Düşünce ve Kuram Dergisi

Post Gerçek Çağın Gerçekliğine Dair

Zeki Bayhan

“Çığırından çıkmış bu zaman. Ey kör talihim benim!
Düşmez olaydı bana düzeltmek!”
Shakespeare / Hamlet

Yaşadığını zamanı “çığırından çıkmış” olarak tanımlayan Shakespeare, hayatta olsaydı günümüz dünyasını nasıl tanımlardı acaba? Ve “post gerçek çağ”, “post ideolojiler çağı”1 gibi tanımlamalar esas olarak çığırından çıkmış zamanı düzeltecek özneleri; hatta özne düşüncesinin kendisini hedefleyen tanımlamalar değil midir?

İçinde bulunduğumuz zamanın nasıl görür, tanımlarsak onunla öyle ilişkileniriz. Başka bir ifadeyle, içinde bulunulan zamanı, durumu tanımlama biçimi, onun içinde geliştirilecek eylemlerin doğrultusunu da belirler. Bu nedenle tanımlamalar birer hareket yönergeleridir aynı zamanda. Unutmayalım ki toplumlar, kendilerini imgelemler etrafında var ederler ve imgelemler kavramlarda, kavramlarla ete kemiğe bürünürler. Tersinden söyleyecek olursak adlandırmalar gelişen veya geliştirilmek istenen toplumsal zihniyet ve yaşamı imlerler. Dolayısıyla sorunun söylemsel bakımdan nasıl kurulup konulduğu hem verili sistem savunucuları hem de alternatif vizyon sahibi muhalif çevreler için stratejik bir konudur.

“Post Gerçek Çağ” ifadesine gelince: Postmodernizm kavramında “post” öneki modernizmde bir kırılma veya modernizmin ötesi dolayısıyla da ondan kopuşu ifade ediyorsa, post gerçek ifadesi de gerçekliğin ötesi veya ondan kopuşu ifade eder. Bu düzlemde “post gerçek” kavramsallaştırması baştan saçma hale gelir. Gerçekten de gerçekliğin ötesi denilen şey ne olabilir ki? Saçma… ama saçmada bir gerçeklik!

“Post” öneki son 40-50 yıldır giderek daha çok kullanılmaktadır. Post Gerçek, postmodernizm, post ideoloji, post marksizm, post feminizm, Post… Gelgelelim kavramsal manada “ötesi” anlamına gelse de, post ön ekinin felsefi ve sosyolojik bakımdan kavramlara kattığı şey daha çok anlamsızlaştırma, anlam bulanıklığı olmaktadır. Bu nedenle “postmodernizm” terimini herhangi bir şekilde kullanmak oldukça sığ ve anlamsız bir entelektüel hevese süreklilik kazandırmakla suçlanma riski taşır. Sorunlardan biri terimin hem moda hem de tanımlanmasının son derece zor olmasıdır. Model yerleşik düşünceler sözlüğünün de onayladığı gibi “bu sözcüğün hiçbir anlamı yoktur. Olabildiğince sık kullanın.”2

Bir kavramın anlamını bulandırmak, onu anlamsızlaştırmak isterseniz başına bir “post” geçirmeniz yeterlidir. Fakat bu anlamsızlaştırma anlamsızlık değildir. Gerisinde ideolojik, siyasal motivasyonlar bulunur. O halde gerçeğin ötesinin gerçekle, modernizmin ötesinin modernizmle veya ideolojinin ötesinin ideoloji ile ilişkisi nedir? Biliyoruz ki, postmodernizmin, modernizmin ötesi olarak tanımlanmasında temel neden postmodern denilen şeyin kendi başına tanımlanmasında yaşanan zorluktur. Öyle ki, postmodernizmin içinden modernizmi çıkardığımızda elimizde sadece post kalır!

Bu nedenle Fredric Jameson, toplumu gelenek, modernizm ve postmodernizm üzerinden tanımlayarak modern öncesi toplumdan kopuşun postmodernizmle tamamlandığını söylerken haklıdır. Postmodernizm, modernizmin bir aşaması, yanı kendisidir.

Jameson kapitalizmin süreçsel gelişimi içinde de benzer bir eşleştirmeye gider. Buna göre gerçekçilik akımı piyasa kapitalizmine, modernizm akımı tekelci kapitalizme, postmodernizm ise geç-çok uluslu-tüketici kapitalizme denk gelir.3 Post gerçek çağı olarak tanımlanan günümüz dünyası neoliberal ideoloji, küreselleşme, bilim teknoloji ve postmodern düşüncelerin iç içe örülmüşlüğünden müteşekkür gerçek bir yerdir. Bu olguların tümü de doğrudan kapitalist moderniteyle ve onun geçirdiği aşamalarla ilgilidir.

Kriz Derin ve Uygarlıksaldır

Kapitalizmin içsel krizlerle var olduğu sıklıkla analiz konusu edilegelmiştir. Bundan kasıt kriz olgusunun kapitalizme içkin olduğudur. Bu tespit doğru fakat eksiklikdir. Bu eksiklik Ali Fırat’ın uygarlık temelli tarih-toplum çözümlemesinde “kapitalizmi devletli uygarlık sürecinin kriz aşaması olarak”4 tanımlaması ile belirginleşmiştir. Böylece kapitalizmin kendisi kriz hali olarak tanımlanmış oluyor. Bu yazı kapsamında derinleştirilmesi mümkün olmayan bu tema, analizde stratejik bir fark yaratır. Zira içsel krizler üzerinden tanımlanması kapitalizmi işleyişsel özgünlükleri üzerinden kavrarken; devletli uygarlık sürecinin kriz aşaması olarak tanımlanması onun karakteristiğini oluşturan bağlama işaret ederek sorunun temelleri ile birlikte görür.

Kapitalizmin kendi tarihi içinde yüz yüze kaldığı irili ufaklı pek çok içsel krizini aşmanın yollarını bulmuştur. Örneğin 19. Yüzyılın sonlarında gelişen kriz emperyalist yayılma ve paylaşım siyasetiyle, 1929 büyük ekonomik bunalımı Kynesyen politikalarla aşılmaya çalışılmış ve görece aşılmıştır. Bağlantılı olarak 2. Dünya Savaşı sonrası refah devleti-sosyal devlet ve demokratikleşme siyasetleridir. Üçüncü dünya diye ifade edilen ülkelerin sömürülmesinden elde edilen kaynaklarla 1970’lere kadar sürdürülebilmiştir. Fakat 1968 Gençlik Hareketi’nden sonra kapitalist sistem yeni bir kriz sürecine girmiştir. Daha isabetli bir deneyle önceden başlayan ekonomik durgunluğun siyasal, kültürel ve ekonomik bir krize dönüştüğü “68 Hareketi”yle açık olmuştur. 68 Hareketi, sadece kapitalizm için değil, sağ ve sol veçheleri ile tüm modernist ideoloji ve sistemler açısından bir dönüm noktasını ifade eder.

Neoliberal ekonomi politikaları, küreselleşme, bilim-teknolojiye yüklenen aşırı anlamlar, postmodern düşünce çeşitlemeleri bu krizden kurtulmanın araç ve argümanları olarak geliştirilmiştir. Fakat bunların hiçbiri çözüm üretememiş ve üretememektedir. Çünkü günümüzde yaşanan kriz sadece kapitalizmin içsel dinamiklerinin tıkanıklıkları ile sınırlı değildir. Kriz daha derin ve uygarlıksaldır. Demek oluyor ki, sorun devletli uygarlığın son aşaması olan kapitalizmin tıkanıklığı değil sadece.

Sorun, kapitalizmi de var eden devletli uygarlığın yapısal krizidir. Ali Fırat’ın uygarlık temelli tarih-toplum analizinde kapitalizmin devletli uygarlığın kriz aşaması olarak tanımlanması bu nedenle stratejik önemdedir.

Son 40-50 yıllık süreç içinde yoğunlaşan sistemik kriz haliyle uğraşıp baş edemeyen egemen kapitalist sistem, toplumsal gerçekliklerle bağını iyice yitirmiş, sanal dünya yaratımları, ve yoğun kültür propagandaları yoluyla dünyanın bilincini bulandırarak kendi ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Modernist ideolojiler olarak liberalizm de ‘komünizm’ de topluma vaad ettikleri geleceğin çok uzağına düştüler. Liberalizmin eşitlik, özgürlük, kardeşlik; ‘komünizmin’ sınıfsız, sömürüsüz dünya vaatleri 20. Yüzyılın sonlarına doğru hayal kırıklıkları yaratarak güçten düştüler. Liberal çevreler Sovyet sisteminin dağılmasını “komünizmin çöküşü” olarak selamladı ve bunu yeni bir çağın başlangıcı olarak sundu. Buna göre geleceği olan tek gerçek sistem ve umut kaynağı liberalizmdir. Gelgelelim 1989’da çökenin sadece ‘komünizm’ olmadığı, liberalizmin yoğun krizleriyle çok çabuk ortaya çıktı. 1989’da çöküşü belirginleşen sağ ve sol veçheleri ile modernist ideolojiler ve sistemlerdir. Bu çöküşü haber veren en önemli tarihsel gelişme de 68 Hareketi’ydi.

20.Yüzyılın son çeyreğine kadar insanların elinde hiç değilse neyi nasıl yapacaklarına dair bir ideolojik perspektif ve yarına dair uğruna mücadele edecekleri özgür, müreffeh bir gelecek umutları vardı. 20. Yüzyılın sonlarına doğru bu umut büyük oranda söndü. Bir yandan tıkanan sistem diğer yandan artık umut olmaktan çıkmış ideolojiler… Ayrıca kapitalist üretim, sistem , kar mantığının dünyayı yüz yüze getirdiği ekolojik krizi var etti. Derinleşen yoksulluk, açlık sorunları, işsizlik, toplumsal cinsiyetçilik, ırkçılık, nükleer sorun, savaşlar ve benzeri sorunlar var. Egemen sistem, bu sorunlara çözüm üretmek bir yana onları her gün daha da derinleştiriyor. Zygmunt Baumen’ın bir rapordan aktardığına göre “yerkürenin en zengin üç adamı, en yoksul kırk sekiz ülkenin toplam ulusal hasılatından daha büyük özel servetlere sahiptir: En zengin on beş kişinin serveti Sahraaltı Afrika’sının tamamının toplam üretimini aşmaktadır. Rapora göre en zengin iki yüz yirmi beş kişinin kişisel servetinin yüzde dördünden daha azı dünyanın bütün yoksullarına yeterli beslenmenin yanı sıra temel sağlık ve eğitim imkanları sağlamak için yeterli olacaktır.”5

David Harvey giderek artan bu ekonomik sömürü ve eşitsizliklerin sorumlusu olarak değerlendirdiği “küreselleşme” kavramı yerine “eşitsiz coğrafi gelişme” ifadesinin kullanılmasını öneriyordu. Harvay’e göre “bir dizi söylemsel pratikten ibaret olan postmodernitenin yaptıklarının bir kısmı, var olan bağlantıları parçalamak olmuştur.”6

“Post” öneki düşünce ve ideoloji akımları böylesi tarihsel-toplumsal bir arka plana dayanmaktadır. Postmodern düşünce modernizmin büyük anlatılarının (bilim, marksizm, hümanizm, feminizm vb.) çöktüğünü söylerken bu arka plana dayanıyor. İçinde bulunduğumuz çağın “post ideoloji çağı” olduğu savunusu da aynı düşünce ikliminin ürünüdür. Bu argümanlarla toplum, toplumsal kurtuluş veya toplumsal özgürlük adına gelişebilecek olası tüm alternatif girişimler daha en baştan demode, gerici-modern adedilerek reddedilmiş oluyor. Bu noktada postmodern düşünce ile neoliberal ekonomi argümanları aynı ideolojik bağlamın ürünüdürler. Zira postmodern düşüncenin büyük anlatıların çöktüğünü, toplumsal kurtuluş özgürlük döneminin kapandığını ilan edip tüm alternatifleri reddetmesi ile neoliberal sistemin pratik-politik yürütücülüğü dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan Margaret Thatcher’ın “alternatif yoktur” doktrini aynı şeyi söyler. Her iki söylem de toplumsal eylemselleşmenin önüne set çeker. Hatta eylemselleşme fikrini dahi akıllardan uzak tutmayı amaçlar. Benzer biçimde postmodern düşüncenin “toplum” kavramına dahi karşı çıkması ile Thatcher’ın “toplum yoktur” ifadeleri hatırlanabilir.

İdeoloji Çağımızın Temel ve Öncelikli Mücadele Alanıdır

Bu argümanların tümü aynı ideolojik bağlamdan (Gramsci’nin tanımladığı) ve hegemonya geliştirme amacıyla üretilmiştir. Başka bir deyişle “post gerçek çağ”, “post ideoloji çağı” tanımlamalarını kendileri ideolojiktirler. Egemen sistemi ilanihaye var olacak muzaffer sistem olarak ilan edip benimsetmeyi amaçlarlar. Bu noktada ideolojisizlik adı altında ideolojik bir tutum geliştirilmekte; doğruluk adı altında yalana dayalı söylemler, sahte çözümler vaat edilmektedir. Sözgelimi ekolojik kriz, çağımızın en büyük krizlerinin başında gelmektedir ve kapitalist üretim sisteminden kaynaklanmıştır. Konu bağlamında ekolojik krizin bilim ve teknolojinin gelişimiyle aşılabileceğini söyleyerek bu söylemi destekleyici kimi argümanlar üretmek mümkün, hatta ilk bakışta makul de görülebilir. Fakat bu çözüm üretme değil, sorunun gerçek nedenlerini dolayısıyla da çözüm yolunu gizleme siyasetidir. Çünkü sorunun nedeni ideolojiktir, toplumsaldır, üretimseldir. Hal bu iken sorunu İdeoloji dışına çıkarıp dışsal olgulara (bilim-teknoloji) indirgemek onu çözümsüz bırakmak ve yanılsamalı çözüm siyasetleriyle var olanı olduğu gibi sürdürme arayışı ile ilgilidir.

Sosyo-kültürel ve ekonomik olarak tıkanmış, toplumsal yaşam ve hakikatlerden iyice koparak devasa bir kan emen sömürgene dönüşmüş egemen sistem muktedirlerinin, kendi çıkarlarını sağlama alacak çok yönlü bir hegemonya geliştirmek amacıyla; toplumun gerçek gündemlerinden koparmak istemeleri, apolitize etmeleri, kamusal alanı, dolayısıyla politik alanı yok etmeye yönelmeleri anlaşılırdır.

Bir toplumun yönetip yönlendirebilmenin ilk ve en önemli şartı onun zihnini ele geçirmek ve böylece sistemin tüm uygulamalarında gönüllü katılımını sağlamaktır. Michael Foucault bunu “bireyin iktidar taşıyıcı olarak kodlanması” şeklinde ifade ediyordu. Bu, iktidar stratejileri doğrultusunda bir birey ve toplum yaratma projesidir.

Toplumun zihnini şekillendirmek, ele geçirmek ideolojik hegemonya meselesidir. Bunu sağlamanın yolu bir taraftan topluma dair her hücreyi yok etmek ve olası tüm alternatif arayışların bahsini bile önleyerek geleceğini ipotek altına almak, diğer taraftan her türlü yol kullanılarak insanları sistem çıkarlarına uygun biçimde yeniden şekillendirmektir. Birincisi postmodern düşünce ve felsefeler eliyle yapılmaya çalışılır. Büyük anlatımların çöktüğü, ideoloji ötesi bir Çağ’da yaşadığımız toplumsal kurtuluş ve özgürlük ideallerinin birer ütopya olduğu ve benzeri argümanlar bu amaca hizmet eder. İkincisi, yani insanları sistem çıkarlarına göre şekillendirmek ise önemli oranda kültür endüstrisi yoluyla sağlanır. Toplum, oluşturulan kitle kültürü hamuruyla A’dan Z’ye yoğrularak yeniden şekillendirilir, kodlanır.

Kitle kültürü kavramın yerine kültür endüstrisi kavramını kullanan Theodor W. Adorno’ya göre “kültür endüstrisi yöneldiği milyonların bilinç ya da bilinçsizlik düzeyi üzerinde yadsınamaz bir biçimde spekülasyon yaparken kitleler birincil değil ikincildir. Müşteri, kültür endüstrisinin inandırmak istediği gibi kral değildir. Kültür endüstrisinin öznesi değil, nesnesidir. Kendisini kültür endüstrisine uydurmuş olan ‘kitle iletişim araçları’ terimi daha en baştan vurguyu zararsız olana kaydırmaktadır ve ilk planda ne kitleler söz konusudur ne de iletişim teknikleri: Söz konusu olan onlara üflenen ruhtur, efendilerinin sesidir.”7

Noam Chomsky de kitle medyasının ekonomi politiğini incelediği “Rıza’nın İmalatı” çalışmasında benzer konuları işler. Buna göre “pazarlamanın ve reklamcılığın sürekli gelişmesi, tüketici kültürüne geçmesine neden olmuştur.”8 Reklamcı kuruluşlar sanal cemaatler yaratırlar. Bu sanal cemaatleri kamusal alan yaratmakla ilgisi yoktur, onlar ürünleri alıp satmak üzere örgütlendirilmiş, şekillendirilmiş cemaatlerdir.

Reklamların (ve genelde kitle iletişim araçlarının) işi toplumsal bireye bir “çeki düzen” vermek, onun duygularını, arzularını, özlemlerini şekillendirmek ve tüketime sevk etmektir. Jean Baudrillard’a göre “ilk baştan itibaren tüketimi, kültürel sistemimizin üstüne oturduğu (yalnızca nesneler değil aynı zamanda toplum ve dünyayla) aktif bir ilişki kurma biçimi, sistemli bir etkinlikler dünyası ve tüm sorulara yanıt verme biçimi olarak görmek gerekmektedir.”9 Tüketim toplumu, toplumun kendi doğasından, değerlerinden kaparılarak tüketim kriteri üzerinden yeniden şekillendirilmesini de ifade eder. Bu bağlam içinde tüketim bireyler için bir toplumsal statü, kendini tanımlama, kimliğini oluşturup sunma aracına dönüşüyor. Böylece insan, tükettiği nesnelerden insan olmayı arar hale geliyor. Dolayısıyla da tüketim toplumunda bireyler ihtiyaç duyduğu için tüketmiyor, tüketimin kendisi bir ihtiyaç haline geliyor.

Egemen sistemin ihtiyaç duyduğu toplum tipi, tüketici bireylerin yine tüketim etrafında şekillendirdiği kitle toplumudur. Oluşturulan kitle kültürü kendi ifadeleriyle hareket ettikleri yanılsamasına kapılırlar. Oysaki nasıl yaşayacakları, kendilerini nasıl var edecekleri, hatta duyguları, arzuları, özlemleri egemen sistem tarafından şekillendirilmektedir ve birey, egemen sistemin istediği gibi yaşadığı müddetçe kabul görür. Zira egemen sistem açısından “bireyin birey olarak gerekli ve hemen hemen yeri doldurulamaz olduğu yer tüketici konumudur.”10

Sonuç itibariyle, egemen sistem yaşadığı sistemik krize çözüm bulamamakta, toplumu yörüngesinde tutarak ömrünü olabildiğince uzatmak için her yola başvurmaktadır. “Post gerçek çağı”, “post ideoloji çağı” gibi tanımlamalar da “ideolojisiz dünya” adı altında geliştirilen ideolojik argümantasyonlardır.

Bundandır ki çağımızın en önemli stratejik mücadele alanı olarak ideoloji ön plana çıkıyor. Bunca yalana, sanala boğulmuş dünya gerçeğinde her şeyden önce toplumsal hakikatlerin belirginleştirilerek açığa çıkarılması, toplumun gerçek gündemiyle buluşabilmesi için ideolojik mücadele olmazsa olmazdır.

Sosyalist mücadele perspektifini güncelleyerek içinde bulunulan çağa, çağın sorunlarına yanıt oluşturma arayışında olan Ali Fırat’ın devrimci mücadele görevlerini entelektüel, ahlaki ve politik görevler olarak tanımlamış olmasını bu bağlam içinde düşünmek gerekiyor. Entelektüel görevler, toplumsal hakikat arayışçılığı ve savunuculuğu anlamında ideolojik mücadeleyi ahlaki görevler bu mücadeleye toplumsal etik ve estetik değerlerin hakim kılınmasını; politik görevler ise kamusal (politik) alanın yeniden ve yerinden tesisi yoluyla tüm toplumsal yaşama dahilini ifade eder.

Ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek kadar kapsamlı içeriklere sahip bu görevler aynı zamanda egemen sistemin tahrip ettiği temel toplumsal alanları kapsar. Zira ideoloji, ahlak ve kamusal (politik) alan, toplumu toplum yapan yaşam alanlarıdır. Bu alanların tahrip edilmesi, toplumun toplum olmaktan çıkarılması demektir. Ki, toplumu egemen sistemin sömürü politikalarına açık hale getiren şey de bu alanların tahrip edilmiş olmasıdır. Çözüm de ideolojik doğrultu ile başlayacaktır. Dolayısıyla ideoloji, çağımızın temel ve öncelikli mücadele alanıdır derken keyfi bir belirlemede bulunmuş olmuyoruz..

 

 

 

 

Kaynakça:
  • Slovaj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. E. Ünal, Metis Yayınları, İstanbul-1/2011, sf. 475 2 Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları 3 Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Mantığı, çev. N. Pülümer, YKY Yayınları, sf. 78
  • Ali Fırat, Seçme Eserler 2
  • Zygmund Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, çev. Y. Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2011, sf. 144
  • David Harwey, Umut Mekanları, çev. Z. Cambetti, Metis Yayınları, sf. 31
  • W. Adorno, Kültür Endüstrisi/ Kültür Yönetimi, çec. M. Tüzel-N. Ülner-E. Gen, İletişim Yayınları, İstanbul-2011, sf. 1
  • Chomsky-E. S. Harman, Rızanın İmalatı, çev. E. Abadoğlu, Aram Yayınları, İstanbul-2006, sf.23
  • Jean Boudrillard, Nesneler Sistemi, çev. O. Adanır- A. Karamollaoğlu, Boğaziçi Yayınları, İstanbul-2011, sf. 23
  • Jean Bodrillard, Tüketim Toplumu Söylenceleri Yapıları, çev. H. Deliçaylı-F. Keskin, Ayrıntı Yayınları, sf. 98

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.