Düşünce ve Kuram Dergisi

Oryantalizm mi? Emperyalizm mi? Ya da Ordan Bakınca, Kürtler Hiç Görünüyor mu?

Metin Yeğin

Belgesel yapma biçimimi anlatırken; ‘Objektif bir anlatım yoktur. Kamerayı nereye koyarsanız, onu anlatırsınız. Bizimkilerde kamera hareketi fazla olur. Çünkü her zaman, üzerine ateş açılan tarafta oluyoruz.’ diye başlarım. Bazen insan, diğer taraftan da nasıl göründüğünü merak ediyor. Bu yazıda bunu anlatmaya çalıştım. Batıdan ya da bir başka deyişle, egemen perspektiften yani dünyadan Ortadoğu nasıl görünüyor?

‘Eğer akrep besliyorsanız, sizi sokacaktır.’ Bir Arap Atasözü, Ortadoğu’yu uzun yıllardır yakından izleyen Independent yazarı Robert Fisk yazısında Suriye’yi böyle yorumluyordu; ‘Birleşik devletler Libya Albayı Kaddafi’ye karşı olan muhalefeti destekledi, Suudi Arabistan ve Katar’a yardım ederek milislere nakit ve silah akışını sağladı ve şimdi ektiği, rüzgarın fırtınasını biçmekte. Amerika’nın Libyalı ‘arkadaşları’ onlara düşman oldu, ABD Büyükelçisi Stevens’ı ve görev arkadaşını Bingazi’de öldürdü ve ElKaide liderliğinde, Müslüman dünyasında tüketici bir antiAmerikan protesto hareketi başlattı.[1]

ABD’nin beslediği akrep, El-Kaide, şimdi Amerika’yı sokuyor. Washington şimdi de Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad karşıtı olan, muhalefeti destekliyor. Suudi Arabistan ve Katar’a yardım ediyor, (Selefiler ve El-Kaide’den oluşan) milislere silah ve para akışı sağlıyor ve bu yüzden eğer Esad devrilse, kaçınılmaz surette aynı ‘akrep’ tarafından sokulacak.’

 

‘Sallantıda Türkiye’

Bu durumu ABD’li eski diplomat ve CIA yöneticilerinden Morton Abramowitz de ekim tarihinde ‘Sallantıda Türkiye[2] yazısında anlatıyor. “On yıldır Türkiye siyaset sahnesinde siyasal bir karışıklığa şahit olmadık. Ama 2014 itibariyle, içerde ve yanı başında devam eden karmaşa yeni partilerin ortaya çıkışına ve hatta belki de AKP’nin çözülmesine yol açabilir.

Yarı-özerk Suriye Kürtlerinin sahneye çıkmasıyla yeni bir dış basınç daha eklendi. Ayrıca Erbil ve Bağdat arasındaki süreğen politik sorunlar, Kürtlerin Irak’tan muhtemel kopuşuna işaret ediyor. Türkiye’nin Kürtleri, Suriye’deki olaylardan etkilenecek, Irak parçalanırsa daha da fazla etkilenecekler. Irak’ta ayrışma kolay olmayacak ve muhtemelen de kanlı olacak. Bu durumda, ne Türklerin ne de Amerikalıların Kürtleri kurtarmak için askeri olarak harekete geçeceğine inanmak kolay olur. Kürt meselesi nedeniyle Erdoğan, sanki sallantıdaymış gibi görünüyor ve PKK ile başa çıkma yönündeki çabaları çılgınca ve kifayetsiz bir manzara oluşturuyor. Erdoğan ayrıca pek çok Kürt vekili PKK destekçileri diye meclisten atmaya odaklanmış görünüyor ki, bu bir uzlaşma önlemi olmaktan çok uzak. Erdoğan can yakıyor ve seleflerinden pek çoğu gibi Türk milliyetçiliğine başvuruyor ve ülkenin milliyetçi partisinden destek görüyor.

Gelecek her zamankinden daha bulutlu. Suriye savaşı daha uzun sürerse ve belki savaş bittikten sonra daha karmaşık bir hal alırsa, politika sahnesi daha da kötüleşecek. Erdoğan’ın Ortadoğu’yu değiştirmeye dönük emelleri gerilediyse de ortadan kalkmış değil. Din, dünya perspektifiyle bütünleşik kalmaya devam ediyor; Olimpiyatların Müslüman bir ülkede düzenlenmesini istiyor. Ancak Ortadoğu’nun, yükselen mezhepçiliği ile daha büyük bir sorunu olabilir. Erdoğan son derece hiddetli bir biçimde, Suriye savaşının etkileri ile ve Irak’ın (Erdoğan’ın ülkesindekiler de dahil) bütün Kürtler üzerinde yaratacağı muhtemel kırılmayla başa çıkmaya çalışıyor.”

Aynı Abromowitz aslında çok değil Temmuz ayındaki yazısında güçlüklerle birlikte, Erdoğan hükümetinin parlak geçmişinden söz ediyordu. “Suriye iç savaşı Türkiye’yi bulunmaz bir cephe devleti yapmakta: Esad hükümetinin şiddetli bir eleştirmeni, mülteciler için etkileyici bir sığınak, muhalefetin harekete geçiricisi, isyancılara giden silahlar için bir kanal ve Esad’a karşı dizilmiş koalisyonda önemli bir sözcü. Suriye’nin Türk uçağını düşürmesi sadece desibel seviyesini yükseltmekle kalmadı aynı zamanda da Türk ordusunun doğrudan müdahale olasılığını artırdı. Pek mümkün olmasa da geriye şu kalıyor. -Türkiye’nin çoğu da ihtiyatlı ordusu gibi buna karşı- Fakat istenmeyen sonuç yasası devreye girebilir. Türkiye’de olan 33.000 Suriyeli göçmenin üstüne binlerce yeni göçmenin eklenmesi, bardağı taşıran son damla olabilir ve bu, Suriye içinde bir tampon bölge oluşumu ihtimalini doğurabilir. Her halükarda, savaş, Türkiye’nin iç durumunu ve Batı, Rusya ve başta İran ve Irak olmak üzere komşuları ile olan ilişkilerini etkilemeye devam edecek. Dahası, Erdoğan’ın kendi Kürtleri ile olan en acil problemine, yoğunlaşma ve bu sorunla etkili bir biçimde uğraşma becerisini, içinden çıkılmaz hale getiriyor.[3]

Erdoğan güçlü olduğu dönemde, Türkiye, ülke içinde ve dışarıda süratle ilerledi. Çok aktif, dinamik oluşu, ekonomik başarısı ve dış politikada yaptıklarıyla, uluslararası takdir toplaması, Türklere gurur verdi.”

 

İkiyüzlülük, Batıyla Sınırlı Değil

Abrowitz’ e göre Temmuzda vazgeçilmez yapan Türkiye’nin bu rolünü değiştiren dış politikadaki ilerleyişin, özellikle önemli olanlardan bazıları şunlardı:

“-Arap Baharı hem Batıyı hem de Türkiye’yi sürpriz bir durumda yakaladı. Türkiye bazı ayak oyunları yaptı. Önce Erdoğan, demokrasivari yaklaşımlarla ve tarzını değiştirmesi için biraz uğraştıktan sonra Esad’a saldırdı. Ancak Sudan veya İran’ın demokrasisine hiç odaklanmadı. Çok az kişinin fark ettiği bir şey de, fena halde siyasi değişime ihtiyaç duyan bölgede, tüm dikkat “Türk modeline” çevrildi. Bölgeye yaptığı sürekli ziyaretlerde, çekici hitabetiyle neredeyse rock starı halini aldı. Bunun sonunda ilan edilmiş olan, ‘Sıfır sorun’ politikası sessizce çöktü. İkiyüzlülük, Batıyla sınırlı değil.

-Suriye’de olan bozgun, Türkiye’yi sarstı ama aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki önemini artırdı. Artık Suriye’ye karşı en ufak şey bile Türkiye’nin onayı olmadan yapılamaz. Ancak bu hakim gücüne rağmen bu krizde askeri liderliği reddetti. Bunu saldırgan ABD’nin üstleneceğini umdu. Her iki ülke de, zayıf bir diplomasiyle bağlı Esad rejiminin gideceği konusunda mutabık kalmış durumdalar.” Diyerek Abramotiwz Türkiye için biraz sorunlu da olsa parlak bir gelecek çiziyordu.

İşin ilginç kısmı o aylarda, halkın ve ordunun istememesine rağmen en azından bir tampon bölge olasılığını öngören, sadece Sağcı Abramotiwz  yalnız da değildi. Chicago’da yaşayan, Kanada’daki Global Research’de yazan ve Stop Nato diye bir organizasyon mensubu savaş karşıtı Rick Rozorf,  bu olasılığı daha da güçlü  görüyordu. Başbakan’ın açıklamalarına yer vererek sırtını Nato’ya dayanan Türkiye’nin müdahale için bahane aradığını vurguluyordu. “Başbakan R. T. Erdoğan 5 Ağustos’ta katıldığı bir televizyon programında şunları söyledi: ‘Bizim orada Süleyman Şah türbesi var. Bizim toprağımız orası. Orada yapılacak bir yanlış harekete bizim sabırlı olmamız mümkün değil. Bu hem bizim topraklarımıza hem de aynı zamanda NATO topraklarına bir saldırı olur. Herkes kendi görevini bilmekte, gereğini yapmaktadır.’ Fethe çıkarken Fırat Nehri’nde boğulduğuna inanılan bir Selçuklu Sultanı’nın mezarı, şimdi Suriye’de bir NATO ileri karakolu ilan ediliyor.

Yeni-Osmanlı bir Türkiye’nin Mezopotamya’da 700 yıl önce kazandığı ve bir asır önce yitirdiği etki ve otoriteyi yeniden iddia etmek üzere tanımlandığına, dahası, bunu kendi kendini vaftiz eden küresel NATO’nun Arap dünyasına doğru yayılması kampanyasının bir parçası olarak yaptığına kanıt lazımsa, Türk Başbakanı’nın 27 NATO müttefikinin desteğiyle Suriye’ye askeri müdahalede bulunma tehdidi bunu sağlayacaktır.”

Yazar bu güçlü(!) tarihsel gerekçenin aynı zamanda güncel politik gelişmelere yol açacağını da ekliyordu; “Özellikle yukarıda anlatılanların bütünlediği ve desteklediği gibi ABD’nin ve NATO’nun Ankara’ya, Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) karşı Türkiye’de ve Irak’ta yürüttüğü yıpratma savaşında askeri yardım sunma rolleri; geçen hafta Türkiye’nin Suriye sınırının iki kilometre yakınına askeri tatbikat için birlikler, tanklar ve diğer zırhlı araçlar ve füze bataryaları yerleştirmesinden hareketle yakında Suriye’ye de uzanacaktır. Geçen hafta emekli bir Türk yönetici şu anda Kürtlere karşı yürütülmekte olan operasyonu üç yıl önce Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları’na (LTTE) karşı Sri Lanka ordusu tarafından yürütülen ve Tamil gerillalarının bütünüyle yok edilmesiyle 25 yıllık savaşa son veren final saldırısına benzetti.

ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın Nisan’daki Kolombiya ziyareti Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ne (FARC) karşı ABD-Kolombiya ortaklığında yürütülen 48 yıllık kontrgerilla savaşının da aynı sonuca ulaşması için tasarlanmıştı. Mevcut uluslararası hukuksuzluk çağında, yalnızca NATO üyesi devletler ve Kolombiya ve İsrail gibi Amerikan işbirlikçilerine diğer uluslara askeri saldırı ve hücumlar düzenleme ve muhaliflerine karşı imha savaşları yürütme izni verilmektedir.”[4]

 

Tamil Katliamı Başarısı, Hayali Sönerken

Yine bir soru soralım. Peki ya bugün? Yani Süleyman Şah türbesine dokunurlarsa, müdahaleden bahseden Erdoğan hükümeti, Akçakale’de 5 sivilin hayatını yitirmesine neden olan bir saldırıdan sonra, birkaç misilleme atışı ve iki sivil uçağı zorunlu inişe zorlamaktan başka bir şey yapmadı. Bu değişimin herkes tarafından gözden kaçan tarafı, Kürt hareketinin süreci bu duruma taşıyan etkisiydi. Gelinen noktada yeni bir Tamil katliamı başarısı, hayali sönerken,  PKK ile en azından Kolombiya gerillası ile olduğu gibi barış için mutlaka müzakere durumu ortaya çıktı. Hatta orada FARC, bazı liderlerini kaybetse de, Türkiye’de böyle bir durum da söz konusu değildi.

Bu gelinen durumda Türkiye’nin pozisyonuna sürekli destek olan İngiltere’ye, Robert Fisk bir empati yazısı ‘Cesur Küçük Türkiye ’nin  başlığı ile yazıyordu. “Hükümet nasıl bağırıyordu.  Bir komşu devletin yardımı ile ‘teröristler’,  hükümeti ve onun ordusunu yok etmeyi deniyordu. Destekçilerini havaya uçuruyor ve öldürüyordu. ‘Teröristler’ uluslararası sınırlardan geçiyor silahlar, sınır ötesinden nakliye ediliyor ve hükümetle savaşan asilere veriliyor, ‘ölümcül olmayan’ yardım muhalefete gönderiliyordu. Dört gün önce, aynı sınırdan geçtiğimde, etrafta bunu hatırlatacak bir şey bulamadım. Anlattığım şey Türkiye’den Suriye’ye değil, İrlanda Cumhuriyet’inden Kuzey İrlanda’ya.

Orada, kaya ve yeşil çimlerin düzlüğünün üzerindeki Newry caddesinin soluna doğru, bir zamanlar sınırı koruyan İngiliz askeri birliklerin olduğu, yerde havan toplarıyla yere serilmiş tel örgüler var. -IRA, Dundalk’tan çok sık saldırı düzenlerdi.-

Britanya-Kuzey İrlanda’nın destekçisi, 1969’da kendi Katoliklerine aniden, saldırdığında, binlerce Katolik mülteci sınırın İrlanda Cumhuriyet’i tarafına sel gibi aktı. Tanıdık geldi mi? Britanyalı paraşütçü askerler Warrenpoint’de pusuya düşürüldüğünde askerler, sınır ötesinde bir ‘teröriste’ ateş açarak karşılık verdi. O, da bir terörist değil, sadece masum bir tatilciydi. Bunun üzerine İRA, Dublin’in güzel banliyölerinde, konferanslar düzenledi. İngiliz hükümet havladı.

Tuhaf tüm bunlar nasıl unutuluyor. Şimdi o gözü pek, küçük Türkiye, Suriye rejimi karşıtlarına ev sahipliği yapıyor. Aslında kurban olan silahlı adamları, cephaneleri Suriye sınırının ötesine akıtıyor -Beşar Esad’ı devirmeye cesaretlendiriyor- hangisi kurban? İşgalci İngilizler, karşısındaki İRA ‘terörizmi’, ‘Alevi liderliğindeki alçak rejim karşısında, yiğit Suriye direnişi’ saçmalığına dönüştü. Şam demokrasi getirmek için Baasçı yardımcılarının ezilmesi gerekiyordu vs.vs.vs…”[5]

Robert Fisk bu karşılaştırma ile Suriye’de olanları, İngiltere’ye kendi yaşadıkları üzerinden anlatmaya çalışıyordu. Bu arada muhtemel Türbe saldırısı ile tahrik olabileceğini açıklayan Türkiye, ülke topraklarına doğrudan düşen bombayla 5 yurttaşının hayatını kaybetmesi karşısında, birkaç misilleme atışı ve hava çevirmesiyle, radar kontrolü yapması ile yetiniyordu. Türkiye indirilen sivil uçak konusunda, Suriye’nin uluslararası kamuoyunda destekleyicisi Rusya’yı da kısa bir sessizlikten sonra ikna etti. Rusya böyle ‘bir şeyler yapmalı’ misillemesine razı oldu. Kendi vatandaşlarının da olduğu sivil uçağın indirilmesini, Türkiye’nin hakkı olarak nitelendirdi. Ardından Rusya’da İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’la görüşme de bu kabulün bir parçasıydı tabi ki.

Her ne kadar, en azından bir polisiye romanı okumuş birisi bile Akçakale’ye düşen bombanın, Esad hükümetinin yaptığı bir şey olmasının çok saçma olduğunu çok kolay anlayabilse de bu tabii ki bir türbe sınırı ihlalinden, çok daha etkileyici bir tahrikti. En azından tampon bölge için yeterince güçlü bir tahrik…

Sınırı aşan saldırıların yarattığı durumlardan bir başkasının analizini de ABD’li Sosyolog  Profosör James Petras; Uruguay radyosu Radio Centenario’ya yapıyordu:

“Suriye’nin ikinci büyük kenti Halep’e yapılan terörist saldırıyı düşünelim. İki şeyi anlamak gerekir. Öncelikle Halep büyük bir çoğunlukla hükümeti destekliyor ve teröristlere karşıdır. Bunu da teyit edecek, iki şey söyleyebilirim; haberi burjuva basını bile ‘teröristler kenti işgal ediyor’ diye verdi. Yani kentin içinde hoşnutsuzluktan doğan bir muhalefet değil bu. Halep’te teröristleri destekleyen çok küçük bir sempatizan grup var. Kent halkı tarafından uzun süredir tanınan sadece birkaç kişi. ‘Türkiye sınırının bir çok yerinden silahlarıyla geçen teröristler kenti işgal etti.’ görüşümü medya bu şekilde teyit ediyor. İkincisi, ordu ve polise saldırıldığında, birçok mahalle işgal edildiğinde binlerce kişi teröristlerin korkusundan orayı terk etti. Yakalanan yüzlerce terörist arasında zulüm edenlerin büyük çoğunluğu Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan, Kuzey Afrika ve Libya’dan gelen yabancılardı. Yani dışarıdan gelenlerin, yabancı uyrukluların kenti terörize etmesiyle binlerce Halepli, kenti terk etmek durumunda kaldı. Yani Arapların bir kısmının, Katar ve diğer körfez ülkelerinin diktatörleri, tarafından finanse edilen uluslar arası teröristlerdir. Üçüncüsü denilebilir ki Türkiye sınır dışı bu müdahalesi, François Hollande’ın desteğiyle, İngiltere’de Cameron, Almanların, Amerikalıların destek olduğunu anlamak gerekir. Halep’teki olanları, Suriye’deki iç savaşın İslamcı teröristleri kullandıkları bir emperyalist müdahale olduğunu söylemek gerekir.”[6]  diyerek Petras bu süreci, emperyalist müdahalenin bir parçası olarak yorumluyordu ve ayrıca bir dış müdahale zaten vardı ve yapılıyordu.

 

Türkiye, Ortadoğu’nun Pakistan’ı Olacak mı?

Bu dış müdahalenin doğurabileceği ‘akrebin besleyeni sokması’ gerçeği, başka bir açıdan da geleceği etkileyecek. Robert Fisk yazıyor; “Daha da geri dönelim ve biz neredeyse aynısını 1980’den sonra Afganistan’da yaptık. Sovyetlere karşı, teolojilerine dikkat etmeksizin, mücahitlere arka çıktık ve bu adamlara silah akışını sağlamak için Pakistan’ı kullandık. Ve onlardan bazıları, Taliban ve besleme Usama Bin Ladin ve 9/11’deki akrep lokmasına dönüştüğü zaman ‘terörizm’ diye ağladık ve neden ‘Afganlar’ bize ihanet etti diye merak ettik. Bu hikaye dün, dört Birleşik Devletler Özel Kuvvetleri, nankör Afgan polisi ‘acemiler’ tarafından öldürüldüğü zamanda aynıydı.[7]

Bu dokunaklı olaylar döngüsünün trajedisinde Esad rejimi dehşet verici. Suriye iç savaşında onun haydut gizli polisleri, binlerce masuma işkence ederek ve öldürerek ve kişisel savaş suçları işleyerek, bir ulusu yok etmek yerine onu inşa etmesi gereken bir nesli yok ediyor. Ve Türkiye ise şimdilerde, cephanelik ikmali ve Suriye mücahitlerinin dinlenme ve rahatlama merkezi olarak Pakistan’ın rolünü almakta. Türkiye, Ortadoğu’nun Pakistan’ı olacak mı?”

Bu endişeye -Petras’ın söylediklerinin aksine- Fransa yeni devlet başkanı Hollande’da değiniyordu; “Uluslararası bir çatışma yaratmak, Suriye’nin sanki dışarıdan geldiği varsayılan bir saldırı karşısında birleşmesini sağlayabilirdi” ifadesini kullanıyor ve Fransa yönetiminin Suriye’deki muhalefete silah ve mühimmat göndermeyeceğini tekrarlıyor, “Silah gönderdiğinizde bunun sonunda kimin elinde kalacağından emin olamayız. Bu konuda Libya örneği var” diyordu.

Biz yine sorularla devam edelim akılları başlarına gelmiş bir batı mı belirlemeye mi başladı? Oriyantalist bakışın yansıması olarak, ‘hatalar yapsa da sonunda doğruyu bulan batı’ düşüncesinin doğmasını Mısırlı Marksist analist Samir Amin henüz 2003 yılında engelliyordu aslında; “Amerikan düzeni, içsel sinikliğiyle, Politik İslam’dan ikinci kez nasıl yararlanacağını da bilmektedir. Politik İslam’ın esinlediği rejimlerin -örneğin Taliban- barbarca “sapmaları” aslında sapma falan değildir, gerçekte kendi programlarının mantığı içinde yer almaktadır ve emperyalizm, eğer gerekirse, zalimce müdahale etmeyi uygun bulduğunda da suistimal edilebilir niteliktedir. Politik İslam’ın ilk kurbanları olan halklara atfedilen “vahşilik”, bu denli kutuplaşmış bir kapitalist genişlemenin mantıksal ve gerekli ürünü olan “küresel bir apartheid (ırk ayrımcılığı sistemi)”nin kabulünü kolaylaştıracak olan “İslamfobia’nın teşvik edilmesine muhtemelen katkıda bulunacaktır.”[8]

ABD tam da Samir Amin dediği gibi davranıyor yine. Demokrasi aşığı Türkiye’nin, Suriye’ye geçiş dönemi devlet başkanı olsun istediği Tarık Şara için, ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü  Nuland Suriye’de bir sonraki liderin seçilmesi tartışmalarının içinde olmayacaklarını söyledi. Ama hemen peşinden Esad’ın kendi vatandaşlarına barbarca saldırdığının altını çizen Nuland, gelecekte Suriye’yi kimin yöneteceğine Suriyelilerin karar vermesi gerektiğini ekliyordu. Bu arada ABD’nin Cumhuriyetçi başkan adayı Romney ise daha açık sözlüydü; Dünya genelinde daha güçlü bir liderlik göstermesi gerektiğini vurgulayan Romney, özellikle ‘Ortadoğu’da’ Amerika’nın liderliğine yönelik hasret duyulduğunu öne sürdü. Amerikan dış politikasının Ortadoğu başta olmak üzere her alanda yön değiştirmesi gerektiğini savunan Mitt Romney “Eğer Amerika liderlik etmezse çıkarlarımızı ve değerlerimizi paylaşmayan diğerleri eder ve dünya dostlarımızla bizim için daha karanlık hale gelir” sözleriyle dış politikasının çerçevesini belirleyen en net konuşmasını yaptı.

Romney’in sözünü ettiği ABD’nin liderliğine hasret muhalifler, her halde bugün Esad’a karşı savaşanlar olmalıydılar. İronik olan bu durumu, kendilerini belki anti-emperyalist ama mutlaka ki anti Amerikan tanımlamalarını, Samir Amin şöyle yorumluyordu; “Politik İslam, militanları aksini düşünse bile, anti-emperyalist değildir. Emperyalizm için paha biçilmez bir müttefiktir ve diğer yönü, bunu da bilir. Bu kolay anlaşılır bir şeydir. Zira siyasal İslam, her zaman Suudi Arabistan ve Pakistan’ın egemen sınıflarını, kendi saflarında sayar. Dahası, bu sınıflar, en baştan beri onun en aktif destekçileri arasındadır. Yerel işbirlikçi burjuvazi, yeni zenginler, mevcut emperyalist küreselleşmenin çıkarcıları, siyasal İslam’ı cömertçe destekler. Sonra anti-emperyalist bir perspektiften feragat edip ve açıkça sadece bir çıkmazla meşgul topluluklara öncülük eden ve bu yüzden dünya sistemi üzerindeki emperyalist kontrolün yayılmasına bir engel oluşturmayan, ‘anti-Batıcı’ (neredeyse ‘anti-Hristiyan’) bir pozisyonun yerine geçer.”[9]

 

Alternatif Sunacak Muhalefet Oluşturulabilir

Sorulara devam edelim o zaman Batı perspektifinden, bakarak incelediğimiz, bu süreçte bahsedilmeyen bir şeyler var gibi gelmiyor mu size de? Mesela Ortadoğu’daki her durumu açıklarken üçgenin bir köşesine İsrail’i -ki bence de haklı- yerleştiren bu yorumların sahibi Robert Fisk’in unuttuğu bir şeyler yok mu?  Tabii ki her Ortadoğu macerası sırasında adı anmadan geçilmeyecek olan İsrail, ABD, İran ve belki Türkiye ile birlikte başka birileri daha olması gerekiyor mu?

Bütün süreci soldan doğru izleyen, doğrudan emperyalizm olarak niteleyen James Petras, iki temel iç kuvvetin yanında bir alternatifin olabileceğinden bahsediyor; “… batı medyası demokrasi için mücadele edildiğinden söz ediyor. O halde, iki temel iç kuvvet var. Biri, ABD ve Avrupa politikasına tabii olacak bir rejimi dayatmak amacıyla hareket eden insanlar, Libya’da olanlara benzer yani Batı yanlısı güçler. Muhalefetin ikinci bir boyutu da, şu anda var olan laik rejime karşı dini bir rejimi dayatmak isteyen Müslüman köktendinciler. Dolayısıyla, otoriter ya da demokrasi ikilemi yalan. Bu, otoriter rejime karşı dinciler ve kuklalar arasında geçen bir mücadeledir.”[10]

Bunlar dikkate alınması gereken bazı açıklamalar. Peki, alternatif nedir? Öyle ya da böyle bir yanda Birleşmiş Milletler’in yaptırım desteği ve silahları ile isyancıları arkalayan emperyalizm ve diğer yanda baskıcı otoriter bir rejim var. Fakat bir olasılık daha var. Eğer onlara laik demokratik güçleri oluşturma olanağı sağlıyorsa, muhalifler arasında ve hatta rejimi destekleyenler içinde, anti-emperyalist politika ve laiklik korunarak daha demokratik bir alternatif sunacak muhalefet oluşturulabilir.

Bu güçler, ne devletten ne emperyalistlerden ne de onları gerçek bir seçenek gibi sunacak olan medyadan destek almamalıdır. Trajedilerden biri de: ülkenin yok olmasını önleyecek anlaşmalı barışçıl bir çıkış olasılığının bulunmasıdır.”

Biz sormaya devam edelim. Petras’ın bu tanımlamasındaki ‘antiemperyalist politika ve laiklik korunarak daha demokratik bir alternatif sunacak muhalefet’ iddiasında olan hiç mi yok?

‘KCK Yürütme Konseyi Başkanı’ Murat Karayılan “Kürtlerin yerinin neresi olacağı oldukça önemlidir. Bize göre Kürt halkı bu savaşta, mezhepsel temelde yürüyen savaşta Kürtler taraf olmamalıdır. Üçüncü bir çizgi olarak mücadele etmelidir. Bu çok önemlidir. Kürt halkının geleceği açısından bugün yürütülen siyaset çok önemlidir. Kürt halkı bölgede prensip olarak barış ve özgürlük taraftarı olmalıdır. Bunun için Kürt halkı taraf tutmamalıdır. Bilmeliyiz ki çıkarımız özgürlük ve demokraside vardır. Taraf tutmakla olmaz. Kendimiz bağımsız çizgide ısrar etmeliyiz. Ulusal çıkarımız bu temeldedir. En önemlisi bugün halkımızın içinde Sünni, Alevi, Şii, Yarsan, Ezidiler var. Yani  Kürtlerde de çok değişik inanç ve mezhepler mevcuttur. Ulusal birliğin korunması için, Kürt halkının birliği için biz bu mezhep savaşında yer almamalıyız. Taraf tutulursa Kürt halkı da parçalara ayrılır. Biz hareket olarak Kürdistan’daki tüm inançlara saygı duyuyoruz. Bunların hepsi Kürtlerin zenginliğidir. Korunmalıdırlar. Hepsinin özgürce ibadetlerini yapmaları gerekir. Demokratik ulus yöntemiyle yaklaşılmalıdır. Bu hakikati savunmak için bizim bu mezhep savaşında yer almamamız gerekiyor.”[11]

Batıdan bakıldığında bir türlü görünemeyen Kürtlerin tabii olduğu çifte standart sadece son yıllara ait değil. Bunu Samir Amin vurguluyordu;

“Kürt sorunu, İran ve Irak’da olduğu gibi Türkiye’de de bir gerçek. Fakat bununla birlikte batının gücü büyük alaycılık, çifte standartlarla uygulanmaktadır. Kürtlerin üzerindeki Ankara tarafından uygulanan polisiye ve askeri baskı, siyasi ve ahlaki şiddet asla İran ve Irak’ta yoktu. Ne İran ne de Irak Kürtlerin varlığını inkar edecek kadar ileri gitti. Ancak Türkiye Nato üyesi demokratik bir ülke olduğu için medya her şeyi affetti. Batının seçkin demokratlar arasında Nato’nun kurucu üyelerinden, Salazar’lı Portekiz de vardı ve demokrasinin az ateşli hayranları Yunan albayları ve Türk generalleri!”[12]

 

Oryantalizm mi? Emperyalizm mi?

Samir Amin’in açıkladığı bu bakışı, Chomsky de diğer açıdan şöyle tamamlıyor; “Dolayısıyla Batı, demokrasi tehlikesini azaltacak ve eski rejimi yeniden inşa edecek şekilde yaptıklarını düzenler. Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika devletleri için geçerli olduğu biçimiyle eski rejimi yeniden, yeni isimlerle inşa eder.

Dolayısıyla ABD, Mısır’da, mesela, Müslüman Kardeşler’den makul bir şekilde memnun olabilir, onların Şeriat çağrısı yapmalarını çok umursamaz. Onların ilgilendikleri şey neo-liberal politikalar uygulayıp uygulamadıklarıdır ki zaten bunu yapıyorlar. Müslüman Kardeşler ticaret odaklı bir parti, bu da ABD’nin global iktisadi kurallarıyla uyuşuyor. Dolayısıyla öyle ya da böyle kabul edilebilir durumdalar.”[13]

Dolayısıyla demokrasi bütün dünyada ciddi bir tehlikedir, Arap ülkelerinde de. Batı’nın uyguladığı politikalar eski rejimi mümkün olduğunca yeniden, yeni adlarla inşa etmektir. Bu emperyalizmin tarihi kadar eski bir gelenektir.

Yani Eduardo Galeano’nun da dediği gibi. ABD işine gelirse belki bir bağımsızlık hareketini destekleyebilir ama daha eşitlik ve özgürlük -demokrasi-  isteyeni asla.

Oryantalizm mi? Emperyalizm mi? Ya da her ikisi de ve her durumda, Kürtler oradan bakıldığında pek görünmüyor, herhalde. Özellikle süreci bu noktaya taşıyanlar hiç. O zaman yine sorularla bitirmek istiyorum. Kürt hareketi çuvaldızı da kendisine batırması gerekmiyor mu? Demokratik özerklik, Ekolojik demokrasi, Özgür komünler önerilerinin yani radikal katılımcı demokrasi önerisinin, entelektüel çevrelere, dünya soluna, Ortadoğu’da ve Avrupa’da isyanda olan halklara, anlatamamasının nedenlerini kendisinde aramamalı mı?

 

Yararlanılan Kaynaklar

[1]  Fisk, Robert, Al-Qa’ida Cashes İn As The Scorpion Gets İn Among The Good Guys,  The Independent, Monday 17 September 2012.
[2] Sallantıdaki Türkiye -Morton Abramowitz- http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48163
[3] Abramowitz, Morton, Turkey’s Unending Syria Problem, The National Interest, July 11, 2012
[4] Rick Rozorf, Global Research
[5] Fisk, Robert, Plucky Little Turkey Standing Up To Evil Syria? It’s Not As Simple As That, The Independent, Monday 8 October 2012
[6] Comentarios para CX36 Radio Centenario del Sociólogo Norteamericano, Prof. James Petras. Lunes 30 de julio de 2012. www.radio36.com.uy)
[7] A.g.e
[8] Amin, Samir, Politik İslam, 18 Aralık 2003 http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=295
[9] Amin, Samir, Politic Islam in the Service of Imperialism, Monthly Review, 2007
[10] Petras, James, Arap Bahar’ından Söz Etmeyi Sürdürmek Bir Saçmalıktır, 28 Ekim 2011, LaHaine-sendika.org
[11] Karayılan, Murat, Tezkere Kürtlere, İran, Suriye ve Irak’a Savaştır, 10 Ekim 2012, ANF
[12] Amin, Samir, Implosion of the European System, Monthly Review Volume 64, Number 5 –
[13] Noam Chomsky ile Röportaj http://eu.kurdistan-post.eu/manset/7134-chomskybatdyd-endieelendiren-demokrasidir.html
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.