Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplum, İdeolojisiz Olabilir Mi?

Kenan Avcı

“Tarihin tüm önemli çağları güçlü ideolojik kimliklere dayanmaktadır. Neolitik toplum anatanrıça kültürü, bu çağın temel ideolojik kimliğidir. Sümer mitolojisi, tüm sınıflı toplum çağlarının ideolojik kimliğinin ilkini ve temelini oluşturmaktadır. (…) Yunan felsefesi ve tek tanrılı dinler, klasik ve orta çağların ideolojik kimliklerinin tümüne damgasını vurmuşlardır. Rönesans, reform ve aydınlanma dönemleri kapitalist uygarlığın ideolojik kimliğini oluşturan temel aşamalardır. Sosyalist ideoloji sınıfsız toplum uygarlığının ideolojik kimliği olmak istemiştir. Bütün bu ideolojik kimliklere baktığımızda doğan ve gelişen toplum sistemlerinin bu kavgalarını yansıttıklarını görmekteyiz. Sistemlerin kaderi öncelikle ideolojik kimlik savaşında tayin edilmektedir. İdeolojik savaştan geçmemiş hiçbir ideolojik sisteme tanık olamamaktayız.”(SRD-1)

Destmon De Traky, 1812 tarihinde ideoloji kavramını tanımlayıp, düşünsel dolaşıma soktuğu zaman, ürettiği kavramın bu kadar etkili olacağını, tartışılacağını ve manipüle edileceğini muhtemelen tahmin etmiyordu. Çünkü o, ideolojiyi mantık gibi, egoistemoloji gibi, felsefenin bir alt dalı olarak, disipline etmek istiyordu. Yunanca’da düşünce anlamına gelen “ide” kelimesiyle bilim anlamına gelen “loji” kelimelerini birleştirerek, ideoloji kavramını “Düşünce bilimi” anlamında yapılandırmak ve dizgisel temelde kavratmak istiyordu. Doğru düşünce nasıl olmalıydı? Düşünce ve fikir üretim süreçleri hangi kıstaslar esas alınarak, tamamlanmalıydı? Üretilen düşüncelerin doğruluğu veya yanlışlığı hangi yöntemlerle ispatlanmalıydı? Yararlı düşünceyle zararlı düşünceler, birbirinden nasıl ayırt edilmeliydi gibi noktalara dikkat çekiyordu. Fransa Devrimi’ni takiben, Avrupa’da patlama yaratan felsefi, sosyolojik ve politik tartışma ortamında, düşünsel arayışlara nitelik ve sistem kazandırmayı amaçlamaktaydı. Yani çıkışı itibarıyla ideoloji nosyonunun, toplumsal yaşamda ve politikayla doğrudan bir ilişkisi veya teması bulunmamaktaydı. Tamamen Fransız entelijansiyasının kendi aralarında yürüttükleri soyut tartışmaların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı.

Kavramı soyuttan, somuta doğru kuvvetten, fiile inme sürecinde öncülük eden düşünür,Karl Marks olduğu bilinmektedir. Marks’ın ideoloji kavramını dar akademik tartışma alanlarından çıkarıp sınıfla ilişkilendirerek politika zeminine oturtması kavramın yeni bir boyut kazanıp daha geniş bir yaşam alanı bulmasına vesile olmuştur. Bu açıdan kavramın isim babası Trayel olsa da, ona ruh ve beden kazandıran filozof Marks olmuştur. Onu en doğru zemine çekmiş olsa da, kavramın Marks`ın bıraktığı yerde kalmadığını ve zamanla daha geniş anlamlar içerimlemeye başladığını önemle belirtmek gerekmektedir. Marks, ideolojiyi politik zemine çekmişti ama yaşamın bütünüyle baığını tam kuramamıştı. Marks`a göre kapitalizm, burjuvazinin hakim ideolojisiydi ve sınıf egemenliğine hizmet etmekteydi. Buna karşılık proletaryanın, bilimsel sosyalizme dayalı sınıf ideolojisi yaratılmalı, bu sınıf ideolojisinin önderliğinde insanların nihai kurtuluşu sağlanmalıydı. Bu bağlamda felsefi temelini diyalektik materyalizm, bilimsel temelini tarihsel materyalizm ve politik temelini proletarya diktatörlüğü olarak koyduğu ezilen sınıf ideolojisini yapılandırmıştır. Marks ezilen sınıfların ancak bu ideoloji vasıtasıyla kendiliğinden bilinç aşamasından, kendisi için bilinç aşamasına geçebileceği ve özgür iradeleriyle mücadele edebileceğini düşünmüştür.

İdeolojinin, egemenlerden kurtarılıp tüm topluma mal edilmesi, dönüm noktası önemli bir gelişmedir. Prometheus’un ateşi tanrılardan çalıp, insanlara sunması gibi Marks’ta ideoloji kavramını egemenlerden alıp, ezilenlere armağan etmiştir. Çünkü Marks, insanın ancak, toplum düzleminde düşünsel gelişme evresine girebildiğini çok iyi kavramış, insanı anlamak için onun toplumsallığının ve tarihselliğinin doğru çözümlenmesi gerektiğini saptamıştır. Çizgisel ilerlemeci tarihsel materyalizm anlayışının, paradigma bünyesinde barındırdığı eksiklikler bir yana, toplumun tarihselliğinden hareketle ezilenler cephesinden dört-dörtlük bir ideolojik inşaya girişmek, toplum adına kayda değer bir kazanım olmuştur. İlk defa Alman ideolojisi üzerine tezler adlı eserlerinde çerçevelendirmeye başladığı ideolojik perspektifi, ezilen insanlığın elinde önemli bir düşünsel direniş aracı haline gelmiştir.

Marks`ın ardından, Louis Althusser`ın geliştirdiği “İdeolojik Devlet Aygıtı” teorisi ve Antonio Gramsci`nin ortaya koyduğu “Kültürel Hegemonya” perspektifi kavramın öteki yüzüne ışık tutarak, konuyu iki boyutta ele almanın zaruretine dikkat çekmişlerdir. Zira ideoloji kişinin nereden baktığına ve ya nerede durduğuna göre farklılık arz edebilmektedir. Dolayısıyla ezilen tahakkümcü ideolojisi ile ezilen özgürlükçü ideolojisini net çizgilerle birbirinden ayırmak, sapla samanı karıştırmamak adına hayati öneme sahiptir. Bu noktada “zararlı ideoloji”, “faydalı ideoloji” gibi daraltıcı tanımlamalara girmekten ziyade, ideolojinin genel anlamda ne olduğunu ve toplumsal yaşamda nasıl bir işlevselliğe sahip olduğuna bakmak gerekmektedir.

Abdullah Öcalan ideolojiyi şöyle tanımlar; “İdeoloji insan toplumuna özgüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırma ve düzenlemedir. Bu anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz. Dehşete düşer. İdeoloji bu nedenle hayli ilginç bir sorundur. Kelime anlamı fikirlerin mantığı demektir. İnsan toplumu fikirler mantığıyla çok esnek bir doğa olarak biçimlendirilmeye, özgürleşmeye yakındır ama bu özelliğiyle köleleştirilmeye de yatkındır. İdeoloji hem sorun çözücü hem sorun kaynağı olması yapılanmasıyla ilgilidir.”[DTM-4] Görüldüğü gibi ideolojinin etkinliği toplumsallaşmış insan zihniyetinin, esnekliğinden beslenmektedir. Bu perspektiften şu sonucu çıkarmak mümkündür. İdeolojiyi silah olarak kullanıp, toplumu ve bireyi esir almak da, koruyup özgürleştirmek de olasıdır. Bura da önemli olan şey, ideoloji aracının kimin hangi amaçla kullandığına dikkat kesilmektir.

Dikkat edilirse şu yersiz tartışmaya girmiyoruz. “İdeoloji olmalı mı, olmamalı mı?”, “Toplumlar ideolojisiz yaşayabilir mi, yaşayamaz mı?” gibi kısır tartışmalar, egemenlerin oluşturduğu basit daireye hapsolup, hakikati bükme anlamına gelecektir. Çünkü toplumsal yaşamın, ideolojisiz mümkün olmayacağı hususu, artık genel kabul gören, ortaklı bir tutum halini almıştır. Toplumsal döngüde varlık gösteren her insan, farkında olsun veya olmasın, mutlak anlamda bir ideolojinin hizmetindedir. Tüm yaşam ve davranış örüntülerimiz ya egemenlerin tahakkümcü ideolojileri ya da direnenlerin özgürleştirici ideolojileri ya da bunların kesim noktaları yön vermektedir. Çünkü paradigma sözlüğünün de tanımladığı gibi ideoloji; “Siyasi veya toplumsal bir öğretiyi meydana getiren ya da siyasi veya toplumsal eylemi yönlendiren düşünce ve inanç işleri sistemi” dir. Aynı zamanda ideoloji; “bir topluma, bir döneme ya da toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütünü, insanların kendi varoluş koşulları ve ilişkilerinden doğan yaşam tarzlarıyla ilgili tasarımların tümü” dür. Yani ideoloji, kendisinin farkına varan yaşamdır. Başka bir deyişle yaşamın kendisini keşfetme ve tanımlama sürecidir. Bu açıdan ideoloji kavramını Marks`ın yaptığı gibi, politikanın alanıyla sınırlandırmak da kendi içerisinde ciddi yetersizlikler barındırmaktadır. Öcalan bu yetersizliği görmüş ve “ideoloji yediğin ekmek, içtiğin su, giydiğin elbisedir” tespitiyle konunun tüm sınırlarını kaldırmıştır. Gerçekten de öyle değil mi? Yaşama dair olan tüm tercih, karar ve davranışlarımız en nihayetinde zihniyet kodlarımızla uyuşan, belirli bir ideolojinin izlerini taşımaktadır. Düşündüğünün farkına varan ilk insandan günümüze kadar, toplumların yaşamlarını idame ettirebilmek için, fikirler üretmeleri, soyutlamalar yapmaları, araçlar geliştirmeleri ve tüm bunların ışığında örgütleyip, eyleme geçmeleri ideoloji değil de nedir? Gerek doğanın işleyişinden gerekse de toplumsal örgütlenmelerin eksikliklerinden doğan, eksiklikleri gidermek ve yaşamı olabildiğince katlanılabilir hale getirmeyi amaçlayan tüm arayışlar, ideolojilerin çekim alanına girmektedir.

 

Toplumcu ve Devletçi İdeolojiler

O halde şu tespiti yapmak da yanlış olmayacaktır. İdeolojiyi üreten, geliştiren ve pratize eden mekanizma toplumsallıktır. Çünkü ideoloji düşünce gücünden öte bir şeydir. Elbette insan düşünen bir varlık olduğu için ideolojiler üretme yeteneğine sahiptir. Ancak salt düşünce gücü ideolojik yapılanma anlamına gelmemektedir. İnsan düşünebildiği için değil, toplumsal davranış sergileyebildiği için ideolojik çerçeveler geliştirmiştir. Bunun ispatı, toplumsal gelişme düzeyi ile ideolojik gelişme düzeyinin, tarihsel akış içerisinde gösterdikleri ‘doğru orantısal’ ilişkidir. Toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça ideolojik örüntülerin, derinleşmesinin nedeni budur. Bir adım daha geri çekilip şu iddialı yorumu yapmak da mümkündür. İnsanlığın ürettiği ilk büyük ideoloji, toplumsal yaşamın kendisidir. Doğada varlık gösterebilmenin ve gelişebilmenin yegane yolunun, toplumsallaşmaktan geçtiğini görmek ve buna uygun davranış biçimleri tasarlamak, ideolojinin çıkış noktasıdır. Çünkü toplumsallık öncesi yaşam, güdüsel sürü yaşamıdır. Güvenlikli beslenme ve çoğalma gibi temel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlanan, ideolojik-örgütsel çerçeveden yoksun, canlılığın doğal refleksli dairesinde gelişir. Sadece insanın değil bütün canlı varlıkların tipik davranış biçimleri söz konusudur. Ancak tarihin “en uzun süre”sin de vücuda gelen ve “temel kültür sosyolojisi” kapsamında inşa sürecini tamamlayan toplumsallaşmayı ideolojinin orijini kabul etmek, yanlış olmayacaktır. Bu açıdan ikinci doğa evreni içerisinde belirginlik kazanmış, işlevsel hedeflere yönelik yapılandırılan ve toplumun davranış biçimlerini düzenlemeyi amaç edinen her sistematize edilmiş düşünce tarzını, ideolojiyi zaviyesinde ele almak gerekir. Örneğin ilk avcı topluluklarının, taştan yapılmış ok-mızrak gibi araçlarını üretip, kolektif bizon avına çıkmaları esasında ideolojik bir davranıştır. Yaşamın temeli olan beslenme ihtiyacını karşılayabilmek için düşünülmekte, gerekli araç-gereçler üretilmekte rol ve görev dağılımı yapılmakta (örgütlenebilmekte) ve eyleme geçebilmektedir. İdeolojinin özü ve özeti budur. Yine Sümerli kurnaz rahibin, yıldızlara bakarak, göksel düzeni yeryüzüne indirip, kendi egemenlik alanı ekseninde etkili bir e-toplum düzeni oluşturmasının, ideoloji olmadığını kim savunabilir? Mitolojik yöntemler, önderliksel arayışlar, Peygambersel çıkışlar, dinsel soyutlamalar, felsefi dizgeler ve en nihayetinde bilimsel buluşlar, tamamen ideolojik çerçevedeki gelişmelerdir.

Bir çıkış veya arayış, toplumun karşısına “Nasıl yaşanmalı” veya “Ne yapmalı ?”gibi sorularla çıkıyor ve geniş toplum kesimlerini harekete geçirmeyi hedefliyorsa (başarılı olup olmamasından azade), kesinlikle ideolojik bir çıkıştır. Var olanın eleştirisi, olması gerekenin önerisi temelinde gelişen ideolojik çıkışların bir çığa dönüşmesi ve mevcut olanı alt-üst ederek yeni olanı yaratabilmesi zaman ve zeminle ilgili bir durumdur. Doğru zamanda ve uygun zeminlerde toplumla buluşması sağlanan ideolojiler gelişirken, bunu başaramayanlar yani erken doğum yapanlar veya geç kalanlar unutulup giderler. Bu açıdan hiçbir ideoloji verili toplumsal zihniyetin gerisinde kalarak veya çok çok ilerisine düşerek gelişme şansını yakalayamaz. “Zamanın ruhu” denilen tespit ve Lenin`in devrimler için yaptığı “Yarın geç olacak, bugün erkendir” tespiti ideolojinin zamanlamasıyla mevcut toplumsal zeminin zihniyet paydaşlığına ışık tutmaktadır. Toplumsal hakikati doğru algılayıp, doğru zamanda ortaya çıkmayan ve doğru müdahaleler ile sorunlara neşter vurmayan ideolojiler ya aşılmaya ya da anlaşılmaya mahkum olmaktadır. Bu yeni ideolojik arayışların verili düzenden ileri veya geri olmayacağı anlamına gelmez. Gelişmenin diyalektiğini çizgisel ilerlemesi bakış açısının dar boğazına sıkıştırmadan hemen şu noktanın altını çizmeliyiz ki, “ilericilik”- “gericilik” gibi kavramlar, tamamen olmasa da izafi kavramlardır. Kime, neye göre ilerici veya gerici diyeceğiz? Bu kavramları izafi olduğu kadar, gelişme de hep ileriye doğru devinim göstermez. Bazen çizgisel, bazen helezonîk, bazen dairesel ve bazen de sıçramalı olan değişim veya ilerleme süreçleri ideolojilerin de karakteristiğini tayin eder. Gerici gibi duran kimi ideolojiler toplumun ileriye taşıyabildiği gibi, ilericilik iddiasını taşıyan kimi ideolojiler de toplumu geriye çekebilir. Gene çıkışı itibariyle ilerici olan kimi ideolojilerin-dinler gibi-gelişme süreçlerinde oldukça gericileştikleri tarihsel deneyimlerle sabittir. Bu nedenle bir ideolojinin ilerici mi yoksa gerici mi olduğunun sağlamasını yapabilmenin en mantıklı yolu ve yöntemi toplumsal fayda ölçüsünü kıstas almak gerekir. Doğurduğu sonuçlar nelerdir? Toplumu nereden alıp, nereye taşımıştır? Maddi-manevi kazanım veya kayıpları nelerdir gibi verilere bakılmalıdır. Çünkü faşizm de bir ideolojidir ve en az elli milyon insanın ölümüne, yüzlerce yıllık birikimlerin hebasına yol açmıştır. Dolayısıyla bir ideoloji toplumun gelişim dinamiklerini özgürleştiriyorsa demokrasi düzleminde açığa çıkan ahlaki-politik ilkelerin güçlenmesine vesile oluyorsa ve tabi ki, tahakküm alanlarını ortadan kaldırıyorsa o ideoloji ilericidir. Aksi yönde gelişme yaratan ideolojiler ise, tartışmaya yer bırakmaksızın, gericidirler. Toplumu daraltan, egemenlik alanlarını genişleten, özgürlükleri kısıtlayan, biat ve itaat, kültürünü aşılayan, egemeni özneleştirirken, geniş toplum kesimlerini nesneleştiren ve iktidarcı tahakküm anlayışından beslenen ideolojilerin, ilericilikle veya toplumsal gelişmeyle yakından veya uzaktan bir alakasının olduğu zaten düşünülmez.

Bu nedenle ideoloji kavramının iki ayrı düzlemde ele alınması ve çift boyutlu ortaya konulması hayati önemdedir. Buna da kabaca “Toplumcu ideolojiler” ve “Devletçi ideolojiler” demek mümkündür. Toplumcu ideolojiler “Nasıl yaşamalı” sorusuna cevap ararken, devletçi ideolojiler daha çok “Nasıl idare etmeli” sorusunun peşine takılırlar. Bu durum birbirine taban tabana zıt ve çatışma halinde olan iki ayrı oluşum haline işaret etmektedir. Meselenin dramatik tarafı ise devletçi ideolojilerin, toplumcu ideolojileri manipüle ederek, ayakta kaldıkları gerçeğidir. Toplumun kendini aşmak ve sorunları çözmek için geliştirdiği düşünce sistemleri yontulup, içeriklerini başkalaşıma uğratarak, tahakkümcü iktidar yapılarının hizmetine koşmaları ve öldürücü bir silah haline getirerek, tekrardan topluma çevirmeleri, egemenlerin en büyük maharetleri olmaktadır. Binbir suratlı olmaları, kılıktan kılığa girmedeki ustalıkları hem İsa’ya hem Musa’ya oynamaları ve en nihayetinde tüm karşıt görüşleri kendi potalarında eritmeleri egemenlerin beş bin yıllık büyük sırları olmaktadır. En geniş toplumsal direnişçilere öncülük yapan büyük ideolojik çıkışların bile, dönüp dolaşıp, devletçi ideolojilere can suyu taşımaları insanlığın en temel handikapı olarak görülmektedir.

Peki ama neden böyle oluyor? Kırk yıl en acımasız firavunlara karşı en amansız direnişleri yürüten Musa`nın ideolojisi, neden en değmez Firavuna dahi katmerli bir zulmün aracı haline geliyor? Üç yüzyıl Roma`nın zulmüne uğrayan İsa`nın ideolojisi, neden Roma`nın en gözde işgal ve sömürü aracına dönüşüyor? Gericilik ve cehalete karşı en büyük kavgayı veren Muhammed’in ideolojisi, neden gericiliğin, saflığın ve yobazlığın beslendiği en büyük kaynak halini alıyor? Tam yüz elli yıl vahşi kapitalizme karşı duran ve bu uğurda on milyonlarca kayıp veren sosyalizm ideolojisi, neden kapitalizmin en sağlam dayanağı haline geliyor? Örnekleri sınırsız çoğaltmak mümkündür. Oluşan kısır döngü insan sınırlarını zorlamakta, ciddi kafa karışıklığına yol açmaktadır. Beş bin yıllık bu uzun tarihsel serüven de yaşatılan tekrar ve tekerrür duygusu gerçekten baş döndürücü zalimin zulmü cana tak ettikçe, iki-üç yüzyılda bir ideolojik-politik bir öncülük çıkmakta, toplumsal direnişleri örgütlemektedir. Başarılı olsun veya olmasın, belli bir süre sonra o da karşıtına dönüşmekten ve hatta belki de karşıtından daha beter bir hale gelmektedir. Kurtulma nezdinde ideolojinin ölçüleştirilmesinde egemenlerin anti propagandaları kadar bu toplumsal belleğin kötü hatıraları da etkili olmaktadır. Öcalan bu sorunun nedenini şöyle açıklıyor; modernite ideolojilerinin çözüm aracı olmamaları toplumsal sorunlarla gerçekçi bağ oluşturmamalarından kaynaklanır. İster geleneksel (dinsel), ister modern (liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm) ideolojilerindeki başarısızlık, toplumsal sorunları doğru yansıtmamalarıyla ilgilidir. Çözüm evrimci ve devrimci tarzlarıyla hem söylemde hem eylemde doğrunun yaşanmasını dayatmaktadır.”(DTM-4)

Toplumsal sorunlarla doğru bağ kuramama vurgusu, yaşanan yenilgilerin temel nedeni olmaktadır. Bir ideoloji toplumun temel sorunlarını tam anlamıyla kavrayıp, gerçekçi çözümler üretmedikçe zaman içerisinde yozlaşmaktan ve karşıtına dönüşmekten kurtulamaz. En küçük bir çatlak, hatalı analiz veya yanlış teşhis, yıkımla sonuçlanmaktadır. Çünkü egemen resmi devlet ideolojisi alışkındır ki, en küçük çatlaklardan bile içeri sızabilmekte, toplumsal ideolojileri kendisine benzetebilmektedir. Söz konusu çatlaklar genellikle sorunları çözümlerken değil, alternatif çözüm önerileri sunarken, açığa çıkmaktadır. Bunun nedeni de devletçi ideolojinin, toplumsal bellekte bıraktığı toplumsal izlerdir. Ne yapılırsa yapılsın bir türlü onun dışına tam çıkılmamaktadır. Murray Bookchin; “Özgürlüğün Ekolojisi” adlı kitabında “kölenin özgürlük hayali sahibini köleleştirmektir” tespitini yapar. Bu bakış açısı devam ettiği sürece, köle ve efendi hep yer değiştirse de, kölelik sabit kalmaktadır.Toplumun temel sorunları binlerce yıldır aynıdır. Form ve biçim değiştirse de özü değişmemiştir. İşte mülkiyet ve tekel sorunu, iktidar ve devlet sorunu, toplumsal cinsiyet sorunu, çevre ve ekoloji sorunu, kimlik ve aidiyet sorunu, hukuk ve adalet sorunu, inanç sorunu, güvenlik sorunu, üretim ve paylaşım sorunu gibi toplumsal yaşamın açığa çıkardığı ve tahakkümcü devlet anlayışının, kör düğüm haline getirdiği sorunlara bütüncül çözümler geliştiremediği için toplumcu ideolojiler, arzulanan başarı düzeyini yakalayamıyor. Bu temel sorunlardan sadece birisi bile es geçildiği zaman, diğerleri için mükemmel çözümler geliştirilmiş olsa bile, yenilgi kaçınılmaz bir hal alıyor.

Bir diğer önemli nokta, ideolojinin örgütsellikle ilişkili olan, organik bağıdır. Bu bağın kurulması, olmazsa olmaz kabulünden bir zorunluluktur. Çünkü ideoloji güzel sözlerin veya etkileyici fikirlerin bir araya getirilip, dillendirilmesinden ibaret bir olay değildir. İdeolojinin gerçekleşmesi fikrin söze, sözün örgüte, örgütünün eyleme dönüşmesine bağlıdır. Çünkü geçmişin eleştirisi, güncelin analizi ve geleceğin inşası ancak amaca odaklanmış, örgütlü bir yapıyla mümkün hale gelebilir. Aksi durumda Zerdüşt`ün, Mani`nin, Mazdek`in Hallacı Mansur`un pratiğinde olduğu gibi söz, hoş bir seda olarak kalacak. Toplumsal yaşama yön veren maddi bir güce dönüşmeyecektir. Elbette ideoloji olmadan, örgütsel çatı kurulmaz ama bunun yanı sıra, örgütsüz bir ideoloji de etki gücü kazanamaz. Aralarındaki ilişki, beden ve baş diyalektiği gibidir. Bilinç-fikir-söz-araç-amaç bütünselliğinde anlam kazanan, ideolojik-örgütsel yapıların, harekete geçirici, sürükleyici gücü o zaman açığa çıkmaktadır. Alenen ortaya çıkan bu gücün bir bölümü var olanı yıkmak veya aşmak için kanalize edilirken, esas potansiyeli yeniyi inşa etme sürecinde kullanılmaktır. Bu simbiyotik ilişki, nükleer fizyon etkisi gibi sürekli birbirlerine dönüşerek, muazzam bir toplumsal enerjiyi açığa çıkarmaktadır. İdeolojik perspektifle örgütlenmiş birey, öğrendikçe yapmaya koşullanır. Yaptıkça da hareket ivmesi ve kapasitesi artar. Hareket halinde oldukça da enerji üretimi süreklilik kazanır.

Egemen güçlerin ideolojilerden korkmaları bundan ötürüdür. Eğer ideolojinin örgütleyici ve eyleme geçirici özellikleri olmasaydı bu kadar korkmalarını ve saldırmalarını gerektirecek bir durum da olmazdı. Mesela liberal demokrasilerde düşünce özgürlüğü orantılı bir şekilde öne çıkarılırken, örgütlenmenin önüne bin bir türlü engeller çıkarılır. Çünkü örgütsüz ve eylemsiz bırakılmış bir fikir, istediği kadar uç veya radikal olsun, kendileri açısından bir tehlike arz etmediğini bilirler. Herkes istediğini düşünebilir ve düşündüğünü belli oranda ifade edebilir ama örgütlenip eyleme geçemez. Bunu yapmaya yeltendiği zaman “orada dur” denilir. Çünkü örgütlenip eyleme geçilen bir fikir artık ideoloji halini almıştır ve egemenin iktidar alanına girmiştir.

 

Sonuç Yerine;

İnsanlığın kaderini avuçlarının arasına aldıklarını düşünen egemen güçlerin en son arzulayacakları şey, toplumun yerinden oynaması, belli bir ideolojik bilinçle donanması belirli araç-gereçlerle eyleme geçmesi ve “kontrol dışı” ideolojilerin, çekim alanına kapılmasıdır. Çünkü doğası itibariyle her ideoloji kendi ekonomik, politik kültürel ve askeri alanını oluşturmak isteyeceği için, egemenler açısından beka sorunu başlayacaktır.

İdeoloji kavramını öcü düzeyinde düşmanlaştırmalarının nedeni budur. Çünkü ideolojiyi kendi alanları olarak görmektedirler. Daha Sümerler döneminde ideolojinin önemini ve gücünü fark eden yönetici elitler, bu alanın ilelebet kendilerinde kalmasını istemiş, ideolojiyi rızanın üretim süreçlerinde çok etkili kullanmışlardır. Kendilerini özne, toplum yığınlarını ise, nesne olarak konumlandırdıkları için; ideolojiyi her zaman öznenin üretmesi gerektiğini, nesneye düşenin ise, özneyi takip etmek ve ona tabi kalmak olduğunu salık verirler. Toplumu ideolojiden uzak tutabilmek hem ince hem kaba yöntemleri iç içe kullanırlar. İnce yöntemlerin başında ideolojiyi kötülemek gelir. Yani bir nevi ideolojiye karşı, ideolojik mücadele seferberliği başlatırlar. İdeolojilerin ne kadar kötü ve tehlikeli olduğu, bütün telekomünikasyon araç-gereçlerini kullanarak, propaganda ederler. Sinema, edebiyat, politika ve akademiler bu iş için seferber edilir. Tek amaç, toplumun ideolojikleşmesinin önüne geçmeyi başlatmaktır. Daniel Bell`in 1960`da yayımlanan “İdeolojinin sonu” adlı kitabıyla Fullevya`nın 1990`da yayımlanan “Tarihin sonu” kitapları bu incelikli mücadelenin, evrensel ifadeleri olmaktadır. Aslında bunlar herhangi bir kitap olmaktan ziyade ABD merkezli kapitalist modernitenin insanlığa dayattığı ideolojisizleştirmenin teorik ifadesidir. Daniel Bell kitabında özetle dünyanın sanayileştiğini üretimin patlama yaptığını ve tüm dünyada ekonomik iyileşme başladığını ve dolayısıyla refah düzeyi artmış toplumlar da ideolojinin işlevini yitireceğini savunmaktaydı. Ona göre ideoloji; yoksul ve gelişmemiş toplumların tepkilerinden, dogmatik radikalizminden başka bir şey değildi. Yani insanların açlıktan dolayı isyan ettiklerini, artık bolluk olacağına göre isyan etmeyi gerektirecek bir nedenin kalmayacağını savunmaktaydı. İdeolojiyi beyinden alıp mideye indirgeyen ve oradan alıp bağırsaklar da posa haline getiren bu anlayış, topluma karşı en etkili ideolojik mücadeleyi verdiğini bilmek gerekiyor. Fukuyama’nın “Tarihin sonu” adlı provokatif kitabını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Sovyet blokunun çöküşünü, kitabın da tarih bitti ve ideolojilerin sonu geldi demek istemiştir. Marks, tarihi sınıflar arası çatışmanın sonucu olarak değerlendiriyor. Ezen ile ezilen sınıfların çatışması tarihin yönünü belirliyordu. Fullevya’ya göre; sosyalizm yenildiği ve kapitalizm zaferini ilan ettiği için, tarih de bitmiş oluyordu. Bu nedenle de artık ideolojilerin bir anlamı ve önemi kalmıyordu. Bu neviden ince yöntemlere rağmen, toplumların ideolojiyle devam ettiği ve ete kemiğe büründüğü zamanlarda ise, fiziki saldırılar gündeme gelmektedir. Egemenler, toplumun özgür yaşam arayışlarını “Ayaklar baş oldu” karalamalarıyla boşa çıkarmaya, yok etmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak; toplumlar ideolojisiz var olamazlar. Bilinç düzeyi ve farkındalığına dokunulmaksızın her birey bir ideolojinin zihniyet düzeyine göre yaşar. Can alıcı olan soru, hangi ideolojiye hizmet edildiğinin ve neye göre yaşandığının bilinmesidir.

 

 

KAYNAK
  • Abdullah Öcalan; SRD-1(Sümer Rahip Devleti..), DTM-4( Demokratik Toplum Manifestosu), BHS(Bir Halkı Savunmak)
  • Andrew Heywood; Politik İdeolojiler
  • Daniel Bell; İdeolojinin Sonu
  • Andrew Vincent; Modern Politik İdeolojiler
  • Sosyoloji Sözlüğü
  • Paradigma Felsefe Sözlüğü
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.