Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı’nın Göbeğinde: Öcalan, Kürtler ve Kürdistan

Cengiz Çiçek

Kaçıncı Savaş?

Klasik kuramsal Dünya Savaşları tartışmaları süredursun, bu konuya dair zihin açıcı ve alternatif fikirleri Subcomandante Marcos ve Abdullah Öcalan sunmaktadır. Resmi okumalar, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra aynı karakterde bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın alametlerini tartışırken, Marcos soğuk savaş dönemini Üçüncü Dünya Savaşı, sonrasını da Dördüncü Dünya Savaşı olarak; Öcalan ise Sovyetlerin dağılmasından sonraki süreci Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımlamaktadır. Yazının ana tartışma konusu olmamakla beraber Öcalan’ın Üçüncü Dünya Savaşı ve Marcos’un Dördüncü Dünya Savaşı tahlillerinin paralelliğinden bahsetmek mümkün. Marcos, Dördüncü Dünya Savaşı’nda artık nükleer bombaların yerini mali bombaların aldığından hareketle, bu mali merkezlerin ulus-devletlerin yeniden inşasını da yürüttüğünü belirtiyor. Öcalan ise ulus-devletin küresel finans çağında çatladığından yola çıkarak, bu çağın kâr anlayışının ulus-devletin değişimini gerekli kıldığından bahsetmektedir. Marcos, ulus-devletlerin mali piyasalar tarafından saldırıya uğradıklarını, bunun sonucunda çözülmeye ve yeniden inşaya zorlandıklarını ve sözde sınırların kaldırılması ve ulusların birleştirilmesini amaçlayan bu yeni savaşın, tersine sınırların çoğalmasını ve ulusların birbirlerinden daha da ayrılmasını tahrik ettiğini belirtir. Öcalan ise Üçüncü Dünya Savaşı süresince bazen diplomasinin bazen de şiddetin yoğunlaşacağını ve siyasal gündemlere şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edileceğini belirterek, ulus-devletlerin neo-liberal politikalar ekseninde uyumlu hale gelmesinin ayakta kalması için bir zorunluluk şartı olarak kendilerine dayatıldığını ve yeni uydu ulus-devletçiklerin sürekli gündemde tutulduğundan bahseder. Şüphesiz ana tartışma konumuz olmaması hasebiyle her iki kuramcının kimi başlıklardaki yaklaşımlarında çatallaşmaların mevcut olduğunu, ancak izledikleri yol bağlamında oldukça paralellikler olduğunu belirtmekle yetinelim. Son tahlilde ikisinin de son savaşa dair heyecanları ve umutları benzerdir: Öcalan bu inancını, “Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler” şeklinde özetlerken; Marcos da şöyle haykırır bizlere: “… Bu nedenle… yeni bir dünya kurmak zorunludur. Birçok dünyayı, tüm dünyaları içerebilecek bir dünyayı.”

 

Yüzyıl Önce Ortadoğu

Bu kısa tartışmadan sonra Öcalan’ın ağırlık merkezi Ortadoğu olan Üçüncü Dünya Savaşı kavramsallaştırması bağlamında Uluslararası komplo, Kürtler ve Kürdistan’ın konumu ve olası gelişmeleri tartışmaya açalım. Bugün Ortadoğu’da kurulan düzen, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında cereyan eden 17 Ekim Devrimi sonrası kendisini tehdit altında gören kapitalist hegemonyanın düzeni olarak adlandırılabilir. Sovyetler gerçeğinin yakın tehdidi altındaki liberal Batı, Ortadoğu coğrafyasını bu tehlikeyi bertaraf etmek ya da sınırlandırmak için dizayn etti. Fars, Arap ve Türk ulus-devletleri Ortadoğu’nun kültürel ortamının hilafına kurdurulurken, temel amaç, sosyalist “kötü”nün önüne set çekilmesi ve bu minvalde kendi “doğu uç beyliklerini” oluşturmaktı.

Tek başına güvenceli görünmeyen bu katı ulus-devletçiklerin yanına, doğrudan bunların aşırılıklarıyla da mücadele edebilecek ve aynı zamanda sistemsel hegemonik merkez savaşında doğudan yükselen karşıt merkez adayını da frenleyebilecek kapasitede kurdurulan bir İsrail ulus-devleti gerçeği de orta yerde durmakta.

 

Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi

İki dünya savaşı ve sonrasında oluşan dengelere göre dizayn edilen küresel egemenlik düzeni, Sovyetlerin dağılmasından sonra yeni bir egemenlik arayışına girdi. Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak da tanımlanabilecek bu tarih aralığında ABD, Sovyet Bloğu’nun çöküşüyle birlikte kendisini dünya imparatoru olarak ilan etti. Aslında “Düşman Sosyalist Blok”un trajik sonu, kapitalist “iyiler” için yeni bir başlangıçtı. “Zafer mutlaktı” ve kapitalizm, kendisini tarihsel evrimin son halkası ilan etmişti.  Ancak bu diskurun reel-politikte karşılığının olmadığını kendini süreksiz ilan edenler de gayet farkındaydı. Nitekim tarihsel olarak kendisini her koşula uyarlama kabiliyetiyle ayakta tutan kapitalist hegemonya, çatışmacı tezlerini icat etmekte pek de gecikmeyecekti.  “Muzaffer Batı” elde ettiği güç ve bunun özgüveni ile kendisine tehdit olarak gördüğü bölgesel devletleri ve örgütleri “terörist-düşman” olarak hedef tahtasına koydu. ABD merkezli yürütülen ve Sovyetler sonrası yıllara tekabül eden Yeni Dünya Düzeni adı altında yürütülen bu hamleleri, Üçüncü Dünya Savaşı olarak yorumlamak mümkün. Üçüncü Dünya Savaşı, özelde Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan düzenin yeni koşullara göre yeniden dizayn edilmesi olarak da tanımlanabilir. Yeni düzenin iki amacı vardı: Birincisi, 20. yüzyıl koşullarında palazlandırılan ulus-devletçi tiranlıkların aşırılıklarını ve kriz üretici potansiyellerini bertaraf etmek; ikincisi ise uygulamadaki tüm eksikliklerine rağmen kapitalist dünya düzeni dışında alternatif düzen arayışlarının bayraktarlığını yapan sosyalist merkezin yeniden üretilişini ve kendisini sistemsel olarak örgütlemesini engellemek.

Bu bağlamda kapitalist merkezin yoğunlaştığı ana coğrafyalardan birisi de Ortadoğu coğrafyasıdır. “Yeni Düzen” üst başlığının Ortadoğu’ya düşen alt başlığı da “Büyük Ortadoğu Projesi” olacaktır. Proje kapsamında Ortadoğu yeniden dizayn edilecektir. Birinci Körfez savaşından, Irak’ın işgali ve Saddam’ın devrilmesine; El Kaide ve Taliban Örgütlerine yönelimden, “Arap Baharı”yla Arap ulus-devletlerin liderliklerinin tasfiyesine kadar, hepsi bir bütünen iki kutuplu dünya gerçeğinde kullanışlı aktörler olarak palazlandırılan aşırılıkların, yeni dünyada tasfiye edilmesi gereken tehditler olduklarına işarettir. Bütün bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nın temel operasyon halkaları olarak belirtilebilir.

 

Üçüncü Dünya Savaşının Operasyon Halkaları

Birinci Halka; Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, yeni savaş dönemini okumakta en çok zorlanan bölge aktörü olarak ön plana çıkar. Bu öngörüsüzlük sonucunda Kuveyt’i işgal eden Saddam liderliği, ABD’nin eline beklediğinden daha da kısa bir sürede operasyon kozu verir. Kuveyt’in işgali ve sonrasında Irak ordu güçlerine yönelik geliştirilen operasyon sonucu Saddam Hüseyin sadece Kuveyt’den çekilmek zorunda kalmamış; aynı zamanda bu kaotik ortamın etkisiyle Irak Kürtlerinin fiili statüsünü kabul etmek zorunda bırakılmıştır. Böylece Irak ulus-devletinin küresel güçleri tehdit eden yayılmacı aşırılığı, Kürt otonom oluşumuyla dengelenmiştir.

İkinci Halka; Öcalan’ın uluslararası komplo sonucu Türkiye’ye teslim edilmesidir. Ana konumuz olması itibariyle bu aşamayı ayrıntılı inceleyelim. Belirtilebilir ki, Kürt ve Kürdistan olgusu çok merkezli, yaygın çelişkili, ekonomik, askeri ve diplomatik ikameli Üçüncü Dünya Savaşının tam da göbeğinde yer almaktadır. 20. yüzyıl denklemi gereği Arap, Fars ve Türk ulus-devletleri içerisinde hapsedilen Kürt potansiyeli, günü geldiğinde ABD, İngiltere ve İsrail üçlü hegemonyasının çıkarlarını korumak ve kollamak için yine bu ulus-devletlere karşı kullanılacak bir koz konumundaydı(Irak örneğinde görüldüğü üzere). Kapitalizmin amentüsü, “Ancak benim çıkarlarıma hizmet edersen sana yaşam şansı veririm”dir. Özelde kendisini Türk-ulus devletinin kuruluşunda gösteren bu çıplak gerçekliğe eğilmek öğretici olacaktır. 

Türk ulus-devletinin Ortadoğu’daki kuruluşu ve varlık gerekçesi Öcalan’ın değişiyle “anti-İslâm, anti-Kürt ve anti-komünist temelde programlanmış minimalist Cumhuriyet”e dayanmaktadır. Tüm anti’ler, döneminde İngilizlerin, günümüzde ABD’nin çıkarlarına hizmet etmek zorundadır. Aksi halde ayakta kalma şansı yoktur. Hegemonik merkezin Ortadoğu-Kürt politikası, tarihsel olarak hâkim ulus devleti ile sınırları içerisindeki Kürt etnisitesinin arasındaki ilişkileri hep problemli tutma ve bu problemlerin doğal bir sonucu olarak, karşıtları kendisine bağlama ortaklığını içeriyordu. Böylesine akıllı bir politikayı bozmak ise kendi oyununu kurmayı gerektiriyordu. Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarih sahnesine çıkması, objektif olarak bu politikayı boşa çıkarıyordu. Kürt-Türk, Kürt-Arap ve Kürt-Fars çelişkisi daim oldukça, tüm bu halkların küresel hegemona bağımlılığı da bir o kadar daim kalmaktadır. Öte yandan bu bağlı çelişik durumun bozulması gerekiyorsa da bunu yine ABD öncülüklü küresel egemenler yapacaktır. Ortadoğu’nun kültürel ve siyasal ortamının zıddına ve İsrail’in bölgedeki varlığını kollamak üzerine kurdurulan Beyaz Türkçü ulus-devlette olduğu gibi, iki kutuplu dünya sonrası bölgesel çelişkilerin yönetilebilmesi ve benzeri çıkarlar adına Beyaz Kürtçü ulus-devlet oluşumu tedavüldedir. Her ne kadar birbirlerinin karşıtı gibi görünseler de aynı göreve koşturulmaktadırlar: kapitalist barbarlığa hizmet!

İki dünya savaşı sonrası kartların tekrardan karıldığı ve ağırlık merkezini Ortadoğu’nun oluşturduğu Üçüncü Dünya Savaşı’nda öncelikli hedef tabi ki kendi oyununu kuran aktörler olacaktı. ABD’nin baba-oğul Bush ve Clinton dönemi, bu savaşın yol temizliği anlamında ilk evre olarak değerlendirilebilir. 

Bu bağlamda Öcalan’ın uluslararası komplo sonucu Türkiye’ye teslim edilmesi, kritik bir tarihsel aşamayı ihtiva eder. Siyasal çıkışıyla Kürtler ve iç içe yaşadığı diğer halkların birlikteliğinin nasıl olması gerektiği konusunda kapitalist haydutluktan farklı önermeleri olan Öcalan, tabi ki hedef haline getirilecekti. Böylesine bir çıkışın başarılı olması bölge ulus-devletlerinin kendilerine biçilen rollerinin sarsılması sonucunu da doğuracaktır. Dolayısıyla Ortadoğu’daki bu dengeyi kim sarsar ve ulus-devletleri kim çizgisinden çıkarırsa o, hedef haline getirilecek ve tasfiye operasyonlarından kurtulamayacaktır. Bu denklem paralelinde belirtilebilir ki, Türkiye ulus-devletiyle sürekli savaşan ve karşılıklı güçten düşen ve güçten düşüren Öcalan-Kürt Özgürlük Hareketi-Kürtlere evet; birlikte ve özgürce yaşamı savunan ve bunun barış hamlesini yaratarak güçlenen ve güç veren Öcalan-Kürt Özgürlük Hareketi-Kürtlere hayır! Öcalan’ın 93 ve 98 ateşkes ve barış girişimlerine ABD’nin verdiği cevaplar da konumuz bağlamında oldukça öğreticidir. 93 ateşkesi, ülkenin Cumhurbaşkanı Özal’ın öldürülmesi ve Öcalan’ın Suriye’deki varlığının 1994 yılında dönemin ABD başkanı Clinton ve Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın görüşmelerinin ana başlığı olması ve 1996 yılında Öcalan’a suikast girişimi ile sonuçlanmıştır. Benzer şekilde 1998 ateşkesine ise Öcalan’ın uluslararası komplo sonucu yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle cevap verilmiştir. Plan ve dizaynın büyüklüğünü, dönemin Başbakanı Ecevit’in Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım” sözleri özetler.

Öcalan’ın barış hamleciliği, gerek ABD’nin gerekse de bölgesel Beyaz Kürt-Türk iktidar kliğinin stratejik amaçlarını bozuyordu. Barış demek, Sykes-Picot’dan beri kontrol altında tutulan Kürtler ve Kürdistan’ın kontrolden çıkması demekti. Bu durum kendi deyimiyle Öcalan’ı, “Ortadoğu’da oyunu bozan adam” konumuna sokuyor ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk operasyonlarından birinin muhatabı haline getiriyordu. O yüzdendir ki Öcalan, yıllar boyunca ve ısrarla “Ben gladionun operasyonu sonucu Türkiye’ye teslim edildim… Burada da (İmralı) gladionun esiri olarak tutulmaktayım” demektedir. Yanı sıra Öcalan, kendisine yönelik komployu yeni savaş düzeni bağlamında şöyle değerlendirir:

 

“Abartmaksızın diyebilirim ki bana yönelik komplo, Birinci Dünya Savaşı’na gidişte Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesinin oynadığı rolden çok daha fazla rol yüklenmiş bir içeriğe ve amaçlara sahiptir. Komplo ile bağlantılı olarak geliştirilen Ortadoğu’ya yönelik ABD ve müttefiklerinin işgalleri için Üçüncü Dünya Savaşı demek, belki abartılı kaçabilir. Fakat yol açtığı gelişmeler ve sonuçları itibariyle rahatlıkla Üçüncü Dünya Savaşı’nın en yoğun ve sonuç alıcı aşamalarından biri olarak tanımlanabilir. Bu kapsamda değerlendirirsek bana yönelik harekâtı gerçek anlamına kavuşturabiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın Sırbistan’ına karşılık Üçüncü Dünya Savaşı’nın Kürdistan’ı diyebiliriz. Kürdistan, jeopolitik ve jeostratejik açıdan Ortadoğu kaynaklı Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlatılışında, geliştirilmesinde ve sonuç alınmasında Merkezi Alan konumundadır.”

 

Üçüncü Halka, 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kuleler saldırısı-provokasyonu sonrası, 2003 yılında Irak’ın işgali ve Saddam Hüseyin iktidarının devrilmesidir. İşgal sonrası Irak’ın -devletsel varlığı görüntüde korunmuş gibi görünse de- Sünni, Şii ve Kürtler arasında üçe bölünmesi, bu grupların çatışmalı, gergin pozisyonda tutulup birbirlerini dengelemesi politikasının bir sonucudur. Böylece kapitalist merkezin hamiliği daha da kolaylaşacaktır. Irak devletinin aldığı son hal, Öcalan ve Marcos’un girizgahta belirttiğimiz Üçüncü-Dördüncü Savaş tanımlamalarını da doğrulamaktadır: Birbirinden ayrılan uluslar ve yeni ulus-devletçikler!  Daha Irak’ın işgal günlerinde (2003-2004) Kürt Özgürlük Hareketi’nin Osman Öcalan ve Nizamettin Taş öncülüğünde Amerikan çizgisine çekilme çalışmaları da göstermektedir ki, küresel savaş yürütücüleri her hamleyi bir plan dahilinde yürütmektedir. Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle kapitalist tezgâhın oyunlarını bozma potansiyeli savuşturulduktan sonra, lideri olduğu örgütü de ABD çıkarlarına hizmete koşturulmaya çalışılır. ABD’nin Irak ve PKK müdahalesini bu minvalde okumak gerekir. Hatta Öcalan bu husus hakkında şunları belirtmektedir:

 

“Ortadoğu’da bütün bu yaşananlar bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın olduğunu gösteriyor. Ben Ortadoğu’da olsaydım Irak’ta olanlar bu şekilde yaşanmazdı, Saddam bu şekilde çözülmezdi, çözülmesi daha farklı olurdu. KDP ve YNK böyle davranmazlardı. Ben Ortadoğu’da onlar için bir tehlikeydim. Bu nedenle beni etkisizleştirmeye çalıştılar.”

 

Dördüncü Halka, “Arap Baharı” ve ulus devletlerin restorasyonu sürecidir. Irak işgalinden de sonuçlar çıkaran ABD önderliğindeki kapitalist hegemonya, doğrudan işgal ile değil de içerden kurduğu paravan örgütlerle adeta vekalet savaşları sürecini başlatarak diğer Arap ulus-devletlerinin liderliklerini bir bir devirerek ve devlet içi fiili devletler yaratarak hegemonyasını pekiştirme yoluna gitmiştir. Yöntemleri değişse de yarattığı tablo aynıdır: Karşıtlıkları mezhepsel ve etnik olarak büyütüp küçük iktidar adacıklarının çekişme alanından kendisine hegemonya tesis etme. 

 

Çıkış Yolu

Bu yeni savaş düzeninin son sahası olarak halen gündemde olan Suriye, vekalet savaşları deyiminin tam olarak karşılığını bulduğu bir alan olarak varlığını sürdürmekte. Suriye vekalet savaşlarının sonucu, aynı zamanda Üçüncü Dünya Savaşı’nın galibinin de belirleneceği kritik bir eşiği ihtiva ediyor. Suriye’deki rejimin değişmesi konusundaki Batılı iştahın temelinde de sonrasında asıl hedef olarak görülen İran ve Türkiye’nin cazip bir şekilde orta yerde durması yatmaktadır. Sırada Fars ve Türk ulus-devletlerinin olduğunu söylemek zor olmasa gerek. Önemle belirtmek gerekir ki yeni küresel savaşta hedef ulus devletlerin varlığı değil, onların kullanım süresi geçmiş liderlikleri ve yönetim anlayışlarıdır. Tersine ulus-devletlerin kullanım süresi dolmadığı gibi temel mesele, yeni döneme göre uyarlanmalarıdır. Bu kodsal değişim süreci de aşırı-İslam, ılımlı-İslam ve mezhepsel ve etnisite devletçiklerine doğru çoklu bir seyir izlemektedir. Sonuçta ulus-devletler, doğası gereği barışçıl bir yaşamı içermez; tersine çelişki ve savaş üreticileridir. O yüzden kapitalist hegemonun özellikle Ortadoğu coğrafyasında ulus-devletli çelişki ve savaş ortamına hala ihtiyacı vardır.

Komutan Marcos’un, …dünya savaşı ya da soğuk savaş hiçbir biçimde dünyanın iki kutupluluğu aştığı ve galibin hegemonyası altında istikrara yeniden kavuştuğu anlamına gelmiyortespiti, Öcalan’ın kavramsallaştırdığı, ağırlık merkezi Ortadoğu olan Üçüncü Dünya Savaşı için de geçerlidir. Suriye’de düğümlenen savaşın galibi ister Rusya isterse ABD olsun, halklar lehine istikrar beklemek, ham hayalden ibarettir. Üçüncü yol olarak yönlerini tayin eden ve bütün kutuplaştırıcı politikaların aksine, farklılıkları bir arada yaşamaya davet eden ve bunun yönetim modelini oluşturmaya çalışan Öcalan önderliğindeki Kürt Hareketi ve dolayısıyla Kürtler, Üçüncü Dünya Savaşının tam da göbeğine şimdiden oturmuş durumda. Şüphesiz bu yönüyle Suriye Kürtlerinin Üçüncü Dünya Savaşı günlerinde ortaya koyduğu direniş ve kurucu iddia, en az Birinci Dünya Savaşı dönemindeki Ekim Devrimi kadar önemlidir. Kapitalist Moderniteye alternatif olarak geliştirdikleri Demokratik Modernite arayışçılığının hayat bulma ve kendisini sürdürebilme olasılıklarına göre, Paris Komünü ve Ekim Devrimi gibi tarihsel miraslarını da aşacak potansiyele sahiptir. Sahadaki olasılıkları ve bunun tartışmasını bir kenara bırakarak diyebiliriz ki, Dünya Savaşlarının panzehiri Kürtlerin elindedir ve bunun formülü de kapitalizmin ulus-devlet Leviathan’ına karşılık Öcalan’ın çıkış yolu olarak önerdiği “Ortadoğu ve Dünya Demokratik Uluslar Birliği”dir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.