Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgürlük, İlişki ve Demokrasi

Murat Aslan

Kapitalist modernitenin en büyük hedefi, insanlığın en büyük kaybı, Ortadoğu’nun en demokratik travması ve Kürdün oluk oluk kanayan yarası; ÖZGÜRLÜK(SÜZLÜK)!

Peki nedir özgürlük? Niçin her şeyin merkezinde yer alır. Ruhu özgürlükten olmayan şey niçin ölü hükmündedir?

Basit tabirlerle başlayalım, özgürlüğü tanımlama çabamıza; özgürlük, kapitalist modernitenin panzehiri, insanlığın varoluş sebebi, Ortadoğu’nun kurtuluş menzili ve Kürdün kanayan yarasının dermanıdır. Daha özlü bir ifadeyle belirtecek olursak, özgürlük varlığın hem kendinde içkin olan varoluş gerekçesi, hem de aynı gerekçelere dayalı varoluş halidir.

Varoluşsal amaç varlıkta “bütünselliği” zorunlu kılar. Zira “kendi farkına varan gerçek olarak hakikat bütündür”. Bu bütünlüğünün sağlanmasının neden sonuç, ilke ve ölçüleri vardır. Varlık kendiliğini özgürlük üzerine bina ettiği için, kendisini hapseden form çeperinden kurtulmak ister. Bu çeperden kurtuluş olayı öyle sanıldığı gibi çeperi parçalayıp ortalığa rastgele saçılmak anlamına gelmiyor. Tabi doğada ve toplumda çeperi parçalama ve görünürde rastgele savrulma durumları da hiç olmuyor demiyoruz ama kastettiğimiz şey doğal seyir ve özgürlük formasyonu ilişkisidir. Çeperi parçalamaktan ziyade, özgürlük varlıkların öz farklılıklarını yani kendiliklerini korumak suretiyle birleşip çeperlerini genişletmelerini ve bu sayede hareket alanlarını da genişletmeleriyle daha mümkün hale gelebiliyor. Bu durumda form yalnızca genişlemekle kalmayıp; niteliksel bir dönüşüm de gerçekleştirmiş oluyor. Bu durum, yok olmak veya ötekine dönüşmek yerine ortak sentez ve hatta sentezler sentezi içerisinde varlığını ve özgürlük alanını geliştirmeyi ifade ediyor. Fizik dünyası (atom altı dünyanın) şekillenişi, buradan kimya dünyasına geçiş; kimya dünyasından biyoloji dünyasına geçiş ve biyoloji dünyasından da sosyoloji dünyasına geçiş biçim ve bu dünyaların özgün şekillenişleri felsefi, bilimsel ve sosyolojik açılardan incelendiğinde yukarıdaki betimlemelerle ifade etmek istediğimiz gerçeklik daha bariz görülecektir. Tüm bu aşamalarda sürekli olarak birleşmelerin olduğu, bu birleşmelerin sürekli yeni sentezler yarattığı ve bununla üst bir varlığa üstün anlamında değil, dönüştüğü hemen fark edilecektir. Her üst varlık hacim olarak da yoğunluk olarak da çok daha geniş bir alanı kapladığı için daha fazla hareket imkânı sunarken, bunun yanı sıra içerisine farklı varlıkları aldığı için de daha geniş ve çeşitli bir ilişki imkânı sunar. Özgürlüğün anlam ilişkisi de buradan gelir.

Anlamak; varlıkların, anlam dalgalarıyla birbirinin zihnine ve eylemsel amacına akması olayıdır. Yani anlam dalgalarının iç içe geçip bütünleşmesidir. Kuantum fiziğinden de hatırlayacağımız üzere dalgalar birbirleriyle uyuşup bütünleştiklerinde müthiş güçlü bir dalgaya dönüşürler.

Benim bir varlığı anlayabilmem için hem benim o varlığın bilinç dünyasına girmem hem de söz konusu varlığın benim bilinç dünyama girmesi gerekir. Bu, eski bilimsel paradigmadaki özne-nesne ilişkisi yerine, özne-özne ilişkisinin geçmesini ifade eder. Bu durumda bahsettiğimiz varlıkların birleşerek form sınırlarını genişletip hareket imkanlarını arttırmalarını, iç içe geçen farklılıkların karmaşıklaştırıp sentezleyerek çok yönlüleştirdikleri anlam sayesinde bilincin yükselmesi ve hatta bu sayede biliş sahasının da genişlemesinden kaynaklı hafıza ve algılama kapasitesinin artması, varlığın amaçladığı özgürlüğü daha da mümkün kılar ve geliştirir. Bu bakımdan diyebiliriz ki özgürlüğe giden yol anlamdan geçer. Bir atom çeperinde ki enerjinin hareket alanı, o atom formunun sınırlarının el verdiği kadardır. Özgürlük düzeyi de o kadardır. İçteki enerjileri, atomları birleşmeye ve moleküle dönüşmeye zorlayarak kendi etkileşim alanlarını kat be kat artırmış olurlar. Bu belirlemelerden yola çıkarak şunu ifade edebiliriz. Varlığın özgürlüğünü geliştirmesi için birleşmeye, anlamda derinleşmeye ve genişleyen biliş sahasına ihtiyacı vardır. Dikkat edilirse varlık hem bilinç hem de form olarak birleşmeyle karmaşıklaşmaya ve sentezlenme yoluyla durmadan büyüyor. O halde diyebiliriz ki, özgürlük ve varoluş iç içe gerçekleşirler. Varoluşun durduğu yerde özgürlük durur; özgürlüğün durduğu yerde de varoluş durur. Yanı sıra oluşumun anlam ve amaç ile ilişkisi de belirginleşiyor. Anlam ve amaç oluşumun gerçekleşme sebepleridirler. Varlıktaki anlam özgürlük bilincini açığa çıkartır. Gelişen özgürlük bilincinin varlıkta özgürlüğü amaç haline getirmesi, varlığı kendini aşmaya zorlar. Bu durum oluşumu tetikler.

Bunların yanı sıra şunları da vurgulamakta yarar vardır: Bahsettiğimiz “açımlanarak, birleşerek ve karmaşıklaşarak oluşma” olayı öyle düz-çizgisel bir şekilde gerçekleşmiyor. Hatta hücreli canlıların oluşumuna giden süreci göz önünde bulundurarak şunları söyleyebiliriz: Canlılığı mümkün kılan birleşikler, kısırlaşan birleşiklerin çözülüp ayrışmasıyla oluşma olanağı bulabilmişlerdir. Kısırlaşan bir birleşiğin kısa bir süre sonra bozulmaya yüz tutup çözülmeye başlaması kaçınılmazdır. Çözülen birleşiğin bünyesindeki varlıklar yeni birleşmelerin bütünleşmelerin arayışına girerler. Bu sayede daha karmaşık yapılı varlıklar oluşurlar.

Varlıkta kısırlaşmalara yol açan başlıca nedenleri şöyle sıralayabiliriz:

Kısırlaştırmanın birincisi nedeni; söz konusu birleşimin doğal ve iradi olmayışıdır. Bir varlık eğer tamamen bir başka özne tarafından tasarlanıp oluşturulmuşsa, o daha en başından kısırlaştırılmıştır. Çünkü özden yoksundur. Eğer özgürlük özün açığa çıkarılmasını ifade ediyorsa, bu durumda özü olamayan bir varlığın özgürlüğünden bahsedilemez. Çünkü onda açığa çıkabilecek bir şey yoktur! Kısırlaşmanın ikinci nedeni; varlığa dışarıdan yapılan müdahalelerdir. Her varlık, kendisiyle ve kendisi olmayanla ilişki içindedir. Bu ilişkinin özne nesne ilişkisi olduğunu belirtmiştik. Fakat şimdi burada kastettiğimiz şey ilişki değil müdahaledir. Yani söz konusu varlığın nesne pozisyonuna düşürülmesidir. Özne olma erkini yitiren bir varlık özden de yalıtılmış demektir. Bu da özgürlük erkini yitirdiği anlamına gelir. Kapitalist modernitenin ısrarla varlığı özne nesne ayrımına tabi tutmasının nedeni de tam olarak budur.

Kısırlaşmanın üçüncü nedeni; her birleşmenin yapısında doğal olarak bulunan çelişkilerin normal seyrinin üzerine çıkarılıp sürdürülmeyecek kadar arttırılmasıyla içte oluşumun yerine yıkıma yol açmasıdır. Fiziksel, kimyasal, biyolojik ve sosyolojik varlıkların tamamının doğasında çelişki görmek mümkündür. Varoluşun doğasındaki diyalektiksel işleyişten kaynaklanır, bu durum. Ancak bilindiği üzere varoluşu mümkün kılan en önemli hususlardan biri de ölçüdür. Çelişki gibi hassas bir konuda ölçünün bozulması varlığı otofajik (kendi kendini tüketen) bir konuma sokar. Ayrıca unutmamalıyız ki bileşenlerde ki ölçü, sentez-varlığın niteliğini belirler.

Kısırlaşmanın dördüncü nedeni;  varlığın  bünyesinde suni-yabancı çelişkilerin oluşturulmasıdır. Burada artık sorun yalnızca ölçü sorunu değildir. Ölçüsünden bağımsız olarak çelişkinin doğal olmayışı varlığın bünyesine bir kanser hücresi gibi hareket etmesine neden olur. Yapay çelişkiler içeriye dışarıdan sokulan çelişkilerdir. Oluşumdaki doğal akışı bozarak kanserleşmeye yol açarlar.

Buraya kadar anlatmak istediklerimizi biraz toparlayacak olursak; varlığın oluşumdaki amaç da onun oluşunu mümkün kılan güç de özgürlüktür. Özgürlük esaret ikilemi varlık yokluk ikileminin ruhunu teşkil etmektedir. Varlık özgürlüğe dayandığı için, kaçınılmaz olarak bütünleşmeye meyillidir. Bunu insan şahsında daha da somutlaştırabiliriz; özgürlük isteminin varlıkta neden olduğu birleşme insan açısından toplumsallığı ve örgütlülüğü ifade eder. Yani insan özgürlük için toplumsallaşmaya ve örgütlenmeye odaklanmaya mahkûmdur.

Kendisi dışındaki varlıklarla bütünleşmeye kapalı olan bir varlık kısırdır. Kısırlaşan bir varlığın, oluşumunu sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu arada kısırlıktan kastımız kendisini nicel kopyalayarak çoğaltmamak değil, nitel gelişim ve dönüşüm yeteneğini kaybetmektir.

Oluşumunu sürdüremeyen bir varlığın özgürlük alanını geliştirebilmesinden söz edilemez. Daha da vahim olan şudur ki, kısır varlık durmadan bozulmayı ve çürümeyi yaşayarak ta ki en sonunda kendiliğini yitirinceye kadar.

Şimdi şu naçizane felsefi-bilimsel tahlil ışığında, esaret altında soykırım kıskacına alınarak kendisine yokluk dayatılan Kürdün durumuna değinmek istiyoruz.

Özgürlük esaret ikileminin varlık yokluk ikileminin ruhunu teşkil ettiğini vurgulamıştık. Kürtler bugün itibariyle dünyada statüsüz esir pozisyonunda tutulan en büyük halktır. Bu durumun birden fazla nedeni olmakla birlikte en temelde üç neden sıralamak mümkündür.

Birincisi; varlık olarak Kürdün yaşadığı derin parçalılık

İkincisi; mekân olarak Kürdistan’ın yaşadığı derin parçalılık

Üçüncüsü; zaman olarak Kürdün hep başkasının anını yaşaması veya yaşamak zorunda bırakılmasının kendi zamanında yarattığı derin parçalılık.

Kürdün Ortadoğu’da Kürt kapanında içine alındığı kıskaç zamana yaydırılmış sistemli bir soykırım kıskacıdır. Soykırım yok oluşu ifade eder. Yok oluş formunun esaret formu üzerine bina edilmiş olmasına şaşırmamak gerekir. Esaretin ancak parçalılık zemininde boy verdiğini gözlemliyor ve nedenini anlayabiliyoruz. Bu durumda formülü şöyle oluşturmamız mümkündür;

PARÇALILIK =>ESARET =>YOKLUK

BİRLİK=> ÖZGÜRLÜK=> VARLIK

Varlık olmadan nasıl birlik olunabilir sorusu sorulabilir; bu denklemde Kürt alt gruplarının birleşmesi Kürtlükte varlık bulmasıdır kastedilen.

Kürtlerin önünde iki hakikat durmaktadır. Ya mevcut parçalılığa razı olup esaretini sürdürüp dağılıp yok olmaya mahkum olacaktır. Ya da güçlü bir birlik oluşturup özgürlüğe zemin aralayarak kısırlaşmış olan oluşumunu yeniden mümkün hale getirecektir.

Varoluşsal amaç varlığın bütünleşmeye meyletmesini sağlar. Temel varoluşsal gerekçe özgürlüktür. Bütünleşme kesinlikle ekletizm değildir. Toplumsal bütünleşme kompleks bir sentezle ortak üst bir kültür ve kimlik yaratıp orada belirginleşmeyi ifade eder. Kürt toplumsallığı soykırım kıskacına alındığında varoluşsal gerekçenin karşı konulamaz bir gereği olarak güçlü direnişler gösterdi. Ancak gelgelelim bu direnişlerin formu da Kürdün mevcut formundan çok çok daha fazla parçalıydı. Parçalı olduğu için bir sosyal benliği oluşturamadığı için neresine vurulduysa yalnızca orası hissetti acıyı; haliyle yalnızca orası direndi. Ezidi, Zerdeşti ve Alevi Kürt ayrı direndi, ulusalcı Kürt ayrı direndi, Aşiretçi Kürt ayrı direndi.. Kürt direndi ama hangi Kürt? Hangi gerekçeyle? Hangi felsefi bilimsel hakikatler ışığında direndi? Bu direnişler neden birleşemedi? Neden kazanılamadı?

Çünkü özgürlük bilinçsiz bir refleks olarak isyanları tetiklese de bilinç sahasına çoktan beri unutturulmuş anıları dahi silinmişti. Hal böyle olunca özgürlük odağa alınmamış ve bütünleştirici ortak bir odak oluşturulamamıştı. Özgürlüğün yerine ya dar çıkarları koruma mücadelesi ya da mülk olarak toprağa hakim olma gayesi öne çıkmıştır. Bu durumda bir hizbin tüm ülkeye egemen olma biçimiyle olmuştur. Bir bütüne hükmetmesi totalitarizm ve faşizm olur. Doğal kendinden varoluşa aykırıdır. Özgürlüğe tamamen terstir. Ne acı ki Kürt alt varlıkları ekseriyetle böyle yaklaştılar birbirlerine. Belki bu noktada Kürdün Kürt ile Kürdün Kürt olmayan ile Kürt olmayanın da Kürt ile ilişkilenme biçimini incelemek gerekir.

Mutlak nesne yoktur. Ama eğer bir mutlak nesne olsaydı mutlak bir kendisizliğe sahip olurdu. Bu durumda olan bir varlığın kendi kendine ulaşması iki nedenden ötürü imkânsız olurdu.

Bunun birinci nedeni; mutlak nesne olmanın trajik mutlak iradesizliği olurdu.

İkinci neden ise; söz konusu varlığın, erişmek isteyecek olsa bile erişebileceği bir kendiliğinin olmayışı olurdu.

Belki “Kürt bir mutlak nesne haline getirildi” demek, Mutlak kavramından ötürü abartılı olabilir. Ama zaten mutlak nesne yoktur; fakat ilişkide nesne olma halinin derinlik durumu vardır. Dolayısıyla Kürdün hali mutlak nesne olmasa da bundan çok da uzak değildir. Ana olgu olarak Kürdün kendisiyle ilişki biçimi “ilişkisizliktir”. Ancak daha alt olguların (Kürt alt kesim, parti, örgüt ve diğer topluluklar) birbirleriyle ilişkileri ya ilişkisizliktir ya da en iyi ihtimalle özne nesne ilişkisidir. Ana olguda ki özne tamamen sağaltılmışken alt olgulardaki özne ise diğer Kürt alt olgularına karşı kendini ben merkezci bir konumda tutup işgalci sömürgeci güçlere karşı da nesne pozisyonuna sıkıştırılmıştır. Bir toplumun kendisiyle ilişkisi bu hale gelmişse veya getirilmişse o toplum kendisini dış dünyaya karşı nesne olmaya mahkûm etmiştir. Özne olmadan özgürlük mümkün değildir. Bu nedenle Kürtler her şeyden önce birbirleriyle (özünde Kürt kendisiyle) kendilik ilişkisi ki bu varlığın bütünlüğünün farkındalığını işaret eder ya da en azından özne nesne ilişkisi yerine özne özne ilişkisi kurmak zorundadır. Bunun mümkün olan en geniş zeminini oluşturmalıdır. Kürt Özgürlük Hareketinin yıllardır ısrarla gerçekleştirmek istediği ulusal kongrenin işte böyle hayati bir önemi vardır. Bu çaba özgürlük hareketinin konunun hakikatine derinliğine vakıf olduğunun göstergesidir ve bu anlamıyla umut vericidir.

Tarihte bu konu ile ilgili pek çok çarpıcı örnek vardır. Bunlardan bir tanesi İsrail’in kuruluşuna giden süreçtir. Ufak bir mukayese belki Kürdün parçacılığının derinliğini anlamak için yardımcı olacaktır. Theodor Herzl 1896’da “Yahudi Devleti” adındaki meşhur kitabını yayımladığında henüz ortada ne İsrail devleti vardı ne Siyonist örgütü vardı ne de Siyonist kongre vardı. Yalnızca kendilerini siyon aşıkları olarak tanımlayan irili ufaklı yüzlerce farklı örgüt, fraksiyon tarikat vb. gruplar vardı. Bunların birçoğunun çok derin ideolojik, politik çelişkileri vardı. Bunun yanı sıra Yahudiler uzun zamandır dünyanın çok farklı yerlerine dağıldıkları(ya da dağılmak zorunda bırakıldıkları) için söz konusu grupların belirgin kültürel tezatlıklar ve çelişkilere sahip olduklarını tahmin etmek de zor değildir. Tüm bu parçalılıklara rağmen “Yahudi Devleti” adlı kitabın yarattığı olumlu havadan aldıkları cesaret ve ilhamla, Theodor Herzl öncülüğünde, 1897’de Basel’de ilk Siyonist Kongreyi toplamayı ve bu kadar çok çelişkileri olan örgütlerle ortak bir örgütlenmeyi ifade eden Dünya Siyonist Örgütünü kurmayı başardılar. Peki ya Kürtler niçin onlarca yıldır ( ve hatta yüzlerce yıldır) bir araya gelmemekte ve ortak bir güç havuzu yaratamamaktadırlar?

Kürt varlığındaki çelişkiyi iyi çözümlemek gerekir. Kürt varlığında hem doğal çelişkiler normal ölçünün çok üstüne çıkarılarak antagonist bir düzeye vardırılmış hem de doğal olmayan bir dizi çelişki yaratılmıştır. Yukarıda bu durumun varlıkta yol açtığı kısırlaşmaya değinmiştik. İşte Kürt varlığını kısırlaştıran birleşmesini ve nitel anlamda oluşmasını engelleyen hususlardan biri de budur. O halde öncelikle toplumsal düzlemdeki doğal çelişkileri antagonist düzeyden çıkarmak normal seyrine kavuşturmak ve doğal olmayan çelişkileri de iyi tespit edip ortadan kaldırmak gerekiyor. Dinsel, mezhepsel, ideolojik, politik, fraksiyonel ve sınıfsal tüm çelişkiler bu temelde ele alındıklarında çözüm mümkün hale gelir. Kürt toplumsallığının parçalılığını derinleştirmek için dışarıdan müdahalelerle yaratılan çelişkiler bir tarafa bırakıldığında geriye kalan sorunların hepsi Kürtler için birer iç mesele konumuna düşerler ki aslı da öyledir. İç sorunlar kolektif yoğunlaşmalarla aşılabilirler. Bu yapılmadığı müddetçe özgürlük sorunu aşılamaz. Kürdün yaşadığı bu kaotik durumum bu satranç açmazını aratmayan hal özsel değildir. Kürdün tarihinde Medya ve Mitanni gibi zihin esnekliğine, kültürel estetiğine ve savaş kabiliyetine gıpta ile bakılan hayranlık uyandırıcı süreçler vardır. Bugün aynı ruh Rojava’da dünyanın görmezden gelemeyeceği kadar belirgin kılmıştır kendisini. Bugün Kürt toplumsal kesimleri kendi aralarındaki sahte ve kötü niyetlice oluşturulmuş çelişkileri bir tarafa bırakıp özleriyle yeniden bütünleşmeyi başardıklarında tekrardan aynı tarihsel pozisyonu almaları ve başta Ortadoğu olmak üzere dünya insanlığının özgürlük ilhamı olmaları işten bile değildir. Mevcut durumda hem söz konusu çelişkilerden hem de bunların yol açtıkları parçalılıktan dolayı Kürt’teki hakikat algısı da ciddi bir parçalılığı yaşamaktadır. Hakikat algısının parçalı olduğu haller zihnin esnek muhtevasının yitirmesini ve katı dogmalara hapsolmasını ifade eder. Bu durumda değersizlik ve fetişizm iç içe yaşanır. Kürtlüğün içine konulduğu durum tam da bu tutarsız ikilemi ifade eder. Özgürlük gibi varoluşun en temel gerekçesi olan bir hakikat değersizliğe terk edilirken ailecilik, aşiretçilik, mülkiyetçilik vb. olgular başat değerler haline getirilmişlerdir.

 

İlişki Ne Kadar Çok Demokratikleşirse, O Kadar Çok Özgürleştirir

Hakikatin potansiyeli olan anlam zihnin esnekliği konusunda belirleyici bir role sahiptir. Eğer anlam oluşmuşsa ve nitelikli bir derinliğe ulaşmışsa zekaya çok yönlü bakabilme potansiyeli kazandırarak zihni esnetir. Eğer bir anlam artırımı gerçekleşmemişse çok yönlü bakabilme özelliği kazanmak da mümkün değildir. Bu durum ise zihni köreltir, katılaştırır, tek yönlüleştirir. Bu durumdan kurtulmak için zihniyet devrimi şarttır. Peki bu zihniyet devrimi nedir ve nasıldır? Öncelikle devrim denilen olayın bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığını bilmemiz gerekir. Ancak bütünlük kavramıyla devrimi doğru ifade edebiliriz. Bütünlük big bang öncesinden evren üstü olanlara yani zamanın ötesine uzanır. Müthiş bir ilişki ağı geliştirir. Aslında ilişki başroldedir.

Bütünlüğün yani varoluşun olması için ilişkinin olması zorunludur. Öyleyse nasıl bir ilişki? Karşılıklı anlam dalgalarıyla ortak ekseni yakalayabilmiş, aynı anda hem evrenle hem de atom altı parçacıklarla (sosyolojide bu evrensel toplumu ve toplumsal bireyi ifade eder.) bütünleşebilmiş bilinçli kendini bilen bir karakter oluşumuna hizmet eden bir ilişki olmak mecburiyetindedir. Şüphesiz ki bu ilişki geniş ağlar halinde (yani son derece çeşitli ve karmaşık) olmalıdır. İşin bu kısmı yalnızca varlıklar arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Oysa bir de zamanın bütünlüğü sağlayan ilişki ağları vardır. Burada kastettiğimiz şey anlar arasındaki sistematiğidir. Toplumsal kesimle açısından bu durum senkronizasyonu ifade eder. Bu ezelden ebede uzanan sonsuzluğun nakışlı örgüsü gibidir. Varlık ve zamanda ki bu bütünlüklerin de ana bütünlüğün iç içe iki ana dalı olduğunu söyleyebiliriz. İndirgemeciliğe düşmeden bu sürecin toplumsallıkta nasıl geliştiğini görmek kavramak ve buna göre yaşamak, çalışmak devrimi an be an mümkün kılmak değil de nedir?

Değersizlik ve fetişizm ikileminde açığa çıkan sorun da ölçü sorunudur. Bütünlüğün neden sonuç ilke ve ölçüleri vardır demiştik. Varoluşta ölçünün rolü ve önemi bilinmektedir: en basit deyimle ölçü potansiyel haldeki varlığın kaderini belirler. Yalnızca bununla da sınırlı kalmaz. Mevcut varlığın geleceğini de belirler. Ancak özgürlüğünü yani özne halini koruyabilen varlıklar kendi ölçülerini belirleyebilirler; dolayısıyla anda nasıl yaşayacaklarına ve gelecekte neye dönüşeceklerine kendileri karar verebilirler. Oysa özne olmaktan düşmüş toplumlarda, durum bunun aksinedir. Mesela Kürt için welat(vatan) kavramı fazla bir anlama ifade etmezken, ufak bir şahsi arazi, tarla vb. namusa konu edilebilir ve uğruna ölümüne girilecek bir kavganın sebebi sayılabilir. Bu durum, esas olan toplumsal aidiyetin silikleştiğini tali olan özel mülkiyetin öne geçtiğini gösteriyor. Farklı örnekleri de vardır. Örneğin; Kürt işbirlikçi elit tabakası ve hatta milliyetçilik iddiasında bulunan birçok parti ve fraksiyon da dahil; sömürgecilerle iş birliği yapıp birkaç kuruş para veya bir köy ağalığını bile aşmayan bir konum için koca bir ülkeyi sömürgecilerle peşkeş çekerken, yeryüzündeki bütün paraları toplasalar bile bir ülke satın alamayacaklarını bilmemektedirler. Ülke asla sadece toprak değildir. Ülke tarihtir, kültürdür, hafızdır, karakterdir, kaderdir… Kürt işbirlikçisin de bu durum derin bir anlam yitiminin ve hakikat yabancılaşmasının ifadesi olmaktadır. Bu konumdaki kişi ve kesimlerin pozisyonları kendi varlıklarına ihanettir. Anlamsızlık ya da anlam yitimi yeryüzünün en lanetli durumunu ifade eder. Kendisiyle birlikte umutsuzluğu, ölgünlüğü ve kanıksamayı getirir. Böylece ruhsal teslimiyet, manevi çöküntü ve en sonunda hiçlik egemen olur. Anlamdan yalıtılmış varlığın en temel sorunlarından biri de biliş hakimiyetini yitirmesidir. Biliş hakimiyeti bilincin beslenmesi ve uzak durması gereken kaynak ve kanalları ifade eder. Bilinci belirleyen şey bilişe yön veren öznedir. Eğer özne bilincin kendisiyse biliş hakimiyeti yitirilmemiş demektir; ama eğer özne başkası ise biliş hakimiyeti yabancı öznelere kaptırılmış demektir. Bunu özellikle toplumsallık açısından ifade ediyoruz. Bu tür durumlarda algılar ve olgusal gerçeklikler karmakarışık bir hal alır. Hakikatin potansiyeli olan anlam yitikleşince kaçınılmaz olarak hakikat de yitikleşir. Kürt toplumsallığında bu yönlü bir zihinsel karmaşa bulanıklık sömürge ve parçalılık olgularının tahlilinde açığa çıkar. Çoğu kez Kürdistan’ın sömürge olduğu için parçalı olduğu zannedilir. Oysa böyle bir okuma hakikatin tersten okunmasıdır. Elbette bir yer sömürgeleştirildikten sonra orayı daha fazla parçalamak daha olanaklı hale geliyor. Burada bu gerçekliği inkar etmiyoruz. Ancak bir coğrafyayı yani ülkeyi parçalamadan orayı sömürgeleştirmek imkansızdır. Bir ülkeyi parçalamak ise ancak ve ancak o ülkenin halkını parçalamakla mümkündür. Yani Kürtler parçalı oldukları için Kürdistan parçalıdır. Kürdistan parçalandığı için de sömürgeye açık hale geldi ve nihayetinde sömürgeleştirildi. İşte bu basit tahlil bile güçlü bir çıkışın kapısını göstermeye yetmektedir. Kürdistan’ın birleşmesi de sömürgeden kurtulması da ancak Kürtlerin birleşmesiyle mümkündür.

Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın her parçasındaki Kürtler ve oralarda yaşayan diğer kadim halklar da dahil siyasal, ideolojik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal vb. anlaşmazlıklarını bir tarafa bırakarak ya da en azından asgari müştereklerde birleşmeyi başararak, ulus-devletler arasında lime lime edilmiş, Kürdistan’ın bağrında ki bütün ölümcül sınırları doğal olarak anlamsızlaştırabilirler. Bu çözüm demokratik ulus perspektifiyle mümkündür. Sömürgenin sonlanmasına ve özgürlüğün hâkim olmasına giden yolu açar.

Varlık bütündür. Bu bütünün içerisindeki her tekil özel bir konuma ve anlama sahiptir. Ancak hiçbirinden üstün değildir. Dolayısıyla varlıklar birbirlerini şu veya bu düzeyde etkilerler. Bu etkileme olayı tek yönlü değil, etkileşim biçiminde gerçekleşir. Kürdistan siyasal bir varlık olan Ortadoğu’nun kalbi konumundadır. Öyle ya ancak kalbinden yaralı olan bir varlık bu denli derin krizler ve acılar çekebilir. Dolayısıyla Kürdistan’ın demokratik ulus formülü ile özgürleşmesi Ortadoğu’nun kurtuluşuna giden yolu da açacaktır.

Demokratik ulus çözüm modeli ulus-devletlerin katı sınırlarını anlamsızlaştırmayı, birin bütüne egemen kılınmasını yadsımayı ve katı merkeziyetçi yönetim biçimleri ki, bu yönetim değil iktidardır. Yerine demokratik özerklik ve özyönetim ilkelerini esas alır. Buna göre Kürdistan’daki her kadim topluluğun kendini yönetme ve savunma hakkı vardır. Bu modelin en önemli özelliklerinden biri de kimsenin kendini ötekine dayatmaması, kendine benzeştirme arayışına girişmemesidir. İşte bu, birlikte yaşamayı çok daha olanaklı hale getirir. Zira burada ilişkinin ruhunda demokrasi vardır. Bir ilişki ne kadar çok demokratikleşirse, o kadar çok özgürleştirir.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.