdistan özelinde, felaketin içine dalmış bir trenin son vagonuna atlamak gibi bir şeydir. Bünyeyi saran hastalığı “derman” gibi gösterip, “kurtuluş reçetesi” gibi sunmak, felakete zemin hazırlamaktır. Nitekim Eylül 2017 bağımsızlık referandumu (ulus-devletleşme referandumu) sürecinde yaşanan ulus-devlet tehdit ve askeri manevralarıyla sonrasında yaşanan çatışma neticesindeki can ve toprak kayıpları ve iktidar hesaplarına kurban edilen halkın değerleri, acı tabloyu gözler önüne serdi.[6] [7]

Öcalan ulus-devlet çözümsüzlüğünü ele alırken İsrail-Filistin örneğini verir: Genelde Yahudi, özelde İsrail sorunu çözülmeden, ne Ortadoğu’da ne dünyada toplumlar sorunlarını çözebilir. Ulus-devlet perspektifli tüm yaklaşımların sorun çözen değil, ağırlaştıran özellikte olduklarına dair hiçbir örnek İsrail-Filistin örneği kadar öğretici değildir. Dünyanın parası ve kanı akıtıldı. Geriye daha da içinden çıkılması zor bir sorunlar yumağı miras kalmıştır. İsrail-Filistin örneğinde iflas eden kapitalist modernite ve ulus-devletçi paradigmasıdır.[8]

Demokratik Ulus Çözümü

Tarih bilinci ve şimdiye dair derinlik ile geleceğe dair öngörü arasında sıkı sıkıya bir bağ vardır. Geçmişle şimdi arasında bağ kurup bunu geleceğe sağlam bir örgütlülük ve toplumsallık olarak taşırmak belki de en bilinçli ve demokratik eylem ve duruş olmaktadır. Söz konusu Ortadoğu olunca bu durum daha da anlam ve yaşamsallık kazanmaktadır. Aksi durumda yoğun zihinsel ve toplumsal sorunlarla bir kısır döngüye ve kaosa düşülmesi kaçınılmazdır.

Bu anlamda toplumsal sorumluluk belki de en ağır sorumluluktur. Kendi olma ve toplumsallık bilinci de bunun ön koşuludur.

Ortadoğu, yaşadığı kaos ve girdaptan nasıl kurtulunur? Bunun için ne gereklidir? Bu ve benzeri sorular çokça sorulur.

Kuşkusuz ki bir yerde yaşanan sorunlar derin ise öncelikle bir zihniyet dönüşümüne ve devrimine ihtiyaç vardır.

Zihniyet devrimiyle kastedilen özgür toplum bilinci ve inancıdır. Bilinç sadece olup biteni bilme değildir. Nasıl yapılacağını da bilmektir. İnanç ise, bildiğine inanmak ve gereklerini yapmaktır. Uygulama gücünü, kararlılığını ifade eder. Ortadoğu toplumuna egemen kılınan zihniyet yapılarını iyi tanımadan, aşılması gereken yanlarıyla miras alınması gereken yanları ayırt etmeden, yine karşı mücadele verilmesi gereken zihniyet kalıplarını tanımadan doğru, yetkin bir ideolojik bir mücadele verilemez.[9]

Öcalan, son savunmasında (Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü) Ortadoğu kaosuna ilişkin çözümünü de ortaya koymaktadır. Demokratik Uluslar Birliği olarak ifadelendirdiği çözümünde ulus-devleti aşan bir perspektife vurgu yapmaktadır. Savunmaların genelinde de devlet ve demokrasi ikilemini irdelemekte ve birinin çokluğunun diğerinin azlığı anlamına geleceğini de tespit etmektedir.

Gerçekten de Ortadoğu gibi bir bölgede radikal demokrasi nasıl geliştirilebilir? Tarihindeki nice yaşantılardan da bildiğimiz gibi bir ütopyadan ziyade gerçekçi bir proje olan Demokratik Uluslar Birliği nasıl örgütlendirilebilir ve hangi ilkelere dayanmalıdır? En önemlisi de kimler buna öncülük edebilir? Bunlar Ortadoğu çözümü için can alıcı sorular olmaktadır.

Bazen çok şey söylenir, çok şey yazılır ama günü gelir bir ya da birkaç olay yaşanır ve tüm bunların hiçbir gerçekçi temelinin olmadığı görülür. O halde söylenen ve yazılanların tarihi hakikatlere ve yaşam ile sınanmış gerçekliklere dayanması gerekir. Ortadoğu’yu ele alırken de “tarih”siz bir “şimdi”den ve “şimdi”siz bir “tarih”ten kaçınmak gerekir.

Bu açıdan Ortadoğu tarihine bakıldığında toplumsal dokunun çok güçlü olduğu ve bunun, toplumsallığın temeli olmayla ilintili olduğu görülecektir. Öyle ki tarihin en zalim ve yıkıcı tiran ve imparatorlukları sayısız kez bu coğrafyadan silindir gibi geçmelerine rağmen toplumsallığın hala tüm direngenliğiyle ayakta kalması bunun sonucudur.

Tarih boyunca bunun hem şahidi, hem kurbanı, hem acı çekeni, hem mağduru ve hem de en kadim direngeni olan halkların belki de en önde gelenlerinden olan ve Ortadoğu’nun orta yerinde yaşayan Kürt halkıdır. Buna en somut ispat Kürdün “çirok”ları (mitolojik eserleri), “dengbêj”liği (sözlü ürünleri) ve derin hafızasıyla “şimdi”ki bariz kültür ve yaşamıdır. Tarih, mitoloji ve arkeoloji içerisinde sıradan ama tarafsız bir gezinti bile bu Kürt gerçekliğini somut bir biçimde gösterecektir. Coğrafi ve mekansal koşulları bu halkı daha çok direniş pozisyonunda ve toplumsal duruş ve refleks halinde tutmuş ve bu durum da toplumsal özelliklerini şekillendirmiştir. Sümer’den Babil ve Asur’a, oradan Pers ve Antik Yunan’a, Roma’dan Arap ve Osmanlı kaynaklarına kadar açığa çıkanların neredeyse hepsi bu gerçekliğe vurgu yapmaktadır. Buna göre Mezopotamya’nın bu “dağlı halkı/Kur-ti”, dağlık ve sert tabiat koşullarına rağmen öz savunma dışında saldırgan değil aksine barışçıl bir duruş içerisinde olmuştur.

O halde sormak gerekir; Ortadoğu’nun en kadim halklarından olmasının yanı sıra, en fazla parçalanmış, ülkesi işgal edilmiş, büyük acılara maruz kalmış Kürt halkı çözüme en yakın bir gerçeklik olarak durmuyor mu? En fazla acıyı çekenin bunu anlama dönüştürmesi halinde en iyi çözümü geliştirebilecek kesim olması gerçekçi değil mi? Öcalan bu konuda şunları vurgulamaktadır: Ortadoğu, ancak Demokratik Uluslar Birliği çatısı altında tarihte çok uzun sürmüş olan evrensel rolünü yeniden ele geçirip oynayabilir. Her zaman söylediğim gibi, Kürtler tıpkı uygarlığın şafak vaktinde oynadıkları rolün bir benzerini bu sefer demokratik uygarlık temelinde oynayabilirler. Kürdistan Devrimi’nin potansiyeli ve Kürt demokratik ulus çözümü bunun için gerekli olan her türlü gücü (entelektüel ve fiziki güç) fazlasıyla sunmaktadır. Kürdistan Devrimi her zamankinden daha fazla bir Ortadoğu Devrimi’dir. Kürt demokratik uluslaşması da Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’dir.  O halde Kürdistan Devrimi’nin evrenselliğe giden yolu Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nden geçecektir.[10]

Yukarıda da değinildiği gibi şimdi yaşananlar tarihi teyit ediyor. 20. Yüzyılın sonunda ve 21. Yüzyılın başında Kürdistan’da yaşanan özgürlük devrimi adeta Kürdün tarihi rolünün günümüz koşullarında yeniden vuku bulması oluyor. Bakur Kürdistanı’nda başlayan ve Rojava devrimiyle zirveleşen devrim şimdi ışıltılarını Rojhilat ve İran’da serpiyor. Belli ki Rojhilat ve İran’ın devrimci potansiyeliyle de buluşunca bambaşka bir zirve yapacağa benziyor.

Bakur, Rojava ve Rojhilat Kürdistanı devrimlerinde-ki hepsi de aynı ideolojik ve felsefi kaynağa dayanıyor-açığa çıkan ve evrenselleşen özellikleri ve temel ilkeleri şöyle ifade etmek mümkündür:

  1. “Jin, Jiyan, Azadi” sloganında özlü ifadesini bulan, uygarlık tarihinin tüm baskı ve acılarının en ağır ve katmerlisinin herkesten daha fazla hedefinde olan ve maruz kalan kadının, Şahmaran mitolojisindeki gibi adeta yerin dibinden çıkarak tekrardan özgürlüğe öncülük etmesi.
  2. Tüm toplumsal kesimleri, halkları ve ulusları özgürlük amacı etrafında toplayarak demokratik devrimi tam anlamıyla toplumsallaştırması ve gerçek anlamda “Demokratik Uluslar Birliği”nin temelini hazırlaması.
  3. Kapitalist endüstriyalizmin anlık olarak yıkıma tabi tuttuğu doğa gerçekliği karşısında ekolojik tutumu, duruşu ve mücadelesi.
  4. Tüm ırkçı, faşist, cinsiyetçi, tutucu, dogmatik, anti toplumsal ve anti demokratik zihniyet ve oluşumlara karşı ideolojik, felsefi ve politik mücadelenin odağı olması.
  5. Ortaya çıkardığı ve mücadelesiyle yeşertip geliştirdiği değerlerin tüm insanlığa mal olup evrenselleşmesi.

Bunlar aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketinin öncülük ettiği Demokratik Ulus devriminin temel ilkeleri olmaktadır.

 

“Jin Jiyan Azadî” Evrenselleşmesi

Bunlardan kadın özgürlüğü mücadelesinin binlerce yıllık hakikatini üç kelimeye en anlamlı bir biçimde sığdıran “Jin Jiyan Azadi-Kadın Yaşam Özgürlük” özlü şiarı, dünyanın tüm mücadele ve özgürlük meydanlarında haykırılıyor. Mezopotamya’nın Zagros dağlarında yeşerip şahlanan kadın mücadelesi Rojava’nın ovalarına inerek karanlık güçlere karşı aydınlığın meşalesini yükseltti. Şimdi de Rojhilat Kürdistanı ve İran’da en önde devrime öncülük ediyor. Oradan tüm dünyaya ışıltı saçıyor.

Kuşkusuz bu kolay olmadı, muazzam bedeller verildi ve hala da bu destansı mücadele sürüyor. Varlığı ile yokluğu belli olmayacak derecede korkunç bir cendereye alınmış kadın gerçekliğinin deyim yerindeyse son nefes alışlarından tekrardan yaşama dönmesi mucizevi bir çıkış değerindedir. Bununla tehlikeden kurtulanın sadece kadın toplumu değil tüm toplum olduğu gerçeği, şimdi daha fazla bilinçlerde yer ediniyor. O halde olacaksa bir devrim ve toplumsal çözüm, bunun kadın özgürlüğü ve örgütlülüğü temelinde olmaksızın hiçbir hakikat payının olmayacağı en net evrensel ilke olarak tespit edilmelidir.

 

İlişki, İttifak ve Örgütlenme Üzerine

Tarih ve güncel bize en net biçimde gösteriyor ki, Ortadoğu’da radikal demokrasi hareketiyle Demokratik Uluslar Birliği çalışmalarına kadın ulusu ve Kürtler ile beraber diğer ezilen halklar öncülük edebilir.

Şüphesiz böylesi bir hareket ve çalışma çok daha fazla zihni, politik ve ahlaki çaba ve emek gerektiriyor. Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin sözü edilen parçalarda on yıllardır geliştirdiği toplumsal devrim, belirtildiği gibi zaten bu konuda önemli bir mesafe katetmiş durumdadır. Dikkat edilirse Kürtler hem Kürdistan’da hem de yaşadıkları ulus-devletlerde demokrasinin ve barışçıl çözümün kilidini ellerinde tutmaktadırlar. Kuşkusuz bu kendiliğinden değil verdikleri bedeller ile oldu. Türkiye’de demokratik Kürt hareketi olmaksızın ne iktidar ne muhalefet adım atabilmektedir. Suriye ve Rojava’da Kürt Özgürlük Hareketi öncülüğündeki devrim, yeni ve demokratik Suriye’nin nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş durumdadır. İran devrimi zaten kadınların ve Kürt halkının öncülüğünde gelişiyor.

Elbette burada ilişki, ittifak ve örgütlenme konusu yaşamsal önemini korumaktadır. Ulus-devletçi zihniyete sahip ve değişmemekte ısrar eden çevre ve yapılarla demokrasi adına bir yol alınamayacağı görülmüştür. Şüphesiz ki demokrasiye ancak demokratik zihniyete sahip ya da buna açık kesimlerle ulaşılır. Bu açıdan tüm uluslardan gençlik, kadın, aydın, köylü, esnaf ve diğer toplumsal kesimlerle oluşturulacak ilişki, ittifak ve birlikler büyük bir sinerji yaratacaktır. Yine bölgede güçlü bir tarihi temeli olan kabile, aşiret ve cemaatlerle demokratik temelde gösterilecek çaba ve ilişkilenmeler bir rönesansa yol açabilecek potansiyel ve değerdedir. Oluşturulacak bu birliktelikler, ulus-devletlerin on yıllardır oluşturduğu toplumsal tahribatları gidermeye dönük bir çabanın yanı sıra yeni demokratik yaşamın öz ve biçim kazanmasında da esaslı rol sahibidirler. Örneğin Rojava’da oluşturulan “toplumsal barış kurulları”, iktidar tarafından on yıllardır oluşturulmuş tahribat ve travmaları gidermede önemli bir rol oynadılar, oynuyorlar. Yine kadın öncülüğünde geliştirilen birçok kurum, kadına dayatılan her türlü baskıcı ve kırımcı sistematiğin aşılmasında yaşamsal bir erk sahibidirler. Kültürel alandaki çalışmalar bir Rönesans hareketine dönüşmekte ve tüm toplumsal kesimler için bir yeşermeyi getirmektedir. Yine ulusal bazda tüm bu parçalarda Kürt, Arap, Fars, Türk, Beluci, Türkmen, Ermeni, Azeri, Asuri, Süryani ve diğer pek çok halk bu sözü edilen ilkelerde bir araya gelerek Demokratik Uluslar Birliği temelinde stratejik birlikler oluşturabilirler. Bu bir ütopya değildir. Medya’dan tutalım Kommagene’ye oradan günümüze dek güçlü bir tarihi arka planı olan bir gerçekliktir sözkonusu olan…  Örgütlenme konusunda en önemli boyutlardan biri de toplumsal örgütlenmenin hangi yöntem ve öz ile gerçekleştirileceğidir. Bunun için de elbette ki esaslı kaynağımız toplumsal tarihtir. Toplumsallığın ilk nüvesini oluşturan “klan”dan doğal toplumdaki komünal yaşama ve sonrasındaki uygarlık güçleri karşısındaki yaşam ve direniş örgütlenmelerine kadar toplumsal gerçeklik hep toplumsal birliktelikleri esas almıştır. Bunun adı da “komün”dür.

Günümüz Ortadoğu toplumları, yaşadıkları ağır bunalımdan ancak başta ekonomik komünler olmak üzere her alanda komünleşmeyi gerçekleştirdikleri oranda çıkış yapabilirler. Komünsüz çıkış olamaz. Tarihsel ve kültürel gelenekler ancak komünal yaşamla güncellikte yer tutup varlıklarını devam ettirebilirler…

 

…. Özellikle yenilenmiş komün zihniyeti ve örgütlenmesi temelinde tarıma ve köye dönüş, en değerli devrimci faaliyettir. Gerçek devrimcilik, tarihsel varoluşumuzu gerçekleştiren komünal yaşamı, başta ekonomik alan olmak üzere, tüm toplumsal alanlarda gerçekleştirmektir. Nasıl ki demokratik federalizm ve demokratik özerklik demokratik ulusun politik yaşam örgütlenmesi ve kurumlaşması ise, komünal ekonomik birlikler federasyonu da ekonomik yaşamın örgütlenmesi ve kurumsallaşmasıdır. Komünal Ekonomik Birlikler Federasyonu yerel, ulusal ve bölgesel çapta Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’nin ekonomik temelini ifade eder.[11]

Belirtmek gerekir ki Ortadoğu’da komün oluşturmak oldukça emek isteyen bir çalışmadır. Çünkü kapitalist modernitenin oluşturduğu kişilik özellikleriyle ulus-devlet yapılanması derin bir tahribat yaratmıştır. Kişiliklerde oluşturulan güven erozyonu, travmalar, toplumsal bağlara vurulan darbelerle oluşan inançsızlık ve ekonomik alandaki çarpıtma ve zihin bulanıklıkları, hafife alınmayacak engeller durumundadır. Dolayısıyla esaslı bir zihin çalışması kadar güçlü ve yaratıcı bir pratik çalışma da gerektirir. Ama bilinmelidir ki toplum kendi varoluş hakikatiyle bir buluşmaya görsün, artık önünde hiçbir şey engel değildir.

 

Sonuç

Deyim yerindeyse insanlık ve yerküremiz çok çetin zamanlardan geçiyor. Uygarlık denen olgunun “bilim ve teknoloji”si geliştiği ölçüde bununla adeta ters orantılı olarak toplumsallık ve ahlaki-politik toplum özellikleri gerilemekte ve anlık olarak erozyona uğratılmaktadır. Bizzat “bilim adam”ları (bilim insanı değil!) bu gidişle gezegenimizin felakete sürükleneceğini söylüyorlar. Sanki sorumlu toplummuş gibi ikide bir nasıl hareket edilmesi gerektiği yönünde de “nasihatler”de bulunuyorlar. Küresel ısınma, bozulan iklim dengeleri, kuraklık, açlık, susuzluk, çevre kirliliği, genetiğiyle oynanan gıda, yapaylaşan insan ve daha nice yaşamsal sorun bu durumun sonuçları oluyor.

Herşeye karşın güçlü toplumsallıkla beslenen moral değerler direniyor ve umut diri kalıyor. Sözü edilen bu paradoksların en çetin yaşandığı coğrafya olan Ortadoğu adeta insanlığın ve toplumun laboratuvarı niteliğindedir. Bu coğrafyada açığa çıkan sonuçlar tüm dünyayı etkiliyor. Son birkaç yılda Kürdistan, Irak, Suriye, İran, Afganistan ve diğer ülkelerde yaşanan olay ve olgular dahi Ortadoğu gerçekliğinin yerküremiz için ne kadar yakıcı olduğunu ortaya koydu. Dolayısıyla amacı ne olursa olsun siyasi yönelim sahipleri ilkin Ortadoğu’da harekete geçiyorlar.

O halde bu coğrafyanın insanı herkesten daha fazla bu gerçeklik bilinciyle hareket etmelidir. Duyu organlarına bir nebze olsa dahi hakim olan her insan kapitalist modernite ve onun ölümcül aracı ulus-devletin anlık olarak yaşamsal değerleri nasıl yıkıma tabi tuttuğunu rahatlıkla algılayacaktır. Bu durumda yapılması gereken bu yıkıcı sistematik karşısında ruhsal, düşünsel ve pratiksel tüm öz savunma sistematiğini kuşanmak ve direnmektir. Aksi halde günden güne hakikat bilincimiz körelecek ve yaşamın anlamına dair duygumuz dumura uğrayacaktır. Diri ruh ve diri bilinçle hareket tarzı ise yaşamın anlam ve gizemini koruyup geliştirecek ve topluma kazandıracaktır.

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar: 
Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak
Rûstem Cudî, Rojhilata Navin
Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 1. Kitap Uygarlık
Abdullah Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü

 

[1] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak
[2] A.g.e, s.119
[3] Rûstem Cudî, Rojhilata Navin, Weşanên Şilêr, s. 19
[4] A. g. e, s. 21
[5] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 1. Kitap Uygarlık
[6] ANF | Referandum da teslim edildi! (anfturkce.com
[7] ANF | Süddeutsche Zeitung: Kürtler için karanlık zamanlar (anfturkce.com)
[8] Abdullah Öcalan, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü
[9] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak
[10] Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Ararat Yay. s. 571
[11] A.g.e, s. 552-553

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.